ChapterPDF Available

Zachary Kaiser* -Arayüzler ve Biz* -Kullanıcı Deneyimi Tasarımı ve Hesaplanabilir Öznenin İmali (çev. M. Talha ALTINKAYA)

Authors:

Abstract

Bu Metin Bloomsbury yayınevi tarafından basılan “Interfaces and Us: User-Experience Design and the Making of the Computable Subject” kitabının giriş metnidir. Interfaces and Us, Zachary Kaiser, Bloomsbury, s. 1–12. Kitabı internetten satın alabilirsiniz.
Zachary Kaiser* - Arayüzler ve Biz* — Kullanıcı Deneyimi Tasarımı ve
Hesaplanabilir Öznenin İmali (çev. M. Talha ALTINKAYA)
*Bu MetinBloomsburyyayınevi tarafından basılan Interfaces and Us: User-
Experience Design and the Making of the Computable Subject kitabının gir
metnidir.Interfaces and Us,!Zachary Kaiser, Bloomsbury, s. 1–12.
Kitabıburadansatın alabilirsiniz.
*Zachary Kaiser, ABD’deki Michigan Eyalet Üniversitesi’nde Grafik Tasarım
ve Deneyim Mimarisi alanında doçenttir. Araştırma odağı ve yaptığı
uygulamalar, teknoloji politikalarını ve bu politikaların tasarımın bireysel,
sosyal ve politik olasılık parametrelerini şekillendirmedeki rolünü
incelemektedir.
Giriş
Aşkın Yasaları
2015 yılı sonbaharında, güzelce çekilmiş ve tasarlanmış bir televizyon
reklamında IBM,“aşk için algoritmalar”[1] bulup yaratabileceklerini iddia
etti. Bir bilgisayar ekranında yeni bir kod satırı yanıp nüyor ve
alacakaranlıkta bir Avrupa şehrinde yürüyen bir kadın saçlarını geriye doğru
atarak gülümsüyordu. IBM’in bu reklam filmi, olası bir felaket ya da hastalık
karşısında bir zafer fermanı gibi değerlendirilebilir. “Dünya bugün ne biliyor?”
diye başlayan reklam filmi, anlatımla değil fakat bir enerji santralinin havadan
çekilmiş görüntüsü üzerine Helvetica ile yazılmış beyaz yazı karakteriyle “dün
bilmediğimiz ne var?” diye sorarak devam eder. Müzik -Kinks’in “This Time
Tomorrow” şarkısı- giderek yükselir. Öncelikle akustik bir şekilde, ses şiddeti
ve tempo arttıkça coşku yaratan, canlandırıcı, enerjik ancak çok da hızlı
olmayan mükemmel bir müzik kullanımını dinleriz.
“Biliyoruz,” diye devam eder reklam filmi, tipografi pitoresk bir gün batımına
karşı bir trenin arkasından zevkle ortaya çıkarken, “veri nasıl dinlenir…”
Aynı trenin başka bir görüntüsüne KESME yapılır: “… raydan çıkmayı önlemek
için.”
Göz kırpan bir göz görüntüsüne KESME - “Biliyoruz…”
Bir beyin taraması görüntüsüne KESME - “… sağlık hizmetlerinin verilerle
nasıl dönüştürüleceğini.”
Bir hapın yakın çekim görüntüsüne KESME - “Biliyoruz…”
Şişelenmekte olan bir ilaca KESME - “… sahte ilaç nasıl anlaşılır…”
Konferans salonuna giren genç bir kadına KESME - “…ve okulu bırakma
potansiyeli olan birini fark etmesine…” — koltuğuna oturma anına KESME -
“… yardım etmek için zamanında.”
Hızlı kesmeler müziğin enerjisiyle birlikte artar: davullar, vokaller ve
enstrümanlar kreşendo yapmaya başlar. “Salgın hastalıkların telefonlarla
nasıl takip edileceğini biliyoruz.”
KESME. “Evrenin kökenini duyun.”
KESME. “Aşk için algoritmalar yazın.”
KESME. “Biliyoruz.
KESME. “Bir suçu tahmin etmeye nasıl yardım edeceğimizi.”
KESME. “trafik sıkışıklığı”
KESME. “karartma.”
KESME. “arıza.”
KESME. “trend.”
KESME. “hasat.”
Daha hızlı kesme. “Rüzgar.”
KESME. “Siber Saldırı.”
Son derece hızlı kesmeler. “Yaralanma.”
“Gecikme.”
“Duman.”
“Tıkanma.”
“Sızıntı.”
“Orman yangını.”
“Kuraklık.”
“Fırtına.”
“Desen.”
“Sürü.”
“Saldırı.”
“Dalgalanma.”
Ve son olarak… “Harekete geçme zamanı.” Çekim yağmur altındaki bir acil
durum çalışanı ile devam eder. Muhtemelen “gelişmekte olan bir ülkede”
elinde dizüstü bilgisayar olan küçük bir çocuğa KESME yapılır. Görüntünün
sağ kenarından, hala beyaz ve Helvetica ile yazılmış bir metin kadraja girer:
“Bir kez bildiğimizde, bilmemeyi başaramayız.”
- - -
Oysa 1862 yılında -büyük veriden, IBM’in Watson’ından, The Kinks’ten ve
Helvetica’dan önce- Wilhelm Wundt, IBM’den çok önce davranmış gibi
görünüyordu. Deneysel psikolojinin kurucusu Wundt,“istatistikçilerin diğer
tüm insani olgularda olduğu gibi aşkta da yasalar olduğunu
gösterdiklerini”ilan etmişti.[2] Wundt, psikolojinin felsefeden ayrılmasına
yardımcı olan kişiydi. Psikolojinin doğa bilimlerini taklit eden deneysel,
ampirik ve epistemolojik bir yaklaşım benimsemesini savunmuştu. O,“en
azından insanlarda yapılan deneylerin, içsel (psikolojik) gerçekliğin [3]
kanunlara benzeyen bir düzeni olduğunu ortaya
çıkarabileceğini”düşünüyordu. Bir deneğin laboratuvar ortamında, içsel
psikolojik fenomenlerini tekrar tekrar ortaya çıkarmak ve mümkünse ölçmek
için deneylerin fiziksel koşullarını kontrol etmeyi amaçlayan bir “fizyolojik
psikoloji” geliştirdi. Ancak Wundt bu “fizyolojik psikolojiyi” kültür, tarih ve
ahlak gibi kavramları da içeren daha geniş bir psikoloji disiplininin bir tür alt
kümesi olarak düşünüyordu. Kısmen çevirilerin sınırlı kapsamı ve metinlerine
sınırlı erişim nedeniyle, onun fizyolojik psikoloji, deneysel psikoloji hakkındaki
fikirleri öne çıktı ve geniş kapsamlı bir psikoloji fikrinin parçası olarak değil,
bizzat psikoloji disiplininin bir ifadesi olarak yorumlandı.[4]
Wundt’un yeniliklerinden biri de ne yazık ki “psikofiziksel paralellik” olarak
adlandırılan fikirdi. O, temel olarak tüm psikolojik olguların fiziksel olgulara
karşılık geldiğini ve bu ikisinin birbirine indirgenemez olduğunu savunuyordu.
Buna göre psikologlar bilincin psikolojik yönünü incelerken, nörofizyologlar
gibi diğerleri de fizyolojik yönünü inceliyordu, ancak aslında aynı konuyu
sadece farklı bakış açılarından ele alıyorlardı.“Doğa bilimlerinde ve
psikolojide ele alınan [d]eneyim, farklı bakış açılarından değerlendirilen tek
bir deneyimin bileşenlerinden başka bir şey değildir: doğa bilimlerinde nesnel
olguların birbirine bağlanması ve bilen özneden soyutlanmasının bir sonucu
olarak dolaylı bir deneyim; psikolojide ise dolaysız ve orijinal kalmış bir
deneyim.”[5]
Ancak 1890'lara gelindiğinde Wundt, psikolojinin bir doğa bilimi olmadığını,
yani biyolojiye ya da bir öznenin sinir sistemine indirgenemeyeceğini
savunmak zorunda hissetti. Psikoloji böyle bir indirgemenin yerine, kısmen
fizyolojik olan (ama tamamen değil) bir deneyimin kavranması üzerine bir
çalışmaydı. O, psikolojinin doğa bilimlerinin deney ve zlem gibi
yöntemlerini kullandığını savundu.“Fiziksel ölçümün niceliksel değerlerle
ilgilendiğini”,“psişik ölçümün ise son kertede her durumda niteliksel
değerlerle ilgilendiğini”iddia etti.[6] Buna rağmen Wundt, çalışması boyunca
sürekli olarak psikolojik “gerçeklere” atıfta bulundu. Bu durum Wundt’un
psikolojinin nihai amacı olarak gördüğü şeyi işaret ediyordu: “zihinsel yaşamı
yöneten” genelleştirilebilir yasaların (ampirik uygulama ve deney yoluyla)
keşfi. [7] Dahası o, büyük ölçüde evrensel olacak ve hayvanların zihinsel
yaşamına bile uygulanabilecek yasalar aradı.
Wundt’un“tüm zihinsel olguların mantıksal biçimini”belirleyecek
genelleştirilebilir yasalar bulma ilhamı, istatistik biliminin ilk zamanlarına
hakim olan entelektüel bir ortama dalmasından kaynaklandı. Onun ilk
çalışmaları,“istatistiğin psikolojiye, çok sayıda olgunun kavranması yoluyla,
belirsiz varsayımlar yerine matematiksel kesinlikte sonuçlar getirecek zengin
bir analiz malzemesi sunabileceğiniöne sürdü. Wundt, Thomas Buckle
aracılığıyla, bir disiplin olarak istatistiğin kurucusu Adolphe Quetelet’in
çalışmalarından yararlanarak şunları söyleyebilmiştir:“Gözlemler için
malzemenin yeterli olduğu her yerde, büyük sayılar yasası kendini dayatır —
yani, şansa veya bireysel iradeye atfettiğimiz izole sapmalar birbirini iptal
eder ve hem tarihsel hem de doğal yasa bu durumun açık ve eksiksiz ifadesini
bulur.”[8] O, istatistik kullanıma en uygun psikoloji türünü “sosyal psikoloji”
olarak adlandırdı. Burada kast ettiği bireylerin psikolojisi değil, büyük insan
gruplarının psikolojisiydi. Ancak Wundt aynı zamanda istatistiğin doğası
gereği sınırlı olduğunu düşünüyordu. İstatistik insan davranışı hakkında bir
tür evrensel yasayı ortaya koyabilse de, “nedenleri” gösterme işlevi görüyordu
“güdüleri” değil. Başka bir deyişle, istatistikler açıklayıcıydı, öngörücü değil.
Wundt’un 1862'de diğer tüm insani olgular için olduğu gibi aşk için de yasalar
olduğunu söylemesi ile IBM’in aşk için algoritmalar yazabileceğini iddia
etmesi arasındaki sürede ne değişti? Ve bu iki iddia arasındaki fark gerçekte
nedir? Ve burada haklı olarak sorabilirsiniz, tasarımla ilgili bir kitapta bundan
bahsetmenin amacı nedir?
Öncelikle son soruyu yanıtlayarak başlamak istiyorum. Wilhelm Wundt ve
IBM’in teknolojileri hakkındaki kendini yücelten iddialarının kullanıcı
deneyimi tasarımı hakkındaki bir kitapla tam olarak ne ilgisi var? Bu sorunun
yanıtı IBM’in bilgi iddiasını ne kadar ciddiye aldığımızla ilgilidir. IBM’in“Bir
kez bildiğimizde, bilmemeyi başaramayız”iddiasına biraz daha farklı bir
açıdan bakma eğilimindeyim. Öğrenmek istediğim şey, nasıl bildiğimiz?“Bir
kez bildiğimizde, bilmemeyi başaramayız”şeklindeki bu gerçekliği kabul
edersek, bence bu bilmenin başlangıçta nasıl gerçekleştiğini anlamak önemli
hale gelir. Ve bence“bir kez bildiğimizde”anı arayüzde gerçekleşir.
IBM’in tüm teknolojileri, işletmeler için büyük veri analitiği paketlerinden[9]
tutun da sağlık hizmetleri için kurulan Watson platformunun çeşitli
uyarlamalarına kadar onlarla birlikte gelen arayüzlere sahiptir.[10]
Kullanıcıların IBM’in reklamlarında öne sürdüğü iddialara inanmaları ancak
arayüzle etkileşime geçtikleri anda mümkün olmaktadır. Başka bir deyişle,
ancak arayüz bir öngörü modelinden gelen tahminlerin gerçekliğe
dönüştüğünü gösterdiğinde, görünümleri bilimsel olduğunda ve ekranda
görüntülenen girdiler “veri” olarak göründüğünde mümkün olmaktadır.
Bu kitabın merkezinde, IBM reklamının atıfta bulunduğu bilme ile arayüzde
karşılaştığımız fikri yer almaktadır. Ancak yine de böyle bir iddiadan daha
fazla soru ortaya çıkabilir. Örneğin, IBM (ya da Google veya Facebook gibi
tahmine dayalı analitik alanında çalışan diğer şirketler) tarafından ortaya
atılan ve daha sonra arayüzleri tarafından teyit edilen iddialar [claims]
nereden kaynaklanmaktadır? Dahası, arayüzden edindiğimiz bilgiyi IBM’in
iddia ettiği türden bir bilgi olarak kabul etmenin sonuçları nelerdir?
Ve1bildiğimiz şey yanlış olduğunda ama onu geri alamadığımızda ne
olur?
Arayüz bir nesneden ya da bir şeyden daha fazlasıdır. Arayüz bir teknolojinin
altında yatan tarih, fikir ve varsayımların, kullanıcının kendisi ve diğerleri
hakkındaki fikirleriyle buluştuğu bir andır. Bunu yaparken arayüz, insanlar
hakkında yeni fikirler üretilmesine yardımcı olur ve bu nedenle de insanların
dünyada nasıl davrandıkları, toplumu nasıl hayal ettikleri ve birbirlerine nasıl
davrandıkları üzerinde belirli etkileri vardır. Bireylerin birbirlerine nasıl
davrandıkları ve birbirlerine nasıl davranmaları gerektiği ya da
davranabileceklerini nasıl hissettikleri— ki bu durum bir tür “karşı mahalle”
siyasi söylem veya uygun emoji seçiminin nüansları ile ilgili olma durumundan
çok uzaktır insanların yaşamak istedikleri (ya da istemedikleri) dünyayı
nasıl somutlaştırdıklarını gösterir ve bunun etkileri vardır. Bu anlamda arayüz
birçok bakımdan, gündelik yaşamı neredeyse algılanamayacak biçimlerde
şekillendiren etik bir tahayyülün kaynağıdır. Dijital ürünlerin tasarımı büyük
ölçüde kişinin kendisi ve dolayısıyla başkaları hakkındaki anlayışının
sınırlarını belirler. Belki de sabah uyandığınızda Amazon Halo veya Ōura
yüzük arayüzünüze bakarak “ne kadar iyi” uyuduğunuzu veya güne “hazır”
olup olmadığınızı gördünüz ya da Microsoft’un Viva veya MyAnalytics’i
yardımıyla ortak projelerinizle ilgili “içgörüleri” incelediniz. Bu kitabın
merkezinde yer alan kaygılardan biri de budur: arayüz, kullanıcı ile
kullanıcının yalnızca teknoloji aracılığıyla değil, aynı zamanda bir dizi tarih,
fikir ve varsayım aracılığıyla üretilen bir versiyonu arasındaki buluşma
noktasıdır ve bunların tümü kullanıcı tarafından neredeyse hiç algılanamaz.
Bu kaygıyı biraz daha ayrıntılı olarak düşünmek için, Wundt ve IBM hakkında
daha önce başladığım sorgulama çizgisini takip edeceğiz ve yol boyunca bu
kitabın kalbindeki diğer kaygılarla karşılaşacağız.
Wundt’un diğer tüm insani fenomenler için olduğu gibi aşk için de yasalar
olduğu iddiası ile IBM’in aşk için algoritmalar yazabileceği iddiası arasındaki
fark nedir? Öncelikle, Wundt sosyal psikoloji ile bireysel psikoloji arasında bir
fark görüyordu. Sosyal psikoloji, büyük nüfusların psikolojisiyle ilgiliydi ve bir
toplumdaki boşanma veya intihar oranları gibi şeyleri içeriyordu. Boşanma
oranları gibi toplumdaki belirli sosyal olguları açıklayan aşkla ilgili bazı genel
“yasaları” anlayabilmek, Wundt’un sosyal psikolojisinin sınırları içinde
görünür. Bu tam da Wundt’un istatistiklerin, psikologların gözlemsel
tekniklerden oluşan alet çantasını zenginleştirmek için faydalı olabileceğini
savunduğu türden bir durumdur. Ancak IBM, en azından reklam filmi
bağlamında görüntü ve metin kombinasyonu göz önüne alındığında, aşk için
algoritmalar yazarak, sadece toplum için değil bireyler için de aşkı tahmin
edebileceğini öne sürer. IBM’in iddiası, Wundt’un zamanının istatistikleri ile
veri odaklı analitiği arasındaki farka dayanıyor olabilir. IBM’in iddiasına
katkıda bulunan bir diğer unsur da, bireyleri dinamik olarak kategorize
ederek, gerçek zamanlı olarak diğer bireyler ve birey kategorileri ile
karşılaştırmalı olarak konumlandırılabilecek benzersiz profiller oluşturma
becerisi olabilir.
Ancak model ne kadar ayrıntılı olursa olsun, bir modele dayalı olarak bir şeyi
tahmin edebilmek için modellenen ve tahmin edilen bireylerin davranışlarının
modele uyması gerekir. Modele ne kadar iyi uyarlarsa, tahminler o kadar
doğru olur. Arayüz, kullanıcıların modelin yararlılığına inanmasını ve
tahminleri ikna edici hale getirmesini sağlayan şeydir. Model, insanların
benimseyeceği benlik hakkında bir fikir üretir, meşrulaştırır ve dolaşıma
sokar. Bu kitapta incelenmek istenen benlik fikri, benim “hesaplanabilir
öznellik” olarak adlandırdığım kavramdır: bireyin hem hesaplama yaptığına
yani hesaplama süreçlerine göre işlediğine — hem de tamamen hesaplanabilir
olduğuna yani bilgisayarlar tarafından tamamen anlaşılabileceğine ve
hiçbir kısmının bunun dışında kalmadığına — inanmasıdır.
O!halde!Arayüzler ve Biz, hesaplanabilir öznelliği tanımlamayı, tarihini ve
sonuçlarını incelemeyi ve kullanıcı deneyimi tasarımının bu öznelliğin
benimsenmesi ve yeniden üretilmesindeki rolünü detaylandırma amaçlar.
Hesaplanabilir öznelliğin gelişimi ve yayılmasının temelinde yatan üç anahtar
özelliği olduğunu öne süreceğim ve bu özellikler ile kullanıcı deneyimi
tasarımının bu özelliklerin yayılmasındaki rolü, kitabın ortasındaki üç bölümü
oluşturmaktadır: (1) “verinin” ve “dünyanın” eşitliğine olan ideolojik bağlılık;
(2) verilere ve dünyanın bir ve aynı olduğuna inanmanın beraberinde getirdiği
parçalanmışlık hissini yatıştıran, hem bilgisayarlar tarafından okunabilir hem
de tahmin edilebilir olma arzusu; (3) Hesaplamalı öz-optimizasyon yoluyla
“normal” hale gelmeye dayalı bir ahlak anlayışının benimsenmesi.
Gelgelelim kullanıcıların bu benlik fikriyle arayüzde nasıl karşılaştığını
düşünmeden önce, yukarıda sorduğum ilk soruya yanıt vermem gerekir.
1862'de Wundt’un, diğer tüm insani olgular için olduğu gibi aşk için de yasalar
olduğunu ilan etmesi ile IBM’in aşk için algoritmalar yazabileceğini, bu
algoritmaların en azından örtük olarak herhangi bir sayıda birey için
çalışabileceğini, algoritmaların tahmin edici olduğunu ve insanların aşkı
bulmalarına yardımcı olabileceğini iddia etmesi arasında ne değişti? İşte bu
soru kitabın birinci bölümünün başladığı yerdir.
Hesaplanabilir Öznelliğin Tarihsel ve Kavramsal Temelleri
Kitabın ilk bölümü, hesaplanabilir öznelliğin özelliklerini, bunların sonuçlarını
ve bu özelliklerin yayılmasındaki kullanıcı deneyimi tasarımının rolünü
anlamak için bir temel oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu bölüm, biyopolitika,
“kolaylığın değeri,” bilişimin özgürleştirici” bir karşı-kültür fikri olarak
görülmesi ve sibernetiğin yükselişi olmak üzere dört tarihsel ve kavramsal
temayı birbirine bağlar. Bu fikirler bir araya gelerek, “özgür” piyasanın bir
bilgi alışveriş sistemi olarak temellendirildiği bir yönetim biçimini destekler.
Bu bölüm, bu fikirler bir arada ele alındığında, her zaman kendilerini ve
çevrelerini -az ya da çok bencil bir biçimde- optimize etmeye çalışan insanların
resmini çizmeye çalışır.
Her ne kadar bu kitap doğrudan bir tarih kitabı olmasa da, tasarımcılar için
önemli olan tarih türleri etrafında çizilen sınırlar genellikle çok sınırlayıcıdır.
Örneğin, Grafik Tasarım tarihi (ör. Meggs [11]), sıklıkla afişler, kitaplar,
baskılar, yazı tipleri gibi biçimlerin tarihi olarak ele alınmıştır. [12] Ancak bu
teknoloji tarihi değildir, bu teknolojileri şekillendiren fikirlerin ve siyasal
iktisadi yapıların tarihi ise hiç değildir. Bazı parametrelerin gerekliliğine
rağmen, “tasarım”ın epistemik sınırları (birinin yaptığı tasarımın türü ne
olursa olsun) tarihsel olayların karakterini tanımlayan türden bir karşılıklı
bağlantıya izin vermez.
Bu bölüm, günümüzdeki arayüz tasarımını belirli bir tarihsel bağlam içerisine
yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlam, insanların bedenlerini aşılması
gereken sınırlar olarak gördükleri için kolaylık sağlayan teknolojileri
fetişleştirdikleri garip bir tür bireycilikle tanımlanmaktadır. Bu tür
teknolojiler, İkinci Dünya Savaşı sırasında öncelikle askeri amaçlarla
geliştirilen bir sistem bilimi olan Sibernetikten gelen prensipleri kullanır [13].
Sibernetik teorileri, askerlerden silahlara ve ulus devletlere kadar her şeyi
bilgi işleme sistemleri olarak varsaymış, bu varsayım genelleştirilebilir hale
gelmiş ve siyaset ile ekonomi fikirleriyle birleştiğinde insanlar, piyasalar ve
toplumlar hakkında güçlü bir düşünme biçimi yaratmıştır. Her şey, daha
küçük bilgi işleme birimlerinden oluşan bir bilgi işleyici olarak görülebilirdi.
Bu birimler, doğru zamanda doğru şekilde sunulan doğru bilgiyle hem kendi
çıkarları doğrultusunda kararlar alabilir hem de parçası oldukları sistemlerin
optimizasyonuna fayda sağlayabilirdi. Bu bilginin, bir sistemin parçası olan
bilgi işlemciler ister insanlar ister makineler olsun, özü fark etmez
tarafından okunabilir olması gerekiyordu. Böylece, her şey ve herkes hakkında
veri toplama dürtüsü hız kazandı.
Biz ve Dünyamız Sadece Veriden mi İbaretiz?
Kitabın ikinci bölümü, hesaplanabilir öznelliğin üç temel özelliğinden ilki olan
“veri” ile “dünya” arasındaki eşitlik inancına dair ideolojik bağlılığı
incelemektedir. Bu bölümde, bu ideolojik bağlılığın tarihi ve sonuçlarının yanı
sıra kullanıcı deneyimi tasarımının (UX) bu ideolojinin yayılması ve kabul
görmesindeki rolü anlatılmaktadır. Bölüm, bireylerin rüyalarıyla bir
zamanlar ölçülemeyecek kadar soyut görülen bir şeyle — başlayarak anlam ve
ölçümün nasıl birbirine karıştığını gösteren bir tarih sunar. Fizikte 20. yüzyılın
başlarında ortaya çıkan algıya göre, deneysel ve ampirik araştırmalarda
kullanılan araçlar, gözlemlenen “dünyayı” “veri”ye çevirmek için kullanılan
mekanizmalar olarak görülüyordu. Eğer veri doğru bir şekilde toplanırsa, bu
veriler dünyaya dair genellemeler yapmak için kullanılabilirdi ve çeviri
mekanizmasının kendisi önemsiz hale gelebilirdi. Bu anlamda ben bu bölümde
bu konseptin, toplum genelinde tuhaf yankılar doğurduğunu, ölçüm ile
anlamın birbirine karışmasına yol açtığını ve sistemler ile insanlar ve
bilgisayarlar arasındaki karşılaştırılabilirlik hakkındaki fikirleri pekiştirdiğini
göstereceğim. Daha önce ölçülmesi aptalca veya gereksiz görünen şeyler
örneğin ruh hali veya meditatif durum —yalnızca ölçülebilir hale gelmekle
kalmaz, aynı zamanda ölçülmeden anlaşılamaz gibi görünmeye başlar. Ancak
bireylerin “veri” ve “dünyanın” bir ve aynı olduğuna inanması için, bu
ideolojinin doğal görünmesi gerekir. Bu bölüm, “veri” ve “dünya” eşitliğinin
doğal hale gelmesini sağlayan birkaç önemli yolu tarif eder; özellikle arayüz ve
alışkanlıkların geliştirilmesi üzerindeki etkilerine odaklanır.
Parçalanma, Öngörü ve Kimlik
Gündelik yaşamın her yönüne dair verilerin toplanabilmesi için, yaşamın
kendisi parçalanmalıdır. Hayatın tüm yönlerinin birbirleriyle ilişkili olduğu,
kesintisiz bir bütün yerine, bireysel unsurlar tanımlanır, ayrıştırılır ve ölçülür.
Böylece, gündelik hayatın “pürüzsüz” alanı, “çizgili” bir alana dönüşür. Filozof
Gilles Deleuze, ünlü“Postscript on the Societies of
Control”eserinde,“[d]enetimin sayısal dili, bilgiye erişimi ya da reddini işaret
eden kodlardan oluşur. Artık kitle/birey ikilisiyle karşı karşıya değiliz.
Bireyler, bölünmüş bireyler’e (‘dividuals’) ve kitleler, örnekler, veriler,
piyasalar veya ‘bankalar’a dönüşmüştür… Piyasaların işleyişi artık toplumsal
kontrolün bir aracı haline gelmiş ve efendilerimizin arsız türünü
yaratmıştır,”diye yazmıştır.[15]
Kitabın üçüncü bölümü, hesaplanabilir öznelliğin temel özelliklerinden
ikincisinin tarihini ve sonuçlarını inceler: bilgisayarlar tarafından anlaşılabilir
ve öngörülebilir olma arzusu. Bu arzu, her şeyin anlaşılabilmesi için veriye
dönüştürülmesi gerektiğinde ortaya çıkan parçalanmışlık duygularını
yatıştırır. Bölüm ayrıca, kullanıcı deneyimi tasarımının (UX), bu hesaplanabilir
anlaşılırlığı, kendi yarattığı sorun için bir çözüm olarak nasıl
konumlandırdığını gösterir. Marx’ı takip eden modernite teorisyenlerinden
yola çıkan bu bölüm, sanayi kapitalizmi altında ortaya çıkan parçalanma ve
yabancılaşma sorunlarına odaklanır. Toplumdaki bireyler, yaşamın
“bilinebilir” hale gelmesi için ölçülebilir parçalara ayrılması gerektiğinde,
hem emeklerinden hem de hayatlarından “yabancılaşırlar.” Bu durum bir tür
“ontolojik güvensizlik” yaratır.[16] Böylesine yoğun bir yabancılaşma,
bireylerde yeniden bütünleşme arzusu doğurur. İronik bir şekilde, hesaplama
bu bütünlük imkânını sunar: Bireylerin hakkındaki tüm “veri” toplanabilirse,
onların gerçekten “bilinebilir” hale geleceğini gösterir. FitBit gibi cihazlardan
Microsoft’un üretkenlik araçlarına kadar bireylerin aktivitelerini algoritmik
olarak tahmin eden cihazlar ve bunları deneyimledikleri arayüzler, yeni bir
ontolojik güvenlik sağlayan, tutarlı bir benlik versiyonu sunar.
Yeni Normaller ve Yeni Ahlaklar
Eğer bireylerden toplumlara, akıllı saatlerden akıllı şehirlere kadar her şey
“veri”den oluşuyorsa ve eğer bu bilgi işleme sistemleri (ister insanlar ister
ulus devletler olsun) bilgi işlem tarafından tamamen okunabilir ve
öngörülebilir hale gelerek kendilerini optimize edebiliyorsa, o zaman yeni bir
tür ahlaki zorunluluk ortaya çıkar. Örneğin, bir birey, vücut yağ oranını ve
kalp atış hızını analiz eden bir yazılıma göre “daha sağlıklı” bir yaşam
sürebiliyorsa, ek hesaplama araçlarını benimseyerek bunu yapmaya kendini
ahlaken mecbur hissedebilir. Ya da belki, yeni bir girişimin tanıtım
materyalleri, sadece bir uygulama aracılığıyla bazı ruhsal hastalıkların tedavi
edilebileceğini ve böylece işverenlerin ve sigorta şirketlerinin para tasarrufu
yapabileceğini öne rer. Bu durumda şirket, bireysel hesaplamalı öz-
optimizasyona dayalı bir tür ahlak anlayışını ifade etmektedir. Bu,
hesaplanabilir öznelliğin üçüncü özelliğidir:hesaplamalı öz-optimizasyon
yoluyla normalliğe ulaşma ahlaki zorunluluğu. Kitabın dördüncü bölümü,
bu yeni ahlak anlayışının tarihini, ciddi sonuçlarını ve kullanıcı deneyimi
tasarımının bu ahlakın topluma nüfuz etmesindeki rolünü inceler. Bölüm,
somut bir örnekle başlar: öğretim üyeleri. Bu yeni ahlak rejimi altında,
öğretme ve araştırma yapmanın ne anlama geldiğine dair fikirleri radikal bir
şekilde yeniden şekillenir. Bu bağlamda, kendi değerlerini, yatırım getirisiyle
ölçülen metrikler üzerinden görmeye başlarlar. Bu örnek ve diğer benzerleri,
bölüm boyunca ele alınır. Bölüm, ahlakın tekniğin yerine geçtiği durumlarda,
kişiler arası etkileşimin yalnızca bir metriği karşılamaya hizmet eden
araçsallaştırılmış bir hale geldiğini ve bunun ötesine geçmediğini öne sürer.
Hesaplanabilir Öznellik Aslında Sorun mu? Eğer Öyleyse, Ne
Yapabiliriz?
Kitabın beşinci bölümü, kitapta sunulan analize karşı bir karşıt argümanı
açıkça ele alır: Hesaplanabilir öznellik kapitalizmin bir işlevi midir ve bu
nedenle asıl sorun kapitalizm midir? Kendini hesaplama yapan ve
hesaplanabilir olarak anlamak, farklı bir siyasal iktisadi düzende
deneyimlenseydi, kitabın incelediği olumsuz etkilerin hiçbirine sahip
olmayabilir miydi? Bu bölümde, hesaplanabilir öznelliğin mevcut biçiminin
kapitalizme ve tasarımın kapitalizmdeki rolüne özgü olduğunu, ancak
varlığının — farklı da olsa — sözde daha “adil” bir siyasal iktisadi düzende de
eşit derecede tehlikeli olacağını savunuyorum. Bu nedenle, siyasal iktisadi
düzen ne olursa olsun, hesaplanabilir öznellikten kaçınan bir toplum arayışına
inanmak için bazı nedenler vardır. Neoliberal bir siyasal iktisadi rejim altında,
hesaplanabilir öznelliğin üretken bir direnişle karşılaşabileceği alanlardan
birinin tasarım eğitimi olduğunu öne sürmekteyim. Bu bölüm, hesaplanabilir
öznellik ve onun özelliklerinin toplumda meşrulaştırıldığı ve dolaşıma girdiği
arayüzleri tasarlayan kullanıcı deneyimi (UX) tasarımcılarının eğitimi yoluyla
hesaplanabilir öznelliğe karşı mücadele etmenin bir yaklaşımı ortaya
koymaktadır. Bu bölümde tarif edilen müdahaleler, “reformist” bir değişim
yaklaşımı olarak adlandırdığım bir anlayışı temsil eder; yani, mevcut kurumsal
ve yapısal düzenlemeler içinde küçük ve kademeli değişiklikler yapmayı
hedefler. Bu yaklaşımın neye benzeyebileceğini göstermek için kendi eğitimci
pratiğimden bazı örnekler sunacağım.
Başlangıçtan Yola Çıkarak Sonuçlandırmak
Kitabın sonuç bölümü, ekonomi politik meselesine geri dönerek,
hesaplanabilir öznelliğin farklı bir siyasal iktisadi sistemde “tam
otomasyona dayalı lüks komünizm” gibi idealize edilmiş sistemler de dahil
olmak üzere — tehlikeli bir güç olmaya devam edeceğini öne süren alternatif
bir analiz sunar. Hesaplanabilir öznellik ile siyasal iktisat arasındaki ilişki
üzerine yapılan bu analiz, sonuç bölümünün özüne, yani kitabın bir sonuç
değil, bir başlangıç olmasını umut ettiğim fikrine ulaşır. Sonuç bölümünün
büyük bir kısmı, özellikle de hesaplanabilir öznelliğin bireyler ve toplum
üzerindeki zararlı etkilerini düzeltmek amacıyla, tasarım eğitiminin yeniden
düşünülmesine nelik “devrimci” bir yaklaşıma ayrılmıştır. Aslında, 5.
Bölüm’de tanımladığım gibi “reformist” bir yaklaşımın varlığı, “devrimci” bir
yaklaşımın varlığını ima ediyordu ve kitabın sonuç bölümünde keşfettiğim,
kuşkusuz spekülatif olan bu projedir. Dünyanın farklı yerlerinden teorisyenler,
tasarımcılar, topluluklar ve hareketlerin uygunluk, küçülme (degrowth) ve
toplumsal özerklik gibi fikirlerine dayanan bu bölüm, tasarım ve toplum
arasında tamamen yeni bir ilişki türünün taslağını oluşturmayı
amaçlamaktadır.
Tasarım, Tasarım Araştırmaları ve Tasarım Eğitiminin Birbirini İnşa
Eden Doğası
Bu kitap boyunca, her bölümde ele alınan kavramları tartışmak için bir giriş
noktası olarak tasarımcı, sanatçı ve eğitimci kimliklerim üzerinden kendi
pratiğimi yansıtıyorum. Pratiğim üzerine düşünmek ve yazmak — bu rollerin
herhangi birinde kendimi yüceltme amacı taşımıyor. Aksine bu, dahil
olduğum araştırma, akademik çalışma ve öğretimin merkezinde yer
almaktadır: projelerim öğretimimi ve akademik çalışmalarımı besliyor,
öğretimim ve akademik çalışmalarım projelerimi besliyor ve dolayısıyla
projelerim ve akademik çalışmalarım da öğretimimi şekillendiriyor.
Çalışmalarımın bu unsurlarından herhangi birini diğerlerinden ayırmanın
imkansız olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, bu kitabın kendisi de bir eğitim
eylemi, pedagojik bir projedir. Yaratıcı pratik, akademik çalışma ve pedagoji
arasındaki bu birbirini inşa eden doğa, kitabın hedef kitlesini nasıl
düşündüğümü de ortaya çıkarmaktadır: heterojen bir grup akademisyen, daha
çok uygulama yapan akademisyenler ve onların eğitim verdiği öğrenciler. Bu
grup şunları içeriyor:
(1) UX, Etkileşim Tasarımı, Grafik Tasarımı ve İnsan-Bilgisayar Etkileşimi
(HCI) gibi uygulama temelli programlarda ders veren tasarım
akademisyenleri;
(2) Özellikle Tasarım Çalışmaları (Design Studies) ve Bilim ve Teknoloji
Çalışmaları (STS) alanlarına bağlı olan, daha çok “kuramsal” tarafta ders
veren akademisyenler;
(3) birinci ve ikinci gruptaki akademisyenlerin öğrencisi olan ileri düzey lisans
ve lisansüstü öğrenciler.
Ek olarak kitabın, teknoloji sektöründe çalışan ve yaptıkları işin sonuçlarıyla
ilgilenen tasarım ekiplerine de faydalı olmasını umuyorum.
Bu kitabın büyük bir kısmı, ilk bakışta UX ile dolaylı olarak ilgili görünen
fikirleri ele alır. Bunun nedeni, kısmen UX’in başlı başına meşru bir “disiplin”
haline gelebilmesi için gerekli olan epistemik kapalılıktır. Paul Dourish, bu
açmazı — meşruiyet tuzağı olarak adlandırdığı durumu — etkileyici bir şekilde
ele alır. Bu tuzak, bir meşruiyet iddiasının aynı zamanda ilerleme veya yeniden
tanımlama için bir “engel” oluşturmasıdır. Gerçekten de Dourish, UX’in
meşruiyet tuzağının, ilk günlerinde meşruiyetini “kullanılabilirlik” ve
“verimlilik” yoluyla ortaya koyma şekline ve disiplinleşme iddialarına
dayandığını belirtir. [17] Benim UX yolculuğumun başladığı alan olan Grafik
Tasarım da benzer bir meşruiyet tuzağı yaşadı. Diğer disiplinlerde olduğu gibi,
“pozitif” bilimlerdeki teknolojik ve metodolojik ilerlemeler, Grafik Tasarımın
bir bilgi üretim alanı olarak doğasıyla yüzleşmesine neden olmuştur. Grafik
Tasarım, kendisini yöntem ve uzmanlaşmış söylemler aracılığıyla
meşrulaştırmaya çalışmış ve bu süreçte bir tür epistemik kapanmaya yol
açmıştır. Grafik tasarım disiplin sınırları olmadan bir disiplin olamazdı ve ne
tür bir uzmanlığa sahip olduğunu belirlemeden bir uzmanlık alanı fikrini de
kuramazdı. [18] Bu epistemik kapanma yoluyla akademik meşruiyet için
sürekli bir çaba ve zanaattan, yarı-profesyonel akademik alana geçiş, “Grafik
Tasarım” ile grafik tasarımcıların yaratılmasına katkıda bulunduğu şeyleri
inceleyen alanlar arasındaki bağlantılar hakkında bir farkındalık eksikliğine
yol açmıştır.
UX ve Grafik Tasarım alanlarındaki meşruiyet tuzakları, bu alanların gerçekte
ne işe yaradığı ve etkilerinin ne olduğu sorularını sormayı engelleyen bir
epistemik kapanmaya yol açmıştır. Bu durum, arayüzün — özellikle Kullanıcı
Deneyimi Tasarımı (UX), Etkileşim Tasarımı ve Grafik Tasarımın — günümüz
tüketici teknolojilerinin politikasındaki rolünü ciddiye alan bir literatür
eksikliğine neden olmuştur. Mevcut literatür, geniş bir disiplin yelpazesinden
gelse de genellikle ya görsel deneyime ya da teknolojinin işlevselliğine
ayrıcalık tanır. Ancak nadiren anlam ve işlev arasındaki dinamik etkileşimi
hakkıyla ele alır. Daha da nadir olarak bu etkileşimin kullanıcı ve toplum
üzerindeki sonuçlarına değinir. Literatürdeki bu boşluk, genellikle aynı
kurumlarda bulunan Bilim ve Teknoloji Çalışmaları (STS) programları ile
açıkça meslek öncesi odaklı UX ve/veya Grafik Tasarım programları
arasındaki etkileşim eksikliğinde de görülür. UX, Etkileşim Tasarımı veya
Grafik Tasarımı STS ile ilişkilendiren literatür, tasarımcılar tarafından pek
tanınmaz ve genellikle tasarım yapan kişiler tarafından üretilmez. Dahası bu
literatür, inceleme nesnesinin daha geniş toplumsal ve politik-ekonomik
sonuçlarını nadiren ele alır. Benim yaptığım analizin, ABD’deki bir araştırma
kurumundaki pozisyonum tarafından şekillendirildiğini de belirtmek
önemlidir zira farklı kurumsal pozisyonlar ve coğrafi konumlar, muhtemelen
niteliksel olarak farklı analizlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.
UX veya Grafik Tasarımın meşruiyetinin kapsam sınırlılığına dayandığı bir
durumda, bu kitapta ele alınanlar gibi etkiler ve sonuçlar üzerine tartışmalar
“ezoterik” görünebilir. Ancak tasarım, kendi öznel benlik algılarımızla derin
bir şekilde bağlantılıdır; dolayısıyla psikolojinin ve felsefenin “ezoterik”
alanlarıyla da uğraşmak zorundayız. Bu algılar, teknolojiyle olan
etkileşimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve teknolojilerin kendilerine içkin
olan dünyayı görme biçimlerini destekleyen maddi etkiler yaratır. Bu etkiler,
söz konusu teknolojilerin üzerine inşa edildiği fikirleri yeniden üretir ve
güçlendirir. Bu nedenle Bilim ve Teknoloji Çalışmaları (STS) ve Ekonomi
Politik ile de uğraşmak zorundayız. Tasarımcıların tasarımın bu “ezoterik”
niteliklerini, insanlarla ve toplumla olan ilişkilerini anlamaları ve
sorgulamaları, onları toplumu değiştirme ve “pratik” bir bakış açısına sıkışıp
kalmış oldukları için verdikleri bazı zararları telafi etme konusunda
yetkilendirebilir (örneğin kullanılabilirlik, uygun etkileşimler, kolaylık artırımı
gibi). Bir anlamda bu, arayüzlerin nasıl çalıştığından çok, bizim üzerimizde
nasıl çalıştığı yani bize nasıl etki ettiğini düşünmeye yönelik bir çabadır.
Kullanıcıların veya tasarımcıların bu kitapta ele alınan konularla
ilgilenemeyeceğini söylemek, gündelik hayatın teknolojiler aracılığıyla
biçimlendiğini ve bu teknolojilerin doğal hale geldiğini kasıtlı olarak
görmezden gelmektir. Bu teknolojilerin altında yatan fikirler, kullanıcıların
arayüzler aracılığıyla bu teknolojileri kolaylıkla kullanabilmesi sayesinde
meşruiyet kazanır ve bugünün gündelik yaşam beklentilerine tasarımcıların
ve kullanıcıların daha iyi uyum göstermesini sağlar. Bu beklentiler, arayüzler
tarafından somutlaştırılır. Umarım bu kitap, UX’in epistemik sınırlarını
genişletmeye ve hatta meşruiyetini alt üst ederek aslında amacının ne
olduğunu yeniden yapılandırmaya katkıda bulunur.
Şimdi, IBM’den 150 yıl önce, aşk da dahil her şeyi yöneten istatistiksel
yasaların olduğunu öne süren Wilhelm Wundt’a geri dönelim. İlk bakışta
benzer görünseler de, Wundt’un ve IBM’in açıklamaları arasında temel bir
fark vardır: bu fark, açıklama ile öngörü arasındaki farktır. Hesaplama
modelleri belirli olguların sonuçlarını tahmin etmek için kullanıldığında, bu
tahminlerin öznelerinin, kullanılan yasa ya da modellere uygun davranmaları
gerekli hale gelir. Siyasal iktisadi sistemler bu tahminlerin doğruluğuna
dayandığında, IBM’in “aşk algoritmaları” gibi öngörü analitiklerinin faydası
ortaya çıkar. Tasarım, hem bu açıklamayı meşrulaştırır hem de modeli bir arzu
haline getirir. Bunu yaparken, insanların kim oldukları ve kim olabilecekleri
hakkındaki fikirlerini değiştirir. Bu fikirler daha sonra, bir döngü içerisinde
dolaşıp daha güçlü bir biçimde hesaplanabilir öznelliğin tehlikelerini artıran
yeni teknolojilere yeniden işlenir. Bu kitap, bu döngüyü kırmaya yönelik küçük
bir çabadır. Bu projeye benimle birlikte başladığınız için teşekkür ederim.
Notlar
[1] IBM UK & Ireland. “IBM: Making the World Smarter Every Day.”
YouTube video,01:01. Posted [August
2015].https://www.youtube.com/watch?v=ESx-RNGRhUE
[2] Ian Hacking, “How Should We Do a History of Statistics?” in The
Foucault Effect:Studies in Governmentality, eds. Graham Burchell, Colin
Gordon, and Peter Miller(Chicago: University of Chicago Press, 1991), 182.
[3] Alan Kim, “Wilhelm Maximilian Wundt,” in The Stanford Encyclopedia of
Philosophy,ed. Edward N. Zalta, Fall 2016 (Metaphysics Research Lab,
Stanford
University,2016),https://plato.stanford.edu/archives/fall2016/entries/
wilhelm-wundt/
[4] Robert H. Wozniak, “Classics in Psychology, 1855–1914: Historical
Essays,”ed. Christopher D. Greene (Bristol, UK; Tokyo: Thoemmes Press;
Maruzen, 1999),https://psychclassics.yorku.ca/Wundt/Physio/wozniak.htm.
[5] Wilhelm Wundt, Outlines of Psychology, trans. Charles Hubbard
Judd(New York: Wilhelm Engleman,
1897),https://ia800207.us.archive.org/1/items/cu31924014474534/cu31924
014474534.pdf: 314.
[6] Wundt, Outlines of Psychology, 323.
[7] Saulo de Freitas Araujo and Annette Mülberger, Wundt and the
PhilosophicalFoundations of Psychology: A Reappraisal (New York: Springer,
2016): 26.
[8] Wundt, cited in Araujo and Mülberger, 33.
[9] E.g.,https://www.ibm.com/analytics/spss-statistics-software.
[10] E.g.,https://www.ibm.com/us-en/marketplace/watson-care-manager.
[11] Philip B. Meggs and Alston W. Purvis, Meggs’ History of Graphic
Design, 6th ed.(Hoboken, NJ: Wiley, 2016).
[12] Tibor Kalman, Abbot Miller, and Karrie Jacobs, “Retro-Spectives: Two
Views of Deisgn-Er-Appropriation: Good History Bad History,” Print 45, no. 2
(1991): 114–23.
[13] See: Norbert Wiener, Cybernetics or Control and Communication in the
Animal andthe Machine, 2nd ed.,print (Cambridge, MA: MIT Press, 2007).
[14] Peter Galison, “The Ontology of the Enemy: Norbert Wiener and the
CyberneticVision,” Critical Inquiry 21, no. 1 (1994): 228–66.
[15] Gilles Deleuze, “Postscript on the Societies of Control,” October 59
(1992): 3–7.
[16] Horning, “Sick of Myself,” Real Life, accessed November 9,
2018,https://reallifemag.com/sick-of-myself/.
[17] Paul Dourish, “User Experience as Legitimacy Trap,” Interactions 26,
no. 6(October 30, 2019): 46–9.https://doi.org/10.1145/3358908.
[18] See, for example: Anna Vallye, “Design and the Politics of Knowledge in
America,1937–1967: Walter Gropius, Gyorgy Kepes.” Doctoral Dissertation,
ColumbiaUniversity, 2011.
ResearchGate has not been able to resolve any citations for this publication.
ResearchGate has not been able to resolve any references for this publication.