Eylemlerin yönünü belirleyen düşünceler değil, çıkarlardır. Max Weber’in bu ünlü önermesine rağmen, düşünceler yaşamımızın her alanını sarmalar. Hiçbir çıkar yoktur ki, düşünceye başvurmaksızın talep, ret ya da kabul edilmiş olsun. Bunu Türkiye’de ilk işleyenlerden biri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında kimi günlük beklentilerin ilerisindeki fikirlerle etraflanan bir yaşam dünyasında hiçbir şey yapmaksızın nasıl başarılı, önemli, saygın ve zengin olabileceğini gösterdi. Bunları bu anlamıyla mümkün kılan aktörün yaşam dünyasına ait ve orada kimi genel gerçekliğe sahip anlamlar ve ritüeller bütünlüğündür. Kişi bunları bir bütün olarak düşüncelerine, eylemlerine ve de kişiliğine sindirdikçe, istemlerini bunlara uyarladıkça o toplumun iyi bir üyesi olarak kabul edilir. Yaşam dünyasının bu anlam yüklemeleriyle sarmalanmış, bunları kabul etmiş ve bunlarla toplumsallaşmış kişiler başarılarını bu verili yapıya uygun olmasıyla açıklarlar. Tanpınar’ın roman kahramanı buna bir örnektir. Tanpınar, başarılı olma isteğinin sadece bir şekli olan “zengin olma”, ya da “bir şey satma” ritüelinde incelemiştir.
Bu beklentiler bütünlüğünün diğer bir biçimini Max Weber’in bahsettiği Protestan Ahlakı taşıyıcısında görmek mümkündür. Çünkü, burada der Mensch ist für sein Geschäft und nicht umgekehrt yani işin, mesleğe adanmışlığın insan için değil de, insanın iş için var olduğu bir toplumsal yapıdan söz edilir. Hem Tanpınar hem de Weber’in durumunda başarı adına başarı, bireysel bir istem olmak yerine daha çok kültürel beklentilere bir cevaptır. Her iki durumda da insanın doğasında hep olan bir istemin toplumsal örgütlülükte yaşam bulmasıdır. Tanpınar’ın roman kahramanı için önemli olan başarılı olmaktır. Satılan mal değil, satmadır, malın kendisidir. Weber’in Protestan Ahlaki taşıyıcılarının amacı zengin olmak değildir, çünkü onlar dünyada zengin olmayı, başarıya ulaşmayı diğer dünyada cennete gitme ihtimalinin işareti olarak gördüler. Tanpınar ve Weber’in bahsettiği bireylerde ortaya çıkan başarı, bir gelişim, elde etme, edilmişlik durumu değil de, tersine insanın doğasında var olan bir varlık durumudur. Bu yapının bir yönü antropolojinin konusu, diğer bir yönü ise siyaset biliminin konusudur; insan doğasında hep var olduğu tasarlanan bu yapı, bu beklentiler ve beklentilere cevap vermek üzere geliştirilen ritüeller bütünlüğü ancak sıkı normlarla bezenmiş ortak bir yaşam dünyasının varlığına ait istemlerle sarmalanmış ve içselleştirmiş bireyle mümkündür.
Böyle sıkı istemlerle sarmalanmamış bir yaşam evreninde kralın çıplak olduğunu görmek zor olmayacaktır. Ancak sıkı istemlerin baskın olduğu yerde ne kralın çıplak olduğunu ne de satılan malın gereksiz olduğunu görmek sıradan bir şeydir. Var olanla görülen arasındaki fark kaybolur. Tanpınar bir sanatçıydı. Buna karşın Weber bir bilim insanıydı. Her ikisinin de başarısı, onların düşünsel, entelektüel kapasitesiyle ilgiliydi. Ancak onların kahramanlarının başarısı kendi entelektüel becerilerinden çok, onların içinde bulunduğu ve iyi kullanabildikleri istemler ortamıyla açıklanmalıdır – en azından Tanpınar ve Weber bize öyle olması gerektiğini salık verirler. Bununla birlikte özellikle de günümüzde, sanatçıların ve bilim insanlarının başarıları sadece yarattıkları karakter, işledikleri konu, yöntem ve alan değil ama aynı zamanda bu aktörlerin medyayla olan ilişkileriyle de ilgilidir. Günümüzün hiçbir sanatçısı ortaya koyduğu başarısını eğlence endüstrisi, medya ve de mensubu olduğu toplumun ideolojik yapısından bağımsız değerlendiremez. Bu tez sadece sanata değil, bilim ve bilim insanına da uyarlanabilir. Çalışma iki tez üzerine kurulu.
Birinci, rasyonelleşme tezini geliştirmek için Max Weber’den yararlanılacaktır (WuG). Rasyonelleşme tezine göre, bahsedilen bu ilişki yumağı her zaman vardı, ancak bu alanların işlevleri özellikle bugün daha da rasyonelleşti. Bu rasyonelleşme hâli görüldükçe, hem kimi aktörlerin neden bütün karşı çabalarına rağmen sıkı fikirlere, istemlere yenik düştüklerine, ya da en azından direnmek istemelerine rağmen dirençlerini uzun süre sürdüremediklerine dair bir bilgi edinilir, hem de bize bu sıkı fikirlerin nasıl özne-nesne ilişkilerini, üretim ilişkilerini, onların toplumsal kurumlar aracılığıyla tekrardan üretimini tekleştirme, aynılaştırma ve bu gerçekliğin kendisini de sanki bireyden bağımsızmış gibi gösterebilme becerisi görülür. Bu iletişim fark edildikçe, bireylerin yaptıkları kadar, yapılana biçilen toplumsal anlamın da başarı ölçüsünün bir belirleyini olduğu netleşecektir. Bu ise bize bir yandan başarıya ulaşmaya çalışmanın antropolojik anlamda evrensel, başarı biçimlerinin de yerel olabileceğini göstermetedir, diğer yandan da bunu görebilmek içinde olgular arasındaki ilişkileri ve farklılaşmaları görmek ve işlemek gerektiğini sergilemektedir.
İkinci tez ise daha çok Emil Durkheim tarafından geliştirildi. Teze göre her şey basitten karmaşıklığa doğru gelişmektedir. Bunun bir biçimini antropolojiyle siyaset bilimi arasındaki ilişkide görmek mümkündür. Antropoloji insanlık tarihinde ne zaman, nerede ve niçin evlendiği, düğün yapıldığı, törenle toprağa verildiği gibi kimi temel, değişime dayanıklı yapıların gelişimini inceler. Bunlara dair herhangi bir belge olamayacağı aşikârdır. Kim bilimsel yöntemin verdiği otoriteyle, ilk ateşin kim tarafından, ne zaman, nerede ve hangi amaçla yaktığını söyleyebilir ki? Kesinliğin olmadığı, olamayacağı yerde çaresizlik değil ama itinalı varsayımlar geliştirmek bilimin özelliklerindendir. Bu mutlaklığın izafiliği siyaset biliminde verilerde değil de, verilerin yorumunda belirginleşir. Siyaset bilimi hangi koşullarda toplumsal barışın ve/veya çatışmaların oluştuğunu inceler. Burada sorun toplumsal barışla tam olarak neyin kast edildiği, nasıl ölçüleceği ve hangi kritere göre değerlendirileceğidir. Bu ve benzeri sorular cevaplandırılırken hem antropolojide hem de siyaset biliminde gerçekliğin “ötesine” gidilir; kimileri bunu belli bir yöntem ve mantıktan hareketle yaparken, kimileri de ideolojik pozisyonlarını güçlendirmek için kullanırlar. Ancak her iki durumda da incelenen, araştırılan olaylar, olgu ve mekanlar her geçen gün daha çok karmaşıklaşmakta ve farklılaşmaktadır.
Bu çalışmada geliştirilmek istenen şey rasyonelleşme ve karmaşıklaşma, farklılaşma tezidir. Bu yazıdaki amaç, bir yandan yaşam dizgelerindeki rasyonelliğin ve karmaşıklığın artışını ve öte yandan da bu alanların birbirinden ayrışmasını antropoloji ve siyaset biliminin perspektifinden ama tek bir gelişim biçimi olarak işlemektir. Bunun için de önce antropoloji, siyaset bilimi ve toplumsal kurumlar başlığı altında bir gerçeklik olarak toplumun nasıl rasyonelleştirmelere ve değişimlere rağmen sürekliliğini koruyabildiği tartışılacaktır. Bu sürekliliği ise önce rasyonelleşme, karmaşıklaşma ve medya alt başlığı altında antropoloji, sosyoloji ve siyaset biliminin konuları olduğunu ve sonra da bu sürekliliğin il principe, Göbeklitepe ve medya devrimi alt başlığında bir ilişkiler ağı olarak basitten karmaşıklığa doğru bir gelişim gösterdikleri değerlendirilecektir. Bunları düşünce ve fikirlerin en kapsayıcı biçimi olarak ideoloji, kurumların en gelişmiş hâli olarak devlet ve birlikte karar almanın en meşru hali olan demokrasi analizi takip edecek. Son olarak modern yaşamın tipik bir eğilimi olan çatışmaların nasıl insanlık tarihinin en çok ihtiyaç duyduğu güven ortamına dönüştürüleceğini konu edilecektir.