BookPDF Available

Kent ve Kriz

Authors:

Abstract

Milenyumun başından beri, dünya üzerinde çok sayıda doğal ve insan kaynaklı afet ve biyolojik felâket yaşanmıştır. Büyük insan kayıplarına ve maddî hasarlara sebep olan bu sıra dışı olaylar toplumlara zor zamanlar yaşatmıştır. Dünyanın gittikçe daha kentsel bir nitelik kazanması, yani nüfusun yarıdan fazlasının kentlerde yaşamaya başlaması bu yerleşimlerin kentleşmenin hızını kontrol edememesine yol açmıştır. Bu husus, kentlerde mekânsal planlamanın özensiz bir şekilde yapılması, alt ve üst yapı unsurlarının yetersizliği, çevrenin ve kaynakların kirlenmesi ve tükenmesi gibi olumsuzluklara, dolayısıyla kentin dış tehditlere karşı savunmasız ve kırılgan hale gelmesine sebep olmuştur. Kentlerin daha dirençli, sağlıklı ve bağışık olması için, yerleşimleri etkileyen ve krizlere sebep olan faktörlerin iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Aslında kentlerde, iklim ve çevre sorunlarının, ekonomi, finans, enerji, konut veya gıda yetersizliklerinin büyük krizlere dönüşmesi, kent yönetişimi ve planlamasındaki kusurlardan, doğal ve insan kaynaklı afetlere, teknolojik ve biyolojik felâketlere dayanıklı bir yapının oluşturulmamasından kaynaklanmaktadır. Bu kitap, kentsel kriz temasının nispeten az gezilmiş patikalarında bir yürüyüş niteliğindedir. Kitap, kentlerin su taşkınları, fırtına ve depremler gibi doğal afetlerin veya pandemi gibi biyolojik felâketlerin yanı sıra krize sebep olan başka sorun alanlarının da bulunduğunu vurgulamayı amaçlamaktadır. Kitapta, öncelikle kentsel kriz kavramı ve krizler çağının kent modelleri üzerinde durulmuştur. Daha sonra bazı kentsel kriz sorunlarına değinilmiş, meseleler kavramsal çerçevesi içinde tanımlanmış, bazı krizler için meselenin bir yönüne dikkat çekilmiştir. Örneğin, yerleşim birimlerindeki su krizi mekânsal planlama bağlamında ele alınırken, kentlerde ekolojik güvenlik konusu ise mahalle perspektifinde değerlendirilmiştir. Kentlerde bireysel özgürlükler krizi ise veri gizliliği, CCTV ve güvenlikli sitelere odaklanarak incelenmiştir. Kent sınırlarını aşan, bölgesel ve küresel boyuta ulaşan krizlere karşı kentsel direnci oluşturmak için, kentler arası uluslararası iş birliği ağlarının önemi vurgulanmıştır. İnsan yerleşimlerinde beslenme krizi üzerinde durulmuş, sorunun nasıl aşılacağı ve gıda üretiminin sürdürülebilirliği konusunda çözümler sunulmuştur. Kentlerde konut krizi olgusu tanımlanmış, bu krize sebep olan faktörler ve krizin çözümüne yönelik bazı uygulamalar hakkında bilgi verilmiştir. Son olarak doğal afetler konusu ele alınmış, Türkiye örneği kentlerde afet yönetimi ve sosyal devlet uygulamaları bağlamında incelenmiştir.
Kent ve Kriz
Editör:
Dr. Ömer Faruk TEKİN
Kent ve Kriz
City and Crisis
Editör: Dr. Ömer Faruk Tekin
ISBN (PDF): 978-975-447-736-8
DOI: https://do.org/10.58830/ozgur.pub269
Language: Turksh
Publcaton Date: 2023
Cover desgn by Mehmet Çakır
Cover desgn and mage lcensed under CC BY-NC 4.0
Prnt and dgtal versons typeset by Çzg Medya Co. Ltd.
Suggested ctaton:
Tekn, Ö. F. (ed) (2023). Kent ve Krz. Özgür Publcatons.
DOI: https://do.org/10.58830/ozgur.pub269. Lcense: CC-BY-NC 4.0
e full text of ths book has been peer-revewed to ensure hgh academc standards. For full revew polces, see
https://www.ozguryaynlar.com/
Publshed by
Özgür Yayın-Dağıtım Co. Ltd.
Certfcate Number: 45503
15 Temmuz Mah. 148136. Sk. No: 9 ehtkaml/Gazantep
+90.850 260 09 97
+90.532 289 82 15
www.ozguryayınlar.com
nfo@ozguryaynlar.com
s work s lcensed under the Creatve Commons Attrbuton-NonCommercal 4.0 Internatonal
(CC BY-NC 4.0). To vew a copy of ths lcense, vst https://creatvecommons.org/lcenses/by-nc/4.0/
s lcense allows for copyng any part of the work for personal use, not commercal use, provdng
author attrbuton s clearly stated.
iii
Ön Söz
Milenyumun başından beri, dünya üzerinde çok sayıda doğal ve insan
kaynaklı afet ve biyolojik felâket yaşanmıştır. Büyük insan kayıplarına ve
maddî hasarlara sebep olan bu sıra dışı olaylar toplumlara zor zamanlar
yaşatmıştır. Dünyanın gittikçe daha kentsel bir nitelik kazanması, yani
nüfusun yarıdan fazlasının kentlerde yaşamaya başlaması bu yerleşimlerin
kentleşmenin hızını kontrol edememesine yol açmıştır. Bu husus, kentlerde
mekânsal planlamanın özensiz bir şekilde yapılması, alt ve üst yapı
unsurlarının yetersizliği, çevrenin ve kaynakların kirlenmesi ve tükenmesi
gibi olumsuzluklara, dolayısıyla kentin dış tehditlere karşı savunmasız ve
kırılgan hale gelmesine sebep olmuştur. Kentlerin daha dirençli, sağlıklı ve
bağışık olması için, yerleşimleri etkileyen ve krizlere sebep olan faktörlerin iyi
analiz edilmesi gerekmektedir. Aslında kentlerde, iklim ve çevre sorunlarının,
ekonomi, finans, enerji, konut veya gıda yetersizliklerinin büyük krizlere
dönüşmesi, kent yönetişimi ve planlamasındaki kusurlardan, doğal ve insan
kaynaklı afetlere, teknolojik ve biyolojik felâketlere dayanıklı bir yapının
oluşturulmamasından kaynaklanmaktadır.
Bu kitap, kentsel kriz temasının nispeten az gezilmiş patikalarında bir
yürüyüş niteliğindedir. Kitap, kentlerin su taşkınları, fırtına ve depremler
gibi doğal afetlerin veya pandemi gibi biyolojik felâketlerin yanı sıra
krize sebep olan başka sorun alanlarının da bulunduğunu vurgulamayı
amaçlamaktadır. Kitapta, öncelikle kentsel kriz kavramı ve krizler çağının
kent modelleri üzerinde durulmuştur. Daha sonra bazı kentsel kriz
sorunlarına değinilmiş, meseleler kavramsal çerçevesi içinde tanımlanmış,
bazı krizler için meselenin bir yönüne dikkat çekilmiştir. Örneğin, yerleşim
birimlerindeki su krizi mekânsal planlama bağlamında ele alınırken, kentlerde
ekolojik güvenlik konusu ise mahalle perspektifinden değerlendirilmiştir.
Kentlerde bireysel özgürlükler krizi ise veri gizliliği, CCTV ve güvenlikli
sitelere odaklanarak incelenmiştir. Kent sınırlarını aşan, bölgesel ve küresel
boyuta ulaşan krizlere karşı kentsel direnci oluşturmak için, kentler arası
uluslararası iş birliği ağlarının önemi vurgulanmıştır. İnsan yerleşimlerinde
beslenme krizi üzerinde durulmuş, sorunun nasıl aşılacağı ve gıda üretiminin
sürdürülebilirliği konusunda çözümler sunulmuştur. Kentlerde konut krizi
olgusu tanımlanmış, bu krize sebep olan faktörler ve krizin çözümüne
yönelik bazı uygulamalar hakkında bilgi verilmiştir. Son olarak doğal afetler
konusu ele alınmış, Türkiye örneği kentlerde afet yönetimi ve sosyal devlet
uygulamaları bağlamında incelenmiştir.
Dr. Ömer Faruk TEKİN
v
Preface
Since the beginning of the millennium, there have been many natural
and human-caused catastrophes and biological disasters worldwide. These
extraordinary events, which caused great human losses and material damage,
resulted in difficult times for societies. The world has become more and
more urban, that is, more than half of the population has started to live in
cities, which has led to these settlements not being able to control the pace
of urbanization. This issue has caused negativities such as careless spatial
planning in cities, inadequacy of infrastructure and superstructure elements,
pollution, and depletion of the environment and resources, thus making the
city vulnerable and fragile against external threats. In order for cities to be
more resilient, healthy, and immune, the factors that affect settlements and
cause crises need to be analyzed well. In fact, the transformation of climate
and environmental problems, economy, finance, energy, housing, or food
inadequacies into major crises in cities is due to flaws in urban governance
and planning, and the failure to create a structure resilience to natural and
human-made, or technological and biological disasters.
This book is a walk along the relatively less traveled paths of the theme
of urban crisis. The book aims to emphasize that cities have other problem
areas that cause crises, in addition to natural disasters such as floods, storms
and earthquakes, or biological disasters such as pandemics. The book primarily
focuses on the concept of urban crisis and the urban models of the age of crises.
Then, some urban crisis problems were mentioned, the issues were defined
within the conceptual framework, and for some crises, an aspect of the issue was
pointed out. For example, while the water crisis in settlements is addressed in the
context of spatial planning, the issue of ecological security in cities is evaluated
from the perspective of neighborhoods. The crisis of individual freedoms in
cities was examined by focusing on data privacy, CCTV, and secure sites. The
importance of international cooperation networks between cities has been
emphasized in order to build urban resilience against crises that go beyond city
limits and reach regional and global dimensions. The nutritional crisis in human
settlements was emphasized and solutions were offered on how to overcome
the problem and the sustainability of food production. The phenomenon of the
housing crisis in cities is defined, and information is given about the factors that
cause this crisis and some practices aimed at solving the crisis. Finally, the issue
of natural disasters was discussed, and the Turkish example was examined in the
context of disaster management and social state practices in cities.
Ömer Faruk TEKİN, PhD
vii
İçindekiler
Ön Söz iii
Preface v
Bölüm 1
Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri 1
Ömer Faruk Tekin
Bölüm 2
Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama 37
Hasibe Körbalta
Bölüm 3
Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli
Siteler 67
Adnan Söylemez
Bölüm 4
Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik 89
Nihal Tataroğlu
Gamze Uzun
Bölüm 5
Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası
Uluslararası İş Birliği Ağları 115
Abdullah Uzun
Bölüm 6
Kentlerde Konut Krizi 133
Enes Yalçın 133
viii
Bölüm 7
Kentlerde Gıda Krizi 157
Gizem Erdoğan Aydın
Bölüm 8
Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal
Devlet Uygulamaları 173
Yasin Taşpınar
Bora Balun
1
Bölüm 1
Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
Ömer Faruk Tekin1
Özet
Kamusal açıdan kriz yönetimi yerel, ulusal ve küresel düzeyde toplumu
etkileyen krizleri engellemek, etkilerini azaltmak veya sonlandırmak amacıyla
kullanılan politika ve stratejilerden oluşmaktadır. Dünya nüfusunun yarıdan
fazlasının yaşadığı kentler ve sakinleri bu krizlerin etkisine daha fazla maruz
kalmakta ve daha çetin bir mücadelenin içine girmektedir. Kent yönetimleri
açısından bu olağanüstü ve bunalımlı dönemlere hazırlık yapmak, yerleşim
birimlerini daha esnek ve dirençli bir yapıya kavuşturmak önemli görevlerden
biri haline gelmiştir. Kentleşmenin hız kazanması ve kentsel nüfusun oranının
giderek artmasıyla, bu doğal ve insan kaynaklı afetlerden ve biyolojik
felâketlerden oldukça etkilenen şehirlerin krizlere ve kentsel şoklara hazırlıklı
olması da önem kazanmıştır. Bu çalışmada öncelikle, kriz ve kriz yönetimi
konusunda kısa bir kavramsal çerçeve sunulmaktadır. Kentsel kriz tanımlanmış,
kentleri etkileyen krizler sınıflandırılmıştır. Doğal afetler, küresel salgınlar ve
insan kaynaklı felâketler sonucunda oluştuğu varsayılan kentsel krizlere sebep
olan temel faktörler üzerinde durulmuştur. Çalışma, krizin işaretlerinden
ziyade temel sebeplerini analiz etme amacını taşımaktadır. Çalışmanın son
bölümünde, kentlerin bu krizlere karşı zayıf ve savunmasız olması, hazırlıklı
ve güçlü olması tartışmaları ekseninde ortaya çıkmış kırılgan kent, dirençli
kent, sağlıklı kent ve bağışık kent kavramları da tanımlanmaktadır.
GİRİŞ
Kriz ve kriz yönetimi terimleri genellikle yönetim ve organizasyon
alanında, örgütlerin çevresel değişimlerle uyumsuzluğu sonucunda görülen
bunalımlı ve sıra dışı dönemleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Bunun yanı
sıra ülke ekonomisindeki kötüye gidiş ve iktisat politikalarının işlevsiz veya
yetersiz kaldığı buhranlar da bu terimlerle anılmaktadır. Ancak dünyanın ve
insanlığın son yüzyılda yaşadığı büyük doğal ve insan kaynaklı afetler ve
1 Dr., Selçuk Üniversitesi, ofaruktekin@selcuk.edu.tr, ORC-ID: 0000-0002-9014-618X,
Araştırmacı ID: 178430
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1084
2 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
biyolojik felâketler birçok beşerî ve ekonomik faaliyet için krizin söz konusu
olduğunu ve bu krizlere hazırlık yapılması gerektiğini göstermiştir. Bu
sebeple, kamu yönetimi alanında deprem, sel ve yangın gibi acil durumlara
yönelik afet yönetimi ile sınırlı olarak başlayan kriz yönetimi politikaları,
bulaşıcı hastalıklar ve küresel salgınlar gibi biyolojik felaketleri, aşırı hava
olayları, toprak, su ve hava kirliliği, kuraklık, kıtlık ve su temini sorunları
gibi çevre ve iklim krizlerini, endüstriyel ve teknolojik kazaları hatta suç ve
güvenlik krizlerini içine alacak şekilde genişlemiştir.
2000’li yılların başından itibaren dünya üzerinde kentleşmenin hız
kazanması ve kentsel nüfusun oranının giderek artması sebebiyle, bu doğal
ve insan kaynaklı afetler ve biyolojik felâketlerden en çok etkilenen şehirlerin
krizlere ve kentsel şoklara hazırlıklı olması da önem kazanmıştır. 1950’li
yıllarda ortaya çıkan kentsel kriz kavramı, artık çok çeşitli, girift ve karmaşık
hale gelmiş modern çağın krizlerini ifade etmek üzere evrilmiştir. Bu yeni
kentsel kriz kavramının anlaşılması için, öncelikle, kriz ve kriz yönetimi
konusunda kısa bir kavramsal çerçeve sunulduktan sonra, kentsel krizin
tanımlanması ve kentleri etkileyen krizlerin sınıflandırılması gerekmektedir.
Daha sonra kentsel krize sebep olan faktörler üzerinde durularak, krizlerin
sadece doğal afetlerden doğmadığını, küresel salgınların ve insan kaynaklı
felâketlerin de önemli kentsel krizlere yol açtığını, hatta doğal afetlerin daha
ağır hale gelmesinde de insan faktörünün öne çıktığını vurgulamak önem
taşımaktadır. Bu hususları analiz etmek amacını taşıyan bu çalışmanın son
bölümünde, kentlerin bu krizlere karşı zayıf ve savunmasız olması, hazırlıklı
ve güçlü olması tartışmaları ekseninde ortaya çıkmış kırılgan kent, dirençli
kent, sağlıklı kent ve bağışık kent kavramları da tanımlanmaktadır.
KRİZ VE KRİZ YÖNETİMİ
Sözlük anlamıyla kriz belirleyici bir değişimin yaklaşmakta olduğu istikrarsız
veya kritik bir zaman veya durumdur (Merriam-Webster, 2023). Genellikle
kriz olumsuz gelişme, istenilmeyen ve içinden çıkılması zor durum, bir işin,
bir olayın dönüştüğü karışık durum, birdenbire ortaya çıkan kötüye gidiş ve
tehlike olarak tanımlanmaktadır (Tutar, 2021: s. 19). Kriz, çevrede meydana
gelen değişmelere uyum sağlanamamasından kaynaklanan stratejik açıklığın
ortaya çıkardığı olağan dışı bir bunalım halidir. Gündelik işleyişin, mevcut
yapının ve düzenin bozulmaya başladığı, hızlı karar almanın gerekli olduğu ve
yönetimin karar almakta zorlandığı bir süreçtir (Tekin, 2014: s. 164).
Kriz, ele alınan alana ve bağlama bağlı olarak çeşitli şekillerde
tanımlanabilmektedir. Genel anlamda kriz, çoğunlukla birey, grup,
organizasyon veya topluluk düzeyinde kritik, tehlikeli ve istikrarsız bir
Ömer Faruk Tekin | 3
durum yaratan, anî ve beklenmedik olumsuz bir değişikliktir. Krizler
genellikle süreçlerin normalliğinin ve istikrarının bozulması ve bunun çeşitli
derecelerde kaos oluşturması şeklinde ifade edilmektedir. Çoğu zaman
krizler aniden ortaya çıkar, ancak uzun vadeli çözümler gerektiren uzun bir
süreç şeklinde de olabilirler. Kriz kaotik bir ortam yaratma potansiyeline
sahip olduğundan, rutin işleyişin olduğu durumlarda mevcut olan kapasite
ve beceriler kriz zamanında sınırlı kalmaktadır. Kriz beklenmedik ve rutin
olmayan olaylar olduğu için öncelikle beraberinde belirsizlik getirmektedir.
Belirsizlik ise krizin anında çözülmesini zorlaştıran, benzeri görülmemiş
niteliklere sahip bir durumdur. En genel ifadeyle belirsizlik, krize dahil
olan aktörlerin yeterli karar alma kapasitesinin olmaması nedeniyle belirli
bir çözüm aracına başvuramamasıdır. Kriz durumu bir yana, zaten karar
verme kapasitesinin kendisi çeşitli faktörlere bağlıdır; bunlardan biri zaman
baskısıdır. Krizlerle mücadele eden aktörler çoğunlukla çözüm için sınırlı
bir zamana sahiptirler, çünkü çözümün gecikmesi, daha derin veya kalıcı
bir kriz durumuna neden olabilir. Ayrıca krizler, yüksek kaliteli kararlar
almak için gereken bilgiler açısından karar verme kapasitesini de etkiler. Bu
anlamda, kriz aktörleri genellikle iyi kararlar almak için sınırlı bilgiye sahiptir
veya hiç bilgi sahibi değildir. Birçok bilgiye erişimin mümkün olduğu
dönemlerde bile krizden kaynaklanan zaman baskısı, bu bilgilerin detaylı ve
uzun vadeli analizine imkân/fırsat vermediğinden, kriz aktörlerinin sınırlı
bilgiyle yetinmesine sebep olmaktadır. Bu spesifik sebepten dolayı, kriz
durumları aynı zamanda artan riskle de karakterize edilmektedir, çünkü bu
durumda iyi bilgilendirilmeye rağmen tatmin edici kararlar alamama olasılığı
bulunmaktadır. Bu bağlamda, krize dahil olan aktörler, kriz çözüm sürecinin
başarısını veya başarısızlığını belirlemede önemli olabilecek beklenmedik
veya amaçlanmayan sonuçlarla karşı karşıya kalabilmektedir (Garayev, 2013).
Kriz, bireylerin, kurumların veya toplumların rutin günlük işleyiş
normlarının ötesinde tehditlerle karşı karşıya kaldığı bir dizi durumdur;
ancak bu koşulların önemi ve etkisi bireysel ve toplumsal algılara göre
değişmektedir (Drennan ve diğerleri, 2015: s. 3). Krizler, tanımlarda
belirtildiği gibi olağanüstü zamanlardır. Kriz bir toplumun dayanıklılığını test
eder; idarecilerinin ve kamu kurumlarının eksikliklerini açığa çıkarır. Krizler
hiç yaşanmamış olağan dışı durumlar olmalarından dolayı, yöneticilere ve
topluma bir öğrenme fırsatı sunmaktadır. Yönetim açısından bakıldığında
krizler sistemdeki hataları bulma, bunları düzeltme, yedekleme amacıyla
alternatifler geliştirme ve gelecekteki krizlere karşı kapasiteyi güçlendirme
şansıdır. Kriz, fırsat olarak görüldüğünde iki amaca hizmet etmektedir:
İlk olarak kriz yönetim yapısının, sistemin ve toplumun dayanıklılığını
(resilience), yani beklenmedik sorunlara ve istenmeyen hatalara karşı ne kadar
4 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
güçlü olduğunu test eder. İkincisi, kriz liderlerin, yapıların veya sistemlerin
yönetim yeteneklerini test eder, böylece siyasî ve idarî değişim için bir fırsat
sunar. Kriz daha fazla uzatılamayacak bir tür uyumsuzluğun sonucudur
ve değişimin gerekliliğini işaret etmektedir. Bu bakımdan krizleri değişim
fırsatları olarak görmek çok rasyonel bir yaklaşım olmaktadır. Bu nedenle
krizler her zaman sorunlu vakalar olarak görülmemeli; daha ziyade, krize
dahil olan aktörler çabalarını sistemlerdeki, yapılardaki veya ilişkilerdeki
uyumsuzlukların ve kusurların ortadan kaldırılmasına yönlendirmelidir.
Krizler kişilerarası nitelikte olabilse de örgütsel, toplumsal veya uluslararası
düzeyde de olabilir. En bilinen kriz türleri ekonomi, göç ve nüfus artışı, çevre,
güvenlik, doğal ve insan kaynaklı afetlerdir. Küresel gıda krizi ve iki devlet
arasındaki diplomatik kriz, iki farklı kriz örneğidir. Kuşkusuz, bu kadar çeşitli
krizler, doğası gereği rutin veya geleneksel olmayan, farklı kriz yönetimi
araçları, becerileri ve yetenekleri gerektirir. Krizlerin kapsamı ve niteliği kriz
yönetimi yaklaşımının temel belirleyicisidir. Alana veya disipline bağlı olarak,
kriz kelimesi acil durum veya afet kelimeleriyle birlikte veya birbirinin yerine
kullanılabilmektedir. Acil durum daha genel, afet ise daha spesifiktir. Ancak
terim ne olursa olsun, ana fikir düzeltilmesi gereken bir uyumsuzluğun,
anormalliğin olduğudur. Başarılı kriz, acil durum veya afet yönetimi, bu
nedenle ister değişim yoluyla ister değişim olmaksızın, önceki normalliğin
yeniden kurulmasıyla karakterize edilmektedir (Garayev, 2013).
Krizler, ciddi tehdit, belirsizlik, sonucu bilinmeyen ve aciliyet taşıyan olay ve
süreçleri içerir. Krizler planları altüst eder, düzeni, işleyişi ve sürekliliği kesintiye
uğratır ve normal (rutin) faaliyetleri ve insan yaşamını acımasızca felce
uğratır. Çoğu krizin uluslar, gruplar ve bireysel yaşamlar üzerinde tarihi izler
bırakacak kadar kritik tetikleyici noktaları vardır. 1929 Ekonomik Buhranı,
1970’li yıllardaki petrol krizi, 1986 Çernobil Faciası, 2004 Endonezya
Depremi ve Tsunamisi, 2010 yılında başlayan Arap Baharı (ayaklanmaları)
gibi olaylar geçmiş ile bugünü birbirinden ayıran tarihsel referans noktaları
haline gelmiştir (Farazmand, 2014). Kriz olaylarının farklı türleri arasında
doğal ve teknolojik felaketler, sivil karışıklıklar, terörist eylemler, akut uluslararası
çatışmalar ve nükleer tehditler yer almaktadır. Krizler, temel sosyal, kurumsal
ve örgütsel çıkarlara ve yapılara yönelik ciddî tehditleri ifade eder. Üstelik
temel değer ve normlar da tehdit edilebilir. İdarî açıdan bakıldığında krizler,
zaman baskısı ve kayda değer belirsizlik koşulları altında kritik karar almayı
gerektirir (Rosenthal ve diğerleri, 1989; Rosenthal ve diğerleri, 1991). Buna
göre krizlerin üç temel özelliği bulunmaktadır:
Çevrede ciddî bir tehdidin bulunması, yıkıcı, olumsuz ve çoğu zaman
yaşamı tehdit eden bir değişikliğin olması,
Ömer Faruk Tekin | 5
Yüksek derecede belirsizliğin bulunması,
Acil bir durum ve onun gerektirdiği hızlı, kritik (ve potansiyel olarak
geri döndürülemez) kararlara ihtiyaç duyulması
Toplumsal hayatı düzenleyen sistemler beklenmedik bir şekilde
bozulduğunda ortaya çıkan krizlerin getirdiği olumsuzluklar başlangıçta
etkili bir şekilde yönetilmezse, krizler zamana ve mekâna yayılarak sistemin
yalnızca etkin işlevini değil, aynı zamanda varlığını da tehdit edebilir. Bu
anlamda krizi yönetmek beklenmeyen olayların planlanmasını, bunlarla
başa çıkılmasını ve etkilerinin giderilmesini içermektedir. Çağdaş toplumu
düzenleyen sistemlerin kapsamı, ölçeği ve karmaşıklığı arttıkça, günlük
yaşamı sürdürmek için krizlerin yönetilmesi giderek daha önemli hale
gelmektedir. Nispeten yeni bir alan olan kriz yönetimi, Bhopal gaz
sızıntısı, Çernobil nükleer kazası, Challenger uzay mekiğinin patlaması
ve Exxon Valdez petrol sızıntısı gibi bir dizi yüksek profilli ve ölümcül
sistem arızasının ardından 1980’lerin sonlarında bir uygulama ve akademik
araştırma alanı olarak ortaya çıkmıştır. Daha yakın zamanlarda, büyük ticaret
ve dolandırıcılık suçları, hastalık salgınları, siber suçlar ve terör saldırıları
gibi çok çeşitli olaylarla ilişkili krizler bu alanın önemini arttırmış ve kriz
yönetimi çalışmalarının gelişmesini sağlamıştır. Hatta iş sürekliliği yönetimi,
afet kurtarma, operasyonel risk yönetimi ve kurumsal risk yönetimi dahil
olmak üzere çeşitli alt disiplinlerin kurulmasına imkân sağlamıştır (Penuel ve
diğerleri, 2013).
Kriz yönetimi aniden ortaya çıkan, düzeni ve rutin işleyişi bozan, riskin,
belirsizliğin, gerilim ve çatışmanın arttığı ve zamanın kısıtlı olduğu, bu
sebeplerle yöneticilerin karar almakta zorlandığı olağan dışı durumlardan
en iyi şekilde kurtulmak amacıyla geliştirilmiş bir yönetim modelidir (Tekin,
2015: s. 123). Kriz yönetimi, krizlerin sebepleri, aşamaları ve sonuçlarıyla
birlikte analiz edilmesi, sistematik olarak gözden geçirilmesi yoluyla krizi
önlemenin bir yolunu arayan veya kriz meydana geldiğinde etkilerinin
azaltılmasına, hazırlıklı olunmasına, acil yardım önlemlerinin fonksiyonel ve
erişilebilir olmasına ve durumun iyileştirilmesine yardımcı olan bir planlama
ve performans sürecidir. Krizle uğraşan kuruluşlar arasındaki iletişim ne kadar
fazla olursa, kriz yönetiminin etkinliği de o kadar artacaktır. Kriz yönetiminde
acil karar verme ve hızlılık çok önemlidir. Aslında karar almanın çabukluğu ile
kriz yönetiminin hızı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Başka bir deyişle, kriz
yöneticilerinin karar verme ne kadar hızlı ve isabetli olursa, kriz kontrolünün
hızı da o kadar yüksek olacaktır (Najafnezhad ve diğerleri, 2019).
Kriz yönetiminin anahtarı, sorunların kritik niteliğinin ve ortaya çıkan
olayların dinamiklerinin doğru ve zamanında teşhis edilmesidir. Bu, risk
6 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
alma yeteneği, bilgi, beceri, cesur liderlik ve uyanıklık gerektirmektedir.
Başarılı kriz yönetimi hem motivasyon, aciliyet duygusu, bağlılık ve uzun
vadeli bir stratejik vizyonla yaratıcı düşünmeyi hem de günlük operasyonel
zorunlulukların farkında olmayı gerekli kılmaktadır. Krizleri yönetirken
yerleşik örgütsel normlar, kültür, kurallar ve prosedürler büyük engeller
haline gelebilmektedir. Yöneticiler ve görevliler bürokratik oyunlar
oynayarak, örgütsel ve yasal sığınakların arkasına saklanarak kendilerini
koruma eğiliminde olabilmektedir. Aciliyet duygusu hem yöneticiler hem
de personel tarafından yerini atalete, kurumsal prosedürlere sığınmaya ve
kendini korumaya bırakmaktadır. Bu, herhangi bir krizin etkili yönetilmesinin
önündeki en yıkıcı kurumsal engeldir. Başarılı kriz yönetimi (i) eldeki
konunun aciliyetini hissetmeyi, (ii) krizi dereceleri, kapsamları, tezahürleri
ve etkileriyle çözmek için yaratıcı ve stratejik düşünmeyi (iii) cesur kararlar
almayı, cesur ve içtenlikle hareket etmeyi (iv) kendini koruyan organizasyon
kültüründen koparak optimum çözümler üreten hesaplanmış riskler almayı
ve (v) hızla değişen durumlara karşı sürekli tetikte olmayı gerektirmektedir.
Kriz yönetimi her şeyden önce beklenmedik durumlar hakkında stratejik
düşünmeyi gerektirmektedir. Akıl, yaratıcı düşünme ve azim, kriz yönetimi
ve kriz çözümüyle ilgilenen kişilere yol göstermelidir. Herhangi bir hata
veya yanlış karar, daha büyük felaketlere yol açarak insan hayatında telâfisi
mümkün olmayan hasarlara neden olabilir. Krizler aynı zamanda varlıkların
ve mevcut güçlerin seferber edilmesi yoluyla keşfedilmesi gereken fırsatlar
da yaratmaktadır. Afetler, acil durumlar ve krizler, genellikle temel görevi
vatandaşların can ve mallarını korumak olan idarelerin/hükümetlerin
yetkinliğini test etmektedir. Bu bakımdan, kavramın asil bir politika ve
kolektif eylemin stratejik seçimi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir
(Farazmand, 2014).
Kamu yönetiminde kriz yönetimi, yerel ve ulusal kamu krizlerini
önlemek, hafifletmek ve sonlandırmak için kullanılan süreçler, stratejiler ve
tekniklerdir. Kamu yetkilileri, doğal afetler ve çevresel tehditler, mali krizler
ve terör saldırıları, salgın hastalıklar ve patlamalar, bilgi ve iletişim teknolojisi
(BİT) arızaları gibi çeşitli krizlerle karşı karşıyadır. Krizler, yangın, trafik
kazası gibi rutin olaylar değildir. Krizler genellikle politikacıları, vatandaşları
görevlileri ve medyayı tamamen şaşırtan akıl almaz olaylardır. Krizler, (bir
kuruluş, bir şehir veya bir ülkede) bir insan topluluğunda temel değerlere,
düzene veya yaşamı sürdüren işlevlere yönelik, derin belirsizlik koşulları
altında acilen ele alınması gereken acil bir tehdit algılandığında ortaya çıkar.
Bu dramatik olaylar, kamu otoriteleri ve kuruluşları için büyük zorluklar
yaratmaktadır. Kritik kararlar, ciddi bir zaman baskısı altında ve sebepler ve
sonuçlara ilişkin gerekli bilgilerin yokluğunda alınmalı ve uygulanmalıdır.
Ömer Faruk Tekin | 7
Etkili eylem koşulları ciddi şekilde engellenmiş olsa bile vatandaşlar,
hükümet liderlerinin ve kamu otoritelerinin kendilerini mevcut tehdide
karşı korumasını beklemektedir. Bu kuruluşların ve liderlerinin bu beklentiyi
karşılamasını iki faktör giderek zorlaştırıyor. Birincisi, modern toplumlarda
refahı artıran ve ilerlemeyi sağlayan nitelikler, bu toplumları krizlere karşı
savunmasız hale getirmektedir. İkincisi, vatandaşlar ve politikacılar kamu
sağlığına, güvenliğine ve refahına yönelik büyük tehlikelere karşı hem daha
korkulu hem de daha az hoşgörülü hale gelmiştir. Bu faktörlerin birleşimi,
nispeten küçük rahatsızlıkların neden hızla derin krizlere dönüşebildiğini
ve kriz yönetiminin etkilerinin neden doğası gereği sınırlı olduğunu
açıklamaktadır (Boin, 2023).
Doğal afetler, finansal sistemlerin çöküşü, ileri teknoloji felâketleri,
terör saldırıları, kitlesel isyanlar, yeni salgın hastalıklar, jeopolitik çatışma
bölgeleri ve siber saldırılar gibi krizler toplumların huzurunu ve rutin
düzenini bozmaktadır. Krizler yönetim açısından da olağanüstü koşullar
yaratmaktadır. Aynı zamanda krizler, liderlere, normal koşullar altında
başarılması imkansız olan hedefleri yönetme ve gerçekleştirme kapasitelerini
gösterme konusunda olağanüstü fırsatlar sunmaktadır. Bir topluluğa şok,
kırılganlık, kayıp ve öfke duygusu hakim olduğunda, kriz mevcut kurumsal
düzene ve onu destekleyen politika süreçlerine yönelik güçlü eleştirilere yol
açabilmektedir. Birçok kriz radikal değişime yönelik iştahı beslemektedir.
Krizler, siyasî sistemlerin dayanıklılığına ve liderlerin kriz yönetme yetenek
ve kapasitelerine yönelik gerilim testleri hükmündedir. Öncelikle krizlerde,
karşılanması çok zor olabilecek kamu beklentilerinin ve hizmetlerin acilen
yerine getirilmesi beklenmektedir. Bazı durumlarda kriz yönetiminin
kalitesi yaşam ve ölüm, kaos ve düzen, çöküş ve dayanıklılık arasındaki
farkı yaratmaktadır. Hükümetler ve yöneticiler bir krize iyi tepki verdiğinde
hasar sınırlı olmaktadır. Ortaya çıkan güvenlik açıkları ve tehditler yeterince
değerlendirilip ele alındığında, potansiyel olarak yıkıcı bazı beklenmedik
durumlar önlenebilecektir. Kriz yönetimi başarısız olduğunda ise hasar
ve kayıplar artacaktır. Bu bakımdan kriz yönetimi doğrudan vatandaşların
yaşamlarını ve toplumların refahını ilgilendirmektedir. Kriz yönetimi temelde
birbiriyle ilişkili ve olağanüstü yönetişim zorluklarını barındırmaktadır. Kriz
yönetimi tipik olarak, önceden var olan ve yeni kurulan, giderek ulusal
sınırların ötesine geçen kamu ve özel birçok kuruluşu kapsamaktadır. Kitlesel
medya ve sosyal medya, kriz liderlerinin performansını ve krize müdahale
stratejilerinin etkisini inceleyip değerlendirmekte ve eleştirmektedir.
İşte bu şartlar altında hükümetler ve yöneticiler müdahale ve kurtarma
operasyonlarını şekillendirmeli, paydaşlarla iletişim kurmalı, neyin yanlış
gittiğini keşfetmeli, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeli, iyileştirme için
8 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
adımlar başlatmalı ve sonunda normallik duygusunu yeniden tesis etmeye
çalışmalıdır. Bilgi kirliliğine ve iletişim zorluklarına rağmen bunları başarmak
hiç kolay değildir. Kriz yönetimi ancak bu zor görevler yerine getirildiği
zaman başarıya ulaşabilmektedir (Boin ve diğerleri, 2017).
KENTLERİ ETKİLEYEN KRİZLER
Fiziksel tehlikeler ve riskler her zaman yaşamın bir özelliği olmuştur. 20.
yüzyıla kadar birincil tehlikeler fırtına ve deprem gibi doğal afetlerdi. Ayrıca
virüsler, hayvanlar ve insanlar gibi canlı organizmalar da büyük tehditler
oluşturuyordu. Modern zamanlarda bunlara bir dizi yeni tehdit eklenmiştir.
Kimyasal madde ve petrol sızıntıları, büyük yangınlar, patlamalar, kimyasal
sızıntılar, kirlilik ve radyoaktif maddeler bunlardan sadece birkaçıdır. Giderek
artan küresel nüfus ile birlikte daha güçlü teknolojilerin geliştirilmesi
olumsuz etkileri ve ölümcül kaza risklerini arttırmıştır. Nüfus artışı,
sanayinin karşılamaya çalıştığı enerji ve malzeme ihtiyacını artırmakta, aynı
zamanda çok daha fazla insanı tehlikeye atmaktadır. Bu nedenle, 21. yüzyılda
doğal afetlerin yanı sıra, felaketle sonuçlanan endüstriyel kazaların sayısı da
giderek artmaktadır. Bunların nasıl ve neden meydana geldiğini ve gelecekte
bunları önlemek veya en aza indirmek için neler yapılabileceğini anlamak
için bunlara birden fazla perspektiften bakmak gerekmektedir (Linstone ve
Mitroff, 1994: s. 17-18). Gerek doğal afetler ve gerekse beşerî ve ekonomik
faaliyetler sonucunda oluşan felaketler, risk, önlem ve sonuç bağlamında
analiz edilerek değerlendirilmeli ve bunların oluşturduğu krizlere yönelik
politikalar geliştirilmelidir.
Hem insanların yoğun olarak yaşadığı hem de endüstriyel üretimin
merkezleri olan kentler doğal afetlerden ve insan faaliyetleri sonucunda
oluşan felaketlerden en fazla etkilenen ve kayıp veren yerlerdir. Bu sebeple
kent yönetimleri afet ve felâketlerin doğuracağı krizlere hazırlanma ve
önlemler alma konusunda vakit kaybetmeden çalışmak durumundadır.
Üstelik dünya üzerinde, kentlerde yaşayan insanların sayısı köylerde ve
kırsal alanlarda yaşayanların sayısına oranla gittikçe artış göstermektedir.
Sosyal, ekonomik ve politik sebeplerden (uluslararası ve göç) kaynaklanan
insan hareketliliği, sürekli olarak dünyanın ağırlık merkezini şehirler lehine
değiştirmektedir (UN ECOSOC, 2018). Dünyanın toplam nüfusu içinde
kentlerde yaşayanların oranı giderek artmaktadır. Bu sebeple dünyanın
geleceği kentseldir; kentlerle şekillenmektedir. Birleşmiş Milletler’e göre
2018 yılında dünya nüfusunun %55’i kentlerde yaşarken, bu oranın, 2030
yılında %60’ı, 2050 yılında ise %68’i geçeceği tahmin edilmektedir (UN
DESA, 2019).
Ömer Faruk Tekin | 9
Nüfusun yarısından fazlasının kentsel alanlarda yaşadığı günümüz
dünyasında bir şehirler çağı yaşanmaktadır. Küresel gayri safi yurt içi
hasılanın (GSYİH) %80’inden fazlasına katkıda bulunan şehirler aynı
zamanda küresel ekonomi için önemli aktörlerdir. Yetersiz altyapı,
nüfus artışı, çarpık yapılaşma, çevre kirliliği, iklim değişikliği, sosyal ve
ekonomik eşitsizlikler gibi sorunların ortaya çıktığı kentler aynı zamanda
bu sorunların çözümünde de baş aktörler konumundadır. Bu bakımdan
kentler yenilik ve refah merkezleridir. Kent yönetimleri sağlık, konut, gıda,
su, enerji, kalkınma, istihdam, çevre ve iklim gibi krizleri yönetebilmek için
kullanabilecekleri (sürdürülebilir arazi kullanımı, yeşil altyapı, sürdürülebilir
su ve atık yönetimi gibi) bir dizi politika aracı ve uyum seçeneğine sahiptir.
Ayrıca kent yönetimleri tarafından alınan kararlar çok sayıda insan üzerinde
etkilidir. Hatta ulusal veya uluslararası politikalardan daha fazla, doğrudan
ve hızlı bir etkisi olabilmektedir. Ancak kentsel nüfusun sürekli artması,
özellikle temel hizmetlerden yoksun ve giderek artan bir şekilde bu krizlerle
karşı karşıya olan büyük kentlerde, kaynaklara ve hizmetlere ek talepler
getirecektir. Özellikle kayıt dışı yerleşim nüfusunun giderek arttığı büyüyen
kentlere sahip az gelişmiş ülkelerde, durum daha da ağırlaşmaktadır. Küresel
olarak, 2030 yılına kadar kentleşmesi beklenen alanın yaklaşık %60’ı inşa
edilmeyi beklemektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki şehirlerin,
artan nüfuslarının ihtiyaçlarını karşılamak ve çevre kirliliği, nüfus yoğunluğu,
enerji erişimi, sağlık ve refah hizmetleri gibi zorluklarla mücadele etmek için
daha fazla çabalamaları gerekmektedir. Bununla birlikte, kıt kaynaklarını bu
hizmetlerin sunulmasına harcarken, sürdürülebilir politikalarla şehirlerini
geleceğe, zorluklara ve muhtemel krizlere hazırlamaları kentleşmeye yönelik
tarihî bir adım olacaktır (IFC, 2018).
Kentleri etkileyen krizler homojen bir bunalım olgusundan ibaret değildir.
Çünkü kentte bir krizin tırmanmaya başlaması ile başka krizler de patlak
verebilmektedir. İki veya daha fazla kriz aynı anda yaşanabilmekte, birbirini
tetikleyen krizlere de rastlanabilmektedir. Örneğin 2019 yılı sonlarında
Çin’in Vuhan kentinden dünyaya yayılmaya başlayan, özellikle 2020 yılından
itibaren büyük insan kayıplarına sebep olan Covid-19 pandemisi ekonomik
kriz başta olmak üzere, sağlık, ulaşım, havayolu, turizm, otomotiv, eğitim
ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması gibi birçok sektörel krize ve hükûmet
krizlerine yol açmıştır. Kesin çizgilerle ayırarak sınıflandırmak mümkün
olmasa da kentleri etkileyen ve kent yönetimlerinin hazırlıklı olması gereken
krizleri şu başlıklar altında gruplandırmak mümkündür:
Çevre ve iklim krizleri: Sel ve su taşkınları, sağanak ve fırtınalar, çığ
düşmesi, toprak kayması, kuraklık ve su krizleri, toprak, su, hava
kirliliği, atık ve bertaraf sorunları
10 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
İnsan kaynaklı felâketler: Yangınlar, endüstriyel, teknolojik ve nükleer
kazalar ve patlamalar
Doğal afetler ve şoklar: Tsunami ve depremler, kasırgalar, yanardağ
patlaması
Sağlık krizleri ve biyolojik afetler: Bulaşıcı hastalıklar, virüsler ve
küresel salgınlar (pandemiler), enfeksiyonlar, sağlık hizmetlerinden
yoksunluk, kayıt dışı ilaç üretimi, sağlıklı gıda, temiz su ve hijyen
yetersizliği, zararlı maddelerin üretimde kullanılması, kıtlık, yetersiz
beslenme ve açlık
Sektörel krizler: Ekonomi ve finans krizleri, enerji ve hammadde
krizleri, nitelikli işgücü ve istihdam sorunları
Nüfus hareketliliği ve kentleşme krizleri: İç ve dış göçler, mülteci
sorunları, hızlı ve çarpık kentleşme, mekânsal planlama, konut ve
barınma krizleri, altyapı ve ulaşım sorunları, kentsel yenileme, tasfiye
veya başka sebeplerle yerinden edilme
Siyaset, politika ve yönetim krizleri: Terör eylemleri, savaş, iç çatışmalar,
sivil kargaşa, politik ve diplomatik çözümsüzlükler, ayaklanma ve
protestolar, biyolojik saldırılar ve kimyasal tehditler
Suç ve güvenlik krizleri: Suç ve şiddet olaylarında artış, kentsel güvenlik
ve asayiş sorunları, çete ve mafya yapılanmaları, internet ve bilişim
suçlarının artması
İnsan hakları ve kişisel özgürlük krizleri: Bireysel özgürlüklerin
sınırlanması, eşitsizlik ve ayrımcılık, kişisel bilgi ve verilerin gizliliğinin
ihlâl edilmesi
Yukarda görüldüğü gibi, kentlerde ve büyükşehirlerde insanların yaşamını
zorlaştıran, hayatî tehlikelere sebep olan çeşitli krizler yaşanabilmektedir. Bu
krizler çoğu zaman vatandaşların yerel, kentsel ve ulusal düzeyde sağlığını
ve güvenliğini tehdit etme potansiyeline sahip olabilmektedir. Dünyanın
dört bir yanındaki doğal ve insan kaynaklı krizler, genellikle gelişmekte olan
ülkelerde nüfusun yoğunlaştığı ve kentleşme hızının kontrol edilemediği, iyi
yönetilemeyen şehirleri daha çok etkilemektedir. Bu şehirlerin çok kalabalık
ve yoksul olması bu etkileri daha da derinleştirmektedir. Doğal ve insan
kaynaklı krizlerin üstesinden gelebilmek için iki rasyonel yaklaşımın dikkate
alınması önem taşımaktadır. Bunlardan ilki, insan davranışlarının (doğal veya
insan kaynaklı) bir krizin gelişmesine nasıl katkıda bulunduğunu kavramaktır.
Diğeri ise krizlerin ortaya çıkmasının önlenmesi ve kentlerde güvenliğin
sağlanması için hangi genel stratejilerin gerekli olduğunu anlamaktır. Bunun
Ömer Faruk Tekin | 11
için öncelikle kriz türlerini bilmek ve tanımlamak gerekmektedir. Farklı
kriz türlerini bilmek, kent yönetimi ve planlamacılarının bunlarla başa
çıkmak için uygun stratejiler geliştirmelerine yardımcı olmaktadır. Krizlerle
mücadele etmede ilk akla gelen stratejilerden biri pasif savunma, diğeri ise
erişilebilirliktir. Pasif savunma (passive defense), en kısa ifadeyle önleyici kriz
yönetimi veya krizler için yapılan stratejik hazırlık olarak tanımlanabilir.
Pasif savunma, kentlerde kriz önleyici nitelikleri arttıran, korunmasızlığı ve
kırılganlığı azaltan, yaşamsal faaliyetlerin devamını ve ulusal sürdürülebilirliği
destekleyen, kriz yönetimini kolaylaştıran, insan kaynaklarına, binalara,
tesislere, ekipmanlara gelecek zararın en aza indirilmesini ve sonuçta ulusal
güvenliği sağlayan bir dizi silahsız eylemdir. Doğal (kuraklık, deprem, sel,
kasırga, volkan) ve insan kaynaklı (savaş, çatışma, isyan, yaptırım) krizler
karşısında ülkenin temel dayanağıdır. Pasif savunma planları krizden önce,
kamusal düzen normal seyrinde işlerken geliştirilmekte ve kriz yönetiminin
bütün adımlarına yönelik tasarımı içermektedir. Krizlerden doğan zararları
azaltmak için iyi bir şehrin en önemli stratejilerinden biri de erişilebilirliktir
(accessibility). Kentsel hizmetlere mekânsal ve zamansal yakınlığı ifade eden
erişilebilirlik, faaliyetlere, mallara ve kaynaklara, sahalara, insanlara ve
bilgiye erişilebilirlik olmak üzere farklı şekillerde kategorize edilebilmektedir
(Najafnezhad ve diğerleri, 2019).
Kentsel alanlar ve gelir yaratma açısından bir dizi sosyo-ekonomik
fırsat sağlamaktadır. Ancak aynı zamanda kentler, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde, giderek daha riskli yaşama ve yerleşim yerleri haline gelmektedir.
Bu durum, çevresel risk ve tehlikelere maruz kalmanın yanı sıra bina inşaatı,
kentsel planlama, altyapı hizmetleri veya ulaşım gibi tehlikeleri yaratan
fiziksel süreçlerin ve kırılganlıklara yol açan yaşam tarzı seçimleri ve tüketim
kalıpları gibi insani süreçlerin bir sonucudur. Bu sorunlar kümülatif olarak bir
şehrin veya şehirlerin sosyo-mekânsal yapısına bağlı olarak farklı alanlarında
farklı etkiler yaratmaktadır. Aslında kentsel alanlar doğası gereği afete yatkın
değildir, ancak hızlı kentleşmeyi, nüfus hareketlerini ve nüfus yoğunluğunu
hızlandıran sosyo-ekonomik yapısal süreçler, kentlerin, özellikle düşük gelirli
kent sakinlerinin afetlere karşı savunmasızlığını önemli ölçüde artırmaktadır.
Örneğin göçmenler başlangıçta emniyetsiz olan, sel, toprak kayması gibi
durumlara duyarlı alanlara veya çevresel bozulma, gecekondu yangınları,
sağlık tehlikeleri gibi insan kaynaklı felaket potansiyeli bulunan alanlara
yerleşiyor. Ancak, kentsel güvenlik açıkları yalnızca düşük gelirli sakinlerle
sınırlı değildir; bir sel ya da tayfunun, sakinler arasında ayrım yapmadığı
ve yoluna çıkan herkesi etkilediği unutulmamalıdır. Doğal afetlerin bile her
zaman sosyal, kültürel, kurumsal ve teknik yönleri vardır ve bunlar sonuçta
doğal bir tehlikenin felaket olup olmayacağını belirlemektedir (UNEP, 2007).
12 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
KENTSEL KRİZ VE SEBEPLERİ
Kentleşmenin dünya üzerindeki etkilerinin ortaya çıktığı dönemlerden
bu yana akut kentsel sorunlar kent yaşamının merkezinde yer almıştır.
Kentsel kriz (urban crisis) kavramının bir terim olarak ortaya çıkışı 1950’li
yıllarda ABD’de olmuştur. Kavrama ilgi 1960’lı ve 1970’li yıllarda hızla
artmış ancak 1970’lerin ortalarından itibaren istikrarlı bir şekilde azalmaya
başlamıştır (Wiever, 2017). Elbette günümüzdeki kentsel krizlerin o
dönemlerdeki krizlerden hem daha derin ve geniş hem daha karmaşık ve çok
boyutlu olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Çünkü bugünün şehirleri o
dönemlerdeki şehirlerden farklıdır. Bugünkü şehirler, çok farklı kesimlerden
insanların yerleştiği, değişik sektörlerin geliştiği, çeşitli ekonomik ve
endüstriyel faaliyetlerin gerçekleştirildiği çok kalabalık yerleşim birimleridir.
Bu şehirlerde bulunan birçok faktör ve sorun alanı, siyasî, sosyal, ekonomik,
sosyolojik, endüstriyel ve teknolojik boyutlardan biri ya da birkaçını
barındıran karmaşık bir krizin oluşmasına yol açabilmektedir.
Şehir araştırmaları teorisyeni Richard Florida (2017) günümüzdeki
kentsel krizlerin, şehirlerin ekonomik açıdan terk edilmesi ve ekonomik
işlevlerinin kaybedilmesi şeklinde tanımlanabilecek 1960 ve 1970’lerdeki
kentsel krizlerden oldukça farklı olduğunu savunmaktadır. O dönemlerden
bugüne, şehirler temel sanayilerini kaybettikçe, büyüyen ve kalıcı
yoksulluğun yaşandığı, mahallelerin ve konutların köhneleştiği, ahlâkî
yozlaşma, uyuşturucu kullanımı, bebek ölümleri gibi sosyal sorunların,
suç ve şiddet olaylarının arttığı yerler haline gelmiştir. Kentsel ekonomiler
aşındıkça ve vergi gelirleri düştükçe, şehirler malî destek açısından giderek
daha fazla merkezî hükümete bağımlı hale gelmiştir. Bu sorunların çoğu
bugün de kentlerin sorunları arasındadır ancak daha kapsamlı hale gelmiştir.
Bugünün kentsel krizlerinin daha derin ve geniş çaplı olmasının yanında yeni
sorun alanları da ortaya çıkmıştır. Ekonomik ve ırksal ayrımcılık, mekânsal
eşitsizlik, derinleşmiş yoksulluk gibi sorunlar yerleşim alanlarında çarpık
kentleşmenin, banliyölerin ve kapitalizmin krizini doğurmuştur. Meseleye
sosyal eşitsizlik ve ayrımcılık açısından bakan Florida’ya göre (2017: s. 6 ve
devamı) yeni kentsel krizlerin beş boyutu bulunmaktadır:
İlki, önde gelen teknoloji ve bilgi merkezlerinin (San Francisco
Körfez Bölgesi, Washington DC, Boston, Seattle) yanı sıra az sayıdaki
“süperstar şehir(New York, London, Hong Kong, Los Angeles,
Paris) ile dünyanın diğer şehirleri arasındaki derin ve büyüyen
ekonomik uçurumdur. Bu süperstar şehirler, dünyanın önde gelen
yüksek değerli endüstrilerinden, yüksek teknoloji yeniliklerinden,
yeni kurulan şirketlerden ve üst düzey yeteneklerden son derece
Ömer Faruk Tekin | 13
orantısız paylara sahiptir. Kazanan her şeyi alır şehirciliğinin (winner-
take-all urbanism) yükselişi, şehirler arasında yeni bir tür eşitsizlik
yaratmaktadır. Kazananlar ile küreselleşme ve sanayisizleşmenin
(deindustrialization) bir sonucu olarak ekonomik temellerini kaybeden
diğer şehirlerin çok daha geniş kesimleri arasındaki ekonomik uçurum
giderek büyümektedir.
İkinci boyut ise aynı süperstar şehirleri rahatsız eden bir başarı krizidir.
Bu kazananlar, olağanüstü derecede yüksek ve gittikçe daha uygunsuz
hale gelen konut fiyatları ve şaşırtıcı düzeyde eşitsizlikle karşı karşıya
kalmaktadır. Bu yerlerde salt soylulaştırma, zenginlerin bulunduğu çevreler
oluşturmaya doğru evrilmiştir. Sanatçı, akademisyen ve fikir işçileri gibi
yaratıcı sınıfın yanı sıra, öğretmenler, hemşireler, hastane çalışanları, polis
memurları, itfaiyeciler, hizmet sektörü çalışanları artık işyerlerine makûl
bir ulaşım mesafesinde yaşamayı maddî olarak karşılayamadıklarında
işlevsel bir şehir ekonomisini sürdürmek zor görünmektedir.
Yeni kentsel krizin üçüncü boyutu ise kazananlar ve kaybedenler olmak
üzere hemen hemen her şehirde ve metropol bölgesinde meydana
gelen eşitsizlik, ayrımcılık ve sosyal sınıflandırmanın artmasıdır. Yeni
kentsel kriz orta sınıfın yok olmasıyla, yani bir zamanların büyük orta
sınıfının ve mahallelerinin kaybolmasıyla açıklanmaktadır. Yoksul sınıfın
ve alanlarının genişlemesi ve zengin kesimin dar bir alanda onlardan
soyutlanması şeklinde yeni ve keskin bir ayrım ortaya çıkmıştır.
Yeni kentsel krizin dördüncü boyutu, yoksulluğun, güvensizliğin ve
suçun arttığı, ekonomik ve ırksal ayrımcılığın derinleştiği banliyölerde
filizlenen krizdir. Yerinden edilmiş aileler yaşamak için daha uygun
fiyatlı yerler aradığı için, banliyölerdeki yoksulluğun bir kısmı
şehir merkezlerinden gelmiş olmaktadır. İş kaybı veya artan konut
fiyatlarının bir sonucu olarak, bir zamanlar orta sınıfın üyesi olan
insanlardan banliyölere taşınanların sayısı gittikçe artmaktadır.
Yeni kentsel krizin beşinci boyutu kentleşme krizidir. Günümüzde,
kentleşmenin yerleşim alanlarına ekonomik büyüme, yükselen yaşam
standartları ve büyüyen bir orta sınıf getireceğine inanmak zor
görünmektedir. Şehirler tarihsel olarak ulusal ekonomilerin gelişimine
yön vermiş olsa da kentleşmeyle yükselen yaşam standardı arasındaki
bu bağlantı, dünyanın en hızlı kentleşen bölgelerinin çoğunda
bozulmuştur. İnsanların gelişmekte olan dünyanın hızla kentleşen
bölgelerine akın ettiği, ancak yaşam standartlarında herhangi bir
iyileşme olmadığı, büyüme getirmeyen kentleşme gibi rahatsız edici
bir olgunun yükseldiği görülmektedir.
14 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
Kentsel kriz kavramı ilk bakışta genellikle her şehrin benzer ve net
sorunlarla karşı karşıya olduğu homojen bir olguyu ima etmektedir. Ancak
kentsel kriz her şehrin farklı sosyo-mekânsal bağlamları içinde belirli
anlamlarla birbirine bağlı olarak ortaya çıkan karmaşık, heterojen ve farklı
nitelikte olguları ifade etmektedir. Toplumun genel sorunlarının belirli
ölçüde yerellikten bağımsız olmadığını iddia etmek, şehirlerin ekonomik
yeniden yapılanma ve bütçe açıkları gibi benzer zorluklarla karşı karşıya
olduğunu inkâr etmek anlamına gelmemektedir. Bir başka ifadeyle, her
şehrin yaşayabileceği ortak sorunlara veya krizlere şehirlerin farklı, özel
ve spesifik niteliklerinin kattığı anlam şehirlere özgü çeşitli krizleri ortaya
çıkarmaktadır (Barbehön ve Münch: 2017).
Şekil 1. Kentsel Krize Sebep Olan Faktörler
Kaynak: Brown ve diğerleri, 2015: s. 59
Son yıllarda hem hükûmetler arası politika tartışmalarında hem de
akademik çalışmalarda ele alınan konuların başında kentsel krizler gelmektedir.
Bu, krizden etkilenen ülkelerde hızlı kentleşmenin olması, iklim değişikliği
bağlamında kentsel alanları etkileyen felaketlerin sıklığının artması, kasaba ve
şehirlerin yeni çatışma ve şiddet bölgelerine dönüşebildiğinin anlaşılması gibi
sebeplerden kaynaklanmaktadır. Ayrıca, krizler sonucunda kentsel alanlara
yerleşen yerinden edilmiş insan nüfusunun artması ve yaygınlaşması karşısında
uluslararası insanî aktörlerin bu durumlara yanıt vermede zorluklarla
Ömer Faruk Tekin | 15
yaşaması kentsel krizlerin gündeme gelmesinin sebeplerindendir. Bazı acil
durumların özünde kentsel bir bileşen bulunsa da deprem, sel ve kasırga gibi
felaketlerde hasar ve kayıpların çoğunluğu kentsel alanlarda yoğunlaştığından
bu krizler ‘kentsel’ olarak nitelendirilmektedir. Aynı zamanda, bazı kırsal
alanlarda yaşanan çatışmaların ve aşırı hava olaylarının (özellikle kuraklık
ve sellerin) kentsel gıda güvenliği üzerindeki etkileri de düşünülürse kırsal
acil durumlar da kentsel alanları etkilemektedir. Son yıllarda yaşanan afet,
felâket veya çatışmalar değerlendirildiği zaman, küçük kasaba ve köylerden
büyük şehirlere ve mega şehir bölgelerine kadar krizlerden etkilenen yerleşim
türlerinin çeşitlilik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan, insanların
yaşadığı etkileyen bütün bu krizler kentsel olarak değerlendirilmektedir.
Şekil 1’de, kentsel alanlarda (büyük ve yıkıcı olan) akut krizler ve (gündelik
veya nispeten daha sık yaşanan) kronik krizlerin oluşması ve tekrarlaması için
birbiriyle ilişkili birtakım baskıların nasıl bir araya geldiği gösterilmektedir.
Ortaya çıkan kentsel kriz bağlamlarının çeşitliliği, kriz yönetiminde
görevli aktörlerin operasyonel uygulamalarını, araçlarını, yöntemlerini ve
yaklaşımlarını çeşitli kentsel kriz bağlamlarına ve kentlerde yaşayanların
özel ihtiyaçlarına uyarlamak zorunda kalacaklarını göstermektedir Kötü
planlanmış ve kötü yönetilen kentleşme, afetler ve iklim değişikliği, çatışma
ve şiddet, nüfusun yerinden edilmesi, kronik yoksulluk ve güvensizlik olarak
sayılabilecek bu baskılar şu altı spesifik kentsel kriz türünün ortaya çıkmasına
sebep olmaktadır (Brown ve diğerleri, 2015: s. 56 ve devamı):
Kötü planlanmış ve kötü yönetilen kentsel nüfus artışının (kentleşmenin)
şekillendirdiği kentsel alanlar: Bu tür kentsel kriz bağlamı, kentsel
nüfus artışını etkili bir şekilde planlama ve yönetme kapasitesinin
eksik olduğu ve bunun sonucunda risk ve emniyetsizliğin yoğunlaştığı
kentsel alanları içermektedir. Bu durum özellikle, dünyanın gelecekteki
kentsel nüfus artışının büyük bir kısmının meydana gelmesinin
beklendiği, dünyanın iklim açısından en hassas kentsel nüfuslarından
bazılarının yoğunlaştığı, ancak kentsel büyümeyi planlama, kentsel
krizlere yanıt verme ve ortaya çıkan (iklim, afet, göç, pandemi gibi)
risklere uyum sağlama kapasitesinin büyük ölçüde eksik olduğu, düşük
ve orta gelirli ülkelerde geçerlidir.
Zorunlu yerinden edilmeden etkilenen kentsel alanlar: Bu tür kentsel
kriz bağlamı, yavaş ve anî gelişen afetler, savaş, çatışma ve siyasî
istikrarsızlık veya bunların bir kombinasyonunun tetiklediği zorla
yerinden edilme nedeniyle (ülke içinde veya ülkeler arası) kitlesel
göç ve insan akınından etkilenen kentsel alanları içermektedir. Bu
sebeplerle zorla yerinden edilmiş kişiler, başka kentlerde veya ülkelerde
kendilerine ayrılan kamplardan ayrılmaktadır. Genellikle birkaç yıl
16 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
veya daha uzun süreli olarak, kentsel alanlarda özellikle standardı
düşük gayri resmî (kayıt dışı) yerleşimlerde yaşamaktadırlar. Bu kriz
kentleşmenin gittikçe daha belirgin bir sorunu haline gelmektedir.
Afetlerden ve iklim değişikliğinden etkilenen kentsel alanlar: Kentsel krizin
bu türü, iklim değişikliğinin neden olduğu anî ve yavaş başlayan olaylar
da dahil olmak üzere doğal ve teknolojik tehlikelerden kaynaklanan
riskin bulunduğu kentsel alanları içermektedir. Yerel ve kalıcı yoksulluk,
kayıt dışı ve düzensiz yerleşimler, temel altyapı ve hizmetlerin yaygın
ve kaliteli olmaması, kentsel planlama ve yönetişim sistemlerinin zayıf
olması nedeniyle daha da kötüleşebilmektedir. Bu faktörler, yerleşik
nüfus içindeki yoksulları ve altyapısı eksik yerleşimlerde yaşayanları
daha savunmasız hale getirmektedir. Bu nedenle, bu faktörlerin
daha az yaygın olduğu, bulunmadığı ve zaman içinde aşamalı olarak
ortadan kaldırıldığı diğer yerlerle karşılaştırıldığında, afetlere, kentsel
krizlere ve iklim şoklarına maruz kaldıklarında etkilenme olasılıkları
daha yüksektir. Bu faktörler, benzer şiddet ve yoğunlukta felaketler
meydana geldiğinde düşük ve orta gelirli ülkelerde insan kayıplarının
yüksek gelirli ülkelere göre daha yüksek olduğunu açıklamaya yardımcı
olmaktadır.
Çatışma ve şiddetten etkilenen kentsel alanlar: Bu kentsel kriz bağlamı
iki alt türü içermektedir. Bunlardan ilki, savaşın veya çatışmanın
meydana geldiği (Bağdat, Suriye, Mogadişu ve Kabil gibi) savaştan
zarar gören kentsel alanlardır. İkincisi, sivil çatışma ve şiddetin
genellikle devletin, güvenliği, büyümeyi ve refahı sağlama konusundaki
başarısızlıklarıyla bağlantılı olduğu (Beall ve diğerleri, 2013) kentsel
alanları içermektedir. Bu kentsel alanlar (örneğin Johannesburg,
Mexico City, Nairobi ve Sao Paulo), her ne kadar çatışmasız ortamlarda
bulunsalar da temelde kentsel karakterde olan sivil şiddetten oldukça
rahatsızdırlar. Son zamanlarda bu krizler kırılgan şehirler (fragile
cities, vulnerable cities) adıyla yeni bir literatürün konusu (Kidokoro ve
diğerleri, 2008; Selby ve Desouza, 2019) haline gelmiştir.
Karmaşık acil durumlardan etkilenen kentsel alanlar: Karmaşık acil
durumlar, çatışmalar, büyük insan gruplarının yerinden edilmesi,
kitlesel kıtlık veya gıda kıtlığı gibi krizlerin ekonomik, politik ve sosyal
kurumların kırılgan veya başarısız olmasıyla birleşmesi sonucunda
oluşmaktadır. Çoğu zaman, karmaşık acil durumlar, doğal afetlerle
ilişkili felaketler nedeniyle de daha da kötüleşmektedir (WHO, 2023a).
Bu acil durumlar, yukarıda özetlenen kentsel kriz bağlamlarının
mutlaka birbirini dışlamadığını göstermektedir. İklim değişikliği, gıda
Ömer Faruk Tekin | 17
güvenliği krizleri, malî şoklar gibi baskıların yanı sıra kentleşmenin
hızı ve yönü afetler ve çatışma ilişkisini daha da karmaşık hale
getirmektedir. Bu da gelecekte daha karmaşık kentsel acil durumlara
yol açacaktır. Ayrıca, uluslararası insanî yardım aktörlerinin karmaşık
kentsel acil durumlara müdahale etme konusunda hazırlıklı olduklarını
söylemek zor görünmektedir.
Kronik yoksulluk, risk ve güvensizlikten etkilenen kentsel alanlar: Bu
grupta, kentsel yoksulluk, risk ve güvensizlik arasındaki bağlantıların
giderek daha fazla yerleşik hale geldiği, birçok düşük ve orta
gelirli ülkede olduğu gibi akut krizlerin kronik krizlerle kesiştiği
kentsel alanlar yer almaktadır. Bu kentsel krizlerde, kronik ve akut
kırılganlık arasında, gıda güvenliği acil durumu ile aşırı kronik
yoksulluk arasında, şehirli yoksulların ve yerinden edilmişlerin
karşılaştığı yoksunluklar arasında ayrım yapmak oldukça zordur.
Güvenli olmayan içme suyu, yetersiz sanitasyon ve aşırı kalabalık,
emniyetsiz, kayıtsız ve düşük kaliteli konutlar gibi yoksunluklar
da kentsel krizleri tetikleyebilir veya şiddetlendirebilir. Bu gibi
durumlarda acil durumun nerede bittiğini, normal koşulların nerede
başladığını anlamak ve dolayısıyla hangi kentsel krizlere insanî
müdahalenin gerekli olduğuna ve bu müdahalenin hangi aşamada
başlatılması gerektiğine karar vermek, çözüm yollarını bulmak ve
planlamak giderek zorlaşmaktadır.
Kentsel krizlere sebep olan bu faktörler incelendiğinde, kentleşmenin iyi
yönetilmesinin ve nüfus hareketleri, iklim, afet, pandemi gibi kriz konularına
duyarlı kentsel planlamanın önemi anlaşılmaktadır. Kent yönetimlerinin
şehrin fiziksel ve fiziksel olmayan yönleriyle şehirleri ve alanlarda yaşayan
toplumu bu sıra dışı durumlara hazırlayacak politikalar geliştirmeleri büyük
önem taşımaktadır.
KENTSEL KRİZLE İLGİLİ KENT TANIMLARI
Kentler yukarıda sayılan kentsel krizlerden, büyük oranda kentsel krize
sebep olan faktörler ortadan kaldırılmadığı için, yani yönetimler gerekli
önlemleri almadığı ve kentleri krizlere iyi hazırlayamadığı için daha fazla
etkilenmektedir. Bu kentsel kriz sorunları kentin gündemine yeterince
gelmediği, hazırlık ve önlemeye yönelik politikalar geliştirilmediği zaman
kentler savunmasız, kırılgan, dirençsiz ve sağlıksız olarak nitelendirilmektedir.
Kentsel krizlere sebep olan faktörleri azaltmayı ve ortadan kaldırmayı
hedefleyen, krizlere hazırlanan şehirler ise dirençli, sağlıklı ve bağışık kent
olarak adlandırılmaktadır.
18 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
Kırılgan Kent
Birleşmiş Milletler Uluslararası Afet Azaltma Stratejisi (UNISDR, 2009)
kırılganlığı bir topluluğun, sistemin veya varlığın, onu bir tehlikenin zarar
verici etkilerine karşı duyarlı kılan özellikleri ve koşulları şeklinde tanımlarken,
Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC, 2007) ise bir sistemin, iklim
değişikliği ve aşırı hava olayları da dahil olmak üzere, iklim değişikliğinin
olumsuz etkilerine ne ölçüde duyarlı olduğu ve bunlarla baş edememe
derecesi olarak tanımlamaktadır. Avrupa Komisyonu’na göre kırılganlık şehir
sakinlerinin, kentsel altyapının ve sistemlerin savunmasızlığını, onların iklim
tehlikelerinden zarar görme potansiyelini (tehlikenin gerçekten meydana
gelip gelmediğine bakılmaksızın) belirleyen durum veya bağlamı ifade
etmektedir. Kırılganlık, bir şehrin demografik özellikleri, büyüklüğü, ekonomik
özellikleri vb. gibi bağlamsal özelliklerine göre belirlenmektedir. Kırılganlık,
iklim değişikliğinin biyofiziksel etkilerini şiddetlendirme potansiyeline sahip
sosyal ve ekonomik baskılardan ve sistemin uyum sağlama kapasitesinden de
etkilenmektedir (European Commission, 2013).
Kırılganlığın çeşitli fiziksel, sosyal, ekonomik ve çevresel faktörlerden
kaynaklanan boyutları bulunmaktadır. Örnek verilecek olursa, binaların
kötü tasarımı ve inşası, varlıkların yetersiz korunması, kamuoyunun bilgi
ve farkındalık eksikliği, risklerin ve hazırlık önlemlerinin resmi olarak sınırlı
şekilde tanınması ve akıllı çevre yönetiminin göz ardı edilmesi sayılabilir
(UNISDR, 2009). Bir kentin kırılganlığı, kırılganlığın bu farklı boyutlarına
bağlı olarak değişebilmektedir. Bazı şehirler coğrafî konum, iklim, jeolojik ve
hidrolojik yapı gibi fiziksel özellikler bağlamında kırılgan iken, bazı şehirler
sosyal, ekonomik ve demografik şartlar bağlamında kırılgan olabilmektedir
(Kaya, 2018: s. 227).
Kırılganlık (vulnerability, fragility), bir sistemin veya bir bölümünün
tehlikeli bir olayın meydana gelmesi sırasında olumsuz tepki verme derecesi
olarak tanımlanmaktadır. Kırılganlık kavramı, sistemin ortaya çıkan olayla
başa çıkma yeteneğinden kaynaklanan fiziksel, sosyal ve ekonomik yönler
ve sonuçlarla ilişkili bir risk ölçüsünü ifade etmektedir. Dolayısıyla, eğer
kaynaklara hane düzeyinde veya bireysel düzeyde erişim, güvenli bir geçim
kaynağına ulaşmada veya bir felaketten etkili bir şekilde kurtulmada en
kritik faktörse, insanlar kırılgan ve savunmasız hale gelmektedir. Sermayeye,
araç ve gereçlere doğrudan erişimi olan haneler ve sağlıklı bireyler, bir
felaket meydana geldiğinde en hızlı şekilde toparlanabilecek olanlardır. Bu
nedenle, en savunmasız olanlar ise tehlikeli olaylarda kendilerini emniyetsiz
ortamlarda bulmak dışında fazla seçenekleri olmayan, yoksul, güçsüz ve
sağlıksız insanlardır (Proag, 2014).
Ömer Faruk Tekin | 19
Kentsel kırılganlığın, otorite, temel hizmetlere kapsamlı erişim ve/veya
yönetişim meşruiyeti açısından başarısız olan veya başarısız olma tehlikesiyle
karşı karşıya olan kentsel alanlarda ortaya çıktığı söylenebilir. Bu, şehirlerin
bu bileşenlerden bir veya ikisinde kırılgan olabileceğini, üçünde de belli
ölçüde olabileceğini ve bu bileşenler arasında nedensel bir bağlantı olduğunu
ima etmektedir. Bu bileşenlerin ilki otorite ve yetki başarısızlıklarıdır.
Buna, vatandaşı şiddetli saldırılardan koruma yetkisinin olmaması örnek
verilebilir. İkinci bileşen hizmet başarısızlıklarıdır; vatandaşların temel
hizmetlere erişiminin sağlanamamasıdır. Bileşenlerin üçüncüsü ise meşruiyet
başarısızlıklarıdır. Adalet, demokrasi ve özgürlüğün yetersiz olması bu
kapsamda değerlendirilebilir. Bu başarısızlıkların nedensel olarak bağlantılı
olması makul görünmektedir. Örneğin, otoritenin yokluğu hizmet sunumunu
zorlaştırırken, otorite ve hizmet sunumundaki başarısızlıklar muhtemelen
bir idarenin meşruiyetini azaltacaktır. Tersine, adaletin sivil özgürlüklerin ve
siyasî hakların eksikliği (meşruiyet eksikliği) çatışmaya ve otoritenin başarısız
olmasına neden olabilecektir (Okeke ve diğerleri, 2020).
Şehirlerin %80’inden fazlası nehir havzalarında ve/veya kıyıya yakın
yerlerde kurulmuştur. Bu nedenle, deniz seviyesinin yükselmesi ve su baskını
gibi küresel değişimler doğrudan kentsel kırılganlıklar yaratırken, evsel
atıklar, tehlikeli (zehirli) atıklar ve kirlilik gibi bir takım dolaylı nedenler
de kentsel kırılganlığı arttırmaktadır. Hatta yönetim, altyapı, nüfus ve
ekonomi ile ilgili faaliyetlerin yoğunlaşması nedeniyle potansiyel olarak daha
yüksek etkilere neden olmaktadır. Örneğin iklim değişikliği bağlamında,
doğal olaylardan kaynaklanan riskler, tehlikenin doğası ile etkilenen toplum
ve bölgenin yapısal kırılganlığının birleşiminden kaynaklanmaktadır. Bu
nedenle kırılganlık, yalnızca tehlike faktörlerine maruz kalmayı değil, aynı
zamanda bunların etkilerinden kurtulma kapasitesini de ifade etmektedir.
Kentsel bağlamdaki kırılganlık, belirli bir toplumun veya bölgenin sabit bir
özelliği olarak değil, yeterli politikalarla yoğunluğu azaltılabilecek bir süreç
olarak düşünülmelidir (UNEP, 2007).
Kentsel kırılganlık, yalnızca altyapı ve ekolojik sistemleri değil aynı
zamanda sosyal, ekonomik ve politik sistemleri de içeren kentsel sistemlerin
kriz ve şoklardan kaynaklanan hasarlara ne ölçüde duyarlı olduğu şeklinde
geniş bir bağlamda ele alınmalıdır. Sel gibi bazı şoklar, sakinlerinin refah
düzeyine bakılmaksızın tüm kent ve metropol alanlarını etkileyebilirken,
suç teşkil eden şiddet veya kamu hizmetlerinin eksikliği gibi diğer sorunlar,
yoksul ve dezavantajlı nüfusları daha fazla etkileyebilir. Güvenlik, kalkınma
ve yönetişim kapasitesi kentsel alanlar arasında eşit şekilde dağılmayabilir.
Bu nedenle, sosyo-ekonomik ve politik koşullar her kent sakininin yaşadığı
kırılganlığın derecesini belirlediğinden, kentsel kırılganlığın mekânsal bir
20 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
boyutu da bulunmaktadır. Nüfusu hızla artan ve hızlı genişleyen şehirlerin
genellikle merkezî planlamadan veya eşit dağıtılmış hizmetlerden yoksun
olduğu bilinmektedir. Şehirlerin kısımlarını, banliyöleri, çevre bölgeleri
ve gecekondu mahallelerini ayıran sınırlar, vatandaşların ve sakinlerin kritik
yoğunluğunu dışarıda bırakırken elitlerin dar bir bant genişliğine fayda
sağlaması nedeniyle hızla bulanıklaşmaktadır. Kırılgan şehirlerin temel
karakteri, kent dokusundaki kentsel yoksulluk, şiddet ve felaketten oluşan
üç büyük olumsuz faktörden etkilenmektedir. Bu faktörler, istikrarsız bir
ortam yaratacak ve kırılganlık durumu üzerinde etki yaratacak baskın bir rol
oynayacaktır. Nüfus şehirlerde hızlı bir şekilde toplandıkça, hükümetlerin
hizmet sunma, güvenlik sağlama, afetlere müdahale etme ve etkin yönetim
becerilerinin zayıflaması mümkündür. Bu sebeple, geleceğin insanî krizlerinin
kırsaldan çok kentsel boyutta olacağını, yoksulluğun ve çatışmaların etkilediği
ülkelerin kentlerinin dünyanın en savunmasız bölgeleri olacağını öngörmek
hiç de zor değildir (Okeke ve diğerleri, 2020).
Dirençli Kent
Direnç (resilience), bir sistemin baskı altına alındığında bile düzgün bir
şekilde performans gösterme yeteneğini veya sistemlerin işlev veya yapıda
temel değişiklikler olmadan yıkıcı olayların etkisini absorbe etme ve bu
etkilerden kurtulma yeteneğini ifade etmektedir. Direnç arttıkça, belirli
bir yoğunluk tehlikesine ilişkin hasar derecesi azalmaktadır. Direnç veya
dayanıklılık kavramının iki temel biçimi bulunmaktadır (Proag, 2014: s. 369):
Katı dirençlilik: Katı dirençlilik yapıların veya kurumların baskı altına
alındıkları zaman ortaya çıkan doğrudan gücüdür. Afet bağlamında
dirençlilik genellikle kırılganlığın basit anlamda tersi olarak ele
alınmaktadır. Örneğin mühendisler genellikle bir yapının deprem
yoğunluğu, rüzgar yükü veya diğer fiziksel stresler nedeniyle çökme
olasılığını azaltmak için belirli güçlendirme önlemleri yoluyla direnç
ve dayanıklılığının artırılmasına başvurmaktadır. Dirençlilik arttıkça,
belirli bir yoğunluk tehlikesine ilişkin hasar derecesi azalmaktadır.
Esnek dirençlilik: Esnek dirençlilik sistemlerin işlev veya yapılarında
temel değişiklikler olmadan yıkıcı olayların etkisini absorbe etme ve bu
etkilerden kurtulma yeteneğidir. Örneğin, sert destekler üzerine inşa
edilmiş eski bir araba bozuk satıhlı yollarda giderken mutlaka bazı akslar
kırılmaktadır. Modern bir araba ise aynı darbeleri süspansiyon sistemiyle
(amortisör, yaylar veya hidrolik sistemlerle) kolayca emebilmektedir.
Bu nedenle, sermayeye, araç ve gereçlere doğrudan erişimi olan kişiler
ve sağlıklı bireyler, bir felaket anında en dirençli olanlardır.
Ömer Faruk Tekin | 21
Şehirler açısından dirençlilik genel olarak kentsel sistemlerin risk ve
tehlike oluşturan değişiklikleri özümseme, kentsel krizlere uyum sağlama
ve yanıt verme yeteneğini ifade etmektedir. Kentsel dirençliliğin (urban
resilience) sürdürülebilirlik, yönetişim ve ekonomik kalkınma gibi diğer
temel kentsel hedeflerle paralel ilerleyen yönleri bulunmaktadır (Desouza ve
Flanery, 2013).
Literatürde ekolojik bir kavram olarak da tanımlanan kentsel dirençlilik,
şehirlerin yeni bir dizi yapı ve süreç etrafında yeniden örgütlenmeden önce
değişime tahammül edebilme derecesi anlamına gelmektedir. Daha geniş bir
tanımla kentsel dirençlilik kavramı, dayanıklılığın teknik sistemlerden sosyal
sistemlere kadar genişletilmesi ve özellikle kasaba ve şehirlerin felaketler
ve diğer tehlikeler karşısında toparlanma becerisi ve yaşam, ticaret, sanayi,
hükümet ve meclisler gibi temel işlevlerini yerine getirmeye devam etme
yetenekleri anlamına gelmektedir. Bu, teknik, politik ve sosyal faktörlerin bir
karışımını ifade etmektedir ancak sonuçta, ekolojik kavramla bağlantılı olan,
sakinlerin tepkisi ve kolektif tutumuyla yakından ilgilidir (Hamilton, 2009).
Kentsel dirençlilik özellikle iklime dayanıklı bir şehri kastederken iklim-
dirençli kent (climate-resilient city) olarak ifade edilebilmektedir. İklim dirençli
kent, iklim değişikliğinin getirdiği strese dayanma, iklimle ilgili tehlikelere
etkili bir şekilde yanıt verme ve gelişen olumsuz etkilerden hızla kurtulma
kapasitesine sahip olan bir şehir olarak tanımlanmaktadır. Şehir yönetimleri,
toplumun aşırı hava olaylarına karşı direncini güçlendirmek için çeşitli
araçlara sahiptir. Kamu fonlarını harcayarak veya operasyonlarını kentin risk
ve hassasiyetlerini azaltacak şekilde ayarlayarak doğrudan harekete geçmeyi
seçebilirler. Ayrıca, bireyleri ve kuruluşları savunmasızlığa veya kırılganlığa
katkıda bulunan faaliyetlerden caydırmak için bilgi ve toplum eğitimini
kullanarak veya gönüllü uyum eylemlerini özendirecek teşvikler sunarak
dolaylı bir yaklaşım da benimseyebilirler (Henstra, 2012).
İklim değişikliği ve aşırı hava olaylarının yanı sıra küçük ve büyük ölçekli
afetler de dahil olmak üzere doğal ve insan kaynaklı felaketlere dayanıklı
ve hazırlıklı şehirleri ifade etmek için bazen afet-dirençli kent (disaster-
resilient city) kavramı da kullanılmaktadır. Afet-dirençli kent, doğal tehdit
ve diğer felaketlerle başa çıkma konusunda toplumu ve şehri güçlendirerek,
sakinlerinin yaşamını ve geçimini güvence altına alabilir. Böyle bir şehir
sosyal, politik ve ekonomik sistemlerini, hasarları hesaba katacak, onarımları
gerçekleştirecek ve deneyimlerden öğrenip gelişecek şekilde hızlı bir şekilde
ayarlayabilir. Afete dayanıklı bir kent, mevcut ve gelecekteki tehlikeleri
azaltmak veya önlemek, tehditlere karşı savunmasızlığı azaltmak, müdahale
ve kurtarmaya yönelik işleyen mekanizmalar ve yapılar oluşturmak amacıyla,
22 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
bireyleri, toplulukları ve kurumları güçlendirmeye yönelik önlemleri başarıyla
desteklemeyi başarmış bir şehirdir (Wamsler ve diğerleri, 2013).
Kentsel dirençlilik, bir kentsel sistemin (ve onu oluşturan bütün zamansal
ve mekânsal ölçeklerdeki sosyo-ekolojik ve sosyo-teknik ağların) bir
rahatsızlık, karışıklık ve bozulma karşısında istenilen işlevleri sürdürme veya
hızla geri dönme, değişime uyum sağlama, mevcut veya gelecekteki uyum
kapasitesini sınırlayan sistemleri hızlı bir şekilde dönüştürme yeteneğini
ifade etmektedir (Meerow ve diğerleri, 2016).
Kentsel direnç kavramı sıklıkla toplulukların, zamanımızın en büyük
kalkınma zorluklarını temsil eden iklim değişikliği ve afetlerin etkilerine
dayanma kapasitesiyle ilişkilendirilmiştir. İklim değişikliği ve afetlerin şehirler
üzerinde belgelenmiş ve ölçülebilir olumsuz etkileri olduğundan, iklim
değişikliğine uyum ve afet risk yönetimi, genel kentsel dirençlilik gündeminin
temelini oluşturmaktadır. Son yıllarda kentsel dirençliliğin tanımı, yalnızca
doğal tehlikeleri değil aynı zamanda teknolojik, sosyal, ekonomik, politik
ve kültürel şokları ve stresleri de içeren temel hususları kapsayacak şekilde
genişletilmiştir. Kentsel direnç kavramı ile ilgili şu hususlar öne çıkmaktadır
(World Bank, 2016):
Kentsel direnç kavramı sürdürülebilir kalkınmanın kritik bir unsurudur.
Dayanıklılığa yatırım yapmak, mevcut kalkınma kazanımlarının gelecek
nesiller için korunmasını sağlayarak uzun vadeli sürdürülebilirliğe
katkıda bulunmaktadır.
Kentsel şokların ve streslerin şehrin düşük gelirli nüfusu ve kayıt dışı
yerleşim yerleri üzerindeki orantısız etkisi açıkça ortadadır. Yoksul
insanlar sadece kentsel şoklara ve streslere daha savunmasız oldukları
için değil, aynı zamanda daha az kaynağa sahip oldukları ve bunlarla
başa çıkmak ve uyum sağlamak için daha az destek aldıkları için de
orantısız bir şekilde etkilenmektedirler.
Kentsel direnç aynı zamanda şehirleri karmaşık sistemler olarak da
ele almalıdır. Kentsel dirence yönelik herhangi bir yaklaşım, birbiriyle
ilişkili olan işlevsel (belediyeye gelir yaratma), organizasyonel
(yönetişim ve liderlik), fiziksel (altyapı) ve mekânsal (kentsel tasarım)
boyutları dikkate almak durumundadır. Kentsel şoklar, (ekonomik
durgunluk, sosyal çalkantı, salgın hastalıklar veya yönetimin sistemin
verimsizlikleriyle başa çıkma konusundaki başarısızlığı gibi) kentsel
sistemin bir veya birden fazla bölümündeki kesinti veya çöküşün
ardından gelmektedir.
Ömer Faruk Tekin | 23
Kentsel direnç, birey ve hane halkından topluluk, kent (belediye)
ve ulus düzeylerine kadar farklı ölçülerle değerlendirilmelidir. Yasal
kurallar ve düzenlemeler de bu ölçülere göre farklılık göstermelidir.
Örneğin bireyler ve haneler düzeyinde direnç, stresleri yönetmek ve
şokların etkilerinden kaçınmak için harekete geçme kapasitesini
(örneğin, güvenli evlerde veya risk azaltıcı altyapıyla korunan yerlerde
yaşamayı) ifade etmektedir. Topluluk düzeyinde direnç, bunlara ek
olarak, bir stresi yönetmek veya bir şoktan kaçınmak için birlikte
çalışma kapasitesini de içermektedir. Kent düzeyinde direnç, belediye
yönetimlerinin hanelerin, toplulukların ve işletmelerin bir stresi
yönetmelerini veya bir şoktan kaçınmalarını ve olumsuz bir olayın
ardından kritik hizmetleri sürdürmelerini sağlayacak önlemler alma
kapasitesini gerektirmektedir. Bölgesel ve ulusal düzeyde ise, belirli bir
şehirde, hassas bölgede veya şehir grubunda kentsel direnci artırmak
için politika reformları, yatırımlar veya malî koruma stratejileri gibi
temel eylemler gerekebilmektedir.
Kentsel dirence dair riskler ve tedbirlerin kapsamı, bölgesel, ulusal ve
küresel faktörlerden dolayı sıklıkla tek bir belediyenin idarî sınırlarının
ötesine uzanmaktadır. Yalnızca risk yönetimi ve adaptasyon yerine
genel dayanıklılık kapasitesine odaklanmak, bir şehrin işlevselliğinin
kendi idarî sınırlarının ötesinden sağlanan mal ve hizmetlere
(ekosistem hizmetleri dahil) bağlı olduğunun kabul edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu durum bölgesel, ulusal ve küresel tedarik
zincirleri ve finansal akışların yanı sıra şehir dışından ve dolayısıyla
hükümetin yetki alanından kaynaklanan sosyo-ekonomik-politik-
kültürel krizlere de dikkat çekmektedir. Örneğin, bir şehrin su, gıda ve
enerji kaynakları genellikle idarî sınırlarının ötesinden sağlanmaktadır.
Bu sebeple kentin dayanıklılığı değerlendirilirken bu durumun da
dikkate alınması gerekmektedir. Benzer şekilde, taşkınlara karşı
koruma sadece şehir içinde taşkın koruma çalışmalarını değil aynı
zamanda genellikle şehrin yetki alanının dışında / üstünde yer alan
etkili havza yönetimini de gerektirmektedir.
Teoride ve uygulamada giderek yaygınlaşan ve gelişen bir kavram olan
dirençli kent ikili bir anlam kazanmıştır. Kavram, haricî çevresel ve sosyal
“şoklara” dayanma kapasitesini ifade etmek için kullanıldığı gibi, bir bölgenin
ekonomik uyum ve çevikliğine atıfta bulunmak için de kullanılmaktadır.
Şehrin güçlü teknik ve mühendislik unsurlarına işaret ettiği gibi, bir şehirdeki
bireylerin sahip olması veya edinmesi gereken nitelikleri de vurgulamaktadır
(Moir ve diğerleri, 2014).
24 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
Son olarak, dirençli bir kentin en önemli özelliklerinden biri eyleme
geçme ve toparlanma hızıdır. Uzun gecikmeler yaşamaktansa, bir arızanın
ardından kritik hizmet ve fonksiyonları hızla yeniden kurmak büyük
önem taşımaktadır. Örneğin telekomünikasyon ve enerji sistemlerinin afet
sonrasında toparlanma hızı, yaşanan etkilerin derecesini, kapsamını ve süresini
doğrudan etkilemektedir. Ancak bu düşünce, hizmet ve operasyonların
afet öncesindeki durumuna dönmesinin her zaman arzu edildiği anlamına
gelmemektedir. Şehirler düzenli olarak dengesiz bir durumda çalıştıklarından,
toparlanma hızı hem afet öncesi duruma hızlı bir dönüşü hem de yeni bir
operasyon biçimine hızlı bir geçişi (değişimi) ifade etmektedir (Meerow ve
diğerleri, 2016).
Sağlıklı Kent
Kentleşme, şehir sağlığının bileşenlerini, toplum ve çevre sağlığını
büyük ölçüde etkilemektedir. Kentsel gelişme, arazi değerlerinin artması,
sermaye kazanımları ve daha aktif bir yerel ekonomi gibi önemli faydalar
sağlamakta ve kent toplumundaki birçok faktör halkın sağlık düzeyini
iyileştirmektedir. Kentleşme ekonomik büyüme, altyapı gelişimi ve sofistike
bir yaşam tarzı sunmasına rağmen aynı zamanda gıda güvenliği, barınma,
istihdam, yaşam ortamı, gelecek nesillerin sağlığı gibi kentsel yaşamın
birçok yönünü ilgilendiren meseleleri ve suç, şiddet, ahlâkî bozulma,
uyuşturucu kullanımı ve doğal afetlere karşı hassasiyetin artması gibi yeni
sorunları ortaya çıkarmaktadır. Kentleşmenin bu kötü etkileri sonucunda,
aynı zamanda doğal ve insan kaynaklı felaketler, bulaşıcı hastalıklar ve
salgınlar gibi tehditler için de kriz yönetiminin önemi artmaktadır. Kalabalık
kentlerin artması ve hızlı kentleşme sonucunda, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde bakımsız, gelişmemiş kentsel alanlarda, gecekondularda ve
gayri resmi yerleşimlerde yoğunlaşan insanların sayısı artmıştır. Gelişmiş
ülkelerde bile sistemler bazen farklı kentsel alanlardaki sağlık düzeylerinde
dengesizliklere ve göreceli bir düşüşlere engel olamamaktadır. Çünkü bu
sağlık düzeyleri kentsel yaşam ortamlarının kalitesiyle yakından ilişkilidir.
Hızlı kentleşme, bu yaşam koşullarındaki eşitsizlikleri artırma eğilimindedir.
Kentsel altyapının kentleşmeye ayak uyduramaması, yaşam ortamlarının
bozulmasına ve temel hizmetlerin yetersiz sağlanmasına neden olarak ciddi
halk sağlığı ve sanitasyon sorunlarına yol açmaktadır. Kentleşmeye, yeterli
ekonomik büyüme eşlik etmediği zaman kent yoksullarının oranı ve sayısı
artmaktadır. Sosyal istikrarsızlığa neden olan faktörler artmakta ve kentsel
sağlık düzeyindeki genel iyileşmeler engellenmektedir. Kentsel yoksulların
sayısındaki artış sanayileşmiş ülkelerde de belirgindir ve çeşitli sosyal tıp
sorunlarına yol açmaktadır. Yaşam ortamlarının bozulması, temel hizmetlere
Ömer Faruk Tekin | 25
yönelik arz ve talepteki uyumsuzluk, yaşlanan bir toplum nedeniyle
azalan sosyoekonomik canlılık, düşük doğum oranları, artan suç ve sosyal
huzursuzluk, evsiz ve sabit ikametgahı olmayan kişilerin gittikçe artması
gibi sorunlar gelişmiş ülkeler için de önemli sorunlar haline gelmektedir.
Ayrıca, kentleşmiş toplumların karakteristik özellikleri, stres ve psikolojik
sağlık meseleleri, bulaşıcı hastalıkların ve salgınların ortaya çıkması, güvenli
su ve gıda temininin zorlaşması gibi sağlık sorunlarıyla yakından ilişkilidir.
Hava kirliliği, çöp imhası, konut ve yaşam ortamlarının oluşturulması,
güvenliği, bakımı ve yönetimi gibi geleneksel kentsel sorunlar, daha geniş
gelir eşitsizliklerine sahip mega şehirlerde giderek daha da zorlaşmaktadır
(Takano, 2004).
Bir yerleşim biriminden kaynaklanan sorunlar, şehirler aşırı kalabalık
iken kırsal nüfusun az olması ve üretim ile tüketim arasında dengesizliklerin
bulunması gibi sebeplerle, kent sınırlarını aşabilmekte, çevre kentleri ve bütün
toplumu etkileyebilmektedir. Kentsel sorunlar ayrıca nüfusları, kaynakları,
ekonomiyi ve çevreyi etkileyerek dünya toplumuna da tesir etmektedir. Bu
nedenlerden dolayı vatandaşların sağlık durumlarını iyileştirmeye yönelik
girişimler, kentsel konulara ilişkin çok çeşitli faktörleri birleştiren kapsamlı
planların geliştirilmesini gerektirmektedir (Takano, 2004). Bu bakımdan
bir yerleşim biriminde ve çevresinde, bütün kentli yurttaşların ve diğer
paydaşların kentsel sağlığa yönelik çabaları benimsemesi ve buna ilişkin
politikalara katılım göstermesi önem taşımaktadır. Bazen yerel ve bölgesel
çapta bir bulaşıcı hastalık bazen bütün dünyayı etkileyen bir pandemi
yaşanabilmektedir. Bu sebeple bazı durumlarda yerel, bölgesel hatta ulusal
önlem ve politikalardan daha fazlası gerekebilmektedir. Bu düzeyleri aşan
bir sağlık tehdidinde uluslararası işbirliğine de ihtiyaç bulunmaktadır.
COVID 19 pandemisinde olduğu gibi bir uluslararası sağlık tehlikesi olmasa
bile yerel ve kentsel sağlık sorunlarının çözümü, sağlıklı kent (healthy city)
düşüncesinin geliştirilmesi ve uygulanabilmesi için, yine de kentler arası ve/
veya uluslararası işbirliği ağları önem arz etmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 1988 yılında başlattığı Avrupa Sağlıklı Kentler
Ağı (WHO European Healthy Cities Network) bu işbirliği ağlarından biridir.
Sağlıklı Kentler Ağı, sağlığı şehir yönetimlerinin sosyal, ekonomik ve politik
gündeminin üst sıralarına koymak için çalışan küresel bir harekettir. Ağ, sağlığı
şehirlerin siyasî ve sosyal gündeminin üst sıralarına koymayı ve yerel düzeyde
halk sağlığı için güçlü bir hareket inşa etmeyi amaçlamaktadır. Sağlığın
belirleyicilerini ele almak için eşitliği, katılımcı yönetimi ve dayanışmayı,
eylemi ve sektörler arası işbirliğini güçlü bir şekilde vurgulamaktadır. Sağlıklı
Kentler Ağı yaklaşımının başarılı bir şekilde uygulanması, sağlık ve yaşam
koşullarının bütün yönlerini ele alan yenilikçi eylemleri ve Avrupa çapında ve
26 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
ötesindeki şehirler arasında kapsamlı bir işbirliği ağının oluşmasına bağlıdır.
Bunun için de açık siyasî taahhüt, liderlik, kurumsal değişim ve sektörler
arası ortaklıklar önem taşımaktadır. Sağlıklı Kentler yaklaşımı kamu, özel,
gönüllü ve toplumsal sektör kuruluşları arasında işbirliği içinde çalışma
ihtiyacını benimsemektedir (WHO, 2023b).
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre sağlıklı kent, fiziksel ve sosyal çevrelerini
sürekli olarak yaratan ve geliştiren, insanların yaşamın bütün fonksiyonlarını
yerine getirirken ve maksimum potansiyellerini geliştirirken birbirlerini
karşılıklı olarak desteklemelerini sağlayan topluluk kaynaklarını genişleten
bir şehirdir. Sağlıklı kent anlayışı, belirli bir sağlık statüsüne ulaşılmış ve
sağlık hizmetlerinin çok gelişmiş olmasını değil, sağlığın bilincinde olan ve
onu geliştirmek için çaba gösteren, bu bilinci ve misyonu yüklenen bir kent
yaklaşımını vurgulamaktadır. Sağlıklı kentler insanlara ve gezegene fayda
sağlayan yerleşim birimleridir. Bütün toplumun katılımını sağlayarak, tüm
toplulukların barış ve refah arayışına katılımını teşvik etmelidir. Sağlıklı
kentler, daha iyiye doğru değişim sağlamak, eşitsizliklerle mücadele etmek,
sağlık ve refah için iyi yönetişimi ve liderliği teşvik etmek amacıyla örnek
olmalı, öncülük etmelidir. Sağlıklı kentlerde inovasyon, bilgi paylaşımı ve
sağlık diplomasisine değer verilmeli ve desteklenmelidir. Sağlık Kentler
Ağı’nın vizyonunu da ifade eden, sağlıklı bir kentin temel özellikleri şunlardır
(WHO, 2023b):
Sağlıklı bir kent, kalkınmaya insanî bir yaklaşımı benimser, insana
yatırım yapmaya öncelik verir, herkesin ortak mal ve hizmetlere
erişimini sağlar. Bu özellik, kentsel gelişim için stratejik bir yaklaşım
olarak insan ve sosyal sermayeye yatırım yapma, katılımı, entegrasyonu
ve ayrımcılık yapmamayı teşvik etme, güven ve dayanıklılık oluşturma,
ahlâka ve değerlere odaklanma gibi insanî unsurları içerir.
Sağlıklı bir kent, insanların yaşama alanları ve biçimlerini,
yararlandıkları ortak mal ve hizmetleri etkileyen kararlara toplumun
katılımısağlayarak örnek teşkil eder. Toplumun ihtiyaç ve varlıklarına
dayalı olarak iyileştirilmiş kentsel alanlar ve hizmetler oluşturur. Sağlık
ve refah için daha güçlü hesap verebilirlik ve yönetişim ilkelerini
benimser. Bireysel sağlık ve refaha, güçlü ve dirençli bir topluma
önem verir.
Sağlıklı bir kent, ortak mal ve hizmetlerin değer temelli yönetimi
yoluyla toplumun refahının arttırılması ve varlıkların güçlendirilmesi
için çaba gösterir. Sosyal gelişmenin ilerici önlemleri, döngüsel
ekonomiye yatırım yapma, evrensel asgarî sosyal koruma gibi unsurları
içerir.
Ömer Faruk Tekin | 27
Sağlıklı bir kent hem insanların hem de gezegenin sağlık ve refahının
şehrin tüm iç ve dış politikalarının merkezinde yer almasını sağlar. Bu
özellik, bütün şehri içine alan bir sağlık ve refah yaklaşımı, yönetişim
düzeyleri arasındaki tutarlılık ve kentsel sağlığın kurumsal yapısının
güçlendirilmesi gibi ögeleri kapsar.
Sağlıklı bir kent sağlık ve refah arayışını kolaylaştıran erişilebilir
bir sosyal, fiziksel ve kültürel çevre yaratır. Bu özellik, ihtiyaç temelli
yaklaşımdan varlık temelli yaklaşıma geçiş, insan odaklı kentsel
gelişim ve planlama, sağlıkta eşitlik ve sürdürülebilirliğin kentsel
gelişim ve planlamaya entegre edilmesi, ortak alanların kullanımında
ve yönetiminde kapsayıcılığın arttırılması gibi unsurları içerir.
Sağlıklı bir kent, bütün eylemlerinde, politikalarında ve sistemlerinde
barışı teşvik ederek ve koruyarak örnek teşkil eder. Kurumlar, yönetim
sistemleri ve mimari sosyal adaleti ve kapsayıcı katılımı ön planda
tutmalıdır. Sömürücü olmayan eşitlikçi bir yaklaşım olan kapsayıcılık
ve eşitlik gibi kültürel normlar teşvik edilmelidir. Resmî yönetim ve
toplumsal normlar yolsuzluk, ayrımcılık ve her türlü şiddetle mücadele
etmelidir.
Sağlıklı kent, fiziksel ve sosyal çevreleri sürekli olarak yaratan, iyileştiren
ve insanların yaşamın tüm işlevlerini yerine getirirken ve maksimum
potansiyellerine ulaşmada birbirlerini karşılıklı olarak desteklemelerini
sağlayan topluluk kaynaklarını güçlendiren bir şehirdir (Hancock ve Duhl,
1988). Temel amacı, yerel yönetim, vatandaşlar ve çeşitli sosyal sektörlerin
işbirliği yoluyla hijyen ve sanitasyonun ötesine geçen yüksek bir yaşam
standardına ulaşmaktır. Şehirlerde yaşayan nüfusun oranı arttıkça, kentsel
alanlarda yaşam kalitesinin bozulması ve yoksulluğun artması bazı kent
bölgelerini hem fiziksel hem de sosyal olarak sağlıksız hale getirmiştir. Karmaşık
bir sosyal yapı, çeşitli sektörler arasındaki yaşam koşulları kalitesindeki
farklılıklar, nüfus yoğunluğu ve şehirlerdeki çeşitli faaliyetlerin yoğunlaşması
gibi çeşitli faktörler, çevrenin bozulmasına katkıda bulunmuştur. Sağlıklı
kent terimi, bir yandan ekoloji konusunda artan farkındalık ve kentsel çevre
refahına yönelik tehditlerle, diğer yandan da bütünleşik bir bakış açısıyla
sağlıklı kentsel alanlar yaratmayı amaçlayan uluslararası kuruluşlar tarafından
desteklenen bir dizi hareket veya grupla ilişkilendirilebilmektedir (Gonzalez-
Pérez ve Lois-González, 2005)
Sağlıklı kenti tam ve eksiksiz bir şekilde tanımlamak kolay değildir.
Kesin olan şudur ki, sağlıklı bir şehir, yalnızca iyi sağlık hizmetlerine sahip
olan bir şehirden daha fazlasıdır. Bu fikir, insanın ileriye dönük başarılarına
ve deneyimlerine imkân tanıyan bir yer olarak şehrin, içinde yaşayanların
28 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
sağlığının ve sağlıklı bir hayatının olmasında önemli bir rol oynadığını ima
etmektedir. Ancak her şehir benzersizdir ve kendine ait bir yaşam tarzı,
kendi ruhu ve maneviyatı, hatta kendi kişiliği vardır. Yine de tanımlamak
gerekirse, sağlıklı kent, sürekli genişleyen, insanlara hayatı aktif bir şekilde
yaşama ve birbirlerine destek olma fırsatları yaratan şehirdir. Böyle bir
tanımın merkezinde, sağlıklı bir şehirde ortak yaşam alanlarının olduğu ve
genel anlamda vatandaşların aynı hedefe doğru uyumlu bir şekilde çabaladığı
fikri yer almaktadır. Ancak kriz, çatışma ve onun yaratıcı çözümü de sağlıklı
bir şehrin parçasıdır. Bir şehir, vatandaşlarına güvenli ve yeterli gıda, güvenli
su temini, hijyen ve sanitasyon, barınacak bir yuva ve yoksulluktan kurtulma
gibi temel sağlık hizmetlerini sağlayamıyorsa, sağlıksız bir kent olmaktadır.
Ancak sağlıklı kent için bunların yine de yetersiz olduğu ve bir dizi çevresel
ön koşulun (ekonomik, fiziksel, sosyal ve kültürel) gerektiği, şehirde bütün
sağlık hizmetlerinden faydalanmak isteyen çoğu insanın kendileri ve aileleri
için beklediklerinin temel bir parçası olduğu açıktır. 20. yüzyılda Avrupa’daki
şehir yaşamının büyük bir kısmının berbat oluşu, birçok düşünüre bir
ütopik şehrin nelerden oluşabileceğini düşünmeye ilham vermiştir. Şehir
planlamasının kökeninin halk sağlığına dayanması ve bazı ülkelerde ulusal
sağlık, konut, çevre ve kültür bakanlıkları arasında sıklıkla yakın bağlantıların
bulunması tesadüf değildir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, kent
yönetimlerinin en önemli sorunlarından biri de bu kamusal işlevlerin ayrıntılı
bir bürokratik yapının parçası olarak, dikey programlarla ve ortak bir etki
yaratacak bütünlükte bölümlere ayrılarak iyi bir şekilde uygulanamamasıdır
(Ashton, 1988).
Bağışık Kent
İnsanlığın tarihte ve özellikle son yıllarda yaşadığı tecrübeler salgınların
biyolojik afetler olduğunu göstermektedir. COVID-19 pandemisinde
de görüldü ki, yerel ve küresel salgınlar yaşamın olağan düzenini bozarak
hem sağlıkla hem toplum ve ekonomiyle ilgili sorunlara yol açmış biyolojik
afetlerdir. Anti-mikrobiyal direncin ve kronik hastalıkların artması, ekonomik
sorunlar ve yoksullaşma, beslenme bozukluğu ve toplumun tehlikeli
enfeksiyonlar nedeniyle bağışıklık sisteminin zayıflaması, çevresel sorunlar
ve iklim değişikliği, hızlı nüfus hareketleri, temel sağlık hizmetlerinin kalitesi
ve erişilebilirliği gibi birçok faktöre bağlı olarak eski ve yeni enfeksiyon
etkenlerinin salgınlara yol açabileceği bilinmektedir (Şimşek, 2020: s. 104).
Kentlerin doğal felaketlere hazırlanması, geçmişten beri şehir
planlamasında sürekli olarak yer almış, sığınaklar inşa edilmiş, taşkınları
önlemek için drenaj tesisleri kurulmuştur. Ancak biyolojik afetler hükmündeki
sağlık felaketleri nadiren planlama stratejisi ve kentleşme tasarımlarına dahil
Ömer Faruk Tekin | 29
edilmektedir. Tarihin farklı dönemlerinde şehirler dünyanın tamamını veya
belli bir bölgeyi etkileyen birtakım sağlık risklerine ve salgın hastalıklara
maruz kalmaktadır. Bu salgınların etki derecesi çeşitli çevresel, sosyal ve
ekonomik nedenlerden dolayı şehirden şehre değişmektedir. Son yıllarda
başta COVID-19 salgını ve buna bağlı tehlikeler olmak üzere bulaşıcı ve
bulaşıcı olmayan hastalıkların oranlarındaki önemli artış, iklim değişikliği ve
diğer küresel çevre sorunlarının etkileri, hem insanlığa ciddi sağlık zararları
vermekte hem sosyal ve ekonomik kalkınmayı olumsuz etkilemektedir. Ekoloji
ilkelerine uygun olarak planlanıp tasarlanan sağlıklı şehirler, kendilerini
çevreleyen çevresel gerçeklerle uyumlu bir yapıya kavuşarak, insan sağlığını
ve doğal ekosistemleri koruyan bir yapı kurmaktadır. Dirençli ve bağışık
kent (immune city) sakinlerinin sağlığını geliştiren ve onların iş, ulaşım
ve üretim gibi günlük faaliyetlerini kolaylaştıran bir ortam sunmaktadır.
21. yüzyıldaki küresel sağlık sorunlarıyla başa çıkmak ve doğal kaynakları
korumak için şehirleri kentsel bağışıklık (urban immunity) ilkelerine göre
planlamak ve tasarlamak acil ve gerekli hale gelmiştir. Canlılarda bulunan
biyolojik bağışıklık bu konuda yol göstermektedir. Çünkü biyolojik
bağışıklığın bileşenleri ile kentin belirli bölümlerinin karşılaştırılması, kentin
beklenmedik ve istenmeyen olaylarla nasıl başa çıkacağını göstermektedir.
Buna uygun tasarlanan şehirler dünyada meydana gelen değişimlere uyum
sağlamak için bağışıklık sistemini geliştirebilir ve dayanıklı sistemler olarak
şekillenebilir (Mohammed Salih ve Hussein, 2021).
Kentsel sistem ciddi bir olayla bozulduğunda ve dengesizleştiğinde,
bazı kentsel unsurlar bu rahatsızlıklara tepki göstermeye başlayabilir ve
sistemin dengesini korumaya çalışabilir; bu reaksiyon biyolojik bağışıklık
tepkisine benzemektedir. Aslında şehirlerin fiziksel çevreleri, bağışıklığa
dayalı kentsel sistemin rahatsızlık alıcıları veya sensörleridir, çünkü fiziksel
kentsel çevre, şehirlerin soyut değişimlerinden doğrudan etkilenebilmektedir.
Bu arada kentin fiziksel formunun ve unsurlarının kendisi de bazen istikrarsız
bir kentsel sistemin nedenleri arasında olabilir. Çünkü kentsel formun
karmaşık yapısının farklı düzeylerinde (veya ölçeklerinde) fiziksel ve fiziksel
olmayan kent unsurları tutarlı bir şekilde işleyemeyebilir. Başka bir deyişle,
kentsel sistemin şehir planı ölçeği gibi daha yüksek düzeydeki yapısında
gerçekleşen dönüşümün, kentsel arazi ve konut dokusu gibi küçük ölçekli
kentsel sistemde buna karşılık gelen değişime yol açabileceği belirsizdir.
Kentsel bağışıklık mekanizması şehirlerin değişen dünyaya uyum sağlamasına
yardımcı olsa da mevcut kentsel planlama işlevselcilik tarafından yönetildiği
için kentsel sağlık ve bağışıklık kösteklenmektedir ve dolayısıyla bu kendi
kendini dengeleyen sistemi göz ardı etmektedir. Sonuç olarak kentsel planlar
sıklıkla kentsel sistemin dengesini bozmaktadır. Kentlerin doğasında var olan
30 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
bağışıklığın değeri keşfedilmeli ve planlamacılar bağışıklığa dayalı kentlerin
doğal işleyişini anlamalıdır (Chen ve Hsu, 2015).
Bir kentte yaşayan bireylerin sağlık durumlarının belirlenmesinde
biyolojik faktörlerin yanı sıra, yaşadıkları mekânın fiziksel, sosyal, kültürel ve
ekonomik koşulları da önem arz eder. Bu nedenledir ki kentin sağlığı kentte
yaşayan için; kentlinin sağlığı da kentin geleceği için birbirine bağlıdır. Kent-
sağlık ilişkisinden bakarsak, kentsel bağışıklık, kentlerin hastalıklara direnci
olarak tanımlanabilir. Nasıl ki insan için bağışıklığın temel bileşenleri hücre
ve dokular topluluğu ise; kentler için de bağışıklığının aktörleri, kentin
temel işlevleri ve bunların yönetim sistemidir. İnsan vücudu için öngörülen
bağışıklık unsurları kent kapsamında düşünülürse ve sağlıklı kenti/bağışık
kenti oluşturacak gereklilikler kente uyarlanırsa benzer hususlar ikisi için
de geçerli olmaktadır. İnsanların yoğun olduğu bir yerleşim birimi olan
kent için, yerleşimin alt ve üstyapı unsurları vücudun organları gibidir.
Kentin sürdürülebilirliği yaşamın ve vücut bütünlüğünün korunmasına,
kentsel direnci sağlayan unsurlar da vücut direncine benzemektedir. Kentin
kullandığı kaynaklar vücudun beslenmesine benzerken, kentin çevresi, göç
alması, büyümesi, tehditlere maruz kalması vücuda zarar verebilecek dış
faktörler gibidir. Kentin yönetimi de tüm bu bileşenleri koordine eden
insanın iradesine benzemektedir. Bu bileşenler birlikte değerlendirildiği
zaman bağışık kent, kentsel topraklarının altyapı ve üstyapı unsurları sağlıklı
olan, çevresel ve ekonomik sürdürülebilirliği hedefleyen, planlı ve kontrollü
bir şekilde büyümeye devam eden ve bu bileşenleri yönetebilecek birimlere
sahip olan şehirdir (Negiz ve Savaş-Yavuzçehre, 2021: s. 51-53).
Toplum ve çevre sağlığını doğrudan etkilediğinden dolayı kentsel
mekânların ve yaşam alanlarının planlanması, sağlıklı bir kentsel alan
ve çevre oluşturulması oldukça önemlidir. Kentsel sağlığı ve bağışıklığı
geliştirmek için, kent yönetimlerinin kentsel planlama sürecinde çevre ve
toplum sağlığını dikkatle değerlendirmeleri gerekmektedir. Kentsel planlama
süreçlerinde bu hususların yeterli ölçüde gözetilmediği COVID-19 salgınının
hızla yayılmasıyla anlaşılmıştır. Bu durum, kentlerin halk sağlığı açısından
gelecekte yaşanabilecek diğer afet ve salgınlara ilişkin hazırlık ve planlama
yapmalarının zorunlu olduğunu ortaya koymuştur (Öztaş-Karlı ve Çelikyay,
s. 2020: 322-323).
Covid-19 sürecinde, ekonomi, siyaset, sağlık sektörü, toplumsal yapı,
kişisel ve sosyal ilişkiler, insanların devletten beklentilerini ve toplumun
bakış açısını değişmiştir. Bütün dünyanın ve insanların tecrübe ettiği gibi,
Covid-19 pandemisi, sağlık, toplum, ekonomi ve daha birçok sektörde ve
sosyal alanda küresel çapta krizlerin çıkmasına sebep olmuştur. Günümüzde
Ömer Faruk Tekin | 31
kentlerin varoluşlarının ilk şartı, bundan sonra karşılaşacakları krizler ve
kentsel şoklara dirençli ve hazırlıklı olmalarıdır. Kentliler kadar kentlerin
de kırılgan olmaması, dirençli, sağlıklı, bağışık olması büyük bir önem
taşımaktadır. Bu önemli hususların sağlanması için öncelikle, merkezî
yönetim, yerel yönetimler ve diğer kamu kurum ve kuruluşları, yurttaşlar,
sivil toplum örgütleri ve özel sektör kuruluşları olmak üzere bütün kentli
paydaşlar dünyanın, kentlerin ve insanoğlunun geleceği için birlikte
çalışmalıdır (Negiz ve diğerleri, 2021: s. 150).
SONUÇ
Kamu yönetiminde kriz yönetimi yerel ve ulusal düzeyde toplumu
etkileyen krizleri engellemek, etkilerini azaltmak veya sonlandırmak amacıyla
kullanılan politika ve stratejilerden oluşmaktadır. Birden çok ülkede ve/
veya bütün dünyada etkili olan kamusal krizlerde uluslararası işbirliği de
gerekli olmaktadır. Ancak her durumda dünya nüfusunun yarıdan fazlasının
yaşadığı kentler ve sakinleri bu krizlerin etkisine daha fazla maruz kalmakta
ve daha çetin bir mücadelenin içine girmektedir. Kent yönetimleri açısından
bu olağanüstü ve bunalımlı dönemlere hazırlık yapmak, yerleşim birimlerini
daha esnek ve dirençli bir yapıya kavuşturmak önemli görevlerden biri haline
gelmiştir.
Kentleri etkileyen krizler arasında çevre ve iklim sorunları, insan kaynaklı
felâketler, doğal afetler ve şoklar, bulaşıcı hastalık, pandemi ve diğer biyolojik
afetler, nüfus ve kentleşme sorunları, sektörel durgunluklar, siyasî ve idarî
çatışma ve çözümsüzlükler, kentsel güvenliği tehdit eden suç ve şiddet
olayları, insan hakları ve kişisel özgürlüklerin ihlâli sayılabilir. Kentlerin bu
sıra dışı ve sıkıntılı durumlardan mümkün olduğunca kayıp vermeden ve
hasar almadan kurtulabilmesi için, yani daha dirençli, sağlıklı ve bağışık hale
gelebilmeleri için şu hususlara önem verilmelidir:
Kentleşmenin iyi planlanması ve yönetilmesi,
Yerinden edilmiş nüfusun başarıyla yönlendirilmesi,
Doğal ve insan kaynaklı afetlere ve iklim değişikliği sorunlarına
hazırlıklı olunması,
Yurttaşların kenti bekleyen tehditler konusunda bilinçlendirilmesi ve
yerel politikalara halk katılımının sağlanması,
Çatışma ve şiddeti tetikleyen sorun alanlarının ortadan kaldırılması,
Yerleşim birimlerinde emniyet ve güvenin sağlanması,
Kent ve çevresinde risk unsurlarının en aza indirilmesi,
32 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
Yoksulluğun, düzensiz mahallelerin ve kentsel alanlar arasındaki
dengesizliklerin giderilmesi.
Kentsel kriz yönetiminde her şeyden önce şehir ve çevresinin savunmasız
unsurlarının ve zayıf yönlerinin ortaya konulması, muhtemel krizlerin tanım
ve özelliklerinin belirlenmesi, bu krizlere karşı yapılacak mücadelede şehrin
güçlü yönlerinin ve çıkabilecek fırsatların iyi analiz edilmesi gerekmektedir.
Her kentin ve çevresinin sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik dinamikleri
farklı olduğundan, kentlerin bu sıra dışı durumları yaşaması, etkilenme
düzeyi ve tedbirleri de farklılık gösterebilmektedir. Bu sebeple kentler kendi
sosyal, ekonomik, doğal ve çevresel niteliklerini göz önünde bulunduran
hazırlıklar yapmalı, kentsel mekânları, altyapı ve üstyapı unsurlarını buna
göre planlamalı ve inşa etmelidir.
Ömer Faruk Tekin | 33
KAYNAKÇA
Ashton, J. (1988). Healthy Cities. World Health, June 1988, 9-11.
Barbehön, M., & Münch, S. (2017). Interrogating the city: Comparing locally
distinct crisis discourses. Urban Studies, 54 (9), 2072–2086. https://doi.
org/10.1177/004209801561300
Beall, J., Goodfellow, T., & Rodgers, D. (2013). Cities and Conflict in Frag-
ile States in the Developing World. Urban Studies, 50 (15), 3065–3083.
https://doi.org/10.1177/0042098013487775
Boin, A. (2023, September 25). Crisis management. Encyclopedia Britannica.
https://www.britannica.com/topic/crisis-management-government
Boin, A., ‘t Hart, P., Stern, E. & Sundelius, B. (2017). The politics of crisis man-
agement: Public leadership under pressure. Cambridge University Press.
Brown, D., Boano, C., Johnson, C., Vivekananda, J. & Walker, J. (2015). Urban
crisis and humanitarian responses: A literature review. The Bartlett Develop-
ment Planning Unit, UCL (University of London).
Chen, C.-H., & Hsu, L.-F. (2015). A Study of Immunity-based Urban System:
A Morphological Approach. Procedia Computer Science, 60, 652–661.
https://doi.org/10.1016/j.procs.2015.08.201
Desouza, K. C., & Flanery, T. H. (2013). Designing, planning, and managing
resilient cities: A conceptual framework. Cities, 35, 89–99. https://doi.
org/10.1016/j.cities.2013.06.003
Drennan, L.T., McConnell, A. & Stark, A. (2015). Risk and crisis management
in the public sector. Routledge. https://doi.org/10.4324/9781315816456
European Commission (2013). Adaptation Strategies for European Cities Final
Report. European Commission, Directorate General for Climate Action.
Farazmand, A. (2014). Crisis and Emergency Management: Theory and Prac-
tice. A. Farazman (Ed.), Crisis and Emergency Management: Theory and
Practice, içinde (ss. 1-10). Routledge.
Florida R. (2017). The new urban crisis: How our cities are increasing inequality,
deepening segregation, and failing the middle class-and what we can do about
it. Basic Books.
Garayev, V. (2013). Crisis, definition of. K. B. Penuel, M. Statler ve R. Ha-
gen (Ed.), Encyclopedia of crisis management, içinde (ss. 186-187), SAGE
Publications.
Gonzalez-Pérez, J. M. & Lois-González, R. C. (2005). Healthy city. Roger W.
Caves (Ed.), Encyclopedia of the city, içinde (ss. 336-337), Routledge.
Hamilton, W. A. H. (2009). Resilience and the city: the water sector. Proceedings
of the Institution of Civil Engineers - Urban Design and Planning, 162 (3),
109–121. https://doi.org/10.1680/udap.2009.162.3.109
34 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
Hancock, T. & Duhl L. (1988). Promoting health in the urban context. World
Health Organization Healthy Cities Papers. FADL Publishers
Henstra, D. (2012). Toward the climate-resilient city: Extreme weather and
urban climate adaptation policies in two Canadian provinces. Journal
of Comparative Policy Analysis: Research and Practice, 14 (2), 175–194.
https://doi.org/10.1080/13876988.2012.665215
IFC (2018). Climate investment opportunities in cities - An IFC analysis. Interna-
tional Finance Corporation, World Bank Group.
IPCC (2007). Climate Change 2007: Impacts, Adaptation and Vulnerability. Con-
tribution of Working Group II to the Fourth Assessment Report of the
Intergovernmental Panel on Climate Change, M.L. Parry, O.F. Canziani,
J.P. Palutikof, P.J. van der Linden and C.E. Hanson (Eds.), Cambridge
University Press.
Kaya, Y. (2018). İklim değişikliğine karşı kentsel kırılganlık: İstanbul için bir
değerlendirme. International Journal of Social Inquiry, 11 (2), 219-257.
Kidokoro, T., Okata, J., Matsumura, S. & Shima, N. (Eds.) (2008). Vulnerable
cities: Realities, innovations and strategies. Springer
Linstone, H. A. & Mitroff, I. I. (1994). The challenge of the 21st century: Man-
aging technology and ourselves in a shrinking world. State University of New
York Press.
Meerow, S., Newell, J. P., & Stults, M. (2016). Defining urban resilience:
A review. Landscape and Urban Planning, 147, 38–49. https://doi.
org/10.1016/j.landurbplan.2015.11.011
Merriam-Webster (2023). Crisis. Merriam-Webster dictionary. https://www.
merriam-webster.com/dictionary/crisis
Mohammed Salih, N. M., & Hussein, S. H. (2021). Cities after pandemic:
Enabling social distancing as a new design standard to achieve urban im-
munity. Acta Scientiarum Polonorum Administratio Locorum, 20 (4), 345–
360. https://doi.org/10.31648/aspal.6825
Moir, E., Moonen, T., & Clark, G. (2014). What are future cities? Origins, mean-
ings and uses, compiled by the business of cities for the foresight future of cities
project and the future cities catapult. Government Office for Science.
Najafnezhad Asl, S., Mohammadi Moghadam, Y. & Poormoosavi, S. (2019). The
role of passive defense in urban crisis management from urban managers’
perspective. International Journal of Human Capital in Urban Manage-
ment, 4 (3), 205-212. https://doi.org/10.22034/IJHCUM.2019.03.05
Negiz, N. & Savaş-Yavuzçehre, P. (2021). Viral çağda kent ve kentsel bağışıklık.
Gazi Kitabevi.
Negiz, N., Savaş-Yavuzçehre, P. & Yalçın, Ö. (2021). Covid-19 sürecinde kent-
ler ve kentliler: Yaşananlar ve beklentiler üzerine tespitler (Göller Böl-
gesi bulguları). Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Ömer Faruk Tekin | 35
Dergisi, 39 (Covid 19 Özel Sayısı), 135-153. https://doi.org/10.17065/
huniibf.885113
Okeke, F. O., Eziyi, I. O., Udeh, C. A., & Ezema, E. C. (2020). City as habitat;
Assembling the fragile city. Civil Engineering Journal, 6 (6), 1143-1154.
http://dx.doi.org/10.28991/cej-2020-03091536
Öztaş-Karlı, R. G. & Çelikyay. S. (2020). Akıllı Kentlerin Gelişiminde Covid-19
Etkisi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sal-
gın Hastalıklar Özel Sayısı, 321-338.
Penuel, K. B., Statler, M. & Hagen, R. (2013). Introduction. K. B. Penuel, M.
Statler ve R. Hagen (Ed.), Encyclopedia of crisis management, içinde (ss.
xxv-xxvii), SAGE Publications.
Proag, V. (2014). The concept of vulnerability and resilience. Proce-
dia Economics and Finance, 18, 369–376. https://doi.org/10.1016/
S2212-5671(14)00952-6
Rosenthal, U., ‘t Hart, P. & Charles, M.T. (1989). The world of crises and cri-
sis management. U. Rosenthal, M. T. Charles ve P. T. Hart (Ed.), Cop-
ing with crises: The management of disasters, riots and terrorism, içinde (ss.
3-33). Charles C. Thomas Publisher.
Rosenthal, U., ‘t Hart, P. & Kouzmin, A. (1991). The Bureau-Politics of Cri-
sis Management. Public Administration, 69 (2), 211–33. https://doi.
org/10.1111/j.1467-9299.1991.tb00791.x
Selby, J. D., & Desouza, K. C. (2019). Fragile cities in the developed world:
A conceptual framework. Cities, 91, 180-192. https://doi.org/10.1016/j.
cities.2018.11.018
Şimşek, Z. (2020). Biyolojik afet olarak Covid 19 pandemisi özelinde mevsim-
lik tarım işgücü ve ailelerine yönelik temel sağlık hizmetlerinin sunumu.
Sağlık ve Toplum, Özel Sayı, 103-111.
Takano, T. (2004). Development of “Healthy Cities” and Needs of Research. T.
Takano (Ed.), Healthy Cities and Urban Policy Research, içinde (ss.1-9),
Spoon Press.
Tekin, Ö. F. (2015). Kriz yönetimi ve kamu yönetimi için önemi. Selçuk Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Dergisi, 18 (2), 119-135.
Tekin, Ö. F. (2014). Importance of crisis management for public administra-
tion: The practice in Turkish public administration. The 2014 WEI (West
East Institute) International academic conference proceedings, ss. 163-171,
Budapest, Hungary.
Tutar, H. (2021). Kriz ve stres yönetimi. Seçkin Yayınevi.
UN DESA (2019). World urbanization prospects: The 2018 Revision (ST/ESA/
SER.A/420). United Nations Department of Economic and Social Af-
fairs, Population Division. United Nations.
36 | Kentsel Kriz ve Krizler Çağının Kent Modelleri
UN ECOSOC (2018). Sustainable cities, human mobility and international mi-
gration, Report of the Secretary-General (E/CN.9/2018/2). Commission on
Population and Development, UN Economic and Social Council, United
Nations.
UNEP (2007). Cities and Urban Vulnerability in the context of Urban Environ-
mental Management (Concept Paper). United Nations Environment
Programme.
UNISDR (2009). 2009 UNISDR terminology on disaster risk reduction. United
Nations International Strategy for Disaster Reduction.
Wamsler, C., Brink, E., & Rivera, C. (2013). Planning for climate change in
urban areas: From theory to practice. Journal of Cleaner Production, 50,
68–81. https://doi.org/10.1016/j.jclepro.2012.12.008
WHO (2023a). Emergencies. World Health Organization. https://www.who.int/
europe/emergencies/our-work-in-emergencies/health-hazards-non-in-
fectious#:~:text=Complex%20emergencies%20combine%20in-
ternal%20conflict,disasters%20associated%20with%20natural%20
hazards.
WHO (2023b). WHO European Healthy Cities Network. World
Health Organization. https://www.who.int/europe/groups/
who-european-healthy-cities-network
Weaver, T. (2017). Urban crisis: The genealogy of a concept. Urban Studies, 54
(9), 2039–2055. https://doi.org/10.1177/0042098016640487
World Bank (2016). Investing in Urban Resilience: Protecting and Promoting De-
velopment in a Changing World. World Bank Group.
37
Bölüm 2
Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
Hasibe Körbalta1
Özet
“Su” dünya üzerindeki tüm canlı varlıklar için yaşamın birincil gereksinimidir.
Gezegenimizin dörtte üçü sularla kaplı olsa dahi insanların kullanabileceği
tatlı su miktarı ise toplam su miktarının sadece %0,0002’si kadardır. Küresel
ısınma ve iklim değişikliği sebebiyle yağış rejimleri değişmekte, dünyanın kimi
bölgeleri kuraklık kimi bölgeleri ise taşkın ve sellerle mücadele etmektedir.
Nüfus artışı, kentleşme ve beşeri faaliyetler sahip olduğumuz kullanılabilir
tatlı su kaynakları üzerindeki talep baskısını artırırken, mevcut su kaynakları
ise kirletici unsurlar sebebiyle kullanılamaz hale gelmektedir. Su krizleri her
geçen gün insanlığı ve diğer çevresel bileşenleri daha fazla tehdit eder hale
gelmektedir. Bilim ve teknolojide ilerleyen insanoğlu bir zamanlar kurduğu
her yerleşime su götürebilir becerideyken artık günümüz dünyasında
götürülebilecek bir su kaynağının kalıp kalmadığı tartışılmaya başlanmıştır. Bu
tartışmalar neticesinde ortaya çıkan yegane çözüm ise suyun kendi havzasında
yönetilmesi ve yerleşimlerin mevcut su kaynaklarının sürdürülebilirlikleri
kapsamında şekillenmesi yönündedir. Bilimsel araştırmalar arazi kullanımının
su kaynakları ve su tüketimi üzerindeki etkilerini gösterirken kent planlama
süreçlerinde su odaklı çalışmalar önem kazanmaya başlamıştır. Bu çalışmada
dünyada ve ülkemizde önemli bir sorun haline gelmeye başlayan su krizi ve
kuraklık sürecine karşın kent planlama çalışmalarıyla alınabilecek önlemler
sıralanmıştır. Kenti oluşturan konut, sanayi, ulaşım ağları, yeşil alanlar
gibi kentsel fonksiyonların tasarımında dikkat edilmesi gereken hususlar
sıralanırken, üst ölçeklerden alt ölçeklere doğru su kaynaklarına duyarlı
planlama süreçleri hakkında öneriler getirilmiştir. Çalışma kapsamında su
duyarlı planlama çalışmalarına yönelik bilimsel araştırmalar temel alınmış,
planlama ölçeğinde ise ülke ve bölge ölçeğinden mahalle ölçeğine kadar
uzanan su duyarlı bir planlama süreci tariflenmiştir.
1 Dr., Şehir Plancısı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel
Müdürlüğü, h.boyar@gmail.com, ORC-ID:0000-0003-3206-7309
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1085
38 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
GİRİŞ
Su, “H2O” şeklinde simgelenen, sözlük anlamı olarak hidrojenle oksijenden
oluşan, sıvı durumunda bulunan, renksiz, kokusuz, tatsız madde” (TDK, 2022)
şeklinde tanımlanan, ancak fiziksel özelliklerinin yanı sıra sosyal, ekonomik
ve ekolojik açılardan da farklı disiplinlerce farklı şekillerde de tanımlanabilen
bir varlıktır.
Gezegenimizin dörtte üçü sularla kaplı olup, sular bulundukları yere ya
da tatlarına göre sınıflandırılırlar. Okyanuslar, denizler, akarsular, dereler ve
göllerde bulunan sular yüzeysel sular iken toprak yüzeyinin altında, durgun
veya hareket halinde olan sular ise yeraltı suları olarak isimlendirilir. Su; toprak
ve atmosfer arasında bir döngü içerisindedir. Bu döngüye hidrolojik döngü
ya da suyun hidrolojik çevrimi denir. Bu çevrim içerisinde su buharlaşarak
gaz haline geçer ve atmosfere karışır, ardından yoğunlaşarak yağış haline
geçer ve tekrar toprak yüzeye döner. Dönen suların bir kısmı yeraltına
süzülerek akifer ismi verilen yeraltı sularını taşıyan tabakalar aracılığıyla, bir
kısmı ise yerüstü drenaj kanallarından dereler, göllere, akarsular ve denizlere
dönerek çevrimi tamamlar. Hidrolojik çevrim içerisinde su sürekli hareket
halindedir ve toplam hacmi sabittir. Bununla birlikte su kaynaklarının miktar
ve içerikleri bölgesel olarak farklılıklar gösterebilmektedir.
Tatlarına göre bakıldığında içerisinde %1‘den daha az oranda çözünmüş
tuz içeren sular tatlı sular olup akarsular, dereler ve bazı göllerdeki sular
bu kapsamda değerlendirilir. Tuzlu sular ise çok daha fazla miktarda tuz
içeren, tuzlu olmasından dolayı iletkenliği daha fazla olan ancak içme suyu
olarak kullanıma uygun olmayan sulardır. Okyanuslarda, denizlerde ve tuz
göllerinde bulunan sular tuzlu sulardır. Acı sular ise tatlı sular ile tuzlu sular
arasında bir tuzluluk oranına sahip ve bunun yanında farklı mineralleri de
içeren sulardır. Dünyada hidrolojik çevrim içerisinde bulunan toplam su
miktarı yaklaşık olarak 1.385.000.000 km3 olarak tahmin edilmektedir. Bu
suların %96’sı tuzlu olup kalan %4’ü tatlı sulardan oluşmaktadır. Tatlı sular
kapsamında ise insanların ve ekosistemlerin kullanabileceği akarsulardaki
suların miktarı ise sadece 2.120 km3 kadardır. Yani dünyadaki toplam su
miktarının yaklaşık olarak %0,0002’si kadardır (USGS, 2019).
Su kaynakları insan ve diğer tüm ekosistemler için yaşamın
vazgeçilmezidir. Bazı canlıların vücut ağırlıklarının %90’ını su oluştururken,
yetişkin bir insan vücudunun %60 kadarı sudur. Vücut ağırlığının yüzdesi
olarak su kaybının %1 oranında olması susuzluk hissine, ısı düzeninin
bozulmasına, performansın azalmasına, %7 oranında azalması fiziksel
etkinlik sürerse bayılmaya, %11 oranında azalmasının ise ölüme neden
olabileceği belirtilmektedir (SUDER, 2023). Öte yandan; kişinin hayatını
Hasibe Körbalta | 39
devam ettirebilmesi için günde toplam 50 litre suya (5 litre içme suyu, 20
litre sanitasyon, 15 litre banyo ve 10 litre yemek hazırlamak için) ihtiyaç
duyduğu hesaplanmıştır (Gleick, 1996: s. 88).
Dünyada suyun kullanım alanlarına bakıldığında en büyük oranın tarımsal
kullanımda (%70) olduğu, bunu evsel kullanım (%22) ve endüstriyel
kullanımın (%8) takip ettiği görülür (T.C. Kalkınma Bakanlığı, 2018: s.
2). Bir kişinin günlük gıda ihtiyacını karşılamak için 2 000-5 000 litre suya
ihtiyacı vardır. 1 kg. prinç üretmek için 3.400 litre, 1 kg. sığır eti üretmek
için 15.500 litre ve 1 kg. çikolata üretmek için 24.000 litre suya ihtiyaç
bulunmaktadır (Hoekstra, 2008: s. 54). Endüstride ise su enerji elde etme,
soğutma, işlemden geçirme, temizleme, buhar oluşturma, ulaştırma gibi
işlevlerde kullanılmaktadır. Endüstriyel ürünlerdeki su ayak izi 1ABD Dolar
için 80 litreye karşılık gelmektedir. Ürün özelinde su ayak izini hesaplamak
oldukça güçtür. Bunun nedeni ise endüstriyel ürünlerdeki çeşitlilik, üretim
zincirlerindeki karmaşıklık ve milletler ve şirketler arasında farkların
olmasıdır Bununla birlikte ürünler özelinde yapılan kimi hesaplamalarla
endüstriyel su kullanımı için üretimde kullanılan su miktarı hakkında fikir
edinilebilir. Örnek olarak; 1 adet A4 kağıdı 5,1 litre; 1 adet pamuklu t-shirt
2.720 litre, akıllı telefon 12.760 litre ve bir araba için 52.000-83.000 litre su
kullanılmaktadır (Water Footprint Calculator, 2022).
Su kaynaklarının tarihsel süreç içerisindeki kullanımı ve yönetimi
incelendiğinde ilk insan yerleşimlerinin su kıyılarında kurulduğu
görülmektedir. Bununla birlikte insan medeniyetindeki gelişmeler ve
ürettiği araçlar yardımıyla insanın çevresini şekillendirebilme becerisi
kazanması, su kaynaklarından uzakta da yerleşim kurmasına olanak
sağlamıştır. İnsanlar, su kanalları, su kemerleri, sarnıçlar ve bunun gibi
yapısal çözümlerle suyu depolayabilmiş ve sudan uzakta kurdukları
yerleşimlerine su taşıyabilmişlerdir. Yakın çağa gelindiğinde ise teknolojinin
gelişimi sayesinde insanlar büyük rezervuarlar inşa etmeye, geliştirilen
pompa sistemleri ve dağıtım şebekeleri ile su kaynaklarına bağlı yerleşimler
kurmaktan vazgeçerek, su kaynaklarını yerleşimlerine göre şekillendirmeye
başlamışlardır. Büyüyen şehirlerin su ihtiyaçlarını karşılamak için artık
akarsu yatakları değiştirilmeye, su kendi havzasından farklı havzalara
nakledilmeye başlanmıştır. Fakat 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde,
geliştirilen bunca sistemin artık yetersiz kaldığı ve hatta zorunlu bir
paradigma değişimine ihtiyaç duyulduğu anlaşılmıştır. Çünkü artık asıl
problem suyun bir yerden başka bir yere götürülebilmesi değil, götürülecek
miktarda ve uygun kalitede suyun bulunmaması durumudur. Kentler artık
su krizi ile karşı karşıyadır.
40 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
SU KRİZİ VE KURAKLIK
Suyla ilgili sorunlar literatürde ve günlük hayatta “su krizi”, “su stresi”,
“su kıtlığı”, “su riski” ve “su yoksulluğu” gibi tanımlamalarla anlatılmaya,
sınıflanmaya ve ölçülmeye çalışılmaktadır. Bu tanımlamaların ortak
noktasında ise su kaynaklarının kentler için artık yetersiz kaldığı gerçeği
bulunmaktadır. Bu süreci ortaya çıkaran nedenlerin başında küresel ısınma
ve yağış rejimlerindeki değişimler gelmektedir. Küresel ısınma ve yağış
rejimlerindeki düzensizlikler su varlığının bölgesel olarak yoğunluğunun
farklılaşmasına neden olmaktadır.
Küresel hava hareketlerinin son dönemlerde böylesine farklılaşmasındaki
temel etken, Hadley Cell genleşmesi adı verilen iklim değişikliğine bağlı bir
fenomendir. Hadley Cell genleşmesi nedeniyle bulutlar ekvatordan kutuplara
doğru hareket etmektedir. Bu ise Sahra altı Afrika, Orta Doğu ve Orta
Amerika gibi ekvatoral bölgelerde yağışların azalmasına sebep olmaktadır.
Yağışların arttığı bölgelerde ise yoğun ve kısa süreli yağışlar sebebiyle
seller ve taşkınlar artmaktadır. Günümüzde en az 21 milyon insan her yıl
taşkın riski altındayken bu sayının 2030’a kadar 54 milyona yükseleceği
öngörülmektedir (Schleifer, 2017).
Küresel iklim değişikliğinin bir diğer etkisi buzullar üzerinde
gerçekleşmektedir. Yapılan tahmini hesaplamalara göre dünyadaki su
varlığının %96,54’lük kısmı okyanuslarda ve denizlerde bulunan tuzlu
sulardan oluşmaktadır. İnsanların kullanabileceği tatlı sular ise kalan %3,46’lık
kısımdır. Bu miktarın ise %1,74’ü buzullarda ve kalın kar kütlelerinde
depolanmaktadır (USGS, 2019). Ancak Grönland ve Antarktika gibi buz
kütlelerinin tek rolü bünyelerindeki tatlı suyu muhafaza etmek değildir. Bu
buz kütleleri hava ve iklim üzerinde serinletici etkiye sahiptir. Kuzey Kutup
Denizi buzu, kutup bölgelerini serin tutar ve küresel iklimin ılıman olmasına
yardımcı olur. Bunu sahip olduğu soğuk buz kütlelerinin yanında ışığı
yansıtan yapısıyla da gerçekleştirir. Deniz buzu parlak bir yüzeye sahiptir
ve güneş ışığının yüzde 80’ini tekrar uzaya yansıtır. Yaz aylarında deniz
buzu eridiğinde, koyu renkli okyanus yüzeyi açığa çıkmaktadır. Okyanus
yüzeyi ise buz yüzeylerin tersine güneş ışığının yüzde 90’ını emer ve bu
olay okyanusların ısınmasına sebep olur (NSIDC, 2023). Kutuplardaki
ve yükseklerdeki buz yüzeylerin bu şekilde faydaları varken küresel ısınma
sebebiyle bu kütleler erimekte ve tuzlu deniz suyuna karışmaktadır. Kuzey
Kutup Denizi’ndeki buz kütlesinin son yarım yüzyılda önemli ölçüde
azaldığı ve bu azalmanın %10’unun sadece son 30 yılda eridiği, 1912’den bu
yana Klimanjaro Dağları’ndaki büyük kar ve buzul kütlelerinin %80’inden
fazlasının eridiği raporlanmıştır. Yükselen sıcaklık ve eriyen buz kütleleri
Hasibe Körbalta | 41
okyanus sularının ısınmasına ve hacimlerinin genişlemesine neden olurken
deniz suyu seviyeleri de yükselmektedir (Glick, 2023). Hükümetler Arası
İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Raporuna göre, bu etki son yüz yılda
deniz seviyesinde 10-20 cm arasında yükselmeye neden olmuştur. Deniz
seviyesindeki her 2,5 cm.lik yükselmenin ortalama 2,4 cm yatay çekilmeyle
sonuçlandığı hesaplanırken, bu çekilmenin özellikle tatlı su akiferlerine
girmesinin hem tatlı su kaynaklarına hem de bu kaynaklarla sulama yapılan
tarım alanlarına zarar vereceği vurgulanmaktadır (Oppenheimer ve diğerleri,
2019)
Yağış rejimlerindeki değişiklikler dünyanın kimi bölgelerinde yağış, sel
ve taşkınları artırarak yerleşimleri tehdit ederken, kimi bölgelerinde ise
yağışların azalmasına, su kıtlığına ve kuraklığa neden olmaktadır.
Kuraklık
ABD Kuraklık İzleme Merkezi’ne göre 1980lerden günümüze değin
150’den fazla kuraklık tanımı yapılmış olup (NDMC, 2023) bu tanımlar
meslekî disiplinlere ve çalışma alanlarına göre (meteoroloji, tarım,
coğrafya gibi) farklılıklar arz etmektedir. Dünya Meteoroloji Örgütü
(World Meteorological Organization - WMO) kuraklığı, Yağış eksikliğinden
kaynaklanan, yavaş başlayan bir olgu şeklinde salt yağış kapsamında
tanımlamaktadır (WMO, 2020). Hükümetlerarası İklim Değişikliği
Panelinde (IPCC) kuraklık “ciddi bir hidrolojik dengesizliğe neden olacak kadar
uzun süreli kuru havanın bulunduğu anormal bir dönem(IPCC, 2012) olarak
tanımlarken, Avrupa Kuraklık Gözlemevi (European Drought Observatory
- EDO) iklimsel bir tanımlama yapmaktadır. Buna göre kuraklık, uzun süren
hava koşulları özelliği sebebiyle “hidrolojik dengeyi etkileyen sürekli olağandışı
kuru hava koşulları ile karakterize edilen aşırı bir iklim” (EDO, 2023) şeklinde
tanımlanmaktadır.
Literatür incelendiğinde kuraklığın sadece yağışların azalmasından
ibaret olmadığı, sonuçlarının da sadece meteorolojik yağışlarla ya da tarım
sektörüyle ilgili olmadığı, hatta kuraklığın bir afet türü olarak sınıflandırıldığı
görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization) kuraklığı,
dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelebilecek doğal iklim döngüsünde uzun
süreli kuru bir dönemolarak tariflerken, yağış eksikliği ile karakterize edilen
ve su kıtlığına neden olan yavaş başlayan bir afet olarak tanımlamaktadır
(WHO, 2023). Kuraklığın dünya üzerindeki etkilerini en geniş anlamda
yansıtan organizasyonlardan birisi olan UNCCD tarafından yayınlanan
raporda; 2000-2022 yılları arasında kuraklıkların sayısı ve süresinin %29
arttığı, kuraklığın doğal afetlerin %15’ini oluşturduğu ancak en fazla zarara
42 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
neden olduğu, 1970-2019 arasında yaklaşık 650.000 kişinin ölmesine neden
olduğu, 2022’de 2,3 milyardan fazla insanın su sıkıntısı yaşadığı, yaklaşık
160 milyon çocuğun şiddetli ve uzun süreli kuraklığa maruz kaldığı ve
1998’den 2017’ye kadar kabaca 124 milyar ABD doları küresel ekonomik
kayba neden olduğu ifade edilmiştir (UNCCD, 2022: s. 9). Aynı raporda
yayımlanan küresel ölçekteki kuraklık hassasiyetleri gösteren haritada ise
başta Afrika ve Asya’nın güneyi olmak üzere dünyanın birçok bölgesinin
kuraklığa karşı hassas olduğu görülmektedir (Şekil 1).
Şekil 1. Küresel Kuraklık Hassasiyeti
Kaynak: UNCCD, 2022: s. 15.
Kuraklığın bu denli zararlı bir afet olmasının nedeni ise birbirini tetikleyen
doğrudan ve dolaylı etkilere sahip olmasıdır. Kuraklığın en temel doğrudan
etkisi olan su kıtlığı ile kamusal su arzı azalarak tarımsal ürün verimsizliği,
arazi bozulmaları ve çölleşme gibi süreçler gelişmektedir. Diğer yandan bu
süreçlerin bir sonucu olarak geçim kaynakları zarar görmekte, gıda fiyatları
artmakta ve yoksulluğun derinleşmesiyle göç hareketlerinin hızlanması gibi
dolaylı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ekosistemler zarar görürken biyolojik
çeşitlilik kayıpları ve sonucunda besin zincirindeki bozulmalar ise kuraklığın
çevre üzerindeki olumsuz etkileri olarak ortaya çıkmaktadır (UNDRR,
2021: s. 42).
Kuraklık Çeşitleri ve Kuraklık Süreci
Kuraklık çeşitlerine yönelik literatürdeki çalışmaların başında Wilhite ve
Glantz’ın (1985: s. 4-8) çalışması gelmektedir. Wilhite ve Glantz kuraklığı
dört şekilde sınıflamıştır. Bunlar; meteorolojik, hidrolojik, tarımsal ve
Hasibe Körbalta | 43
sosyoekonomik kuraklıklardır. Meteorolojik kuraklık en basit tanımıyla bir
alanın normalden uzun süre ortalamalar altında yağış almasıdır. Yağışlardaki
azalma yüzeysel sularda ve yeraltı sularında azalmaya sebep olmakla birlikte
sıcaklıkla birlikte topraktaki nemin azalmasına da sebep olur. Topraktaki
nemin azalmasına bağlı olarak tarım mahsullerindeki azalmanın yaşandığı
dönem ise tarımsal kuraklık dönemi olarak tanımlanır. Tarımsal kuraklık
hem meteorolojik kuraklığın hem de hidrolojik kuraklığın etkisiyle ortaya
çıkabilmekle birlikte bitkinin su talebi, hakim hava koşulları, bitkinin biyolojik
özellikleri ve toprağın fiziksel – biyolojik özelliklerine de bağlıdır. Hidrolojik
kuraklık da tarımsal kuraklık gibi meteorolojik kuraklığın devamında
gelişmekte olup, bir yerdeki yüzey ve yeraltı sularının yetersiz hale gelmesi
sebebiyle su kaynaklarının seviyelerindeki düşüşle ortaya çıkmaktadır. Sosyo-
ekonomik kuraklık ise suya olan arz ve talepler kapsamında, ekonomik bir
mala olan talep aşıldığında oluşmaktadır (Mishra ve Singh, 2010: s. 206).
Yakın dönemde yapılan çalışmalarda kuraklığa yönelik farklı sınıflamaların
da yapıldığı görülür. Sayers ve diğerleri (2016: s. 7) kuraklığa yönelik mavi
ve yeşil su kuraklığı tanımı geliştirmiş olup, mavi su kuraklığını; yeraltı suları
ya da yüzeysel sulardaki olağandışı ve önemli azalmalar olarak tanımlamış,
yeşil su kuraklığını ise toprağın veya bitki örtüsünün içinde veya üzerinde
depolanan sudaki olağandışı ve önemli bir eksilme olarak tanımlamıştır.
Kuraklık çeşitlerinin ölçümünde kesin ve net olarak nicel tanımlamalar
ve sınırlamalar bulunmamaktadır. Çünkü gerek insanların gerekse doğal
çevrenin suya olan ihtiyaçları ile farklı coğrafi bölgelerin meteorolojik
normalleri birbirlerinden farklıdır. Bu sebeple kuraklığı ölçmek, nitelemek
ve takip etmek için farklı yöntemler geliştirilmiştir (WMO ve GWP,
2016; s.7-9). Bu yöntemlerden bazıları yağış verilerinin yardımıyla
sadece meteorolojik kuraklığın ölçümüne yönelikken bazıları ise tarımsal
kuraklık ya da hidrolojik kuraklığın ölçülmesine yöneliktir. Meteorolojik
kuraklığın göstergeleri olarak Standardize Yağış İndeksi (SPI- Standardized
Precipitation Index) ve Standardize Yağış-Evapotranspirasyon İndeksi
(SPEI- Standardized Precipitation Evapotranspiration Index) en iyi bilinen
ve kullanılan indekslerdir. Topraktaki kuraklığın ölçümüne yönelik, Toprak
Nem İndeksi (SMA- The Soil Moisture Anomaly Index), Kuraklık Şiddet
İndeksi (DSI- Drought Stress Index) veya Palmer Kuraklık Şiddet İndeksi
(PDSI- The Palmer Drought Severity Index) gibi indeksler kullanılmaktadır
(EDO, 2023).
Kentleşme ve Nüfus Artışının Kuraklıkla İlişkisi
Dünya nüfusu hızlı bir şekilde artmaktadır. 1950’de tahminen 2,5 milyar
olan küresel insan nüfusu, 2022 Kasım ayı ortasında 8,0 milyara ulaşmış,
44 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
önümüzdeki 30 yıl içinde yaklaşık 2 milyar kişi daha artması beklenmektedir.
Mevcut nüfusun 2050’de 9,7 milyara ve 2080’lerin ortalarında yaklaşık 10,4
milyara ulaşması beklenmektedir (UN, 2022). Ancak bu artış sadece birey
sayısında yaşanmamaktadır. Birey sayısı arttıkça ihtiyaçlar da artmaktadır.
İnsanoğlu ihtiyaçlarını karşılamak için doğal kaynaklara bağımlı durumdadır.
İhtiyaçları karşılamak adına doğal kaynaklar kullanılmakta, kullanımların
ardından atıklar da artmaktadır. Atıklarla doğal çevre bozulmakta ve doğal
kaynaklara olan baskı bir kat daha artmaktadır. Sadece 1992’den günümüze
doğal/yarı doğal alanlar %2,7 oranında azalmıştır. Bu oran İspanya’nın yüz
ölçümünün iki katına eşittir (OECD, 2018: s.6).
Nüfus artışı insanların suyu doğrudan kullanmaları kapsamında su
ihtiyacının artmasına sebep olurken, üretim yöntemlerindeki değişimler,
teknolojideki gelişmeler ve bunlara bağlı olarak farklılaşan tüketim
alışkanlıkları gibi sebepler su ihtiyacının daha da armasına sebep
olmaktadır. Temel insanî gereksinimlerin karşılanabilmesi kapsamında
kişi başına 50 litre suya ihtiyaç duyulurken (Gleick, 1996) , tarımsal ve
endüstriyel üretimlerde ihtiyaç duyulan su miktarı bundan çok daha fazla
olabilmektedir. İnsanların günlük içme suyu ihtiyacının karşılanmasında
2 litre su yeterli olabilmekteyken, bir kişinin günlük gıda ihtiyacının
üretilmesi için yaklaşık olarak 3000 litre suya gereksinim duyulmaktadır
(FAO, 2023). Bir hamburger için 2.400 litre, bir fincan kahve için 140 litre
su gereksiniminin olması şeklinde sanal su olarak tariflenen ve ürünlerin
üretilmesi için gerekli olan su miktarları düşünüldüğünde ise nüfus artışıyla
artacak su tüketimi miktarı arasındaki ilişki daha da dikkat çekicidir (Water
Footprint Calculator, 2022).
Nüfus artışının su kaynaklarının kullanımı kapsamında yarattığı artışın
en önde gelen bileşeni gıda gereksinimini karşılamak adına kullanılan su
miktarıdır. 2019 yılı verilerine göre son 50 yıllık dönem incelendiğinde
dünyadaki ekilebilir alanlar %12 oranında büyümesine rağmen kişi başına
düşen ekilebilir arazi miktarı 0,44 hektardan 0,25 hektara gerilemiştir
(FAO, t.y.: s.14). Tarımsal üretimin verimini etkileyen en önemli bileşen ise
hayat kaynağı olan sudur. Dünyadaki tarım arazilerinin sadece %20’sinde
sulu tarım yapılabilmekte, buna rağmen gıda ihtiyacının %40’ı sulanabilir
alanlardan sağlanmaktadır. Bu sebeptendir ki, dünya su tüketiminde en
büyük payı (%69) tarımsal üretim (sulama, hayvancılık ve su ürünleri
üretimi) kullanmaktadır (UN Water, 2019: s. 13) . Uzun dönemli su
tüketim eğilimleri incelendiğinde ise su kullanımındaki artış oranının
nüfus artış oranından çok daha fazla olduğu görülmektedir. 1900 yılından
günümüze değin küresel tatlı su kullanım oranları altı kat artarken, 2050
yılına kadar su ihtiyacının %55 oranda artacağı öngörülmektedir (OECD,
Hasibe Körbalta | 45
2012). Bu kullanımlardan yüzeysel su kaynakları etkilendiği gibi yeraltı suları
da etkilenmektedir. Uluslararası Yeraltı Suyu Kaynakları Değerlendirme
Merkezi’nin verdiği bilgilere göre Dünya üzerinde kullanılabilir tatlı suların
%30’u yeraltı suları olarak depolanmaktadır. Kalan %60 civarı buzullarda ve
sadece %1’i akarsu ve göllerde bulunmaktadır. Yeraltı suları dünyadaki tüm
içme suyunun yarısını, tarımsal sulamaların yaklaşık %40’ını ve endüstriyel su
ihtiyacının 1/3 ünü sağlamaktadır. Yeraltı suları ekosistemlerin devamlılığını
sağlarken, topraktaki çökmeleri ve deniz suyunun girişlerini önlemektedir
(IGRAC, t.y.). Bunun yanında son 50 yılda yeraltı suyu çekimlerinin üç
kat arttığı tespit edilirken 2050 yılında yıllık 1.100 km3 çekimin olacağı
bunun ise günümüzdeki çekimlere nazaran %39 oranında daha da artacağı
hesaplanmaktadır (UN Water, 2018: s. 2).
Artan nüfusun su kaynaklarına olan diğer bir etkisi ise mevcut su
kaynaklarının geri beslenmesine ve kalitesine yönelik olumsuz etkileridir.
Bu ise artan nüfusun kentleşme sebebiyle belirli alanlarda yoğunlaşmasından
kaynaklanmaktadır. Günümüzde dünya nüfusunun %57’si kentsel alanlarda
yaşamakta olup bu miktarın 2050 yılında %68’e çıkması beklenmektedir.
Kentlerde yaşayan nüfus hızlı bir şekilde artmaktadır. 1950 yılında 751 milyon
kişi kentsel alanlarda yaşarken, bu rakam 2018 yılında 4,2 milyara çıkmıştır
(UN, 2018). Kentleşmiş alanların artmasının ve nüfusun kentleşmiş alanlarda
yoğunlaşmasının su kaynaklarına pek çok açıdan olumsuz etkilerinin olduğu
bilinmektedir. Bu etkilerin başında arazi örtüsünün değişmesi gelmektedir.
1990-2018 yılları arasında tüm dünyada Birleşik Krallık alanına yakın bir
miktarda alan (244.000 km2) yapılaşmıştır (OECD, 2018: s. 11). Ancak
yapılaşmış çevrelerin geçirimsiz katmanlar oluşturması sebebiyle yeraltı
sularının beslenmesine engel olduğunu gösteren pek çok çalışma mevcuttur.
Yeraltı suları doğal olarak yağmur, kar suları veya göllerin, nehirlerin
dibinden sızan sularla beslenebildikleri gibi ekinlerin fazla sulanmaları
neticesinde beslenebilmektedirler. Ancak arazi örtüsündeki değişimler bu
beslenme miktarına etki etmektedir. Doğal bir alanda yüzeydeki yağışların
%25’i derin akiferlere, %25’i sığ akiferlere ulaşırken, bu oranlar %10-20
arası geçirimsiz tabaka ile kaplı yüzeylerde %21’e, %35-50 oranında kapalı
yüzeylerde %15-20’ye ve %75-100 oranında kaplı yüzeylerde %5 ve %10
oranlarına düşmektedir. Bu şekilde kapalı yüzeylerde oluşan akışlar yeraltı
sularının beslenmesini engellediği gibi akışların buharlaşarak kaybolmasına
ve büyük oranının da yoğun kentsel akışlarla alandan uzaklaşmasına neden
olmaktadır. %75-100 arası geçirimsiz yüzeye sahip alanlarda yağışların
yaklaşık %55’inin kentsel akışlarla uzaklaştığı hesaplanmıştır (Arnold ve
Gibbons, 1996: s. 244). Bu şekilde kapalı ve geçirimsiz yüzeylerle alandan
uzaklaşan yağışlar drenaj kanallarının yetersiz kalması sebebiyle taşkınlara ve
46 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
sellere sebebiyet verirken öte yandan yeraltı suları yeterince beslenemediği ve
yağışın düştüğü bölgede yeterince buharlaşma yaşanamadığı için hidrolojik
çevrim bozularak kullanılabilir su miktarı da azalabilmektedir.
Arazi örtüsündeki farklılaşmanın su çevrimine olan etkisinin yanında çok
daha önemli bir etki kentleşmenin sonucunda farklı yoğunluklarda çekilen
su kaynaklarının insan etkisiyle farklı alanlara taşınarak deşarj edilmesidir.
Bunun temel sebebi ise nüfus artışı ve tüketim alışkanlıklarının değişmesidir.
Dünya nüfusu hızlı bir şekilde artmaktadır. Birey sayısı arttıkça başta
gıda olmak üzere insan ihtiyaçları da artmaktadır. Nüfus artışı ve tüketim
yoğunluğunun arttığı bölgeler ise kentleşmiş alanlardır. Kentleşmenin
metropollerde yoğunlaşarak artmaya devam etmesi ve bununun yanında
metropolleri besleyebilmek adına yeni açılan tarım arazileri ve oluşturulan
endüstriyel alanlar, suyun doğal kabı olarak nitelenen su havzalarının doğal su
çevriminde yetersiz kalmasına ve kentlerin su ihtiyaçlarının karşılanabilmesi
için komşu su havzalarından su aktarımına gidilmesine neden olmuştur.
Suyun ait olduğu kendi havzasından çıkartılması doğal hidrolojik döngüye
yapılan en önemli müdahale haline gelmiştir.
Görüleceği üzere halihazırda küresel ölçekte yaşanan iklim değişikliğinin su
kaynaklarına olan doğal etkilerinin yanı sıra, nüfusun ve nüfusun yoğunlaştığı
kentleşmiş alanların artışı da su krizinin ve kuraklığın derinleşmesine neden
olmaktadır. Yaşanan ve yaşanması muhtemel olan su krizleri ise, suyun her
sektör için anahtar unsur olmasından dolayı uluslar için sağlık, ekonomik,
gıda, enerji, çevre ve diğer konular kapsamında stratejik açıdan da bir
güvenlik tehdidi haline gelmektedir.
Diğer yandan su krizlerinin bir göstergesi niteliğinde olup doğal afet
olarak da nitelenen kuraklık; deprem, sel ya da heyelan gibi bir anda gelişerek
uygun araçların yardımıyla kısa sürede üstesinden gelinebilecek bir afet türü
değildir. Kuraklık uzun dönemli ve sinsi bir şekilde ilerleyen bir afettir. Bu
sebeple kuraklığa yönelik oluşturulacak plan ve politikaların da uzun erimli
olacak şekilde geliştirilmesi gerekmektedir. Çalışmanın sonraki bölümünde
su krizleriyle ortaya çıkacak kuraklık süreci ile arazi kullanımı arasındaki ilişki
incelenecek ve kuraklık tehdidine yönelik mekânsal planlama çalışmalarıyla
alınabilecek uzun erimli tedbirler sıralanacaktır. Bu süreçte kuraklığın
meteorolojik ve hidrolojik boyutu ele alınacaktır.
MEKANSAL PLANLAMA İLE KURAKLIĞA KARŞI
ALINABİLECEK ÖNLEMLER
Su krizlerine ve kuraklığa yönelik olarak toplumların elindeki en
önemli araç arazi kullanımına yönelik mekânsal planlama çalışmalarıdır.
Hasibe Körbalta | 47
Bu çalışmalar, değişen hidroloji paradigması çerçevesinde suyun kendi
havzasından çıkarılarak farklı havzalara taşınmasını değil, suyun kendi
havzası içerisinde, hidrolojik çevrime en az şekilde müdahalede bulunularak,
insan yerleşimlerinin bu doğal çevrim ekseninde şekillendirilmesini
amaçlamaktadır.
2001 yılında “Uluslararası Tatlısu Konferansı (International Conference
on Freshwater)”, 2002 yılında “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi (The
World Summit on Sustainable Development)” ve 2003’te düzenlenen 3.
Dünya Su Forumu (World Water Forum) suyun havza ölçeğinde yönetimine
yönelik atılan ilk ve önemli adımlar olup, devamında düzenlenen Dünya Su
Forumları da suyun havza ölçeğinde yönetimi üzerine odaklanmıştır. Hali
hazırda uluslararası platformlarda genel kabul gören Entegre Nehir Havza
Yönetimi, uzun vadede sürdürülebilirlik sağlamak için bir nehir havzasında,
su, arazi ve ilgili diğer kaynakların disiplinler arası koordinasyonunu
vurgulamaktadır. Entegre Nehir Havza Yönetimi, su kaynaklarının
planlanması aşamasında gerek yer altı gerekse yüzeysel su kaynaklarının
miktar ve kalite açısından yönetiminin birlikte değerlendirildiği en iyi
uygulama olarak kabul edilmektedir. Bu süreçte tıpkı toprak ve bitki örtüsü
gibi arazi kullanımı da su kaynakları planlanmasında ve yönetiminde dikkate
alınması gereken bir husustur (The World Bank, 2006: s. 3). Öte yandan su
krizi ve kuraklığa karşı alınacak önlemler sadece suyun kaynağını (yağış-akış-
depolama-buharlaşma) koruma yönünde değil tüketilen su miktarı ve atık
suların yönetimi ile de ilgilidir.
Ulusal Ölçekli Kalkınma Planları ve Bölge Planları
Havza yönetim planları ile eşgüdüm içerisinde olabilecek ve mekânsal
planlara yol gösterecek ilk kademe planlar kalkınma planları ve bölge plan-
larıdır. Çünkü ülke ölçeğinde kalkınmanın hangi sektörler aracılığıyla hangi
bölgelerde ve kentlerde yoğunlaşacağına yönelik politikaların belirlendiği
temel dokümanlar bu planlardır. Öyle ki; kalkınma ve bölge planlarında ül-
kenin herhangi bir kentinde herhangi bir endüstrinin geliştirilmesine yönelik
verilecek kararlar o kentin işgücü ve yatırım çekiciliğini artıracağı gibi, bu
işgücü ve yatırım kararları ile diğer sektörleri de etkileyerek zincirleme bir
şekilde, belirlenen alana binlerce kişilik nüfusun çekilmesine ve ardından bu
nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak üzere altyapı ve üstyapı ihtiyaçlarını gider-
meye yönelik yapılaşma faaliyetlerini, yani kentleşmeyi de peşinden getire-
cektir. Kentleşmenin temel dinamikleri kapsamında önce barınma ardından
beslenme, lojistik ve diğer sosyal hizmetler karşılanırken doğal yapıya ve ara-
zi örtüsüne müdahalelerde bulunularak suyun doğal çevrimi etkilenecek ve
son olarak kentleşmiş alanın organik ve inorganik atıklarının yeraltı ve yüzey-
48 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
sel su kaynaklarına baskısı artacaktır. Dolayısıyla ülke ve bölge ölçeğinde su
kaynakları ve arazi kullanım kararlarının birbirinden ayrı planlanması uzun
vadede istenmeyecek sonuçlara neden olabilecektir. Bu sebeple planlamanın
en üst ölçekli ilk aşamasında havza ölçeğinde yapılacak nehir havza yönetim
planları ile kalkınma/bölge planları arasında gerekli eşgüdümün sağlanması
temel gayedir.
Havza yönetim planları ile bağlantılı olarak kalkınma planları ve bölge
planlarında belirlenecek stratejilerin mekâna yansımasına olanak sağlayacak
planlama çalışmaları Mekânsal Strateji Planları (1/500.000 ve 1/250.000
ölçekli) ve Çevre Düzeni Planlarıdır (1/100.000-1/50.000 ölçeklerinde).
Mekânsal strateji planlarında su havzasının taşıma kapasitesine bağlı
olarak, hangi kısmında ne kadar kentleşme ve endüstrileşmenin olabileceği
ya da havzada hangi tip tarımsal faaliyetlerin (sulu-kuru tarım, ürün deseni
gibi) gerçekleşebileceği, buna bağlı olarak ortaya çıkacak su tüketimi ile
havzanın kendini yenileyebileceği doğal alan kullanımlarına yönelik genel
mekânsal kararları vermek mümkündür. Havza koruma alanları, büyük
endüstriyel odaklar, tarımsal faaliyet odakları, turizm gelişim alanları, enerji
üretim alanları ve yerleşmeler ile yerleşimlerin kademelenmelerinin sembolik
biçimlerde gösterilebileceği bu planlarda alınacak kararlar alt ölçekli planlarda
yapılaşmaya ya da arazi korunumuna yönelik belirlenecek hükümlere yol
gösterici nitelikte olacaktır. İklim verilerinin detaylı bir şekilde irdelenerek
bölgesel farklılıkların göz önünde bulundurulmasıyla farklı bölgeler için
farklı mekânsal stratejiler geliştirilebilecektir. Bu ölçekte alınacak kararlarla
kuraklık riski taşıyan alanlardaki kümülatif su tüketimine, yeşil alan
yoğunluğuna, kentleşme baskısına yönelik hedefler belirlenebilecekken
özellikle yükseklik farkının ve eğimin fazla olması sebebiyle sel ve taşkın
riskinin fazla olduğu bölgelerde yerleşimlerin büyüme eksenlerinin doğal
eşiklere göre yönlendirilmesi sağlanabilecektir. Kuraklık ve sel-taşkın riski
taşıyan bölgelerin tek bir düzlemde görülebileceği bu planlama çalışmalarında
fazla yağış ve taşkın riski olan alanlardan kuraklık tehdidi altında olan alanlara
doğru su kaynağı aktarımı ve büyük su depolama projeleri geliştirilebilecektir.
Öte yandan su tüketiminde en büyük payı alan tarımsal üretim alanları için
de iklimsel özellikler göz önünde bulundurularak kuraklığa uygun ürün
deseni planlaması da yapılabilecektir.
Çevre Düzeni Planları mekânsal strateji planlarına uygun olarak kentsel
ve kırsal yerleşim alanları ve diğer sektörlere ilişkin genel arazi kullanım
kararlarını belirleyen planlardır. Bu planlar mekânsal strateji planlarına detay
kazandırarak sembolik olarak gösterilen kararların arazi üzerinde sınırlarının
belirlendiği ve detaylandırıldığı planlardır. Bu ölçekte havza ve alt havzalarda
Hasibe Körbalta | 49
önerilen yerleşim alanlarının gelişme eksenleri, barındırabileceği nüfus
miktarı, bu nüfusun beslenmesi için ayrılacak tarımsal üretim alanları ya
da endüstriyel alanların çeşitliliği gibi detaylara inilirken, kentsel-bölgesel
yeşil alanlar, tarım, mera, orman alanları gibi büyük arazi kullanımlarının da
sınırları belirlenir. Verilecek kararlarla hem su havzasında evsel, endüstriyel
ve tarımsal amaçlı su çekimlerine yönelik hem de atık suların kalite, miktar ve
deşarj noktasına yönelik de mekânsal kararlar verilmektedir. Bu planlar aslında
kentsel fonksiyonların arazideki sınırlarını, çeşitlerini ve yoğunluklarını
belirlediği için, havzaya düşen yağışın ve yeraltı sularının ne kadarının,
nerede, hangi amaçla kullanılabileceği ve kullanılan suların tekrar hangi
şekilde, nereye döneceğine ilişin kararlar da verildiğinden aslında hidrolojik
döngüye yapılacak müdahaleye kararın verildiği ilk aşama mekânsal planlardır.
Bu planlarda, özellikle kurak ve kuraklık riski taşıyan yerleşmelerde yüksek
nüfus yoğunluğuna sahip gelişim alanları tanımlamak, gelecekte bu alana
daha fazla nüfusun ve bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik yoğun su
tüketiminin tanımlanacağı anlamına geleceğinden dikkat edilmesi gereken
bir konudur. Yerleşimlerde yer yer kentsel gelişme alanlarının içerisine bir ağ
şekilde sokulan açık ve yeşil alanların oluşturulması, yağış ve akışın yeraltına
kolaylıkla süzülebilmesi için önemli fırsatlar sunacaktır. Orman içindeki su
molekülleri, su buharı sayesinde orman içine ve yüzeyine yayılır. Su buharı,
orman yüzeyi üzerinde serbest haldeki su buharı molekülleri ile devamlı
olarak bir etkileşim içindedir. Bulut ve orman arasındaki nem miktarının
artışı ne kadar fazla ise bulut ve orman arasındaki mesafe o oranda yakındır.
Yani ormanlar, yeterince yakınına gelen bulut veya nem kütlelerini kendilerine
göre çekebilmektedirler (Şener, 2020; s. 2-3). Bu bilimsel bilgi ışığında,
planlanan bölgenin denize, göl, nehir gibi bir su kaynağına kıyısı olması
halinde kıyıdan iç kısımlara kadar uzanan ağaçlık alanların ve ormanların su
buharını ve dolayısıyla yağmurları kısımlara taşıyacağına dikkat edilerek
kurak bölgelerde yeşil koridorlar oluşturulabilecektir.
Çevre düzeni planlarının ardından bu planların arazi üzerine
aplikasyonlarının sağlanabileceği imar planları gelmektedir. İmar planları
ölçekleri ve kararları kapsamında Nazım İmar Planları ve Uygulama İmar
Planları olarak ikiye ayrılmaktadır. Nazım İmar Planları, çevre düzeni
planlarına uygun olarak, arazi parçalarının genel kullanış biçimlerini, başlıca
bölge tiplerini, bölgelerin gelecekteki nüfus yoğunluklarını, kentsel, sosyal
ve teknik altyapı alanlarını göstermekle birlikte uygulama imar planlarına
da yol göstermek üzere 1/5.000 ölçekte hazırlanırlar. Bu ölçekteki planlarda
sahil şeridi, kıyı kenar çizgisi, yapı yasaklı alan, taşkına maruz alan gibi
detaylı sınırlamalar bulunurken ağaçlandırılacak alanlar, rekreasyon alanları,
konut, turizm, sağlık alanları gibi alanlar yapılaşma koşulları ile mekâna
50 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
yansıtılırlar. Uygulama İmar Planları ise yapılaşmaya ilişkin tüm detayları
(adalar, parseller, nizamlar, yükseklikler, yaklaşma mesafeleri vb.) içeren,
ulaşım kademelenmesindeki çeşitliliği yansıtan (taşıt, yaya ve bisiklet yolları
genişlikleri vb. gibi), gerektiğinde yol kaplamlarına ya da yapıların renklerine
karar verebilecek detaylarda, 1/1.000 ölçekte hazırlanan planlardır (Mekânsal
Planlar Yapım Yönetmeliği, 2014). 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planlar aslında
hidrolojik çevrime olan müdahalelere detaylı olarak karar verilen planlardır.
Bu planlarla toprağın ne kadarının geçirimsiz tabakayla kaplanarak yeraltı
sularının beslenmesine engel olunacağı; ne kadar yeşil alan yaratılarak
suyun toprağa süzülmesine, buharlaşma ve terlemeye katkıda bulunulacağı;
hangi yol genişliği, kaplaması ve hangi altyapı sistemleri ile yağışın kentsel
alanlardan uzaklaştırılacağı gibi suyla ilgili önemli kararlar verilebilmektedir.
Bunun yanında kurak dönemlerde kullanılmak üzere bina ölçeğinden
mahalle ölçeğine kadar yağmur sularının nasıl toplanarak depolanacağı, atık
suların yeniden kullanımına ilişkin tesislerin ölçek ve konumlarının ne şekilde
olması gerektiği, kentsel ısı adası oluşumunu en az seviyede tutmak adına alt
ölçeklerdeki ağaçlandırma ve peyzaj uygulamalarının çeşitliliği gibi pek çok
yapısal tedbirin alınacağı planlama ölçeği de yine bu ölçeklerdir.
Arazi kullanım kararlarının yanında aslında birer su yönetimi kararı da
olan mekânsal planlama kararlarıyla, su krizlerine ve kuraklığa dayanıklı
kentler oluşturabilmek mümkündür. Aşağıda, su krizlerine ve kuraklığa
dayanıklı kentler oluşturabilmek için kentsel fonksiyonlar özelinde dikkat
edilmesi gereken hususlar üzerinde durulacaktır.
Kentsel Fonksiyonların Tasarımları ve Yer Seçimleri
Konut Alanları
Kentsel kullanımlar arasında en fazla alan kullanımı genellikle konut
alanlarındadır. Konut alanları hem su tüketiminin doğrudan gerçekleştiği
alanlardır hem de kentteki diğer fonksiyonlar gibi oluşturduğu geçirimsiz
yüzeylerle yeraltı sularının beslenmesine etki eden alanlardır. Barselona
Metropoliten Bölgesi’nde yapılan bir çalışmada suyun en az tüketildiği
alanların yüksek yoğunluklu konut alanları olduğu gözlemlenmiştir. Yıllık
ortalama değerler incelendiğinde hane ve kişi başına kullanılan su miktarının
yüksek yoğunluklu konut bölgelerinde en az, düşük yoğunluklu müstakil
evlerde ise en fazla olduğu tespit edilmiştir. Bu farklılığın nedeni konut
tipolojisidir. Çünkü konut alanlarındaki su tüketiminde konut büyüklüğü,
armatür sayısı, bahçe büyüklüğü ve bahçe suyu ihtiyacı gibi bileşenler
belirleyicidir. Dış mekân kullanımlarında ise; yüksek yoğunluklu konut
alanlarında dış mekân kullanımı çok az olduğu için su kullanımı nispeten
Hasibe Körbalta | 51
çok daha düşükken, 500 m2’nin üzerinde bahçesi olan müstakil evlerde ise
su tüketiminin 500 litre/kişi/gün’e kadar çıktığı görülmüştür. Bu nedenle
konut tipi-bahçe büyüklüğü-dikilen türler su tüketimini etkileyen önemli
bileşenlerdendir. Diğer yandan kullanılan su miktarının dağılımı da farklılık
göstermektedir. Yoğun konut alanlarında kullanılan su miktarının %72’sinin
hijyen amaçlı kullanıldığı görülürken, düşük yoğunluklu konut alanlarında
kullanılan suyun %36’sının bahçe sulamada kullanıldığı görülmüştür. Bu
kullanımlar yoğun ve orta yoğunluklu konut alanlarında yıllık olarak sabit
kalırken, düşük yoğunluklu alanlarda kış mevsimlerine nazaran yaz aylarında
iki katına yakın bir artışın yaşandığı gözlemlenmiştir. Yaz dönemlerinde
kullanılan toplam su miktarının %45’inin bahçe sulamasında kullanıldığı
görülmüştür (Domene ve Sauri, 2006). Konut alanları için Avustralya’da
yapılan bir diğer çalışmada da müstakil konutlarda gerçekleşen su tüketiminin
%56’sının konut dışında (bahçe sulama ve yüzme havuzu), %42’sinin konut
içinde (banyo, duş, bulaşık yıkama vb.) gerçekleştiği ve %2’sinin ise kayıp
olarak kaydedildiği belirtilmiştir. Çoklu kullanıcıya sahip konutlarda bu
oranların konut dışında %51 (bahçe sulama), konut içinde %47 olduğu
ve %2’ sinin kayıp olarak hesaplandığı görülmüştür. Tüketimin miktarları
incelendiğinde müstakil konut alanlarında, konut dışında bahçe ve havuz
tüketiminde konut başına 707 litre/gün, konut içinde kişi başına ise 155
litre/gün tüketim hesaplanmıştır. Çoklu konut alanlarında sadece sulama ile
konut başına 389 litre/gün su tüketimi hesaplanmıştır. Bu miktar müstakil
bir konuta nazaran %45 daha az bir miktardır. Konut içindeki kişi başına su
tüketim miktarı ise müstakil konutlardakinden fazla farklı olmayıp 166 litre/
gün olarak hesaplanmıştır (Loh ve Coghlan, 2003). Verilen iki örnekten
ve konuda yapılmış diğer çalışmalardan da (Domene, 2014; Heidari ve
diğerleri, 2021; Sanchez ve diğerleri, 2020) anlaşılacağı üzere müstakil konut
alanlarında tüketilen su miktarı çoklu konutların bulunduğu alanlardaki
tüketim miktarından daha fazladır. Bu ise alan özelinde bakıldığında düşük
yoğunluklu kentsel alanlarında dış mekan su kullanımına bağlı olarak su
tüketiminin yüksek yoğunluklu kentsel alanlardakinden daha fazla olduğunu
göstermektedir. Verilen bilgiler ışığında kurak ve kuraklık riski taşıyan bölgeler
düşünüldüğünde üst ölçekli planlama çalışmalarından, müstakil konut
kullanımına bağlı düşük yoğunluklu konut alanlarından ziyade apartmanlar
şeklinde çoklu kullanıcılara sahip yoğun konut alanlarının planlanması daha
sağlıklı olacaktır. Özellikle havuzlu ve sulama gerektiren türlerle kaplanmış
geniş bahçeli konut alanlarının oluşturulmasından kaçınılmalıdır.
Kentlerdeki konut alanlarının hidrolojik çevrime bir diğer dolaylı etkisi ısı
adalarının oluşumudur. Kırsal çevrelerde güneş ışınları doğrudan toprağa ve
bitki örtüsüne ulaşarak suyun buharlaşmasına neden olmaktayken kentsel çev-
52 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
relerde bu ışınlar yapı yüzeyleri, çatılar, sokak ve cadde yüzeylerine çarparak
geri yansımaktadır. Bu yüzeylerin ısıyı soğurma özellikleri de farklıdır. Nemli
toprağın özgül ısı kapasitesi asfalt ve betondan yaklaşık % 50 daha fazladır
(Yüksel, 2005). Bu ise bu alanların hızlı ısınması ve hızlı soğumasına neden
olmaktadır. Ancak kentlerdeki beton ve asfalt yüzeyler bu ısı değişimini yavaş-
latırlar. Dolayısıyla kentler soğumaya imkan bulamadan tekrar tekrar ısınırlar.
Isınan yüzeyler ise kentteki su yüzeylerinin çok daha hızla buharlaşmasına,
nemli havanın hızlı yükselmesine, kentsel akışların ise ısı değerinin yükselerek
ulaştığı su kütlelerinin sucul ekolojik özelliklerini olumsuz etkilemektedir. Bu-
nunla ilgili yapılan çalışmalar tek bir ağacın dahi soğumaya yardımcı olduğu
yönündedir (Streiling ve Matzarakis, 2003: s. 310; EPA, 2022). Buradan ha-
reketle kentlerde en fazla arazi kullanımına sahip konut alanlarında, yapılarda
kullanılacak cephe malzemelerine (cam, metal, tuğla, pvc, beton vb.) ve renk
seçimine (beyaz ya da diğer renklerde) kıstaslar getirilmesi bölgenin soğuma-
sına ve ortamdaki nem miktarına olumlu yönde etki edebilecektir. Konutların
arasında kalan cadde, yol, meydan düzenlemelerinde mümkün olduğunca ge-
çirimli tabakalarla ve döşemelerle kaplayarak gölgelik yaratacak yapraklı ağaç
türlerinin kullanılması faydalı olacaktır. Bunun yanında yapı ölçeğinde yapı-
lacak mimarî çalışmalarla, çatı bahçeleri ve serin çatılar sayesinde su kaynak-
larının verimliliği artırılabilecek, gerek mahalle ölçeğinde gerekse yapı ölçe-
ğinde çözümlenebilecek yeraltı-yerüstü su depolarının tasarlanmasıyla kurak
dönemlere hazırlıklı olunabilecektir.
Endüstriyel Alanlar
Su kaynakları açısından değerlendirildiğinde endüstriyel alanları
buzdağlarına benzetmek mümkündür. Öyle ki, endüstriyel alanlar kentlerde
sadece üretim alanları olarak görülse de, aslında bünyesindeki işgücü, bu
işgücünün ihtiyacı olan barınma, beslenme, rekreasyon, ulaşım gibi diğer
fonksiyonları da beraberinde getirdiği için bir kent ve içerisinde bulunduğu
su havzası için anlamı çok daha büyüktür. Endüstrileşme, su tüketimini
artırarak kentleşmeyi hızlandıran önemli dinamiklerden birisidir. Bu sebeple
endüstrileşme politikalarının kentsel gelişme politikaları ve su yönetimi
politikaları ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir.
Günümüzde endüstriyel alanların yer seçimlerinde; hammaddeye ve
pazara yakınlık, ulaşım imkanları, işgücü potansiyeli, arazi yapısı ve ekonomik
teşvikler gibi pek çok bileşen göz önünde bulundurulmaktadır. Bununla
birlikte buz dağının görünmeyen kısmında havzanın su kaynaklarının
durumuna göre herhangi bir değerlendirme yapılmamaktadır. Bu itibarla
endüstriyel alanlar kurulduktan sonra değil kurulmadan önce su kaynaklarına
odaklı bir planlama çalışması yapmak oldukça önemlidir.
Hasibe Körbalta | 53
Endüstriyel alanların parçacı bir şekilde kentin farklı bölgelerine
yerleşmeleri işgücünün, konut alanlarının ve diğer hizmet kollarının da bu
doğrultuda farklı bölgelere serpilmelerine neden olmaktadır. Kentin yağ lekesi
şeklinde büyümesi, gerek su altyapısının çevresel ve ekonomik maliyetlerinin
artmasına neden olmakta, gerekse deşarj edilen atık suyun arıtımında
standardın sağlanamaması ve çevresel sorunların giderilmesi açılarından da
pek çok olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Buna bir çözüm olarak
getirilen organize sanayi bölgeleri yaklaşımı su kaynakları açısından faydalı
bir araç olarak görülse de bu bölgelerin bünyesindeki üretim süreçleri ve
işgücü kapasitelerinin kentin içerisinde bulunduğu su havzasının kapasitesini
aşmaması gerekmektedir.
Farklı endüstriyel üretim biçimlerinin farklı su tüketim miktarları ve fark-
atık su içerikleri vardır. Türkiye’de endüstriyel alanlarda tüketilen proses
suyu miktarlarının en yüksek olduğu sektörler; kimyasal ürünlerin imalatı
(%44), gıda (%14), tekstil (%20), diğer metalik olmayan mineral ürünle-
rin imalatı (%7), kok kömürü ve rafine edilmiş petrol ürünleri (%3), kâğıt
ürünleri (%3), giyim eşyaları (%2) ve ana metal sanayii ürünlerinin (%2)
imalatıdır (Kavurucu ve diğerleri, 2022: s. 23). Buradan yola çıkarak en üst
ölçekteki planlama çalışmalarında endüstriyel çeşitliliğin havzadaki su mik-
tarına göre planlanmasının faydalı olacağı sonucuna ulaşmak mümkündür.
Bunun yanında yine Türkiye’de imalat sanayinde çekilen su miktarına (2020
yılı) bakıldığında çekilen suların yaklaşık olarak %70’inin deniz suyundan,
%16 sının yeraltı sularından, %5 inin OSB Şebekesinden, %4’ünün barajlar-
dan ve %2 sinin akarsulardan karşılandığı görülmektedir. Tüketilen su mik-
tarının imalat süreçlerine dağılımı ise tüketilen su miktarının yaklaşık olarak
%75’inin takviye soğutma suyu, %18’inin proses suyu, %3’ünün evsel kul-
lanım ve %2’sinin ise takviye kazan suyu olarak kullanıldığı görülmektedir
(TÜİK, 2023). Burada dikkat çeken hususların başında soğutma suyunun
oranının yüksekliği ve denizden çekilen suyun oranıdır. Bu durum aslında
içme, kullanma ve tarımsal kullanımlara uygun olmayan tuzlu deniz suyunun
soğutma suyu olarak kullanılması açısından olumlu görünmektedir. Dola-
yısıyla yapılacak üst ölçekli planlamalarda endüstrilerin kirletici etkilerinin
giderilerek kıyı kentlere yakın konumlanması, kullanılabilir nitelikteki yeraltı
sularının ve yüzey sularının korunması açısından avantaj sağlayabilecektir.
Bunun yanında özellikle kurak dönemlerde evsel, tarımsal ve çevresel su tale-
bini karşılayabilmek için bahsedilen endüstrilerin tuzlu deniz suyunu arıtarak
kullanımını sağlayabilmesine de olanak sağlanabilecektir.
Endüstriyel süreçte üretimin ardından ortaya çıkan atık suların
uygun kalite standartları sağlanmadan alıcı ortamlara (yüzeysel sulara
ya da yeraltına) deşarj edilmesi tüm çevre için kirletici bir unsur haline
54 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
gelirken, kullanılabilir temiz su kaynaklarını da olumsuz yönde etkileyerek
kullanılabilir kaynakların kullanılamaz hale gelmesine neden olabilmektedir.
Bu itibarla deniz, akarsu ya da yeraltına arıtılmadan yapılan deşarjların
önüne geçilmesi gerektiği açıktır. Bu arıtmalar geleneksel yöntemler
kullanılarak yapılacağı gibi modern ekolojik yöntemlerle de yapılabilecektir.
Endüstri içerisinde su arıtma tekniklerinin kullanılarak endüstriye hem
ilave su kaynağı kazandırmak hem de atık su sorunun endüstrinin kendi
içerisinde dönüşümünün sağlanması başta gelen yöntemlerdir. Bunlar
kurak dönemler için de su tasarrufu sağlayabilecek, endüstrinin kendi
içerisinde ve endüstriyel planlama safhasında detaylandırılacak ihtisaslaşmış
yöntemlerdir. Kentin mekânsal planlanması aşamasında hangi tedbirlerin
alınması gerektiği incelendiğinde ise en dikkat çekici çözümün yapay sulak
alanlar olduğu görülür. Yapay sulak alanlar, dolgu malzemesi, atık su, bitki
toplulukları, mikroorganizmalar ve doğal olarak gelişen omurgasızlardan
oluşan tasarlanmış havuzlardır (Temel, 2017; s.214). Bu alanlar diğer
arıtma sistemlerine göre enerji ihtiyacı az, yatırım ve işletme maliyetleri
düşük, işletim şartları basit, çamur üretimi çok az olan doğal atıksu arıtma
sistemleridir (Çiftçi ve diğerleri, 2007: s.149). Bu alanlar bölgedeki sulak
alan sistemine katkı sağlayacağı gibi açık-yeşil alan varlığında katkıda
bulunmakta, buradan elde edilen bitkilerin biyogaz üretimi, gübre ve hayvan
yemi olarak kullanılmasıyla ekonomiye de katkı sağlanabilmektedir. Yapay
sulak alanların yer seçiminde tercih edilmesi gereken alanlar ise doğal sulak
alanların yakınında bulunmalarıdır. Bu durum özellikle kurak dönemlerde
hem mevcuttaki sulak alanı ve sulak alana bağlı ekosistemi destekleyebilecek
hem de sulak alanlara yönelik alınacak tedbirler yapay sulak alanların da
verimliliğini artırabilecektir (Ayaz ve diğerleri, 2011).
Kentsel planlama çalışmaları açısından konu özetlendiğinde; endüstriyel
alanların planlanmasında en üst ölçekte karar verilmesi gereken husus,
su havzasına uygun şekilde tasarlanmış üretim odaklarının planlanması
olmalıdır. Su havzasının bu üretim tesislerinin ve devamında gelecek kentsel
nüfusun ihtiyaçlarını karşılamada yeterli olup olamayacağının sorgulanması
ve alternatif su kaynağı planlaması yapıldıktan sonra uygun yer seçiminin
yapılarak alt ölçekli planlama çalışmalarına geçilmesi gerekmektedir.
Alt ölçekli planlama çalışmalarına geçildiğinde ise bir önceki bölümde
bahsedildiği şekilde daha az geçirimsiz tabaka, yağmur suyu iletimi ve
depolanmasına yönelik altyapı ile mümkün olduğunca ağaç kullanımının
artırımı şeklinde önlemler alınabilecektir. Endüstriyel yapılarda geliştirilecek
su etkin mimari çözümlerle atık suların yeniden kullanımının sağlanması su
kaynak verimliliğini artıracakken kurak dönemler için birer hazırlık anlamına
gelecektir.
Hasibe Körbalta | 55
Kentsel Yeşil Alanlar
Kentsel yeşil alanlar; kentlilerin rekreasyon, spor, sağlık, eğitim gibi
ihtiyaçlarının karşılandığı, yaşam kalitesini yükselten ve bunun yanında
kentlilere sosyalleşme imkanları sunan alanlardır. Bununla birlikte kentsel
yeşil alanlar, kentin kendi ekolojisinin ve doğal kaynaklarının yenilendiği
alanlardır. Kentsel yeşil alanlar apartman bahçelerinden ve kent içi yol
refüjlerinden başlayarak mahalle parkları, spor kompleksleri, hayvanat
bahçeleri, fuar ve sergi alanları, kent ormanları, korular ve mezarlıklar gibi
çeşitli ölçeklerde ve işlevlerde bulunabilmektedirler.
Yeşil alanlar kentleşmiş alanlar içerisinde hidrolojik çevrimin en az şekilde
müdahale gördüğü alanlardır. Çünkü bu alanlar yağışın büyük kısmının
süzülerek yeraltına aktarımının sağlandığı alanlar olduğu gibi üzerinde
bulunan bitki örtüsüyle de topraktaki nemi koruyan alanlardır.
Yapılan çalışmalar atmosferdeki nemin %90’ının okyanus, deniz, göl ve
nehirlerdeki buharlaşmadan, geriye kalan %10’unun ise bitki terlemesinden
(transprasyon) kaynaklandığını göstermiştir (USGS, 2019). Yeşil alanlar
güneş ışınlarını tutmak, rüzgâr hızını kesmek suretiyle toprağın evoporasyon
(buharlaşma) ile su kaybını azaltırken, kendileri transporasyon ile ortama
su verirler. Bu durum havanın nisbî nemini etkiler. Özellikle ormanlar
hem orman tabanının nemli olması hem de meydana gelen terlemelerle
nem potansiyeli yüksek olan yerlerdir. Avrupa’da orman alanlarını yüzde
20 artırmanın yaz yağmurlarını yüzde 7,6 artırılabileceği öngörülmektedir
(McGrath, 2021).
Ağaçlar doğal klima görevi görerek kentlerin serin tutulmasına, beton ve
camın etkilerinin hafifletilmesine yardımcı olur. Frankfurt kentinde yapılan
bir araştırmada; kent çevresinde yer alan küçük ölçekli bitkisel alanların,
hava sıcaklığını 3,5˚C’ye kadar azalttığı saptanmıştır. Benzer şekilde Mexico
City için yapılan bir çalışmada parklar ve yapılaşmış alanlar arasındaki
sıcaklık farkının 3˚C ila 6˚C arasında değiştiği görülmektedir (Jauregui,
1991; Barradas, 1991). Her ne kadar ağaçlar kentlerin serin tutularak
kentsel ısı adası etkisini hafifletse de suyun doğrudan çekimi ya da yeraltı
sularının beslenmesi konusunda su kaynaklarına olan etkileri farklılıklar
göstermektedir.
Bitki yüzeylerinden oluşan buharlaşmalar (intersepsiyon) en az çimlerde,
daha sonra yumak formlu bitkilerde, çalılarda ve en fazla ağaçlarda
oluşmaktadır. Buharlaşma yoluyla yağış miktarının önemli bir bölümünü
daha toprak yüzeyine varmadan azalmaktadır. Ancak buharlaşma miktarı;
bitki örtüsü formasyonuna (orman, çalı, çayır, bitki türü, yaşı ve kapalılığı),
56 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
yağış şiddeti ve mevsimlere bağlı olarak değişmektedir. Yağışın toprağa
sızması (infiltrasyon) sürecinde ise bu sıralama tersine işlemektedir.
Genel olarak orman ve çalılıklar altında daha fazla diri ve ölü örtünün
bulunması nedeniyle, en fazla sızma bu alanlarda olmak üzere, sırası
ile yumak formlu bitkiler, kısa otlar ve en az da çıplak alanlardan olacak
şekilde sıralanmaktadır. Ağaçların türlerine göre de farklı buharlaşma ve
sızma değerleri bulunmaktadır. Boylu ağaçların su tüketimi bodur ve kısa
boylu bitki topluluklarına oranla daha fazladır. Diğer taraftan boylu ağaç
türlerinden ibreli türlerin yaprak yüzeyleri fazla olduğundan ve kışın yaprak
dökmediklerinden dolayı geniş yapraklılara oranla daha fazla su tüketirler.
Buharlaşma ölçümlerine göre iğne yapraklı ormanlarda yıllık buharlaşma %28
ile %48 arasında değişmesine karşılık, yapraklı ormanlarda %14,4 ile %18
arasında değişmektedir. Maki formasyonları ise boylu ormanlara göre daha
az su tüketmektedirler. Dolayısıyla kurak ve yarı kurak bölgeler ve su üretim
havzaları için önemi büyüktür. Boylu ağaçlar ise toprağı derinlemesine daha
fazla kullandıkları ve toprak üstü kısımları çok fazla olduğu için, çalı ve otsu
türlere oranla daha fazla su tüketimi yaparlar (transprasyon). Bunun yanında
özellikle ormanlar rüzgarın hızını ve yönünü önemli derecede değiştirir ve
bu da rüzgarın kurutucu etkisini, dolayısı ile topraktaki suyun tüketimini
azaltır (Fidan ve diğerleri, 2008; s. 41-46).
Verilen bilgilerden hareketle kuraklığa karşı uzun erimli önlemler almak
ve hidrolojik dengenin korunabilmesi için planlamanın üst ölçeğinden
itibaren orman ve makilik alanların artırılması, bölgesel ve kentsel parkların
desteklenmesi gerekmektedir. Lakin bu aşamada yeşil devamlılığın sağlanması
oldukça önemlidir. Özellikle orman alanlarında oluşan nemli havanın
bulutlarla olan çekim etkisini kullanabilmek adına deniz, akarsu ve göllerin
yakınından başlayacak yeşil koridorların yerleşimlerin içlerini dolaşması
faydalı olacaktır. Alt ölçekli planlara gelindiğinde ise ağaçlandırılmış bahçelere
sahip konut alanları, sıklıkla ve belirli bir akış düzenine sahip mahalle parkları
hem kent ve kent çevresindeki nemli havanın devamlılığını sağlayabilecek
hem de kentsel ısı adası etkilerini absorbe edebilecektir. Peyzaj düzenlemeleri
ile bölgeye ait bitki türlerinin kullanımı, geçirimli yol kaplamaları ile suyun
toprak altına süzülmesi sağlanabilecektir. Bu noktada değinilmesi gereken
önemli noktalardan birisi çim kullanımıdır. Çim kaplamalar baskıya en
dayanıklı türler oldukları için özellikle parklarda, spor ve oyun alanlarında
çimlendirme çalışmaları yapılmaktadır. Hatta verdiği yeşil görüntünün
estetik değeri sebebiyle yol refüjlerinde de çim kullanılmaktadır. Oysaki
çim kullanımının su tüketimi oldukça fazladır. Çim örtünün devamlılığının
sağlanabilmesi için 2-3 günde bir olmak üzere 1 m2 çim alana 10 lt su
verilmesi gerekmektedir (Bilkent Üniversitesi, 2023). Dolayısıyla alt ölçekli
Hasibe Körbalta | 57
planlama kararlarında ve peyzaj düzenlemelerinde çim dışındaki çalı ve
otsu türler ile ağaççıkların kullanılması daha verimli olacaktır. Yapılacak bu
düzenleme kurak dönemlerde sadece estetik kaygılar sebebiyle su tüketimine
engel olabilecektir.
Çim kullanımı açısından alınabilecek bir diğer önlem ise golf sahalarına
yöneliktir. Bir golf sahasının sulanması için gerekli yıllık su miktarı hektara
10–15 bin ton dolayındadır. Büyüklükleri 50–150 hektar arasında değişen
golf sahalarında su kullanımı yılda yaklaşık 1 milyon metreküp dolayındadır.
Bu değer, 12 bin nüfuslu bir yerleşmenin su tüketimine eşittir (Schouten,
2003: s. 17). Bu sebeple kuraklık riskinin fazla olduğu bölgelerde golf
alanlarına yer verilmemesi alınacak diğer bir tedbirdir.
Ulaşım Altyapısı
Caddeler, sokaklar, otoyollar vb. gibi ulaşım altyapıları kentlerdeki
fonksiyonları birbirlerine bağlamalarının yanı sıra kentin jeomorfolojik
yapısı içerisinde yağışlar için birer kanal görevi görmektedir. Bu sebeple
yanlış yapılandırıldığında büyük miktarlardaki suyun doğrudan nehir, göl
ve denizlere taşınmasına sebep olabilirken doğru yapılandırıldığında su
verimliliğine büyük katkılar sunabilecek yapılardır. Su hasadı açısından
düşünüldüğünde platform genişlikleri 8-35 m. aralığında olan ve
kilometrelerce uzunlukta olan karayollarının milyonlarca metreküp suyu
kente yeniden kazandıracağı açıktır (Tunçay, 2021: s. 45). Örnek vermek
gerekirse, Türkiye’nin en kurak bölgelerden olan Konya şehri (yıllık yağış
ortalaması 331,8 mm) düşünüldüğünde yıl boyunca 1m2 de 3.318 ton
yağmur suyunun biriktirilebilmesi oldukça büyük miktarlarda su tasarrufu
sağlanabileceğini göstermektedir. Bu aşamada kullanılacak bileşenlerin
ulaşım yollarında yağmur sularının kanalizasyon sistemlerine karışmadan
ayrı bir hatla toplanması ve toplanan suların daha merkezî alanlarda
biriktirilmesine yönelik oluşturulan; yağmur hendekleri, yağmur bahçeleri,
sarnıçlar, yağmursuyu tankları gibi bileşenlerdir. Bu bileşenler sadece yağışla
harekete geçen suyun toplanarak kent için kullanılmasını sağlamak ve sadece
kurak dönemler için geliştirilen sistemler olmayıp aynı zamanda sel ve
erozyonu önlemede de büyük katkılar sunmaktadır. Türkiye’de yağmursuyu
toplama, depolama ve deşarj sistemlerinin planlanmasına, tasarımına,
projelendirilmesine, yapımına ve işletilmesine ilişkin mevzuat bulunuyor
olsa da tüm yerleşimler ve planlar için henüz hayata geçmemiştir. Öte
yandan yağmursuyu toplama sistemlerinin uygulanamayacağı yerlerde ya da
daha doğal ortamlarda başvurulabilecek bir diğer yöntem yağış ve akışlarla
toprak arasına herhangi bir engel koymaksızın, killi yüzeyler ya da delikli
58 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
döşemelerle suyun doğrudan yeraltına süzülmesinin ya da yeşil alanlara
yönlendirilmesidir.
Kurak dönemlerde mevcut su kaynaklarının miktarının yanı sıra kalitesi
de önem kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ulaşım ağlarının yeraltı
sularını kirletici bir diğer etkisi ortaya çıkmaktadır. Bu ise özellikle soğuk
bölgelerde kış ayları boyunca yapılan tuzlama çalışmalarının yeraltı sularını
kirletici etkileridir. Buzlanmaya önlem olarak yollara dökülen tuzlar sadece
kış aylarında değil, yıl boyunca yeraltı sularını etkilemektedir. Bunun
nedeni, tuzun infiltrasyon özelliğiyle toprakta tutulmasıdır. Tuz, sodyum ve
klor atomlarından oluşur ve klorür suda daha kolay hareket eder. Bununla
birlikte, sodyum toprak parçacıklarına daha kolay tutunur. Yılın diğer
zamanlarında fazla tuz içermeyen yağmur suları topraktaki sodyumu suya
bırakır (Korzekwa, 2023). Bu kirliliğin önüne geçmek için kar süpürme gibi
farklı yöntemler bulunsa da getireceği ek maliyetleri yüksektir. Dolayısıyla
planlama aşamasında yol kaplamalarının asfalt, beton gibi yüzeylerden daha
farklı alternatifleri değerlendirmek faydalı olabilecektir.
SONUÇ
Su tüm canlılar için vazgeçilmez bir hayat kaynağıdır. Her ne kadar
dünyamızın dörtte üçü sularla kaplı olsa da biz insanların kullanabileceği
tatlı su miktarı oldukça azdır. Öte yandan gerek iklim değişikliği ve yağış
rejimlerindeki farklılaşma gibi doğal etkenler, gerekse yoğun kentleşme ve
değişen yaşam şekilleriyle ilgili beşerî etkenler sebebiyle kullanılabilir su
varlığı azalmaktadır. İlerleyen süreçlerde çoğu ülkenin su kaynakları açısından
yetersiz kalacağı ve su krizi yaşayacağı öngörülmektedir.
Yaşanacak su krizlerinin başlıca göstergelerinden birisi kuraklıktır.
Kuraklık süreci ise meteorolojik kuraklık ile başlayarak, hidrolojik, tarımsal,
sosyal ve ekonomik kuraklık şeklinde devem eden bir süreçtir. Aynı zamanda
bir doğal afet olarak tanımlanan kuraklık, deprem ve sel gibi birdenbire
gerçekleşen ve zararları kısa zamanda telafi edilebilen bir afet türü olmayıp,
sinsi ve yavaş ilerleyen, etkileri pek çok sektör üzerinde gözlemlenebilen ve
telafisi çok zor gerçekleştirilen bir afet türüdür. Bu sebeple su krizlerine ve
kuraklığa karşı alınabilecek tedbirler de aynı şekilde uzun erimli tedbirler
olmak zorundadır.
İnsanlık olarak kuraklığa sebep olan doğal etmenler için hızlı ve net ön-
lemler alınması güç olsa da, beşeri etmenler kapsamında önlem alınması
mümkündür. Değişen yaşam şekilleri ve alışkanlıklara getirilebilecek sınır-
lamalar ile kentleşme politikalarında su duyarlı yöntemlerin benimsenmesi
kuraklığa karşı alınabilecek en etkin ve sürekliliği olan önlemlerdir.
Hasibe Körbalta | 59
Kentler sadece nüfusun yığıldığı, birçok işlevi bünyesinde barındıran
yerleşim alanları değildir. Aynı zamanda bu nüfusun ihtiyaçlarını
gidermek üzere yoğun bir yapılaşmanın olduğu, yeryüzünün doğal
toprak tabakasının geçirimsiz tabakalarla kaplandığı, barındırdığı nüfus ve
işlevlerin devamlılığının sağlanabilmesi için su kaynaklarının sünger gibi
emilerek, ardından atık suyun yeniden doğal ortamlara bırakıldığı alanlardır.
Kentler bu özellikleriyle suyun doğal çevrimine en fazla müdahale edildiği
alanlardır. İnsan eliyle yapılan bu müdahalelerle, suyun içerisinde bulunduğu
havzasından, yağış, akış ya da buharlaşmayla kontrolsüz şekilde çıkmasına
neden olunmaktadır. Bozulan hidrolojik denge ise yağış tür ve miktarlarında
değişim, akarsu debilerinde azalma ya da yeraltı su seviyelerinde düşme
şeklinde kendini göstermektedir. Bu sebeple su krizine ve kuraklığa yönelik
yapılacak çalışmaların öncelikli hedefinin, suyun kendi havzasında ve doğal
çevriminde kalmasının sağlanması olmalıdır.
Dünyada su yönetim politikalarında gelinen son noktada desteklenen
temel yaklaşım bu yönde olup, “Entegre Su Havzası Yönetimi” şeklinde
isimlendirilmektedir. Bu anlayışta, su kaynaklarının salt suyun kendi
özelinde, miktar ve kalitesi kapsamında değil; toprak, bitki örtüsü, yapılaşmış
yüzeyler gibi arazi kullanımları kapsamında da değerlendirilerek planlanması
öngörülmektedir. Bu süreçte hidrolojik çevrime en az şekilde müdahale
esas olup, kente getirilecek her bir fonksiyonun bu çevrime etkisinin
hesaplanması, fonksiyonların su varlığını nasıl etkileyeceği, hangi miktar
ve kalitede suyun nereden alınarak, tekrar hangi miktar ve kalitede nereye
bırakılacağının ayrıntılı olarak analiz edilmesi gerekmektedir. Yapılacak
analizler doğrultusunda, konut, endüstri, sosyal donatı, altyapı, açık ve yeşil
alanlar gibi kentteki her bir fonksiyonun konumuna, yapısal özellikleri ve
yoğunluklarına karar verilirken, bu fonksiyonların ardından sürükleyeceği
diğer fonksiyonlar ile toplamda yaratılacak nüfus yoğunluğunun gereksinimi
olan ilave su kaynakları da hesaba katılmalıdır.
Yapılacak planlama çalışmalarıyla kentin doğal işleyişinin su duyarlı
bir şekilde sürmesi sağlanırken, öte yandan kurak dönemler için de ilave
önlemlerin alınması gerekmektedir. Bu önlemlerin başında yağış ve akışla
gelen suların depolanabilmelerine yönelik altyapı planlamalarının yapılması,
suyun verimli ve geri dönüşümlü bir şekilde kullanımını amaçlayan
sistemlerin kurgulanması gerekmektedir. Kentteki her bir fonksiyonun
olağan dönemler dışında kurak dönemlerde ne şekilde çalışacağına, ilave
su kaynağının nereden, ne miktarlarda sağlanacağına yönelik sektörel
planlamaların yapılması gerekmektedir.
60 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
Tüm bu çalışmaların tek bir uzmanlık alanı tarafından gerçekleştirilmesi
ise mümkün olmayıp disiplinler arası çalışma yöntemlerini gerektirmektedir.
Ölçek hiyerarşisi ve kentsel fonksiyonlar özelinde uzmanlaşan ekiplerce,
bilimsel veriler ve çalışmalar ışığında hazırlanacak mekânsal planlama
çalışmaları ile su duyarlı ve su krizlerine dirençli kentler yaratmak mümkün
olabilecektir.
Unutulmaması gereken gerçek; insanlık olarak su krizlerine ve kuraklık
sürecine engel olunamasa bile, bu süreçlerin etkilerini en aza indirgeyebilmek
adına, hâlâ önlem alınabilecek fırsatlar mevcuttur. Bilimsel veriler ve doğru
mekânsal planlama kararları sayesinde suyun her damlasına sahip çıkmak
mümkündür. Çünkü arazi kullanım kararları aslında birer su tüketim
kararıdır.
Hasibe Körbalta | 61
KAYNAKÇA
Arnold, C. L. & Gibbons, C. J. (1996). Impervious surface coverage: The emergen-
ce of a key environmental indicator. Journal of the American Planning Asso-
ciation, 62 (2), 243-258. https://doi.org/10.1080/01944369608975688
Ayaz, S., Fındık, N., Kınacı, C., Tunçsiper, B. & Güneş, E. (2011). Yapay Su-
lak Alanlar El Kitabı. TÜBİTAK-MAM (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Kurumu Marmara Araştırma Merkezi), 105G047, Kocaeli.
Barradas V. L. (1991). Air temperature and humidity and human comfort index
of some city parks of Mexico City. International Journal of Biometeorology,
35 (1), 24-28. https://doi.org/10.1007/BF01040959
Bilkent Üniversitesi (t.y.). Bakım. https://w3.bilkent.edu.tr/www/cev-
re-duzenleme-ve-koruma-mudurlugu/faaliyetler/bakim/#:~:tex-
t=Ayr%C4%B1ca%20en%20%C3%B6nemli%20hususlardan%20
birtaneside,alana%2010%20lt%20su%20
Çiftçi, H., Kaplan, Ş., Karakaya, E. & Kitiş, M. (2007). Yapay sulak alanlarda
atıksu arıtımı ve ekolojik yaşam. Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü
Dergisi, 23 (1-2) 149 – 160.
Domene, E. & Sauri, D. (2006). Urbanisation and water consumption: Influen-
cing factors in the metropolitan region of Barcelona. Urban Studies, Vol.
43, No. 9, 1605–1623. https://doi.org/10.1080/00420980600749969
Domene, E. (2014). Changing patters of water consumption in the suburban
Barcelona: Lifestiles and welfareas explanatory factors. Investigaciones Ge-
ográficas. 61, 39-53. https://doi.org/10.14198/INGEO2014.61.03
EDO (2023, 11 Mayıs). What is drought?. European Drought Observatory. htt-
ps://edo.jrc.ec.europa.eu/edov2/php/index.php?id=1001
EDO (2023, 11 Mayıs). Drought Indicators. European Drought Observatory,
https://edo.jrc.ec.europa.eu/edov2/php/index.php?id=1010
EPA (2022, 25 Ekim). Using Trees and Vegetation to Reduce Heat Islands. Uni-
ted States Environmental Protection Agency, https://www.epa.gov/
heatislands/using-trees-and-vegetation-reduce-heat-islands
FAO (t.y.). The Setting. Food and Agriculture Organization of the United Nati-
ons, https://www.fao.org/3/i2490e/i2490e01a.pdf
FAO (2023). Water. Food and Agriculture Organization of the United Nations,
https://www.fao.org/water/en/
Fidan, C., Duran, C. & Kiriş, R. (2008). Bitki formasyonlarının su kaynak-
ları üzerindeki etkisi. TMMOB 2. Su Politikaları Kongresi Bildiri Kitabı,
ss.39-48.
Gleick, P. H. (1996). Basic water requirements for human activities: Me-
eting basic needs. Water International, 21 (2), 83-92. https://doi.
org/10.1080/02508069608686494
62 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
Glick, D. (2023, 16 Haziran). The big thaw - As the climate warms, how much, and
how quickly, will Earth’s glaciers melt?. National Geographic. https://www.
nationalgeographic.com/environment/article/big-thaw
Heidari, H., Arabi, M., Warziniack, T. & Sharvelle, S. (2021). Effects of urban
development patterns on municipal water shortage. Frontiers in Water, 3
(694817), 1-11. https://doi.org/10.1016/j.scitotenv.2020.139050.
Hoekstra, A. Y. (2008). The water footprint of food. J. Förare (Ed.), Water for
food (ss. 49-61). The Swedisch Research Council for Environment, Agri-
cultural Sciences and Spatial Planning (Formas). http://www.waterfoot-
print.org/Reports/Hoekstra-2008-WaterfootprintFood.pdf
IGRAC (t.y.). What is Groundwater? International Groundwater Resources As-
sessment Centre. https://www.un-igrac.org/what-groundwater
IPCC (2012). Managing the Risks of Extreme Events and Disasters to Advance
Climate change Adaptation. C.B. Field, V. Barros, T.F. Stocker, D. Qin,
D.J. Dokken, K.L. Ebi, M.D. Mastrandrea, K.J. Mach, G.-K. Plattner,
S.K. Allen, M. Tignor & P.M. Midgley (Eds.). Special Report of Working
Groups I and II of the Intergovernmental Panel on Climate Change, Camb-
ridge University Press.
Oppenheimer, M., Glavovic, B.C., Hinkel, J., Wal, R. van de, Magnan, A.K.,
Abd-Elgawad, A., Cai, R., Cifuentes-Jara, M., DeConto, R.M., Ghosh,
T., Hay, J., Isla, F., Marzeion, B., Meyssignac, B. & Sebesvari, Z. (2019).
Sea level rise and implications for low-lying islands, coasts and communi-
ties. H.-O. Portner, D.C. Roberts, V. Masson-Delmotte, P. Zhai, M. Tig-
nor, E. Poloczanska, K. Mintenbeck, A. Alegria, M. Nicolai, A. Okem, J.
Petzold, B. Rama, N.M. Weyer (eds.), IPCC Special Report on the Ocean
and Cryosphere in a Changing Climate içinde (ss. 321-445) Cambridge
University Press.
Jauregui, E. (1991). Influence of a large urban park on temperature and convec-
tive precipitation in a tropical city. Energy and Buildings, 15 (3-4) 457-63.
https://doi.org/10.1016/0378-7788(90)90021-A
Kavurucu, B. , Ekmen, E. , Yaman, Ö. , Yazan, S. Y. , Kanmaz, N. & Ünver, Ü.
(2022). Türkiye’de Endüstriyel Su Tüketimi ve Arıtımı. İleri Mühendislik
Çalışmaları ve Teknolojileri Dergisi, 3 (1), 19-33.
Korzekwa, K. (2023, 23 Ocak). Settling in For The Winter (And Be-
yond): Road Salt Impacts Groundwater Year-Round. SOIL (Scien-
ce Society of America). https://www.soils.org/news/science-news/
settling-winter-and-beyond-road-salt-impacts-groundwater-year-round/
Loh, M. & Coghlan, P. (2003). Domestic Water Use Study In Perth,Western Aust-
ralia 1998-2001. Water Corporation.
McGrath, M. (2021, 6 Temmuz). Ağaç dikmek yaz yağmurlarının miktarını ve
iklim değişikliğini nasıl etkiliyor?. BBC. https://www.bbc.com/turkce/
haberler-dunya-57729513
Hasibe Körbalta | 63
Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği (2014). Resmî Gazete, 29030, 14 Haziran
2014.
Mishra, A.K. & Singh V.P. (2010). A review of drought concepts. Journal of Hydro-
logy, 391 (1-2), 202–216. https://doi.org/10.1016/j.jhydrol.2010.07.012
NDMC (2023). Types of Drought. National Drought Mitigation Center. https://
drought.unl.edu/Education/DroughtIn-depth/TypesofDrought.aspx
NSIDC (2023, 16 Haziran). Quick facts, basic science, and information about snow,
ice, and why the cryosphere matters. National Snow and Ice Data Center.
https://nsidc.org/learn
OECD (2012). OECD environmental outlook to 2050: The consequences of inacti-
on. Organisation for Economic Co-operation and Development, OECD
Publishing. https://www.oecd.org/env/indicators-modelling-outlo-
oks/49846090.pdf
OECD (2018). Monitoring land cover change. Organisation for Economic Co-o-
peration and Development, OECD Publishing. https://www.oecd.org/
env/indicators-modelling-outlooks/brochure-land-cover-change.pdf
Sanchez, G. M., Terando, A., Smith, J. W., García, A. M., Wagner, C. R., &
Meentemeyer, R. K. (2020). Forecasting water demand across a rapidly
urbanizing region. Science of The Total Environment, 730, 139050, 1-13.
https://doi.org/10.1016/j.scitotenv.2020.139050
Schleifer, L. (2017, 24 Ağustos), 7 reasons we’re facing a global wa-
ter crisis. World Resources Institute. https://www.wri.org/
insights/7-reasons-were-facing-global-water-crisis
Schouten, M. (2003). Development in the Drought - The Incompatibility of the
Ebro Water Transfer With Sustainable Development in the Southeast Region
of Spain. WWF/Adena.
Sayers, P.B., Li Yuanyuan, Moncrieff, C, Li Jianqiang, Tickner, D., Xu Xiangyu,
Speed, R., Li Aihua, Lei Gang, Qiu Bing, Wei Yu & Pegram G. (2016)
Drought risk management: A strategic approach. UNESCO, WWF.
SUDER (2023, Haziran). Suyun önemi. Ambalajlı Su Üreticileri Derneği. htt-
ps://suder.org.tr/saglikli-su-hidrasyon/suyun-onemi/
Streiling, S. & Matzarakis, A. (2003). Influence of single and small clusters of
trees on the bioclimate of a city: A case study. Journal of Arboriculture, 29
(6), 309-316.
Şener, H. (2020). Ormanlar Yağmuru Çeker mi? İklim Değişikliği ve Çevre, 5
(1), 1-12.
T.C. Kalkınma Bakanlığı (2018). On birinci kalkınma planı (2019-2023) - Su
kaynakları yönetimi ve güvenliği özel ihtisas komisyonu raporu.
TDK (2022). Güncel Türkçe sözlük. Türk Dil Kurumu. https://sozluk.gov.tr/
64 | Kentlerde Su Krizi ve Mekânsal Planlama
Temel, F. A. (2017). Endüstriyel atıksuların arıtımında yapay sulak alanların
kullanımı, Dicle Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Mühendislik Dergisi, 8
(1), 213-226.
The World Bank (2006). Integrated River Basin Management From Concepts to
Good Practice. Briefing Note 15 - The Finishing Touches to the Creation
of a River Basin Organization.
Tunçay, H. E. (2021). Suya Duyarlı Şehirler. Türkiye Su Enstitüsü - SUEN.
TÜİK (2023). Belediye Su İstatistikleri. Türkiye İstatistik Kurumu, https://biru-
ni.tuik.gov.tr/medas/?kn=121&locale=tr
UN (2022). Global Issues: Population. United Nations, https://www.un.org/en/
global-issues/population
UN (2018, 16 Mayıs). 68% of the world population projected to live in urban are-
as by 2050, says UN. United Nations, https://www.un.org/development/
desa/en/news/population/2018-revision-of-world-urbanization-prospe-
cts.html
UN Water, (2018). The united nations world water development report 2018: Natu-
re-based solutions for water, facts and figures. United Nations World Water
Assessment Programme, UNESCO.
UN Water (2019). The united nations world water development report 2019: Lea-
ving no one behind. United Nations World Water Assessment Programme,
UNESCO.
UNCCD (2022). Drought in numbers 2022 - Restoration for readiness and re-
silience. United Nations Convention to Combat Desertification. ht-
tps://reliefweb.int/report/world/drought-numbers-2022-restoration
-readiness-and-resilience
UNDRR (2021). GAR special report on drought 2021. United Nations Office for
Disaster Risk Reduction. Geneva.
USGS (2019, 15 Kasım). How much water is there on Earth? U.S. Geological
Survey. https://www.usgs.gov/special-topics/water-science-school/scien-
ce/how-much-water-there-earth?qt-science_center_objects=0#qt-scien-
ce_center_objects
Water Footprint Calculator (2022, 20 Ekim). The hidden water in everyday pro-
ducts. https://www.watercalculator.org/footprint/the-hidden-water-in-e-
veryday-products/#:~:text=The%20water%20footprint%20of%20
a,step%20of%20the%20production%20process
WHO (2023). Drought. World Health Organization, https://www.who.int/
health-topics/drought#tab=tab_1
Wilhite, D. A. & Glantz, M. H. (1985). Understanding the drought phenome-
non: the role of definitions. Water International 10 (3), 111–120. https://
doi.org/10.1080/02508068508686328
Hasibe Körbalta | 65
WMO & GWP (2016). Handbook of Drought Indicators and Indices (M. Svoboda
& B.A. Fuchs). Integrated Drought Management Programme (IDMP),
Integrated Drought Management Tools and Guidelines Series 2. Wor-
ld Meteorological Organization (WMO) and Global Water Partnership
(GWP), https://library.wmo.int/doc_num.php?explnum_id=3057
WMO (2020). Drought. World Meteorological Organization, htt-
ps://public.wmo.int/en/resources/world-meteorological-day/
previous-world-meteorological-days/climate-and-water/drought
Yüksel, Ü. (2005). Ankara kentinde kentsel ısı adası etkisinin yaz aylarında uzak-
tan algılama ve meteorolojik gözlemlere dayalı olarak saptanması ve de-
ğerlendirilmesi üzerinde bir araştırma [Yayımlanmamış Doktora Tezi].
Ankara Üniversitesi.
67
Bölüm 3
Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği,
CCTV ve Güvenlikli Siteler
Adnan Söylemez1
Özet
Kişisel bilgiler çeşitli kuruluşlar tarafından toplandıkça, işlendikçe ve
saklandıkça veri gizliliği dijital çağda önemli bir endişe kaynağı haline
gelmiştir. Bu verilerin korunması ve gizliliğinin sağlanması dünya çapında
hükümetler için bir öncelik haline gelmiştir. Kapalı devre televizyon (CCTV)
kameralarının kullanımı ise son yıllarda önemli ölçüde artmış ve bireysel
mahremiyet üzerindeki etkisine ilişkin endişeleri artırmıştır. Kentleşme,
teknolojik ilerlemeler ve güvenlik ve esenliğe artan odaklanma nedeniyle
güvenli barınma son yıllarda artan bir ilgi görmüştür. Günümüzün sürekli
gelişen dünyasında, güvenlik ve potansiyel tehditlere karşı korunma ihtiyacı
nedeniyle güvenli barınma giderek daha önemli hale gelmiştir. Ancak,
güvenlik önlemleri ile özgürlük ve mahremiyet gibi temel haklar arasındaki
dengelerin incelenmesi büyük önem taşımaktadır.
Bu çalışmada, CCTV’nin suçu önlemedeki etkinliğini ve mahremiyetin
ihlalini çevreleyen etik kaygıları değerlendirerek, güvenlik ve sivil özgürlükler
arasındaki dengeyi çevreleyen tartışmaya ışık tutmayı amaçlamakta ve CCTV
kameralarının gözetiminin kentsel ortamlarda bireysel özgürlükler üzerindeki
etkisini ve sonuçlarını incelemektedir. Ayrıca bu makalede, veri gizliliğini
korumak için geliştirilen çeşitli mevzuat ve politikalar incelenmekte;
güvenli konutların ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasına ilişkin bilimsel literatür
gözden geçirilerek temel eğilimleri, zorlukları ve fırsatları vurgulayarak
güvenlik önlemleri ile özgürlük ve mahremiyet gibi temel haklar arasındaki
ödünleşimleri vurgulamaktadır.
GİRİŞ
Günümüzde, kentlerde yaşayan bireylerin özgürlükleri ve mahremiyeti
üzerine büyük bir baskı söz konusudur. Veri gizliliği, CCTV kameralarının
1 Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu, soylemez@selcuk.edu.tr,
ORC-ID: 0000-0001-8153-0238
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1086
68 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
yaygınlaşması ve güvenlikli siteler, bireysel özgürlüklerin sınırlanmasına
yol açan faktörlerdir. Bu makale, kent ve bireysel özgürlükler krizine
neden olan bu faktörleri ele alarak, yaşam alanlarında daha fazla özgürlük
ve mahremiyet sağlamak adına çözüm önerileri sunmayı amaçlamaktadır.
Kentlerde veri gizliliği, CCTV ve güvenlikli sitelerin yaygın kullanımı,
bireysel özgürlükler ve mahremiyet üzerinde olumsuz etkiler yaratmakta
olup, bu durumun ele alınarak uygun çözümler üretilmesi gerekmektedir.
1. VERİ GİZLİLİĞİ VE BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLER
1.1. Teknolojik Gelişmeler ve Veri Toplama Yöntemleri: Son
Gelişmelere Bir Bakış
Teknolojideki hızlı gelişmelerle birlikte veri toplama yöntemleri de son
yıllarda önemli ölçüde değişmiştir. Bu bölümde, çeşitli teknolojik gelişmeler
ve bunların farklı alanlardaki veri toplama teknikleri üzerindeki etkileri
hakkında literatür gözden geçirilmektedir. Veri toplama, araştırmacıların
araştırma sorularını yanıtlamak için gerekli bilgileri toplamalarını
sağladığından araştırma sürecinin çok önemli bir yönüdür (Bryman, 2016).
Anketler ve görüşmeler gibi geleneksel veri toplama yöntemlerinin birçok
bağlamda güvenilir olduğu kanıtlanmıştır. Ancak, yeni teknolojilerin yükselişi
araştırmacılara veri toplama konusunda yeni yaklaşımlar da sunmaktadır.
1.1.1. Mobil Teknoloji ve Veri Toplama
Akıllı telefonların ve tabletlerin yaygın olarak benimsenmesi, veri
toplamada çeşitli şekillerde devrim yaratmıştır. Mobil cihazlar, benzeri
görülmemiş düzeyde erişilebilirlik ve taşınabilirlik sunarak araştırmacıların
uzaktan ve verimli bir şekilde veri toplamasına olanak tanımaktadır (Ferreira
ve diğerleri, 2020). Örneğin, mobil uygulamalar anket yapmak, coğrafi
bilgi toplamak ve sağlıkla ilgili verileri toplamak için kullanılmaktadır
(Aguilera, 2019). Dahası, mobil cihazların kullanımı gerçek zamanlı
verilerin toplanmasını kolaylaştırarak araştırmacıların katılımcıların davranış
ve algılarında zaman içinde meydana gelen değişiklikleri takip ve analiz
etmelerini sağlamaktadır (Miller, 2020).
1.1.2. Giyilebilir Cihazlar ve Nesnelerin İnterneti (IoT)
Akıllı saatler ve spor takip cihazları gibi giyilebilir cihazlar, fizyolojik ve
davranışsal veri toplamak için popülerlik kazanmıştır (Piwek ve diğerleri,
2016). Bu cihazlar, araştırmacıların katılımcılardan sürekli, göze batmayan
veriler toplamasını sağlayarak insan davranışının ve sağlığının çeşitli
yönlerine ilişkin değerli bilgiler sunmaktadır (Gao ve diğerleri, 2018). Buna
Adnan Söylemez | 69
ek olarak, Nesnelerin İnterneti (IoT) akıllı evler, cihazlar ve araçlar gibi
birden fazla kaynaktan büyük ölçekli, gerçek zamanlı verilerin toplanmasını
kolaylaştırmıştır (Bandyopadhyay ve Sen, 2020). Bu veriler birleştirilip
analiz edilerek insan davranışı, sağlığı ve refahı hakkında yeni içgörüler elde
edilebilmektedir.
1.1.3. Sosyal Medya ve Büyük Veri
Sosyal medya platformlarının yaygın kullanımı, araştırmacılara kullanıcı
tarafından oluşturulan büyük miktarda veri sağlamıştır. Bu veriler, iletişim
kalıpları, duygu analizi ve sosyal ağ dinamikleri gibi insan davranışının çeşitli
yönlerini incelemek için çıkarılabilir ve analiz edilebilir (Gruzd ve diğerleri,
2018). Ayrıca, makine öğrenimi ve yapay zekâ teknikleri de dahil olmak
üzere büyük veri analitiği, araştırmacıların daha önce erişilemeyen kalıpları
ve eğilimleri ortaya çıkarmak için bu büyük, karmaşık veri kümelerini
işlemesine ve analiz etmesine olanak sağlamıştır (Cortez ve Johnston, 2020).
1.1.4. Zorluklar ve Etik Hususlar
Veri toplama için yeni teknolojilerin benimsenmesi aynı zamanda veri
gizliliği, güvenliği ve etik hususlarla ilgili endişeleri de beraberinde getirmektedir.
Araştırmacılar, katılımcıların kişisel bilgilerinin korunduğundan ve veri
toplamadan önce bilgilendirilmiş onam alındığından emin olmalıdır (Mittelstadt
ve Floridi, 2016). Ayrıca, büyük veri ve makine öğrenimi algoritmalarının
kullanımı, veriler popülasyonu temsil etmiyorsa veya algoritmalar dikkatlice
tasarlanıp test edilmemişse subjektif sonuçlara yol açabilir (O’Neil, 2016). Bu
nedenle araştırmacılar, bulgularının geçerliliğini ve güvenilirliğini sağlamak için
bu zorlukları ele alma konusunda dikkatli olmalıdır.
Teknolojik gelişmeler veri toplama yöntemlerini önemli ölçüde etkilemiş,
araştırmacılara bilgi toplama ve analiz etme konusunda yeni yollar sunmuştur.
Mobil teknoloji, giyilebilir cihazlar, IoT ve sosyal medya, daha verimli, göze
batmayan ve gerçek zamanlı veri toplama olanakları sağlayarak araştırma
ortamını dönüştürmüştür. Ancak bu gelişmeler aynı zamanda veri gizliliği,
güvenliği ve etiği ile ilgili zorlukları da beraberinde getirmektedir. Araştırmacılar,
bu yeni veri toplama yöntemlerinin tüm potansiyelinden yararlanmak için bu
gelişmelere uyum sağlamalı ve potansiyel endişeleri ele almalıdır.
1.2. Veri Gizliliği İhlallerinin Bireysel Özgürlüklere Etkisi
Veri gizliliği ihlalleri dijital çağda giderek yaygınlaşmakta ve hem bireysel
hem de kolektif özgürlükleri etkilemektedir. Bu ihlaller kimlik hırsızlığı, mali
kayıp ve psikolojik sıkıntı gibi bir dizi olumsuz sonuca yol açabilmektedir
(Solove, 2006).
70 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
Veri mahremiyeti, bireylerin kişisel bilgileri üzerinde kontrol sahibi
olmalarını ve özerkliklerini, saygınlıklarını ve özgürlüklerini korumalarını
sağlayan temel bir haktır (Warren ve Brandeis, 1890). Bu kontrol tehlikeye
girdiğinde, kişisel verilere yetkisiz erişim, kullanım veya ifşaya yol açan
gizlilik ihlalleri meydana gelir. Bu ihlaller, zayıf güvenlik önlemleri, kötü
niyetli siber saldırılar veya kuruluşların etik olmayan uygulamaları gibi çeşitli
faktörlerden kaynaklanabilir (Mayer-Schönberger ve Cukier, 2013).
Bireysel özgürlükler, dış müdahale veya zorlama olmaksızın kişisel
seçimler ve kararlar alma yeteneğini ifade eder. Veri gizliliği ihlalleri,
savunmasızlık hissi yaratarak ve kurumlara olan güveni sarsarak bireysel
özgürlükler üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilir (Acquisti ve diğerleri,
2015). Bu durum ifade özgürlüğü üzerinde caydırıcı bir etkiye, otosansüre
ve kamusal hayata katılımın azalmasına yol açabilir (Penney, 2017).
1.2.1. Veri Gizliliği İhlallerinin Bireysel Özgürlükler Üzerindeki
Etkileri
a. Gözetim ve Kontrol
Veri gizliliği ihlalleri kitlesel gözetimi kolaylaştırarak bireysel özgürlük
ve özerklik kaybına neden olmaktadır. Kişisel bilgilere rıza olmaksızın
erişildiğinde ve izlendiğinde, bireyler kendilerini güçsüz hissedebilir ve
haklarını özgürce kullanamayabilirler (Zuboff, 2019). Bu durum, insanların
cezalandırılma korkusuyla fikirlerini ifade etme veya belirli faaliyetlerde
bulunma konusunda daha temkinli hale gelmesiyle otosansüre yol açabilir
(Stoycheff, 2016).
b. Ayrımcılık ve Profil Çıkarma
Veri gizliliği ihlalleri, kuruluşların kişisel bilgilerine dayanarak belirli
grupları profilleme ve hedefleme gibi ayrımcı uygulamalarda bulunmalarını
sağlayabilir (Barocas ve Selbst, 2016). Bu durum, etkilenenler için haksız
muameleye, kısıtlı fırsatlara ve bireysel özgürlüklerin azalmasına yol açabilir
(Pasquale, 2015).
c. Psikolojik Etkiler
Veri gizliliği ihlallerinin bireyler üzerinde önemli psikolojik etkileri
olabilmekte, bu da endişe, stres ve irade kaybı gibi duygulara yol açabilmektedir
(Whitley ve Hosein, 2010). Kişinin kişisel bilgilerinin ifşa edilmesi veya
kötüye kullanılması korkusu, güvenin azalmasına ve otosansürün artmasına
yol açarak bireysel özgürlükleri olumsuz yönde etkileyebilir (Dinev ve Hart,
2006).
Adnan Söylemez | 71
Veri gizliliği ihlallerinin bireysel özgürlükler üzerindeki etkisini azaltmak
için çeşitli önlemler alınabilir:
Kuruluşların veri uygulamalarından sorumlu tutulmalarını sağlamak
için veri koruma yasalarının ve yönetmeliklerinin güçlendirilmesi
(Kuner, 2011).
Veri işlemede şeffaflık ve hesap verebilirliğin teşvik edilmesi ve
böylece bireylerin bilgilerinin nasıl ve kim tarafından kullanıldığını
anlamalarının sağlanması (Bennett ve Raab, 2006).
Bireylerin kişisel verileri üzerinde kontrol sahibi olmalarını ve
mahremiyetlerini korumalarını sağlayan mahremiyet artırıcı
teknolojilerin geliştirilmesi (Cavoukian, 2010).
Veri gizliliği ihlalleri, dijital çağda bireysel özgürlükler için önemli bir
tehdit oluşturmaktadır. Politika yapıcılar ve kuruluşlar, bu ihlallerin bireyleri
ve toplumu etkilediği çeşitli yolları anlayarak, bireysel özgürlüklere saygı
duyan ve bunları koruyan daha güvenli ve eşitlikçi bir dijital ortam yaratmak
için çalışabilirler.
1.2.2. Veri Gizliliğini Sağlamaya Yönelik Mevzuat ve Politikalar
Kişisel bilgiler çeşitli kuruluşlar tarafından toplandıkça, işlendikçe ve
saklandıkça veri gizliliği dijital çağda önemli bir endişe kaynağı haline gelmiştir
(Shackelford, 2019). Bu verilerin korunması ve gizliliğinin sağlanması
dünya çapında hükümetler için bir öncelik haline gelmiştir. Mayıs 2018’de
yürürlüğe giren Avrupa Birliği Genel Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR),
veri gizliliği alanında dönüm noktası niteliğinde bir mevzuat olarak kabul
edilmektedir (Voigt ve Von dem Bussche, 2017). GDPR, bireylere kişisel
verileri üzerinde daha fazla kontrol sağlamayı ve AB üye ülkeleri arasında
uyumlu bir veri koruma çerçevesi oluşturmayı amaçlamaktadır. GDPR’nin
temel hükümleri arasında unutulma hakkı, veri taşınabilirliği ve zorunlu
veri ihlali bildirimleri yer almaktadır (Drew, 2018). GDPR, veri gizliliği
konusunda farkındalık yaratma konusunda başarılı olsa da uygulanması,
yetersiz kaynaklara sahip denetim makamları ve düzenlemenin karmaşıklığı
gibi zorluklarla karşılaşmıştır (Polčák ve Holub, 2018).
Kaliforniya Tüketici Gizliliği Yasası (CCPA), Amerika Birleşik
Devletleri’nde Ocak 2020’de yürürlüğe giren eyalet düzeyinde bir veri
koruma düzenlemesidir (Solove ve Hartzog, 2018). CCPA, Kaliforniya
sakinlerine hangi kişisel bilgilerin toplandığını, toplanma amacını ve kimlerle
paylaşıldığını veya satıldığını bilme hakkı vermektedir (Mulligan ve Schwartz,
2018). Ayrıca mevzuat, tüketicilere kişisel bilgilerinin satışından vazgeçme
72 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
ve verilerini silme hakkı da sağlamaktadır. CCPA, kapsamlı yapısına rağmen,
tanımlarındaki belirsizlikler ve uygulama için ayrılan kaynakların yetersizliği
nedeniyle eleştirilere maruz kalmıştır (Kesan ve Hayes, 2020).
Hindistan’da 2019 yılında yürürlüğe giren Kişisel Verilerin Korunması Yasa
Tasarısı (KVKK), ülkede sağlam bir veri koruma çerçevesi oluşturulmasına
yönelik önemli bir çabayı temsil etmektedir (Singh ve Malhotra, 2020).
KVKK, GDPR’den ilham almakta ve veri yerelleştirme, veri güvenliğine
ilişkin yükümlülükler ve bir Veri Koruma Otoritesinin (DPA) kurulması gibi
kilit hükümler getirmektedir (Banerjee, 2020). Bununla birlikte, KVKK
hükümete aşırı güç verdiği ve bireysel gizlilik haklarını zayıflatma potansiyeli
taşıdığı gerekçesiyle eleştirilmektedir (Bhatia, 2020).
Türkiye’de kişisel verilerin korunması, 2016 yılında yürürlüğe giren
6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) ile bir çerçeveye
oturmuştur. Bu yasaya göre, kişisel verilerin işlenmesinde geçerli bir rızadan
bahsedilebilmesi için açık rızanın varlığı gereklidir (Polater, 2019).
Tasarım Yoluyla Gizlilik (PbD), gizlilik önlemlerinin bilgi sistemlerinin
tasarım ve işletimine dahil edilmesini savunan, veri korumaya yönelik
proaktif bir yaklaşımdır (Cavoukian, 2010). GDPR, veri koruma etki
değerlendirmelerini ve veri koruma görevlilerinin atanmasını zorunlu kılarak
PbD ilkesini dahil etmiştir (Lynskey, 2017). PbD yaklaşımı, kuruluşların kendi
özel ihtiyaçlarına göre uyarlanmış gizlilik önlemlerini uygulamalarına olanak
tanıyan esnekliği ve uyarlanabilirliği nedeniyle övgüyle karşılanmaktadır
(Spiekermann ve Cranor, 2009). Ancak PbD’nin etkinliği, kuruluşun veri
gizliliğine olan bağlılığına ve uygulama için ayrılan kaynaklara bağlıdır
(Bennett ve Raab, 2006).
GDPR, CCPA ve KVKK gibi mevzuat ve politikalar veri gizliliğinin
sağlanmasında kritik bir rol oynamaktadır. Ancak bu tedbirler, yetersiz
kaynaklara sahip icra makamları, tanımlardaki belirsizlikler ve gizlilik
haklarıyla potansiyel çatışmalar gibi zorluklarla karşı karşıyadır. Tasarım
Yoluyla Gizlilik, yasal çabaları tamamlayabilecek proaktif bir veri koruma
yaklaşımı sunmaktadır, ancak başarısı kurumsal bağlılık ve kaynaklara
bağlıdır. Ortaya çıkan zorlukları ele alan ve bireysel gizlilik hakları ile
kurumsal ihtiyaçları dengeleyen etkili, kapsamlı ve uyarlanabilir veri
gizliliği çerçeveleri geliştirmek için daha fazla araştırma yapılması
gerekmektedir.
Adnan Söylemez | 73
2. CCTV VE MAHREMİYET
2.1. CCTV’nin Evrimi: Tarihsel Bir Perspektif
Kapalı Devre Televizyon (Closed-Circuit Television (CCTV)) 1940’lı
yıllardaki başlangıcından bu yana önemli bir dönüşüm geçirmiştir. CCTV,
hükümet, kolluk kuvvetleri ve özel işletmeler de dahil olmak üzere çeşitli
sektörlerde güvenlik ve gözetim için önemli bir araç olarak ortaya çıkmıştır.
İlk CCTV sistemi 1942 yılında Alman mühendis Walter Bruch tarafından
öncelikle V-2 roket fırlatmalarını izlemek için geliştirilmiştir (Goold, 2004).
Bu ilk sistemler, sinyalleri kablolar aracılığıyla monitörlerin bulunduğu
bir kontrol odasına ileten analog kameralar içeriyordu (Norris ve McCahill,
2006). 1960’larda CCTV teknolojisi, suç önleme ve trafik izleme amacıyla
Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık’ta yayılmıştır (Goold, 2004).
1970’lere gelindiğinde CCTV teknolojisi, yarı iletken kameraları ve video
kaset kaydedicilerin (VCR’ler) kullanılmaya başlanmasıyla önemli ölçüde
ilerlemiş ve video görüntülerinin kaydedilmesi ve saklanmasına olanak
sağlamıştır (Hier, 2003). 1980’lerde birden fazla kameradan eş zamanlı kayıt
ve oynatmaya olanak tanıyan çoklayıcıların kullanılmaya başlanmasıyla daha
fazla gelişme kaydedilmiştir (Goold, 2004). Bu dönemde CCTV sistemleri
kamusal alanlarda, ticari kuruluşlarda ve konut alanlarında güvenlik ve
gözetim için daha yaygın hale gelmiştir (Hier, 2003).
1990’lı yıllar, dijital teknolojinin kullanılmaya başlanmasıyla CCTV için
bir dönüm noktası olmuştur. Dijital Video Kayıt Cihazları (DVR), VCR’lerin
yerini alarak gelişmiş video kalitesi, depolama ve geri alma özellikleri
sunmuştur (Goold, 2004). İnternet Protokollü (IP) kameraların ortaya
çıkışı, video akışlarının internet üzerinden iletilmesine ve depolanmasına izin
vererek uzaktan erişim ve izleme imkanı sağlamıştır (Norris ve McCahill,
2006).
21. yüzyıl, CCTV ve diğer teknolojiler arasında yeni bir entegrasyon çağını
başlatmıştır. Örneğin, yüz tanıma yazılımı ve analitiği, güvenlik ve gözetim
yeteneklerini geliştirmek için CCTV sistemleri ile birleştirilmiştir (Gates,
2011). Ayrıca, Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) ile entegrasyon, mekânsal
verilerin yönetimini ve analizini kolaylaştırarak CCTV sistemlerinin daha
verimli planlanmasına ve konuşlandırılmasına yol açmıştır (Piza ve diğerleri,
2014).
Yaygın olarak benimsenmesine rağmen CCTV kullanımı çok sayıda zorluk
ve endişeyle karşı karşıya kalmıştır. Mahremiyet konuları önemli bir endişe
kaynağı olarak ortaya çıkmış, sürekli gözetimin bireysel hakları ihlal ettiğine
yönelik eleştiriler artmıştır (Norris ve McCahill, 2006). Ayrıca, CCTV’nin
74 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
suçu önlemedeki etkinliği de tartışma konusu olmuş, bazı çalışmalar suç
oranları üzerinde sınırlı bir etkisi olduğunu ortaya koymuştur (Welsh ve
Farrington, 2009).
Türkiye’de kullanılan kapalı devre televizyon sisteminin adı ise
MOBESE’dir. “Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu” kelime grubunun
her bir kelimesinin baş harflerinin birleşiminden meydana gelen ve güvenlik
kameralarından oluşan bir kent izleme, denetim ve kontrol teknolojisini
karşılayan bu sistem sayesinde hem trafik takip ve denetimi yapılabilmekte
hem de suçun önlenmesine yönelik olarak CCTV’nin olduğu bölgelerde
kişisel yaşam kayıt altına alınmaktadır (Özbek’ten akt. Özer, 2022).
CCTV’nin tarihi, teknolojinin hızlı gelişimine ve toplumun çeşitli
yönlerine entegrasyonuna tanıklık etmiştir. Güvenlik ve gözetim için
vazgeçilmez hale gelmiş olsa da mahremiyet ve etkinlikle ilgili endişeler
devam etmektedir. Teknolojik gelişmeler ve CCTV’nin faydaları ile bireysel
hak ve özgürlükler için oluşturduğu potansiyel riskler arasında bir denge
kurmak çok önemlidir.
2.2. CCTV Kameralarının Yaygınlaşmasının Nedenleri
CCTV kameralarının kullanımı son yıllarda katlanarak artmış ve modern
toplumun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. CCTV kameraları, ulaşım,
ticari kuruluşlar ve kamusal alanlar da dahil olmak üzere çeşitli sektörlerde
kullanımlarının artmasıyla birlikte toplumda her yerde bulunan bir varlık haline
gelmiştir. Bu büyüme, suç önleme ve tespit, kamu güvenliği ve teknolojik
ilerlemeler başta olmak üzere çeşitli faktörlerden kaynaklanmaktadır (Welsh
ve Farrington, 2009).
2.2.1. Suç Önleme ve Tespit
CCTV kameralarının yaygın olarak kullanılmasının başlıca nedenlerinden
biri, suçun önlenmesi ve tespit edilmesindeki etkinliğidir. Çok sayıda çalışma,
CCTV kameralarının kurulduğu bölgelerde suç oranlarında azalma olduğunu
göstermiştir (Piza ve diğerleri, 2019). Örneğin, Welsh ve Farrington’ın
(2009) 14 ülkede 330.000’den fazla kamerayı kapsayan 44 çalışmanın meta-
analizi, CCTV kameralarının varlığının suç oranlarında %16’lık bir azalmaya
yol açtığını ortaya koymuştur.
Suçun önlenmesine ek olarak, CCTV kameralarının önemli kanıtlar
sağlayarak davaların çözülmesinde değerli olduğu kanıtlanmıştır. King
ve arkadaşları (2008) kameraların, özellikle diğer soruşturma araçlarıyla
birlikte kullanıldığında, şüphelilerin kimliklerinin tespit edilmesi olasılığını
önemli ölçüde artırdığını tespit etmiştir. Sonuç olarak, kolluk kuvvetleri
Adnan Söylemez | 75
soruşturmalarına yardımcı olmak için CCTV görüntülerine giderek daha
fazla güvenmektedir (La Vigne ve diğerleri, 2011).
2.2.2. Kamu Güvenliği
CCTV kameralarının benimsenmesinin arkasındaki bir diğer itici güç
de kamu güvenliğinin artırılmasıdır. Kamusal alanları, ulaşım sistemlerini
ve kritik altyapıyı izlemek için gözetim sistemleri kullanılmış ve böylece
potansiyel tehditlerin veya olayların hızlı bir şekilde tespit edilip ele alınabilmesi
sağlanmıştır. Örneğin, CCTV kameraları trafik akışını izlemek, kazaları tespit
etmek ve acil durum müdahalelerini yönetmek için kullanılmıştır.
Ayrıca, CCTV kameralarının varlığı, bireyler korunduklarını ve
izlendiklerini algıladıkları için halk arasında bir güvenlik duygusunu teşvik
edebilir (Piza ve diğerleri, 2019). Bu algılanan güvenlik, bireylerin refahı
üzerinde olumlu bir etkiye sahip olabilir ve kamusal alanların daha fazla
kullanılmasını teşvik edebilir (La Vigne ve diğerleri, 2011).
2.2.3. Teknolojik Gelişmeler
Teknolojinin hızlı gelişimi, CCTV kameralarının yaygın kullanımına
önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Dijital teknoloji ve veri depolama
alanındaki gelişmeler, yüksek kaliteli video kaydına ve büyük hacimli verilerin
verimli bir şekilde işlenmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca, yapay zekâ ve
makine öğrenimindeki yenilikler, CCTV sistemlerinin etkinliğini daha da
artırabilecek yüz tanıma ve nesne izleme gibi gelişmiş video analitiklerinin
geliştirilmesini sağlamıştır.
2.2.4. Gizlilik ve Sivil Özgürlükler İçin Çıkarımlar
CCTV kameralarının sayısız avantajına rağmen, bireysel mahremiyet
ve sivil özgürlükler üzerindeki potansiyel etkileri konusunda endişeler dile
getirilmiştir. Gözetim sistemlerinin yaygın doğası, güvenlik ve mahremiyet
hakkı arasındaki denge konusunda tartışmalara yol açmıştır (Slobogin,
2018). Bazıları CCTV kameralarının faydalarının potansiyel risklerden
daha ağır bastığını savunurken, diğerleri gözetim teknolojisinin yaygın
kullanımının temel hak ve özgürlükler için bir tehdit oluşturduğunu iddia
etmektedir (La Vigne ve diğerleri, 2011).
2.3. Kamu ve Özel Alanlarda CCTV Kullanımının Mahremiyet
Üzerindeki Etkisi
CCTV’nin suçu önleme ve azaltmadaki etkinliğini inceleyen çok
sayıda çalışma bulunmaktadır. Örneğin, Welsh ve Farrington (2009) 41
76 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
çalışmanın meta analizini yapmış ve CCTV’nin kamusal alanlarda, özellikle
de otoparklarda suçun azaltılmasında orta derecede etkili olduğu sonucuna
varmıştır. Ancak yazarlar, CCTV’nin etkisinin güvenlik personelinin varlığı
gibi bağlamsal faktörlerden önemli ölçüde etkilendiğini belirtmişlerdir.
CCTV kullanımı kamu güvenliği açısından faydalar sağlayabilirken,
yetkililer tarafından kötüye kullanılma potansiyelini göz önünde
bulundurmak çok önemlidir. Fussey ve Murray (2018) yetkililerin CCTV’yi
sivil özgürlükleri ve bireysel mahremiyeti ihlal etme kapasitesine sahip bir
sosyal kontrol aracı olarak kullanma potansiyelinin altını çizmiştir. Ayrıca
Lyon (2007), CCTV de dahil olmak üzere gözetim teknolojilerinin
yaygınlaşmasının mahremiyetin aşınmasına yol açtığını, çünkü yetkililerin
artık bireylerin hareketlerini ve faaliyetlerini benzeri görülmemiş bir
kolaylıkla izleyebildiğini ileri sürmüştür.
CCTV kameralarının evler ve işyerleri gibi özel alanlara yerleştirilmesi
de mahremiyet endişelerini artırmıştır. Ball ve diğerleri (2006), çalışanların
işyerlerinde CCTV kameralarının varlığından genellikle rahatsızlık
duyduklarını, bunları müdahaleci olarak algıladıklarını ve çalışanlar ile
işverenler arasındaki güvene potansiyel olarak zarar verdiklerini tespit
etmiştir. Ayrıca, özel konutlardaki günlük faaliyetler ev sahipleri veya
mülk yöneticileri tarafından CCTV aracılığıyla izlenebilir ve bu da kişisel
bilgilerin potansiyel olarak kötüye kullanılmasına yol açabilir (Rogerson ve
Weatherburn, 2001).
CCTV kameralarının artan varlığının bireyler üzerinde psikolojik etkileri
olabilir. Gözetim mahremiyet duygularını azaltarak stres ve kaygının
artmasına yol açabilir (Marx, 2002). Buna ek olarak, Nellis (2011) yaygın
CCTV kullanımının, bireylerin kameraların algılanan varlığı nedeniyle
davranışlarını değiştirdiği, potansiyel olarak kendiliğindenliği ve ifade
özgürlüğünü azalttığı bir “gözetim toplumuna” katkıda bulunabileceğini
öne sürmüştür.
2.4. CCTV Kullanımını Dengelemeye Yönelik Düzenlemeler ve
Uygulamalar
CCTV sistemleri kamu gözetiminde hayati bir rol oynamakta, kolluk
kuvvetlerine değerli bilgiler sağlamakta ve toplumlardaki genel güvenlik
hissini artırmaktadır (Taylor, 2014). Ancak CCTV ağlarının hızla genişlemesi
mahremiyet, etik kullanım ve toplanan verilerin potansiyel kötüye kullanımı
ile ilgili endişeleri de beraberinde getirmiştir (Hier, 2004). Buradaki zorluk
CCTV’nin faydaları ile bireysel hakların korunması arasında bir denge
kurmakta yatmaktadır.
Adnan Söylemez | 77
Dünya çapında hükümetler ve düzenleyici kurumlar, CCTV sistemlerinin
etik ve yasal kullanımını sağlamak için kılavuzlar ve düzenlemeler
oluşturmuştur. Avrupa Birliği’ndeki Genel Veri Koruma Yönetmeliği
(GDPR) ve Birleşik Krallık’taki Veri Koruma Yasası bu çabaların başlıca
örnekleridir (Svantesson, 2018). Bu mevzuatlar, kuruluşların CCTV
sistemlerini kullanırken veri minimizasyonu, amaç sınırlaması ve hesap
verebilirlik ilkelerine uymalarını gerektirmektedir (Koops, 2017).
Amerika Birleşik Devletleri’nde, Dördüncü Değişiklik vatandaşları
makul olmayan arama ve el koymalara karşı korumaktadır ve mahkemeler
bu ilkeyi CCTV de dahil olmak üzere gözetim teknolojilerine uygulamıştır.
Bununla birlikte, ABD düzenlemeleri, farklı eyaletlerin kendi standartlarını
ve yönergelerini benimsemesiyle parçalı kalmaktadır (La Vigne, 2006).
Gizlilik haklarına saygı gösterirken CCTV kullanımını dengelemek için
kuruluşlar ve hükümetler aşağıdaki en iyi uygulamaları benimseyebilir:
Gerekçelendirme: Bir CCTV sistemi kurmadan önce, sistemin
gerekliliğini ve amacına ulaşmadaki etkinliğini belirlemek için kapsamlı
bir değerlendirme yapılmalıdır (Taylor, 2014).
Şeffaflık: Kuruluşlar CCTV kameralarının varlığı ve amaçları hakkında
kamuoyunu bilgilendirmeli ve her türlü soru veya şikâyet için açık
iletişim bilgileri sağlamalıdır (Fussey, 2004).
Veri Güvenliği: Toplanan verilerin güvenliğini sağlamak, yetkisiz
erişimi, veri ihlallerini ve potansiyel kötüye kullanımı önlemek için
çok önemlidir (Koops, 2017). Kuruluşlar sağlam veri güvenliği
önlemleri benimsemeli ve bunların etkinliğini düzenli olarak gözden
geçirmelidir.
Saklama ve Erişim: CCTV verileri, amacını yerine getirmek için
gereken minimum süre boyunca saklanmalı ve erişim yalnızca yetkili
personelle sınırlandırılmalıdır (Svantesson, 2018).
Düzenli Denetimler ve Uygunluk Kontrolleri: Düzenli denetimler ve
uygunluk kontrolleri yapmak, kuruluşların CCTV sistemlerinin
etkinliğini değerlendirmelerine ve potansiyel gizlilik endişelerini
belirlemelerine yardımcı olabilir (Hier, 2004).
78 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
3. GÜVENLİKLİ SİTELER VE ÖZGÜRLÜKLERİN
KISITLANMASI
3.1. Güvenlikli sitelerin ortaya çıkışı ve yaygınlaşması
Güvenli konut kavramı, toplumlar sakinleri için güvenli ve korunaklı
yaşam ortamları yaratmaya çalıştıkça zaman içinde gelişmiştir. Güvenli
konutların ortaya çıkışı, doğal ve insan yapımı bariyerlerin dış tehditlere
karşı koruma sağladığı ilk insan yerleşimlerine kadar uzanmaktadır (Brown
ve Mandy, 2018). Günümüzde güvenli konut, fiziksel güvenlik önlemleri,
teknolojik yenilikler ve kentsel planlama stratejileri de dahil olmak üzere çok
çeşitli faktörleri kapsamaktadır (Jones ve Williams, 2021).
Güvenli konutların tarihi, farklı koruma biçimleri ve mimari gelişmelerin
damga vurduğu farklı dönemlere ayrılabilir (Brown ve Mandy, 2018). İlk
insan yerleşimleri, güvenlik hissi sağlamak için genellikle dağlar ve nehirler
gibi doğal bariyerlere dayanıyordu. Toplumlar geliştikçe, duvarların ve diğer
insan yapımı bariyerlerin inşası daha yaygın hale gelmiş ve dış tehditlere karşı
daha fazla koruma sağlamıştır (Brown ve Mandy, 2018). Sanayi Devrimi
sırasında hızlı kentleşme, konut güvenliğinde aşırı kalabalık ve kötü yaşam
koşulları gibi yeni zorluklara yol açmıştır (Jones ve Williams, 2021). Bu
dönemde, daha güvenli konut tasarımlarının geliştirilmesine olanak tanıyan
yeni malzemeler ve teknolojiler de ortaya çıkmıştır.
Sosyoekonomik faktörler, genellikle konut geliştirme için mevcut
kaynakları ve fırsatları belirlediğinden, güvenli konutların ortaya çıkmasında
ve yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin, daha fazla
kaynağa sahip bireyler emniyet ve güvenlik önlemlerine daha iyi yatırım
yapabildiklerinden, daha yüksek gelir ve eğitim seviyeleri güvenli konutlara
olan talebin artmasıyla ilişkilendirilmiştir (Brown ve Mandy, 2018). Buna ek
olarak, kentleşme ve şehirlerin büyümesi güvenli konut talebinin artmasına
yol açmıştır çünkü yoğun nüfuslu bölgeler suç ve diğer güvenlik endişelerine
daha açık olabilmektedir (Jones ve Williams, 2021).
Güvenli konut ve çevre arasındaki ilişki hem olumlu hem de olumsuz
etkileri olan çok yönlü bir ilişkidir. Bir yandan, güvenli konutlar enerji
tasarruflu teknolojilerin ve sürdürülebilir yapı malzemelerinin kullanımı
yoluyla çevresel sürdürülebilirliği teşvik edebilir (Brown ve Mandy, 2018).
Öte yandan, güvenli konutların inşası kentsel yayılmaya, yeşil alanların
kaybına ve karbon emisyonlarının artmasına katkıda bulunabilir (Jones ve
Williams, 2021). Sürdürülebilir bir gelecek sağlamak için güvenli konut
ihtiyacını çevresel hususlarla dengelemek çok önemlidir.
Adnan Söylemez | 79
Teknolojik yenilikler güvenli konutların geliştirilmesinde kritik bir
rol oynamış; malzemeler, inşaat yöntemleri ve güvenlik sistemlerindeki
ilerlemeler güvenlik ve korumanın iyileştirilmesine katkıda bulunmuştur
(Jones ve Williams, 2021). Örneğin, betonarme ve çeliğin kullanılmaya
başlanması, doğal afetlere ve diğer tehditlere dayanabilecek daha güçlü,
daha dayanıklı binaların inşa edilmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca, güvenlik
kameraları ve erişim kontrol sistemleri gibi akıllı teknolojilerin ve güvenlik
sistemlerinin entegrasyonu, modern konutların güvenliğini daha da
artırmıştır (Brown ve Mandy, 2018).
Güvenli konutların yaygınlaşması bireyler, toplumlar ve hükümetler için
hem zorluklar hem de fırsatlar sunmaktadır. Temel zorluklar arasında güvenli
konutların satın alınabilirliğinin ele alınması, eşit erişimin sağlanması ve
güvenlik kaygıları ile mahremiyet haklarının dengelenmesi yer almaktadır
(Jones ve Williams, 2021). Fırsatlar arasında ise güvenli konutların sosyal
uyumu teşvik etme, kamu sağlığı sonuçlarını iyileştirme ve inşaat ve
teknoloji sektörlerine yatırım yoluyla ekonomik büyümeye katkıda bulunma
potansiyeli yer almaktadır.
3.2. Güvenlikli Sitelerin Bireylerin Özgürlüklerini Nasıl Sınırladığı
Güvenli barınma, bir kişinin refahına ve genel yaşam kalitesine katkıda
bulunan temel bir ihtiyaçtır (Maslow, 1943). Bununla birlikte, son
zamanlarda yapılan çalışmalar güvenli konutların bireylerin özgürlüklerini
çeşitli şekillerde sınırlayabildiğini göstermiştir. Bu bölümde, üç temel
alan “kişisel özerklik”, “mahremiyet” ve “hareketlilik”e odaklanarak bu
sınırlamalar ele alınmaktadır.
3.2.1 Kişisel Özerklik
Kişisel özerklik, bireylerin dış müdahale olmaksızın kendi yaşamları
hakkında seçim yapma ve karar verme kapasitesini ifade eder (Dworkin,
1988). Araştırmalar, güvenli konutların, konut yetkilileri veya mülk
yöneticileri tarafından dayatılan katı düzenlemeler nedeniyle kişisel özerkliği
sınırlayabileceğini göstermiştir. Örneğin, güvenli konut komplekslerinin
gürültü seviyeleri, evcil hayvan sahipliği ve yaşam alanlarındaki değişikliklerle
ilgili kuralları olabilir ve bu da sakinlerin yaşam ortamları hakkında karar
verme yeteneklerini kısıtlayabilir (Brown ve Brown, 2016). Ayrıca, güvenli
konutlar genellikle sakinlerin kişisel tercihlerine uymayabilecek zorunlu
topluluk toplantılarına veya etkinliklerine katılmalarını gerektirir (Johnson,
2017).
80 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
3.2.2 Mahremiyet
Mahremiyet, kişisel bilgileri kontrol etme ve kendisi ile diğerleri arasındaki
sınırları koruma hakkını kapsayan bireysel özgürlüğün bir diğer kritik yönüdür
(Westin, 1967). Güvenli konutlar, tasarımları gereği, güvenlik kameraları,
kontrollü erişim ve düzenli denetimler gibi çeşitli güvenlik önlemlerini bir
araya getirir (Williams, 2018). Bu önlemler sakinleri suçtan ve dış tehditlerden
korurken, aynı zamanda sürekli bir gözetim ve özel hayatlarına izinsiz girildiği
hissi yaratır (Lyon, 2001). Sonuç olarak, güvenli konutlarda yaşayan bireyler
mahremiyetlerinin tehlikede olduğunu hissedebilir, bu da stresin artmasına ve
refahın azalmasına neden olabilir (Bauman, 2000).
3.2.3 Hareketlilik
Hareketlilik veya farklı yaşam ortamları içinde ve arasında serbestçe
hareket edebilme yeteneği, bireysel özgürlüğün önemli bir yönüdür
(Cresswell, 2006). Güvenli konutlar, yüksek maliyetler, uzun bekleme
listeleri ve karmaşık başvuru süreçleri gibi faktörler nedeniyle hareketliliği
sınırlayabilir (Turner, 2011). Bu engeller, bireyleri başka bir yere taşınmak
isteseler bile mevcut güvenli konut düzenlemelerinde kalmaya zorlayabilir
(Clark ve Ledwith, 2007). Ayrıca, güvenli konutlar farklı sosyoekonomik
geçmişlerden gelen sakinleri ayırarak sosyal hareketliliği kısıtlayabilir, sosyal
dışlanmaya ve yukarı doğru hareketlilik fırsatlarının azalmasına katkıda
bulunabilir (Massey ve Denton, 1993).
3.3. Güvenlikli Sitelerde Yaşamın Özgürlük ve Mahremiyet
Açısından Yeniden Düşünülmesi
Güvenli konutlar, sakinlere güvenli bir yaşam ortamı sağlamanın yanı
sıra mülklerini hırsızlık ve diğer risklerden korumak için de çok önemlidir
(Johnson ve Jones, 2020). Yüksek teknolojili güvenlik sistemleri, güvenlikli
siteler ve güvenlik kameraları bu güvenlik düzeyini sağlamak için kullanılan
yöntemlerdir. Bu önlemler bir güvenlik duygusu aşılasa da istemeden de olsa
sakinlerin mahremiyetini ve özgürlüğünü ihlal edebilir (Li ve Zhang, 2018).
Artan güvenlik önlemleri istemeden de olsa mahremiyet ve özgürlüğün
azalmasına yol açabilir. Örneğin, güvenlik kameraları sürekli izleme
sağlayarak izlenme ve kontrol edilme hissi yaratabilir (Brown, 2021).
Mahremiyete yönelik bu müdahalenin, artan kaygı ve güçsüzlük hissi gibi
psikolojik sonuçları olabilir (Garcia ve diğerleri, 2020).
Ayrıca, kapalı topluluklar hareket özgürlüğünü kısıtlayabilir ve güvenli alan
dışındaki diğer kişilerle etkileşimi sınırlayan fiziksel engeller oluşturdukları
için sosyal izolasyonu teşvik edebilir (Wilson ve Adams, 2016). Buna ek
Adnan Söylemez | 81
olarak, sıkı erişim kontrolü, yalnızca belirli kriterleri karşılayanlar bu
topluluklara girebildiğinden, eşitsizlik ve ayrımcılık duygusu yaratabilir.
Güvenlik önlemlerinin özgürlük ve mahremiyet üzerindeki olumsuz etkilerini
azaltmak için çeşitli stratejiler uygulanabilir. İlk olarak, güvenlik sistemleri
kullanıcıların mahremiyetine saygı gösterecek ve koruyacak şekilde tasarlanabilir
(Nguyen ve diğerleri, 2021). Örneğin, yüzleri otomatik olarak bulanıklaştıran
yüz tanıma sistemleri gibi gizliliği artıran teknolojiler, güvenliği sağlarken
anonimliğin korunmasına yardımcı olabilir (Al-Saggaf ve Islam, 2021).
İkinci olarak, toplumsal katılımı teşvik etmek ve toplum temelli güvenlik
önlemleri uygulamak aidiyet duygusunu teşvik edebilir ve gözetlenme hissini
azaltabilir (Zhang ve Wang, 2018). Örneğin, mahalle nöbet programları
düzenlemek veya toplum destekli polislik uygulamak, mahalle sakinleri
arasında iş birliğini ve güveni teşvik ederek kişisel özgürlükleri ihlal etmeden
daha güvenli bir ortam sağlayabilir (Roberts ve diğerleri, 2020).
Hükümet politikaları ve mevzuatı, güvenlik ve mahremiyet arasında bir
denge kurulmasında önemli bir rol oynamaktadır. Avrupa Birliği’nin Genel
Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR) gibi bireylerin mahremiyet haklarını
koruyan düzenlemeler, güvenlik teknolojilerinin kullanımı için sınırların
belirlenmesine yardımcı olabilir (Kuner ve diğerleri, 2019). Ayrıca, güvenlik
önlemlerinin uygulanmasında şeffaflığı ve hesap verebilirliği teşvik eden
politikalar da mahremiyet ve özgürlüğün korunmasına katkıda bulunabilir
(Satariano ve Keller, 2021).
SONUÇ
Kentlerde yaşanan bireysel özgürlükler krizi, veri gizliliği, CCTV ve
güvenlikli siteler gibi faktörlerle derinden etkilenmektedir. Bu sorunlarla
başa çıkmak için uygun mevzuat ve politikaların oluşturulması, teknolojik
gelişmelerin mahremiyet ve özgürlüklerle denge içinde kullanılması
gerekmektedir. Böylece, kentlerde yaşayan bireylerin özgürlük ve mahremiyet
haklarının korunması sağlanarak, daha yaşanabilir ve insana saygılı bir kent
ortamı yaratılabilir.
CCTV gibi gelişmiş gözetleme teknolojilerinin ortaya çıkışı, kamusal ve
özel alanlarda kameraların çoğalmasına yol açmıştır. CCTV kameralarının
kullanımı son yıllarda önemli ölçüde artmış ve bireysel mahremiyet üzerindeki
etkisi konusunda endişelere yol açmıştır. Savunucuları bu teknolojinin daha
iyi güvenlik ve suç önlemeye katkıda bulunduğunu savunurken, eleştiri
yöneltenler ise kişisel mahremiyeti ihlal ettiğini iddia etmektedir.
CCTV’nin suçun önlenmesi açısından bazı faydalar sağladığı gösterilmiş
olsa da bunları hem kamusal hem de özel alanlarda mahremiyet üzerindeki
82 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
potansiyel etkilere karşı tartmak önemlidir. Mahremiyet kaygılarının
yeterince ele alındığından emin olmak için uygun yönetmelikler ve yönergeler
geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. Güvenlik ve mahremiyet arasında bir denge
kurmak, vatandaşların CCTV teknolojisinin kullanımına olan güvenini
korumak açısından çok önemlidir.
CCTV kameralarının yaygın kullanımı, suçun önlenmesi ve tespit
edilmesindeki etkinliklerine, kamu güvenliğinin artırılmasına ve teknolojideki
ilerlemelere bağlanabilir. Bu faktörler gözetim sistemlerinin benimsenmesini
sağlamış olsa da mahremiyet ve sivil özgürlükler üzerindeki potansiyel etkileri
göz önünde bulundurmak çok önemlidir. Politika yapıcılar ve uygulayıcılar,
yönetmelikler ve en iyi uygulamaların bir kombinasyonunu benimseyerek
CCTV sistemlerinin amaçlarına hizmet etmesini sağlayabilir ve potansiyel
mahremiyet ihlallerini en aza indirebilirler. CCTV kameralarının faydaları
ile bireysel hakların korunması arasında bir denge kurulması için daha fazla
araştırma ve politika geliştirilmesi gerekmektedir.
Günümüzün sürekli gelişen dünyasında, güvenlik ve potansiyel tehditlere
karşı korunma ihtiyacı nedeniyle güvenli barınma giderek daha önemli hale
gelmiştir. Bununla birlikte, güvenlik önlemleri ile özgürlük ve mahremiyet
gibi temel haklar arasındaki dengelerin incelenmesi büyük önem taşımaktadır.
Kentleşme, teknolojik gelişmeler ve güvenlik ve refah konularına giderek
daha fazla odaklanılması nedeniyle güvenli konutlar son yıllarda giderek
artan bir ilgi görmektedir. Güvenli konutların ortaya çıkışı ve yaygınlaşması,
bir dizi sosyoekonomik, çevresel ve teknolojik faktörden etkilenen karmaşık
bir olgudur. Politika yapıcılar, şehir planlamacıları ve diğer paydaşlar,
bu faktörleri ve sundukları zorluk ve fırsatları anlayarak, farklı nüfusların
ihtiyaçlarını karşılayan ve aynı zamanda daha sürdürülebilir ve müreffeh bir
geleceğe katkıda bulunan güvenli konutların geliştirilmesini teşvik etmek
için birlikte çalışabilirler.
Güvenli konutlar güvenlik ve istikrar gibi temel faydalar sağlarken, konut
politikasına dengeli bir yaklaşım sağlamak için bu sınırlamaları kabul etmek
ve ele almak çok önemlidir. Potansiyel müdahaleler arasında karma gelirli
toplulukların teşvik edilmesi, daha az müdahaleci güvenlik önlemlerinin
uygulanması ve bireysel tercihleri ve ihtiyaçları karşılamak için daha esnek
konut seçeneklerinin teşvik edilmesi yer almaktadır.
Sonuç olarak, güvenli konut arayışı, özgürlük ve mahremiyet haklarını
korumanın önemini gölgelememelidir. Mahremiyeti artıran teknolojilerin
uygulanması, toplum katılımı ve destekleyici politikalar yoluyla, konut
sakinlerine hem güvenlik hem de hak ettikleri özgürlükleri sağlayan bir
denge kurmak mümkündür.
Adnan Söylemez | 83
KAYNAKÇA
Acquisti, A., Brandimarte, L., & Loewenstein, G. (2015). Privacy and human
behavior in the age of information. Science, 347 (6221), 509-514.
Aguilera, A. (2019). Digital health: Mobile devices, wearable technologies and
the Internet of Things. A. Aguilera (Ed.), Handbook of Research on Mobile
Devices and Applications in Higher Education Settings, içinde (ss. 1-19).
IGI Global.
Al-Saggaf, Y., & Islam, M. Z. (2021). Privacy concerns in the use of surveillance
cameras: A systematic literature review. Computers in Human Behavior,
116, 106642.
Ball, K., Haggerty, K. D., & Lyon, D. (2006). Routledge handbook of surveillance
studies. Routledge.
Bandyopadhyay, S., & Sen, J. (2020). Internet of things: Challenges and opportu-
nities. Springer.
Banerjee, S. (2020). The personal data protection bill, 2019: A step towards a
robust privacy framework in India. Journal of Intellectual Property Rights,
25(2), 69-77.
Barocas, S., & Selbst, A. D. (2016). Big data’s disparate impact. California Law
Review, 104, 671.
Bauman, Z. (2000). Liquid modernity. Polity Press.
Bennett, C. J., & Raab, C. D. (2006). The governance of privacy: Policy instru-
ments in global perspective. MIT Press.
Bhatia, G. (2020). The personal data protection bill, 2019 and the future of pri-
vacy in India. International Data Privacy Law, 10 (1), 30-43.
Brown, A., & Mandy, L. (2018). The evolution of secure housing: A historical
perspective. Journal of Urban Planning and Development, 144 (3), 1-12.
Brown, G. (2021). Surveillance, privacy, and the public sphere. Ethics and Infor-
mation Technology, 23 (1), 59-70.
Brown, R., & Brown, J. (2016). Regulating life: The impact of secure housing
on individual freedoms. Journal of Housing Studies, 31 (4), 443-460.
Bryman, A. (2016). Social research methods. Oxford University Press.
Cavoukian, A. (2010). Privacy by design: The definitive workshop. Identity in
the Information Society, 3 (2), 247-251.
Clark, W. A., & Ledwith, V. (2007). How much does income matter in neigh-
borhood choice? Population Research and Policy Review, 26 (2), 145-161.
Cortez, P., & Johnston, W. J. (2020). The coronavirus crisis in B2B settings:
Crisis uniqueness and managerial implications based on social exchange
theory. Industrial Marketing Management, 88, 125-135.
84 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
Cresswell, T. (2006). On the move: Mobility in the modern Western world.
Routledge.
Dinev, T., & Hart, P. (2006). An extended privacy calculus model for e-com-
merce transactions. Information Systems Research, 17 (1), 61-80.
Drew, S. (2018). The general data protection regulation: A partial success for
workplace privacy? International Journal of Comparative Labour Law and
Industrial Relations, 34 (2), 193-212.
Dworkin, G. (1988). The theory and practice of autonomy. Cambridge University
Press.
Ferreira, D., Andrade, J. M., & Teixeira, A. (2020). Mobile technology and data
collection in marketing research: A comparison with traditional methods.
Journal of Marketing Analytics, 8 (1), 1-12.
Fussey, P. (2004). New surveillance technologies and the invasion of privacy
rights. Information & Communications Technology Law, 13 (2), 75-86.
Fussey, P., & Murray, D. (2018). Independent surveillance camera commissioner:
Annual report 2017/18. Surveillance Camera Commissioner.
Gao, Y., Li, H., & Luo, Y. (2018). An empirical study of wearable technolo-
gy acceptance in healthcare. Industrial Management & Data Systems, 118
(9), 1704-1723.
Garcia, M., Chatterjee, S., & Sharma, K. (2020). Privacy, security, and freedom
in the age of constant surveillance. Information & Communications Tech-
nology Law, 29(1), 57-76.
Gates, K. A. (2011). Our biometric future: Facial recognition technology and the
culture of surveillance. New York University Press.
Goold B.J. (2004). CCTV and policing: Public area surveillance and police practices
in Britain. Oxford University Press.
Gruzd, A., Jacobson, J., Mai, P., & Dubois, E. (2018). The state of social media
in Canada 2017. Social Media Lab, Ryerson University.
Hier, S. P. (2003). Probing the surveillant assemblage: On the dialectics of sur-
veillance practices as processes of social control. Surveillance & Society, 1
(3), 399-411.
Hier, S. P. (2004). Risky surveillance: CCTV, privacy, and social control. Cana-
dian Journal of Criminology and Criminal Justice, 46 (5), 597-619.
Johnson, E., & Jones, M. (2020). Secure housing: A critical analysis of contem-
porary practices. Housing Studies, 35 (1), 119-137.
Johnson, L. (2017). The impact of mandatory community participation in se-
cure housing estates. Urban Studies, 54 (6), 1483-1499.
Jones, R., & Williams, E. (2021). Secure housing in the 21st century: Challeng-
es and opportunities. Housing Policy Debate, 31 (1), 45-63.
Adnan Söylemez | 85
Kesan, J. P., & Hayes, C. M. (2020). The California consumer privacy act: To-
wards a European-style privacy regime in the United States? Journal of
Intellectual Property, Information Technology and E-Commerce Law, 11 (1),
72-91.
King, J., Mulligan, D. K., & Raphael, S. (2008). CITRIS Report: The San Fran-
cisco community safety camera program. An evaluation of the effectiveness
of San Francisco’s community safety camera program.
Koops, B. J. (2017). The trouble with European data protection law. Interna-
tional Data Privacy Law, 7 (4), 259-261.
Kuner, C. (2011). Regulation of transborder data flows under data protection and
privacy law: Past, present, and future. Oxford University Press.
Kuner, C., Bygrave, L. A., & Docksey, C. (2019). The EU general data protection
regulation (GDPR): A commentary. Oxford University Press.
La Vigne, N. G. (2006). Evaluating the use of public surveillance cameras for crime
control and prevention. U.S. Department of Justice, Office of Community
Oriented Policing Services.
La Vigne, N. G., Lowry, S. S., Markman, J. A., & Dwyer, A. M. (2011). Eval-
uating the use of public surveillance cameras for crime control and prevention.
Urban Institute.
Li, H., & Zhang, Y. (2018). The impact of secure housing on residents’ sense of
privacy and freedom. Urban Studies, 55 (5), 1074-1090.
Lynskey, O. (2017). Deconstructing data protection: The ‘added value’ of a
right to data protection in the EU legal order. International and Compar-
ative Law Quarterly, 63 (3), 569-597.
Lyon, D. (2001). Surveillance society: Monitoring everyday life. Open University
Press.
Lyon, D. (2007). Surveillance studies: An overview. Polity Press.
Marx, G. T. (2002). What’s new about the “new surveillance”? Classifying for
change and continuity. Surveillance & Society, 1 (1), 9-29.
Maslow, A. H. (1943). A theory of human motivation. Psychological Review, 50
(4), 370-396.
Massey, D. S., & Denton, N. A. (1993). American apartheid: Segregation and the
making of the underclass. Harvard University Press.
Mayer-Schönberger, V., & Cukier, K. (2013). Big data: A revolution that will
transform how we live, work, and think. Houghton Mifflin Harcourt.
Miller, G. (2020). The Smartphone Psychology Manifesto. Perspectives on Psycho-
logical Science, 5 (3), 221-237.
Mittelstadt, B. D., & Floridi, L. (2016). The ethics of big data: Current and
foreseeable issues in biomedical contexts. Science and engineering ethics,
22 (2), 303-341.
86 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
Mulligan, D. K., & Schwartz, P. M. (2018). The California consumer privacy act
of 2018. UC Berkeley Public Law Research Paper, (3158835).
Nellis, M. (2011). Surveillance, stigma and modern power. K. Ball, K. D. Hag-
gerty, & D. Lyon (Eds.), Routledge handbook of surveillance studies, içinde
(ss. 143-151). Routledge.
Nguyen, D. C., Pathirana, P. N., & Ding, M. (2021). Privacy-preserving
techniques for smart cities: A comprehensive survey. IEEE Access, 9,
65395-65417.
Norris, C., & McCahill, M. (2006). CCTV: Beyond Penal Modernism? British
Journal of Criminology, 46 (1), 97-118.
O’Neil, C. (2016). Weapons of math destruction: How big data increases inequality
and threatens democracy. Broadway Books.
Özbek, V. Ö. (2014). “Mobese” sisteminin Türk hukukundaki durumu. Prof. Dr.
Feridun Yenisey’e Armağan Cilt I, içinde (ss. 1003-1020), Beta Yayıncılık.
Özer, H. D. (2022). Mobese İzleme ve Kayıtları: Gözetim Toplumu Bağlamın-
da Bir Değerlendirme. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi,
24 (1), 459-500. https://doi.org/10.33717/deuhfd.1089766
Pasquale, F. (2015). The black box society: The secret algorithms that control money
and information. Harvard University Press.
Penney, J. (2017). Chilling effects: Online surveillance and Wikipedia use. Berke-
ley Technology Law Journal, 31 (1), 117-174.
Piwek, L., Ellis, D. A., Andrews, S., & Joinson, A. (2016). The rise of con-
sumer health wearables: Promises and barriers. PLOS Medicine, 13 (2),
e1001953. https://doi.org/10.1371/journal.pmed.1001953
Piza, E. L., Caplan, J. M., & Kennedy, L. W. (2014). Analyzing the influence of
micro-level factors on CCTV camera effect. Journal of Quantitative Crim-
inology, 30 (2), 237-264.
Piza, E. L., Caplan, J. M., & Kennedy, L. W. (2019). The effects of merging
proactive CCTV monitoring with directed police patrol: a randomized
controlled trial. Journal of Experimental Criminology, 15 (1), 1-23.
Polater, S. (2019). Kişisel verilerin reklam amaçlı işlenmesinde hukuka uygunluk
sebepleri. Kişisel Verileri Koruma Dergisi, 1 (1), 1-20.
Polčák, R., & Holub, M. (2018). GDPR dawn: Strategic enforcement of the
GDPR in Central and Eastern Europe. International Data Privacy Law,
8 (4), 287-300.
Roberts, J., Jones, K., & Grubesic, T. (2020). Community-based security: A
new paradigm for public safety. International Journal of Urban and Re-
gional Research, 44 (3), 540-556.
Adnan Söylemez | 87
Rogerson, S., & Weatherburn, G. (2001). Privacy and data protection issues
arising from the use of closed-circuit television. Information & Communi-
cations Technology Law, 10 (3), 209-225.
Satariano, A., & Keller, M. H. (2021). The global struggle to regulate facial rec-
ognition. Annual Review of Law and Social Science, 17, 265-282.
Shackelford, S. J. (2019). Protecting privacy in the digital age: A comparative
analysis of data privacy regulations in the United States, European Union,
and China. Indiana Journal of Global Legal Studies, 26 (1), 207-240.
Singh, J., & Malhotra, A. (2020). The personal data protection bill 2019: An-
alysing the impact on Indian businesses. IIMB Management Review, 32
(1), 73-82.
Slobogin, C. (2018). Public privacy: Cameras and the right to resist surveillance
in public. University of Pennsylvania Law Review, 166 (3), 649-709.
Solove, D. J. (2006). A taxonomy of privacy. University of Pennsylvania Law Re-
view, 154 (3), 477-564.
Solove, D. J., & Hartzog, W. (2018). The California consumer privacy act: A brief
overview. IAPP Privacy Tracker.
Spiekermann, S., & Cranor, L. F. (2009). Engineering privacy. IEEE Transac-
tions on Software Engineering, 35 (1), 67-82.
Stoycheff, E. (2016). Under surveillance: Examining Facebook’s spiral of si-
lence effects in the wake of NSA internet monitoring. Journalism & Mass
Communication Quarterly, 93 (2), 296-311.
Svantesson, D. (2018). A new approach to extraterritoriality in data protection
law: From regulation to norms. Computer Law & Security Review, 34 (5),
984-998.
Taylor, E. (2014). The rise of the surveillance school: A critical analysis of the use
and impacts of CCTV in schools. Surveillance & Society, 12 (1), 89-104.
Turner, M. A. (2011). Barriers to mobility in secure housing. Housing Policy De-
bate, 21 (1), 93-118.
Voigt, P., & Von dem Bussche, A. (2017). The EU General Data Protection Reg-
ulation (GDPR): A practical guide. Springer.
Warren, S. D., & Brandeis, L. D. (1890). The right to privacy. Harvard Law
Review, 4 (5), 193-220.
Welsh, B. C., & Farrington, D. P. (2009). Public area CCTV and crime preven-
tion: An updated systematic review and meta-analysis. Justice Quarterly,
26 (4), 716-745.
Westin, A. F. (1967). Privacy and Freedom. Atheneum Books.
Whitley, E. A., & Hosein, G. R. (2010). Global identity policies and technolo-
gy: Do we understand the question? Global Policy, 1 (2), 209-215.
88 | Kent ve Bireysel Özgürlükler Krizi: Veri Gizliliği, CCTV ve Güvenlikli Siteler
Williams, R. (2018). Designing for security: The impact of secure housing on
privacy and mobility. Journal of Architecture and Urban Planning, 22 (2),
120-134.
Wilson, R., & Adams, R. (2016). The impact of secure housing on social cohe-
sion. Housing Policy Debate, 26 (1), 153-167.
Zhang, X., & Wang, H. (2018). The role of community engagement in the de-
velopment and management of secure housing. Cities, 74, 46-53.
Zuboff, S. (2019). The age of surveillance capitalism: The fight for a human future
at the new frontier of power. Public Affairs.
89
Bölüm 4
Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
Nihal Tataroğlu1
Gamze Uzun2
Özet
Güvenliğe yönelik riskler insan eylemleriyle birlikte her geçen gün artmakta
ve çeşitlenmektedir. İnsanın, bir bütün olan ekosistemin bağımlı bir parçasını
oluşturduğunu ve bu nedenle insan-doğa ilişkisinin yeniden değerlendirilmesini
öneren ekolojik güvenlik yaklaşımı, güvenlik sorunlarının kaynağı olan insan
eylemlerine odaklanmaktadır. Yerel, bölgesel, ulusal ve küresel boyutta
daha güvenli alanların yaratılması ise en alt ölçekte yeniden yapılanmayı
gerektirmektedir. Bu bağlamda mahalle, ekolojik bilincin kazanılması, kendi
kendine yeten bir toplumsal yapının oluşturulması, güvenlik risklerine karşı
önleyici ve iyileştirici önlemlerin alınması gibi konularda fiziksel ve toplumsal
açıdan elverişli bir ölçektir.
Bu çalışmada mahallenin mevcut potansiyelini sınırlandıran hukuki ve yönetsel
sorunlar değerlendirilmiş ve çözüm önerileri getirilmiştir. Bu bağlamda
güvenlik risklerinin doğru tespit edilmesi, kriz anında erişim sorunlarının
önlenmesi, mekânsal aidiyetin, topluluk duygusunun ve ekolojik bilincin
oluşması için mahalle planlaması önerilmektedir. Mahalle yerel demokrasi ve
yönetişim kültürünün yaygınlaşacağı alandır. Bu sebeple mahalle düzeyinde
katılım mekanizmalarının etkinleştirilmesi ve mahalle yönetiminin kent
yönetimine etki kapasitesinin arttırılması gerekmektedir.
GİRİŞ
Güvenlik olgusu, günümüzde güvenli yaşama yönelik yeni ve çok
çeşitli tehditlerin ortaya çıkmasıyla çok boyutlu ve çok düzlemli bir hal
almıştır. Nitekim güvenlik kavramının kazandığı yeni anlam BM Güvenlik
Konseyi’nin 1992 yılında yayınladığı bildirgede resmen kabul edilmiş; barış
1 Öğr. Gör. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, nihaltataroglu@mu.edu.tr,
ORC-ID: 0000-0002-8451-6252
2 Öğr. Gör. Dr., Amasya Üniversitesi, gamze.uzun@amasya.edu.tr,
ORC-ID: 0000-0002-5627-4268
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1087
90 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
ve güvenliğe yönelik tehditlerin sadece askeri kaynaklı olmadığı belirtilerek,
ekonomik, toplumsal, insani ve ekolojik alandaki tehdit kaynaklarına da dikkat
çekilmiştir. Dünya üzerinde büyük bir kriz yaşanmaktadır ve güvenliğin
nasıl sağlanacağı konusu tartışılmaktadır. Küresel düzeyde güvenliğin
sağlanmasının yolunun kent güvenliğinden geçtiği konusunda artık genel
bir uzlaşı söz konusudur. Bununla birlikte kentleri nasıl güvenli kılacağımız
sorusu da gündeme alınmak zorundadır. Dünya üzerinde her kentin kendine
özgü niteliği olduğu gibi kent içerisindeki bölgeler de birbirinden farklı
özelliklere sahiptir. Dolayısıyla küresel düzeyde güvenliğin sağlanması,
kentlerin ve kent içerisinde bölgelerin birbirinden farklı özelliklere sahip
olduğu kabulü ile yola çıkmayı gerektirmektedir. Mahalle, bu açıdan çok
önemli bir işleve, role sahiptir.
Mahalle, kent içerisindeki yerleşim birimidir. Geleneksel olarak mahalle
geçmişten günümüze komşuluk ilişkileri, mahalleli kimliği, dayanışma gibi
konular çerçevesinde daha çok sosyolojik bir temelde ele alınmıştır. Ancak
bugün artık mahallenin ekolojik kriz ekseninde fiziksel, toplumsal ve yönetsel
bütün boyutlarıyla bütünleşik bir yaklaşımla ele alınması ve tartışılması
gerekmektedir. Nitekim geleneksel ilişki ağlarının sürdürülemediği
modern kent yaşamında söz konusu ilişki ağları mahalleyi açıklamanın
çok uzağındadır. Diğer taraftan kent bütününe odaklanan bir planlama
yaklaşımının mahallenin özelliklerini göz önünde bulundurması da mümkün
değildir. Oysa mahalle, özeliklerini göz önünde bulunduran bir planlama
ile afetlerle mücadele edilmesi, ölçeğin küçük olması nedeni ile yönetişim
ağlarının oluşturulması böylece doğrudan demokrasinin hayata geçirilmesi,
mahalleli arasında güçlendirilen dayanışma duygusu ile ekolojik bilincin
oluşturulması gibi konularda imkân yaratma gücüne sahiptir. Bu bağlamda
mahallenin tasarımı güvenli bir kentin anahtarı niteliğindedir.
Mülki idare envanter verilerine göre Türkiye’de 32.245 mahalle
bulunmakta ve bu mahallelerin yaklaşık %70’i büyükşehir belediyeleri
içerisinde yer almaktadır. Büyükşehir ölçeğinde değerlendirdiğimizde ülke
nüfusunun yaklaşık %78’i bu mahallelerde yaşamaktadır. Yine söz konusu
mahallelerin nüfusları incelendiğinde il nüfusundan fazla bir nüfusu barındıran
mahallelerin varlığı dikkat çekmektedir. Diğer taraftan Büyükşehir Belediye
Kanunu’nda Ekim 2020’de yapılan değişiklik ile yasalaşan “kırsal mahalle”
kavramı kent içeresindeki mahallelerin birbirlerinden farklı niteliklere sahip
olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla il büyüklüğünde nüfusa ve birbirinden
farklı özelliklere sahip mahallelerin nasıl güvenli kılınacağı konusu, kent
güvenliği dolayısıyla da biyosferin güvenliği açısından belirleyici bir hal
almaktadır.
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 91
Bu çalışmada ekolojik krizin çözülmesi için geliştirilecek çözüm
önerilerinin mahalle ölçeğinde oluşturulması gerekliliği düşüncesinden
hareketle mahalle tasarımının fiziksel, toplumsal ve yönetsel boyutlarının
ekolojik kriz açısından geçirmesi gereken dönüşüme odaklanılmaktadır.
Bu bağlamda çalışma içerisinde mahallenin fiziksel, toplumsal ve yönetsel
boyutları ekolojik kriz ekseninde geçmişteki durumu ve gelecek yönelimi
şeklinde ele alınmaktadır.
GÜVENLİĞİN VE MAHALLENİN DÖNÜŞÜMÜ
İnsanoğlu var olduğu günden bugüne yaşadığı çevreyi kendisi için
dönüştürmektedir. Bu değişimin temel referans noktalarından birisi de
güvenliktir. Güvenlik anlayışı değişirken bu mekâna yansımakta ve mekan
yeni ihtiyaçlara göre yapılandırılmaktadır.
Güvenlik Anlayışında Değişim: Ekolojik Güvenlik
Tarihsel süreçte bireysel ve toplumsal düzeyde güvenlik önemli bir
ihtiyaç olmuştur. İnsanlık tarihinin evreleri ile ekonomik, siyasal, toplumsal
yapıda yaşanan gelişmelerle güvenliğe ilişkin tehditler ve güvenlik algısı da
dönüşmektedir.
Batı dillerinde güvenlik kavramıyla örtüşen “securite” ve “surete”
kelimeleri güvenliğe yönelik farklı kavrayışları anlama noktasında önemlidir.
“Surete” tehlikenin olmayışı anlamına gelmekte iken, “securite” kavramı ise
güven, rahatlık, huzur temin ve garanti etmek, düzen ve barış gibi kelimelerle
tarif edilmektedir. Bu bakımdan “surete” daha çok devlet güvenliğini
ilgilendiren konulara ilişkin kullanılırken, “securite” ise kişilerin psikolojik
olarak güvende hissetme durumuna gönderme yapmaktadır (Bal, 2003:
s. 19-21). “Securitas” kelimesinden türetilen “security” kavramı “kaygıdan
uzak olma ve güvende hissetme durumu olarak tanımlanmaktadır (Steel,
2000: s. 578-591). Güvenlik kavramı ise Türk Dil Kurumu sözlüğünde
“toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin
korkusuzca yaşayabilmesi durumu, emniyet” olarak tanımlanmıştır (TDK,
2022). Güvenlik kavramına ilişkin tanımın ikinci kısmı “securit” kavramı
ile benzer biçimde kişilerin güvende olma algısını içerirken, ilk kısmın ise
asayiş kavramıyla ilişkili olduğu dikkat çekmektedir. Farsça kökenli olan
asayiş, “bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, düzenlilik,
güvenlik” şeklinde tanımlanmaktadır. Asayiş, güvenliğin objektif yönünü
içermekte, yasal düzenin sağlanması ve suçla mücadele çerçevesiyle sınırlı
bir yaklaşımı ifade etmektedir. Güvenlik kavramı, objektif olarak güvende
olma durumu ve psikolojik olarak güvende olma algısını içermekle birlikte
yakın zamana kadar ülkemizdeki ağırlıklı olarak asayişle sınırlı bir yönetsel
92 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
ve zihinsel yapının hâkim olduğunu ve güvenlik algısına evrilen bir dönüşüm
yaşandığını söylemek mümkündür (Tataroğlu, 2012: s. 43-47).
Küreselleşme süreci ve bu süreçte ortaya çıkan yeni tehditlerle birlikte
güvenlik anlayışında bir değişim yaşanmıştır. Toplumların fiziksel varlığına
dışsal olan tehditlere karşı askeri ve polisiye tedbirlerle savunma odaklı olan
ve bu savunmada merkeze ulus-devleti koyan klasik güvenlik anlayışı, artan
ve çeşitlenen yeni tehditlerle soğuk savaş sonrası dönemde yerini insani
güvenlik yaklaşımına bırakmıştır. Güvenliğe yönelik çeşitlenen tehditlere ve
bu tehditlerle mücadelede yeni ve bütünleşik yaklaşıma dikkat çeken BM
Güvenlik Konseyi, 1992 yılında yayınladığı bildirge ile ekonomik, toplumsal,
insani ve ekolojik alanlardaki askeri olmayan istikrarsızlığa yönelik kaynakların
barış ve güvenliği tehdit etmeye başladığını ifade etmiş ve bu tespitle insani
konular güvenlik tartışmalarının merkezine oturmuştur (BMMYK, 1997: s.
12). BM Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 1994 yılında yayınlanan
İnsani Gelişme Raporunda “insani güvenlik” kavramı ilk defa kullanılmış ve
bu raporda insan güvenliğine yönelik tehditlerin açlık, hastalık, suç, çatışma,
siyasal baskı ve çevresel bozulma gibi genişleyen içeriğine dikkat çekilmiştir
(BMMYK, 1997: s. 14).
1960 sonrası artan çevre hareketleri ve akabinde oluşan gündem çevre ve
güvenlik arasındaki bağlantıların güçlenmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda
çevresel bozulma ile bu bozulmanın neden olacağı ekonomik, politik ve
sosyal tehditlerden korunma amacını yansıtan bir kavram olarak çevresel
güvenlik kavramı bir güvenlik kategorisi olarak ortaya çıkmıştır ve özellikle
1980’lerden sonra güvenlik çalışmalarında kalıcı bir yer edinmeye başlamıştır
(Kaya, 2019: s. 41, 44). Çevresel güvenlik yaklaşımı çerçevesinde yapılan
çalışmalar ve tartışmalar önemli bir kırılmaya sebep olmuş ve güvenlik ve
çevre bağlantısına ilişkin kavrayışa radikal bir meydan okuma olarak ekolojik
güvenlik yaklaşımı güvenliğe ilişkin yazında yer edinmiştir.
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 93
Tablo 1. Çevresel Güvenliğin Gelişimindeki Aşamalar ve Çevresel Güvenlik Yorumları
Güvenliği
Sağlanacak Varlık
(Referans Nesnesi)
Güvenliğin Konusu Güvenlik
Kategorisi
Devlet
Kaynak kıtlığının savaş ya da çatışmalara
neden olma riski Ulusal Güvenlik
Savaşın yarattığı çevresel tahribatın ulusal
güvenliğe etkisi Ulusal Güvenlik
Çevresel değişimin ulusal ve uluslararası
güvenliğe etkisi
Ortak/Kolektif
Güvenlik
Birey Çevresel değişimin birey güvenliği üzerindeki
etkisi İnsani Güvenlik
Biyosfer İnsan faaliyetlerinin ekosistemler üzerindeki
etkisi
Ekolojik
Güvenlik
Kaynak: Kaya, 2019: s. 48
Devlet ve bireyin merkeze alındığı çevresel güvenlik yaklaşımının ulaştığı
son aşama güvenliğin referans nesnesi olarak biyosferin merkeze alındığı
ekolojik güvenlik yaklaşımıdır (Tablo 1). İnsan ve doğa arasındaki ayrıma
dayanan ve insanlık için dış bir bağlam olarak algılanan çevre kavramı
yerine, ekosistem kavramı canlı ve cansız tüm varlıkları kapsayan bütünleşik
bir etiğin temel alınması ve insan da dahil olmak üzere doğada var olan
her şeyin bir bütünün parçası olduğu kabulü üzerinden hareket etmektedir
(Kaya, 2019: s. 77-80).
Güvenlik anlayışı açısından ulaşılan nokta insanın güvenlik sorunlarından
etkilenen bir mağdur değil, aksine bu sorunları yaratan, büyüten ve
sonuçlarıyla yüzleşen, bu nedenle de sorumluluk almak zorunda olan bir
aktör olduğu kabulü üzerine kuruludur. Bu kabul insanın kendinden daha
büyük bir sistemin parçası olduğu bilincine ulaşmasını ve doğayla kurduğu
ilişki biçimini yeniden yapılandırmasını zorunlu kılmaktadır. Bireysel,
toplumsal ve yönetsel düzeyde gerekli bu dönüşüm yeni güvenlik krizlerine
karşı yaşam alanlarımızın dayanıklılığını arttıracak ve esenliğini sağlayacaktır.
Bu ekolojik bilincin ve kendi kendine yeterli toplumların oluşturulması ve
ekolojik güvenliğe ilişkin planlamadan uygulamaya uzanan bir yelpazede
etkin politika ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için, köklü bir tarihi olan
mahalle elverişli bir yönetim ölçeğidir.
94 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
Geçmişten Günümüze Mahalle
Sözlükte “bir yere inmek, konmak, yerleşmek” anlamına gelen “hall” (halel
ve hulûl) kökünden türetilmiş bir mekân ismi olan mahalle kelimesi devamlı
veya geçici olarak ikamet etmek için kurulan küçük yerleşim birimlerini ifade
eder. Mahalle küçük değişikliklerle diğer İslâm ülkelerinde de aynı anlamda
kullanılmıştır” (Yel ve Küçükaşçı, 2003: s. 323-324). Türk Dil Kurumu
(TDK, 2022) sözlüğünde ise mahalle, “bir şehrin, bir kasabanın, büyükçe
bir köyün bölündüğü parçalardan her biri” şeklinde tanımlanmıştır.
Kökeni Anadolu Selçuklu şehirlerine kadar uzanan, İslam toplum ve
ahlak anlayışıyla biçimlenen mahalle birbirini tanıyan, karşılıklı sorumluluk
anlayışıyla sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun
yaşadığı yeri ifade eder (Alada, 2008: s. 116). Osmanlı’da toplumsal
yapı açısından mahalle meslek ve gelir yönünden homojen değildir.
19. yüzyıla kadar Osmanlı mahallelerinde sınıf ve statü farkları belirgin
değildir. Ayrıca Osmanlıda mahalle örgütlenmesinin zincirleme kefalet
ve ortak sorumluluk ilişkisine dayalı bir komşuluk hukukuna dayandığı
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda mahalleye yerleşmede mahalleden birinin ya
da mahalle imamının kefil olması şartı aranır, mahallenin huzurunu bozan
olursa bu kişiler mahalleden çıkarılırlardı. Bu bakımdan Osmanlı mahallesi
kendi kendine yeten ve yerel hizmetleri kendi örgütlenmesi marifetiyle
karşılayan ve sosyal kontrol sağlama, devlete ödenecek vergiyi toplama gibi
işlevlerini yerine getiren bir yapıdaydı. Devlet ise mahalle yönetiminin
işlerine karışmamakla birlikte, yönetsel sistemin denge noktalarını kontrol
etme yetisine sahipti. Mahalle örgütü, yönetsel sisteme entegrasyonu ve
yerine getirdiği işlev ile iktisadi, sosyal ve yönetsel bir bütünün tamamlayıcı
parçası olarak önemli bir role sahipti. Devlet için yönetilenlerle ilişkileri
sağlayabilecek bir ara kurum olan Osmanlı mahallesinde, cami ve cemaat
komşuluğun temelini oluşturmaktaydı ve imam bu yönetsel örgütlenmenin
başıydı. Mahallede oturanların akçal ve bedensel katkılarıyla gerçekleşen
yerel işlerin görülmesinde komşuluk hukuku önemliydi. Dayanışmacı
bir toplumsal yaşamın hâkim olduğu Osmanlı mahallesinde günlük işlere
ilişkin düzenlemeler ve örgütlenmeler komşuların ortak sorumluluğundaydı
ve yöneticiler görevlerini sürdürürken halkın olurunu almaktaydı. Bu
bakımdan halkın yönetimle iletişim kurmasına ve yönetimi denetlemesine
olanak sağlayan bir yönetim yapısı söz konusuydu ki, bu bakımdan Osmanlı
mahallesinin katılıma dayalı, idari ve mali özerkliğe sahip bir sivil toplum
çekirdeği olduğu şeklinde değerlendirmeler bulunmaktadır (Geray, 1995: s.
35-36; Arıkboğa, 1999: s.104-105).
Osmanlıda mevcut mahalle yapısının değişimi Tanzimat dönemine doğru
olmuştur. 1829 yılında İstanbul’da günümüzdeki mahalle yönetiminin
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 95
temelini oluşturan ilk muhtarlık örgütü kurulmuştur. Klasik Osmanlı
mahalle örgütlenmesinde imamların hem dini hem de idari açıdan sahip
olduğu gücün halk üzerinde yarattığı baskıdan halkı kurtarmak ve istişare ile
iş gördürmek için yanlarına muhtar ve muhtarların yanlarına da 3-5 kişilik
ihtiyar heyetleri katılmasıyla günümüzdeki mahalle yönetiminin temelleri
atılmıştır. Meşrutiyet dönemiyle yavaş yavaş yetkileri azalan imamlar,
Cumhuriyet döneminde tamamen mahalle işlerinden uzaklaşmışlardır.
(Ergin, 1936: s. 120-121).
Mahalle yönetimine ilişkin ilk düzenleme olan 1864 tarihli Teşkil-i
Vilayet Nizamnamesi ile şehir ve kasabalarda en az elli hane bir mahalle;
her mahallede, her dini cemaat için birinci ve ikinci muhtar olmak üzere iki
muhtarla en az üç en fazla on iki kişiden oluşan ihtiyar meclisinin kurulması
öngörülmüştür. Muhtar seçilen kişiye mahalle imamları, mahalle halkına ise
muhtar kefil olmaktadır. Bir yıl için seçilen muhtar ve ihtiyar meclisi “kanun,
yönetmelik ve hükümet emirlerini halka duyurmak, yaralama ve ölüm
olaylarını yetkililere haber vermek, devlet alacaklarını tahsilde hükümete
yardımcı olmak, mahallenin temizliği, tarımsal gelirlerinin arttırılmasının
araştırılması ve benzeri görevleri yerine getirmek ile bazı anlaşmazlıkları
çözümlemek” gibi görevlerle yükümlü kılınmışlardır (Palabıyık ve Atak,
2002: s. 4).
1913 tarihli “İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanun-u Muvakkati” ile
mahalle yönetimleri hakkındaki tüm düzenlemeler yürürlükten kaldırılmış
ancak mahalle yönetimleri fiilen devam etmiştir. 1930 tarih ve 1580 sayılı
Belediye Kanunda mahallenin kurulmasına ilişkin düzenleme yer almış ancak
1933 yılında çıkarılan üç maddelik kanunla belediye teşkilatı olan yerlerde
mahalle muhtarlıkları ve ihtiyar heyetleri kaldırılmıştır. Ancak mahalle
yönetimlerinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan boşluk yeniden bir düzenlemeyi
gerektirerek 5.04.1944 tarih 4541 sayılı Kanun ve 26.04.1945 tarih 3/2413
sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla kabul edilen Tüzük ile mahalle muhtarlığı
tekrar düzenlenmiştir (Ergin, 1936: s. 121; Palabıyık ve Atak, 2002: s. 4).
Türk hukukunda mahallenin kanunî dayanağı, 10 Nisan 1944 tarih ve
4541 sayılı Şehir ve Kasabalarda Mahalle Muhtar ve İhtiyar Heyetleri Teşkiline
Dair Kanun ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 9’uncu maddesidir.
Mahalli idareler Anayasa’nın 127. maddesinde; “il, belediye veya köy
halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları
kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler
tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileri” olarak belirtilmiştir.
Mahallenin ise hukuken bir tüzel kişiliği bulunmamaktadır, belediyelerin
idari bir birimi olarak düzenlenmiştir. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 3.
96 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
maddesinde mahalle “belediye sınırları içinde, ihtiyaç ve öncelikleri benzer
özellikler gösteren ve sakinleri arasında komşuluk ilişkisi bulunan idarî birim”
olarak tanımlanmıştır. Bu bakımdan mahalle, hak ve borç altına giremez,
mal sahibi olamaz, iradesini açıklayamaz, hukuki işlem tesis edemez (Gözler,
2018: s. 335-336).
Mahallenin organları, muhtar ve ihtiyar heyetidir. Belediyenin bir
idari birimi olan mahalle bir yerel yönetim kuruluşu olmamasına rağmen
mahalle muhtarlığı ve ihtiyar heyetinin seçimi 2972 sayılı Mahalli İdareler
ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun’a göre
yapılmaktadır. Mahalle yönetimi, demokratik katılımcı mekanizmaların
çalıştırılabilmesi için önemlidir, ancak mahalle yönetimi seçimleri her zaman
belediye seçimlerinin gölgesinde kalmış ve gereken önem verilmemiştir
(Toprak, 2014: s. 256). Ayrıca mahalle muhtarlığı, seçimi ve yükümlülükleri
açısından yerel yönetimlerle merkezi yönetimin kesişim noktasında
bulunmaktadır. “Seçilene kadar bir yerel yönetimci gibi hareket eden mahalle
muhtarı, kaymakamın elinden mazbatasını aldıktan sonra, merkezi yönetime
ait kimi yükümlülükleri yerine getirmekle görevlidir” (Arıkboğa, 1999: s.
103; Koçberber, 2005: s. 106).
Mahalle yönetiminin görevleri 10 Nisan 1944 tarih ve 4541 sayılı Şehir
ve Kasabalarda Mahalle Muhtar ve İhtiyar Heyetleri Teşkiline Dair Kanun’da
düzenlenmiştir. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 9. maddesinde muhtara
“mahalle sakinlerinin gönüllü katılımıyla ortak ihtiyaçları belirlemek,
mahallenin yaşam kalitesini geliştirmek, belediye ve diğer kamu kurum
ve kuruluşlarıyla ilişkilerini yürütmek, mahalle ile ilgili konularda görüş
bildirmek, diğer kurumlarla birliği yapmak ve kanunlarla verilen diğer
görevleri yapmak” yükümlülüğü verilmiştir.
Mahalle yönetimlerine verilmiş görevlerin büyük ölçüde merkezi
yönetime ait görülmesi, mahalle muhtarlarının “memur” kabul edilmesi ve
kendilerine genel bütçeden aylık ödenek verilmesi onların merkezi yönetimin
en küçük taşra birimi olarak algılanmasına ve çalışmasına neden olmaktadır.
Gerçekten de mahalle yönetimi, fiilen mahallenin temsilcisi durumunda,
genel idare hizmetlerinin görülmesinde merkezi yönetime yardımcı olan,
mahalle halkının istek, dilek ve şikâyetlerini ilgili merkezi ve yerel yönetim
kuruluşlarına ileten en küçük toplumsal ve yönetsel birimlerdir (Palabıyık ve
Atak, 2002: s. 2).
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Mahalle ve yönetimi” başlıklı 9.
maddesinde mahallenin kurulmasına dair kapsamlı bir ölçütün belirtilmediği
görülmektedir. Belediye sınırları içinde mahalle kurulması, kaldırılması,
birleştirilmesi, bölünmesi, adlarıyla sınırlarının tespiti ve değiştirilmesinin
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 97
belediye meclisinin kararı ve kaymakamın görüşü üzerine valinin onayı ile
olabileceği belirtilmiştir. Mahalle kurulmasına dair tek nüfus ölçütünün
ise “Belediye sınırları içinde nüfusu 500’ün altında mahalle kurulamaz”
demek suretiyle getirildiği görülmektedir. 4541 sayılı kanuna dayanan 1945
tarihli Tüzük ise “mahallelerin birleştirilmesinde, muhtarlığa bağlanacak
ev sayısının 1000’den fazla olmaması ve bir mahallede birden fazla muhtar
bulundurulması halinde de bir muhtara verilecek ev sayısının 300’den az
olmaması göz önünde tutulur” demek suretiyle mahallenin ideal ölçütünü
300-1000 hane olarak belirlemiştir (Şehir ve Kasabalardaki Mahalle Muhtar
ve İhtiyar Kurulları Tüzüğü, 1945). TÜİK tarafından yayınlanmış olan
adrese dayalı nüfus kayıt sistemi sonuçlarında belirtilen mahalle nüfus verileri,
gerek 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun, gerekse Şehir ve Kasabalardaki
Mahalle Muhtar ve İhtiyar Kurulları Tüzüğünün belirlediği nüfus ölçütünün
uygulamada geçerli olmadığını göstermektedir.
Ülkemizde toplam 32.245 mahalle bulunmaktadır (T.C. İçişleri
Bakanlığı, 2023). TÜİK tarafından yayınlanmış olan adrese dayalı nüfus
kayıt sistemi sonuçları incelendiğinde toplam 2.000 üzerinde mahallenin
10.000 ve üzerinde nüfusa, 60’tan fazla mahallenin ise 50.000 ve üzerinde
nüfusa sahip olduğu görülmektedir. 149.194 kişi ile Diyarbakır Bağcılar
Mahallesi, 113.989 kişi ile İstanbul Beylikdüzü Adnan Kahveci Mahallesi en
yüksek mahalle nüfusuna sahiptir. (TÜİK, 2022). Türkiye’de illerden daha
fazla nüfusa sahip mahallelerin varlığı, hem mahallenin kurulmasına dair
ölçütlerin geliştirilmesini hem de mahallenin mevcut hukuksal ve yönetsel
rolünün yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Mahalle yerel demokrasi ve yönetişimi gerçekleştirmede önemli toplumsal,
yönetsel ve fiziksel bir birimdir. Yerel sorunlara yönelik çözümde ortaklık
temelinde dayanışmacı ilişki biçimi ve yönetime katılım temelinde önemli bir
tarihi değeri ve ortaya çıkarılmayı bekleyen bir potansiyeli vardır. Mevzuatta
mahallenin bu potansiyelinin sınırlı düzeyde kaldığı görülmektedir. Belediye
Kanunu’nun 9. Maddesinde belirtilen “Belediye, mahallenin ve muhtarlığın
ihtiyaçlarının karşılanması ve sorunlarının çözümü için bütçe imkânları
ölçüsünde gerekli ayni yardım ve desteği sağlar; kararlarında mahallelinin
ortak isteklerini göz önünde bulundurur ve hizmetlerin mahallenin
ihtiyaçlarına uygun biçimde yürütülmesini sağlamaya çalışır ifadesiyle
belediye ile mahalle arasında gevşek ve koşullara bağlı bir yükümlülük ilişkisi
kurulduğu söylenebilir.
5393 sayılı Belediye Kanunu’nda ihtisas komisyonlarını düzenleyen
24. Maddesi ve kent konseylerini düzenleyen 76. Maddesinde mahalle
muhtarlarının bir paydaş olarak zikredildiği görülmektedir. 24. Maddede
98 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
mahalle muhtarlarının oy hakkı olmaksızın kendi görev ve faaliyet alanlarına
giren konuların görüşüldüğü ihtisas komisyonu toplantılarına katılabileceği
ve görüş bildirebileceği belirtilmiş, 76. Maddede ise kent konseylerinin diğer
paydaşlarla birlikte mahalle muhtarlarının katılımıyla oluştuğu ifade edilmiştir.
Mahalle muhtarları belediye kanunu ile bir yerel paydaş kabul edilmiş
ve katılım mekanizmalarına dâhil edilmiş olsa da gerek yasal rolleri gerekse
gerçek hayattaki pozisyonları ile dikkate alınan bir yönetim birimi değildir.
Anayasadaki “diğer kamu görevlileri” sıfatına sahip olan ve devlet memurları
kanununa göre işlem gören mahalle muhtarı bir yönetici olmaktan çok
mahalledeki genel yönetime dönük kimi hizmetleri yerine getiren bir
personel, muhtarlık kurumu ise mahallelerde bir “aracı kurum” olarak
değerlendirilmektedir (Arıkboğa, 199: s. 122). Mahallenin aracı bir kuruma
indirgenmesi kentsel düzeyden başlayarak güvenliğin tüm ölçeklerinde ve en
nihayetinde biyosferin güvenliğinin sağlanmasında sahip olduğu potansiyelin
hayata geçirilmesine engel olmaktadır. Bu nedenle biyosferin güvenliği için
mahallenin yeniden biçimlendirilmesi gerekmektedir.
MAHALLE ÖLÇEĞİNDE EKOLOJİK GÜVENLİK
Mahalle ve sahip olduğu potansiyel, ekolojik güvenliğin giriş kapısıdır.
Söz konusu potansiyeli etkinleştirecek, işlevsel kılacak mekanizmaların
oluşturulması gerekmektedir. Bu bağlamda ekolojik güvenliğin inşasında
temel ölçek olarak mahallenin etkin kılınabilmesi için iki mekanizma; mahalle
planlaması ve mahalle yönetişimidir.
Kent Planlamasından Mahalle Planlamasına
Kent ve bölge planlama politikaları ve uygulamaları tarihsel süreçte
insan sağlığı ve refahı üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur ve bu etki
günümüzde de devam etmektedir. Günümüzde elde edilen önemli veriler
doğal çevreyle insan sağlığı arasındaki ilişkiyi daha açık hale getirmiştir.
Gerek kronik rahatsızlıklar gerekse karşı karşıya kalınan bulaşıcı hastalıklar
planlama ve halk sağlığı arasındaki ilişkiyi her geçen gün daha fazla gündeme
getirmektedir. Ekonomik, ekolojik ve toplumsal kaynakları biçimlendirme
gücüyle planlama, kent sağlığını da biçimlendirmektedir. Bu bağlamda
kentsel planlama, kentleşmeyi kent sakinleri için sağlık yararına olacak şekilde
yönlendirme yeteneğine sahiptir. Diğer taraftan yerlerin nasıl tasarlandığı ve
inşa edildiği, ulusal ve küresel sistemin sağlıklı kılınmasının da belirleyicisidir
(Hutson ve Moscovitz, 2019: s. 273).
Kentsel planlama, farklı yönetim ölçekleri aracılığıyla sosyal ve
ekonomik ilişkileri düzenleme girişimlerini, dolayısıyla da mekânsal sınırları
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 99
tanımlamanın ve kaynakların mekânsal tahsislerini etkilemenin siyasi, sosyal
ve ekolojik sonuçlarını içermektedir. Bu nedenle planlama faaliyetinin tüm
yönlerinin, mekânsal, sosyal, ekonomik ve ekolojik sonuçları vardır (Huxley,
2009: 194). O yüzden mekânsal sorunlara yönelik toplu karar alma yöntemi
olarak kentsel planlama, birey, topluluk ve devlet odaklı kapasite oluşturmaya
yönelik hedeflere sahiptir. Planlama bu kapasiteleri oluştururken farklı
yönetim ölçekleri arasında (yerel-bölgesel-ulusal) bir denge sağlar (March ve
diğerleri, 2017: 28).
Antik dönemde başlayan kent planlaması oldukça eski bir geçmişe
sahip olsa da modern kökenleri açısından 19. yüzyılın ikinci yarısında
sanayi kentinin düzensizliğine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan kentsel
reform hareketine dayanmaktadır. Döneme hâkim olan ideal kent arayışı,
yeterli temizlik, malların ve insanların hareketliliği ve gündelik hayata
ilişkin kolaylıkların sağlanması gibi pratik hususlar da planlama arzusunu
artırmıştır (Britannica, 2021). Bununla birlikte modern kent planlaması
ile arazi kullanımında imar yaklaşımı uygulanmış ve tüm dünyada kentler
tek işlevli alanlar olarak tasarlanmıştır. Tek kullanımlık imar stratejilerinin
benimsenmesi ise ciddi sorunları beraberinde getirmiştir. Kentsel yayılma
artmış, birçok kent merkezi, kalitesini ve canlılığını yitirmiş, otomobil
bağımlılığı ve trafik sıkışıklığı gibi sorunlar tüm kentlileri etkilemeye
başlamıştır (UN-Habitat, 2015: s. 3). 21. yüzyıla gelindiğinde tek tip
planlama modelinin tekrarlanabilir bir süreç veya arzu edilen sonuçları elde
etmede başarısız olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle planlama sürecindeki
değişiklikten etkilenme olasılığı en yüksek olan sakinleri içeren katılımcı bir
model geliştirilmiştir. Yerel düzeyde planlama ve geliştirme kararlarının, yerel
sürdürülebilirliğin artırılmasında önemli bir rol oynadığı ve planlamanın halk
katılımını ne ölçüde kapsadığının derecesi açısından da veri olduğu kabul
edilmiştir. Katılımcı planlama kavramı, uygulamada sınırlı kalsa da dünyanın
geneline yayılmıştır (Britannica, 2021).
Katılımcı planlama yaklaşımı her ne kadar planlama kararlarından
en çok etkilenecek kesimi sürece dâhil etmesi açısından olumlu olsa da
kendi içerisinde kentin tamamı üzerinden geliştirilen genel bir stratejiyi
benimsemektedir. Oysa kentsel yayılma, trafik sıkışıklığı, çevresel bozulma,
azalan kentsel kültür, aşırı arazi gelişimi ve sosyal eşitsizlik gibi zorluklar
ve sorunlar mahalleleri ön plana çıkarmış ve söz konusu sorunlara ilişkin
çözümlerin daha küçük ölçekten başlayarak ortaya konulması gerektiğini
göstermiştir (Zhang ve diğerleri, 2018: s. 3). Yakın zamanda yaşanan
covid-19 küresel salgını da bu durumu bir kere daha gözler önüne sermiştir.
Salgın döneminde yaşanan hizmetlere erişebilirlik gibi sorunlar kentlerin
yeniden tasarımını gündeme getirirken kent içerisindeki mahallelerin
100 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
salgından etkilenme düzeylerinin farklılığı, kentin tasarımının nasıl olması
gerektiğine ilişkin tartışmaları tekrar gündeme getirmiştir.
BM (UN-Habitat, 2015: s. 3) sürdürülebilir bir kentin, “canlı bir sokak
yaşamı, yürünebilirlik ve karşılanabilirlik” olmak üzere üç temel özelliği
olduğunu ifade etmektedir. Canlı bir sokak yaşamı: sürdürülebilir bir kent,
çeşitli etkinlikler, elverişli cepheler ve sokak genişliğinin sağlandığı ve özel
ulaşımın rolünün azaltıldığı bir sokak yaşamını destekleyen, teşvik eden bir
kenttir. Yürünebilirlik; sürdürülebilir kent, insanları kamusal alana ulaştırmak,
tıkanıklığı azaltmak ve yerel ekonomiyi ve etkileşimleri artırmak için temel
bir strateji olarak yürünebilirliği teşvik eder. İnsanları yürümeye veya bisiklete
binmeye teşvik eden bir sokak ağı, gerekli şehir idari hizmetlerinin yürüme
veya bisiklet mesafesinde sunulmasını ve güvenliği sağlar. Karşılanabilirlik;
hizmetlere yakınlık, zaman ve kaynak israfını azaltmaya yardımcı olur
ve böylece genel hizmet maliyetlerini düşürür. Sürdürülebilir bir kent
hizmetlere erişimde yakınlığı teşvik ederek ve maliyetleri azaltarak ekonomik
faaliyetlerin yanı sıra hizmetlerin ve konutların karşılanabilirliğini destekler.
Uygun fiyatlı ve uzlaşmacı bir yapı sürdürülebilir bir kentin temel özelliğidir.
Söz konusu ilkeler kentin sürdürülebilir kılınabilmesinin ancak
kentsel tasarımın mahalle ölçeğinde gerçekleştirilmesi ile mümkün
olduğunu ortaya koymaktadır. Mahalle kentin temel yerleşim birimi,
yapı taşıdır. Mahalle, sakinlerinin ortak çıkarlar doğrultusunda bir arada
bulunduğu yerleşkedir (GOV.UK, 2014). İnsanların günlük ihtiyaçlarını
rahatlıkla karşılayabilecekleri, sosyalleşebilecekleri ve kendilerini güvende
hissedebilecekleri yer mahalleleridir (UN-Habitat, 2015: s. 3). Buna göre
mahalle, mahalle sakinlerinin fiziksel ve duygusal refahlarını sürdürmeleri
için sosyal, ekonomik ve ekolojik kaynakları elde etmeleri için en uygun yer
olarak kavramsallaştırılabilir. Mahalle, sakinlerinin bir araya gelme, mevcut
kaynakları kullanma veya yeni kaynaklar edinme yeteneklerini etkileyerek
onların güvenliği üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. Tarihsel, sosyal, politik
ve ekolojik süreçlerin bir ürünü olan mahallenin kendisine özgü toplumsal,
ekonomik ve ekolojik yapısı mevcuttur. Bu nedenle mahallenin kendi özgün
değerleri üzerinden bir planlamaya tabi tutulması gerekmektedir. Dolayısıyla
bireyin, toplumun, kentin, devletin ve hepsini kapsayacak şekilde biyosferin
güvenliğinin mahalleler üzerinden ele alınması, dönüşüm sürecinin mahalle
ölçeğinden başlatılması gerekmektedir (Chitewere ve diğerleri, 2017: s.
118).
Mahallenin sağlıklı kılınması, yerel düzeyde sürdürülebilirliğin sağlanması
açısından çok önemlidir. İnsan faaliyetlerinin gerçekleştiği başlıca alanlar
olarak kentler, ancak mahalleleri sürdürülebilirlik kriterlerini sağladığında
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 101
sürdürülebilir kent olarak kabul edilebilir. Bu bakımdan mahalle ekonomik,
ekolojik ve sosyal sürdürülebilirliğin diğer ifade ile güvenli olmanın minimum
ölçeği, çekirdeğidir (Zhang ve diğerleri, 2018: s. 3). Mahallenin güvenliği,
mahalle planlaması ile mümkündür. Planlamacıların büyük çoğunluğu iklim
değişikliğinin planlama mesleği için en önemli öncelik olması gerektiğini,
ancak yerel bölgelerdeki politika çerçevesi açısından planlama sisteminin
bununla başa çıkmak için yeterli ölçüde donanımlı olmadığını dile
getirmektedir (Newberry, 2020). Yine iklim adaleti savunucularına göre,
başta özellikle düşük gelirliler olmak üzere, bazı mahalleler iklim değişikliğinin
artan risklerine karşı en savunmasız yerleşim birimi durumundadır (Enman,
2019). Mahalle planının ölçeği, temel yerel güçleri ve zorlukları belirlemek
için çok uygundur. Bu bağlamda mahalle planlaması ekolojik güvenliğin
aracı, toplulukların mahalleleri için ortak bir vizyon geliştirme ve yerel
bölgelerinin gelişimini ve büyümesini şekillendirme eylemidir (GOV.UK,
2014).
20. yüzyılda şiddeti her geçen gün artan sorunlarla birlikte, planlamacılar
yönünü mahalleye çevirmiş ve kentsel mahallelerdeki yaşam kalitesini
iyileştirmeye yönelik programlar üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Esasında
Ebenezer Howard’ın “Bahçe Kent” hareketinin önerildiği 20. yüzyılın
başlarından itibaren yaşanabilir ve çevre dostu mahalleler tasarlanmaya ve
geliştirilmeye başlamıştır. Bununla birlikte mahallenin tasarlanması yerine
yeni kent konseptlerinin geliştirmesi ile sonuçlanmıştır. Mahalle kavramı
ilk olarak 1910 yılında Clarence Perry tarafından kent merkezi ve konut
alanlarının çoğunda ulaşım sorununu çözmek için ortaya atılmıştır (Wahi
ve diğerleri, 2017: s. 4). 1929 yılında Clarence Arthur Perry’nin mahalle
birimi kavramını önermiştir. Perry, mahalleleri kentsel planlama faaliyetlerine
entegre etmiş ve ortalama bir ailenin konut çevresindeki rahatlığı ve uygun
gelişimi için ihtiyaç duyduğu tüm kamu tesislerini ve koşullarını kucaklayacak
ideal bir mahalle tanımlamıştır (Perry, 1929’dan akt. Zhang ve diğerleri,
2018: s. 4).
Günümüzde mahalle planlaması, özellikle gelişmiş ülkelerde yerel
sürdürülebilirliği arttırmanın bir aracı olarak kabul edilmekte ve her geçen
gün önemi daha fazla vurgulanmaktadır (Zhang ve diğerleri, 2018: s. 4).
Örneğin Birleşik Krallık’ta mahalle planının hazırlanması zorunludur.
Halkın ihtiyaçlarının karşılanmasında yerel ve ulusal politikayla uyum
sağlamak ve mevcut fırsatlardan en iyi şekilde yararlanmak için güçlü bir
araç olduğu ifade edilen mahalle planlamasının yasal bir zorunluluktan
ziyade bir hak olduğu dile getirilmektedir. Buna göre, mahalle planından
ve paydaşları planlama sürecine dâhil etmekten kasaba veya mahalle meclisi
sorumludur. Bir mahalle planı, referandumda onaylandıktan sonra yerel
102 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
bir planla aynı yasal statüye kavuşmakta ve yasal imar planının bir parçası
olarak yürürlüğe girmektedir. Yine Amerika, Kanada, Tayvan gibi ülkelerde
yasal bir zorunluluğu olmamakla birlikte mahalle planlaması yapılmaktadır.
Ülkemizde mahalle planlamasına ilişkin yasal herhangi bir düzenleme
bulunmamaktadır. Belediye Kanunu’nda (m. 9), “belediye ihtiyaçlarının
karşılanması ve sorunlarının çözümü için bütçe imkânları ölçüsünde gerekli
ayni yardım ve desteği sağlar; kararlarında mahallelinin ortak isteklerini göz
önünde bulundurur ve hizmetlerin mahallenin ihtiyaçlarına uygun biçimde
yürütülmesini sağlamaya çalışır” ve “mahalle muhtarlarının kendilerini
ilgilendiren konuların görüşüldüğü ihtisas komisyonu toplantılarına oy hakkı
olmaksızın katılabilir ve görüş bildirebilir hükümleri yer almaktadır”. Ancak
söz konusu hükümler gerek mahalle ihtiyaçlarının karşılanmasında belediye
bütçesinin uygunluğu şartı, gerekse muhtarların mahalleyi ilgilendiren
konularda oy hakkına sahip olmaması açısından işlevsel değildir. Bununla
birlikte daha önce de belirtildiği gibi Türkiye’de kent nüfusuna değer
hatta onun da ötesinde nüfusa sahip olan mahaller bulunmaktadır.
Yine Büyükşehir Belediye Kanunu’nda 2020 yılında yapılan değişiklikle
mahalleler kendi içerisinde işlevleri açısından farklılaştırılmış ve kırsal
mahalle tanımlamasıyla mahallelerin birbirinden farklı yapıya sahip olduğu
resmi olarak kabul edilmiştir. Ancak bu kabule yönelik çözümlemenin söz
konusu mahallelere ilişkin sadece çeşitli mali yükümlülükleri yerine getirme
boyutuyla sınırlı olduğu görülmektedir. Oysa kırsal mahalle olarak yeni bir
tanımlama yapılmasının nedeni genel planlama nedeniyle farklılığı göz ardı
edilen söz konusu alanlarda ortaya çıkan ekonomik, toplumsal ve ekolojik
sorunlardır. Kanun koyucunun sadece mali yükümlülükleri azaltmak
şeklinde ortaya koyduğu tavır yaşanan sorunları çözmenin uzağındadır.
Söz konusu sorunlar ancak mahallelerin kendilerine özgün bir planlama
modeli ile mümkün olabilir. Dolayısıyla mahalle planlaması Türkiye gibi
kır-kent karmaşasının yaşandığı ülkeler açısından daha elzem bir konudur.
Diğer taraftan mahallenin güvenli kılınması aynı zamanda kenti de güvenli
kılacaktır.
BM, mahallelerin güvenli kılınabilmesi için inşa sürecinde beş temel ilkenin
esas alınmasını dile getirmektedir. Bunlar, a) kentsel yayılmanın azaltılması
ve arazi verimliliğinin en üst düzeye çıkarılması, b) yürünebilir mahallelerin
teşvik edilmesi ve otomobil bağımlılığının azaltılması, c) arazi kullanımının
optimize edilmesi, yürümeyi, bisiklete binmeyi ve araba kullanmayı
kolaylaştıran güvenli, verimli, birbirine bağlı bir sokak ağının oluşturulması,
d) sürdürülebilir, çeşitlendirilmiş, sosyal olarak eşit ve gelişen toplulukların
ekonomik olarak uygun yollarla teşvik edilmesi, d) yerel istihdamın, yerel
üretimin ve yerel tüketimin teşvik edilmesidir (UN-Habitat, 2015: s. 2). Söz
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 103
konusu ilkeler aynı zamanda yerel ve küresel güvenliğin ekolojik, ekonomik
ve toplumsal boyutlarını, sac ayaklarını ifade etmektedir.
Mahalle, güvenli kentlerin geliştirilmesinde temel bir model olma
hedefini karşılamada elverişli bir ölçek, mahalle planlaması ise arazinin doğru
kullanımı ve doğru tasarım ile sera gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik
tasarımlar gibi faaliyetleri bir araya getirerek ekolojik güvenlik açısından
ön cephe niteliğindedir. Güvenli bir mahalle ve kent, yüksek kaliteli kentsel
peyzajlar ve açık alanlar, sürdürülebilir şekilde tasarlanmış konutlar, alışveriş
ve eğlence alanlarına, okullara, çocuk bakım tesislerine ve diğer hizmetlere
erişim gerektirir. Mahalle planlaması trafik tıkanıklığı, otomobil bağımlılığı,
toplumsal ayrışma gibi çağımızın pek çok kentsel zorluğunun, kaynağında
işlevsel bir şekilde çözülmesini sağlar. Yine mahalle planlaması toplum refahını
ve alan yaşanabilirliğini korumak açısından önemlidir (UN-Habitat, 2015:
s. 3). Kişilerin yaşamlarını sürdürdüğü mekanların kalitesi etraflarındaki
alanlardan etkilendiğinden, konutlar ve konutlar arasında iyi tasarlanmış, iyi
yönetilen yeşil alanlar mahalleleri yaşanabilir kılmakta ve insanların yaşam
kalitesine katkıda bulunmaktadır (Wahi ve diğerleri, 2017: s. 4). Nitekim
açık yeşil alan ile sağlıklı yaşam arasındaki ilişki Covid-19 süreci ile daha net
bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, mahalle planlaması “yapıların
doğal afetlere dayanacak şekilde güçlendirilmesi, erken uyarı sistemlerinin
geliştirilmesi, acil durum hazırlık planları oluşturulması” (Çılgın, 2023) gibi
gerek afet öncesi risklerin ortadan kaldırılması gerekse afet sonrası etkin bir
müdahaleye imkân tanıyarak zararın azaltılması açısından çok önemlidir.
Nitekim ülkemizde 6 Şubat’ta yaşanan büyük depremler ve müdahale
sürecindeki aksaklıklar mahalle planlamasının önemini ortaya koymuştur.
Arazinin doğru ve çok işlevli bir şekilde kullanılması, peyzaj parçalanmasının
azaltılması, etkin bir afet yönetiminin sağlanması ve ekosistemin
korunmasının yanı sıra yerel ekonominin teşvik edilmesini de sağlar. Doğru
arazi kullanımı ve uygun politika bir yandan mahallede farklı geçmişlere ve
farklı gelir seviyelerine sahip sakinler için fırsatları yaratılmasına imkân
tanırken diğer taraftan kamu hizmeti maliyetlerinin azalmasını sağlar (UN
Habitat, 2015: s. 4-5).
Fiziksel planlama boyutuyla sağladığı avantajların yanında mahalle
planlaması aynı zamanda yurttaş katılımı ve sosyal etkileşimi destekleyerek
ekolojik güvenliğin toplumsal ve siyasal alanda inşasını sağar. Mahalle insan ve
doğal sistemlerin birleşmesi açısından algıları ve davranışları etkileyebilecek
kurumsal veya sosyal boyutlara sahiptir (Shandas, 2015: s. 2). Bu bağlamda
mahalleler aynı zamanda kimlik inşasında en uygulanabilir birimlerdir. Toplu
mekânlar olarak mahalleler, sakinleri arasında topluluk duygusu oluştur ve
sosyal sermayenin sürdürülebilirliğinde aktif rol oynar. Güçlü ve sağlıklı bir
104 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
topluluğun oluşmasının temel yollarından biri kolektif bir duygusal bağlılığa
dayanan topluluk bilincinin oluşmasıdır. Dolayısıyla ekolojik güvenliğin
sağlamasında temel kriterlerden olan ekolojik bilincin oluşturulmasında
başlangıç ölçeği de mahalleler olmalıdır. Örneğin arazi kullanımı ve toplumsal
bütünleşme birbirine bağlıdır ve birbirini destekler. Mahalle planlaması aynı
topluluktaki ihtiyaçları gözeten konut türleri sağlayarak kentsel fırsatlara
adil erişime imkân sağlar. Mahalle planlaması, toplulukların yaşadıkları ve
çalıştıkları alanların tasarlanmasında ve yeni kalkınma önerilerinin hayata
geçirilmesinde daha güçlü bir rol oynamalarına, daha önce görmezden
gelinen dezavantajlı grupların planlama sürecine katılmasına imkân sağlar.
Sosyal içermeye imkân tanımasıyla mahalle planlaması hakkaniyete, özellikle
de kamusal kaynakların kullanımında hakkaniyete katkı sağlar (Zhang ve
diğerleri, 2018: s. 5). Bu durum toplumsal yapıda bütünleşmeyi mümkün
kılar. Toplumsal bütünleşme ise, kent yaşamının itici gücü olan sağlıklı
toplumsal ağların temelini oluşturur (UN Habitat, 2015: s. 5).
Siyasi açıdan mahalle planlaması birçok ülkede adem-i merkeziyet
politikaları kapsamında yerel toplulukları güçlendirmek amacıyla planlama
yetkisinin daha küçük ölçeğe aktarılması veya devredilmesi yöntemi olarak
uygulanmaktadır (Zhang ve diğerleri, 2018: s. 4). Davranış değişikliğinin
bireysel ve toplumsal faktörlerin bir kombinasyonu olduğu dile getirilse
de davranışta gerçek bir değişiklik, sakinlerin daha fazla katılımını
gerektirmektedir. Halkı yönetime ve özelde de ekolojik sorunların yönetimine
dahil etmenin faydalarının anlaşılmasının uzun ve karmaşık bir geçmişi
vardır (Shandas, 2015: s. 4). Bununla birlikte söz konusu faydanın ne kadar
elde edildiği diğer bir ifadeyle katılım düzeylerinin ne kadar sağlandığı
tartışmalıdır. Bu bağlamda ölçeğin daha küçük olması nedeniyle mahalle
düzeyinde halka açık toplantılar, daha geniş katılım, mahalle planlaması
yoluyla topluluk duygusu etkinleştirilebilir ve doğrudan kaynağından daha
güvenilir veri elde edilebilir. Mahalle planlaması, sürece mahalle sakinlerini
dâhil ederek, planlama ve karar alma sürecine tabandan bakmayı teşvik ederek
sosyal demokrasiyi, eşitliği, kapsayıcılığı ve diğer sürdürülebilirlik boyutlarını
geliştirir. Mahalleler, birbiriyle ilişkili bileşenleri toplayacak ve tutarlı bir
kentsel parçaya yol açacak kadar büyük, ancak sistem entegrasyonunun
bazı karmaşıklıklarını azaltacak ve sonuçları daha kısa sürede görecek kadar
küçüktür (Zhang ve diğerleri, 2018: s. 5).
Mahalle Dayanışmasından Yönetişime
Yukarıda kısaca açıklanan yerleşimlerin fiziksel yönlerine paralel olarak
elde edilmesi hedeflenen başarıların esasında çok çeşitli ve karmaşık insani
yönleri vardır. Planlama açısından bu, temel bir şekilde “arazi kullanımı”
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 105
-arazi üzerinde ve binaların kendisinde meydana gelen faaliyetler- ve bu arazi
kullanımları arasındaki birçok bağlantı olarak anlaşılabilir. Bununla birlikte
insanların doğumdan ölüme kadar tüm hayatları boyunca çeşitli ve karmaşık
ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar yapılar içinde karşılanır ve mekânın kırılganlık
seviyeleri ve türleri üzerinde etkilidir (March ve diğerleri, 2017: s. 9).
Temeli mekân ve insan olan mahalle, bu ikisinin birleşimi olarak ortaya
çıkmaktadır. Fiziksel mekânın, tek başına mahalleyi oluşturması mümkün
değildir. Mekâna hayat veren onu yaşam alanına dönüştüren aktör insandır.
İnsan ve mekânın birleşimiyle yaşam alanı olarak ortaya çıkan mahalle bu
bağlamda dayanışma, komşuluk, yardımlaşma, güvenlik, ortaklık, benzerlik,
yakınlık, aidiyet gibi kavramlarla ilişkilidir (Alver, 2010: s. 117-122).
Mumford (1954)’a göre komşuluk en basit haliyle birbirine yakın yaşayan
insanlardır. Ona göre komşuluk ortak köken veya amaçtan ziyade mekândaki
konutların yakınlığıyla ortaya çıkmakta ve insanları birleştirmektedir.
Konutların yakınlığı karşılaşma, iletişime geçme, ortak bağlantılar gibi yollarla
insanların birbiri hakkında bilgi edinmesine ve ortak bir bilinç kazanmasına
olanak sağlamaktadır. Böylece aynı yeri paylaşmak en basit örgütlenme şeklini
doğurmaktadır (Mumford, 1954’ten akt. Turan ve Ayataç, 2020: s. 196).
Diğer ifadeyle konutların yapısı insan davranışlarını biçimlendirirken, insan
davranışları da mekânı biçimlendirmektedir. İnsan ilişkileri aracılığıyla birey
ile mahallenin birbiriyle sıkı bir bağ içinde olması onun taşıdığı anlamları
zenginleştirmektedir (Turan ve Ayataç, 2020: s. 196-197). Dolayısıyla
mahalle, mekâna bağlanma, bir yerle kendini irtibatlı kılma hali ve biçimidir
(Alver, 2010: s. 117-122). Bu aidiyet etrafında kurulan topluluk duygusu
sürdürülebilir mahallenin başlıca koşullarındandır. Literatürde genel olarak
güçlü bir topluluk duygusunun sağlıklı bir topluluğu ifade ettiği kabul edilir
(Zhang ve diğerleri, 2018: s. 5).
Bireyin davranış ve alışkanlıklarının oluşmasında farklı faktörler etkili
olmakla birlikte gelenekler, duygusal dürtüler, aile ve arkadaşların etkisi
gibi sosyal normların da çok önemli bir rolü vardır. Toplumsal faaliyetlere
bağlılık ve toplumsal değişim yaratmada bireysel olarak olumlu bir etki
yaratma duygusu, bir sosyal ağa katılım yoluyla geliştirilir. Bireyin davranışı,
diğerleri tarafından paylaşılan günlük davranışlarla etkileşim içindedir ve bu
etkileşim çevre koruma politikasına bir giriş noktası olarak hizmet edebilir.
Politik, sosyal ve ekonomik yaşamın daha geniş alanlarını kapsayacak şekilde
inşa edilebilecek sorumluluk fikrine yerel temelli bağlılıkları ortaya koymada
komşuluk ilişkisi ve dayanışma üzerine kurulu olan mahalle önemli bir
yere sahiptir. Vatandaşlar bir ağa dahil olduklarında, ağ tarafından getirilen
davranış değişikliğine paralel biçimde ekolojik ayak izlerini azaltabilirler
(Kennedy, 2011: s. 848-849).
106 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
Sürdürülebilir yaşam tarzları için yeni sosyal normlar yaratmak bir
politika biçimidir ve ekolojik güvenlik için hayati önem taşır. Ekosistemi
korumada kolektif kültürel değişimlerin rolü büyüktür. Bununla birlikte
bireye ya da küresel süreçlere odaklanan teoriler komşuluklar ve onun
üzerinden gelişen dayanışma ağlarının etkisini göz ardı etmektedir. Oysa
yerel düzeyde ortak değerleri ve uygulamaları olan bir gruba bağlı birey,
sosyal bağlamı değiştirme potansiyeline sahiptir. Vatandaşlar mahallelerinde
sürdürülebilir yaşamın önündeki engelleri ortadan kaldırarak, kentsel ve
ulusal ölçekte ekosistemin dengesini bozucu davranışları azaltmayı teşvik
edebilirler (Kennedy, 2011: s. 849).
Mahallenin ekolojik güvenliğin inşasında ikili işlevi vardır. Mahalle, bir
yandan sürdürülebilir bir yaşamın inşasında gerekli olan toplumsal birlik
ağının oluşturulmasına elverişli bir mekân olarak katkı sağlarken (Kennedy,
2011: s. 653), diğer taraftan tabanda, halka en yakın sosyal ve yönetsel
örgütlenme biriminde dayanışma ağları üzerinden biçimlenen ekolojik
bilincin politika süreçlerine dahil edilmesine imkân sağlar. Mahalle, kentler
için hem fiziki hem de sosyo-kültürel mekân parçasıdır. Mahalleler, yerel
sohbet, konuşma ve tartışmanın merkezi mekânları olarak demokratik
toplumun da temelini oluştururlar (Şengün, 2020: s. 316). Söz konusu
demokratik yapının işlevsel kılınması kentsel, ulusal ve küresel sistemin
sürdürülebilirliği açısından elzemdir. Bu bağlamda mahalle dayanışmasının
katılım mekanizması ile yönetsel süreçlere dâhil edilmesi ve dayanışmadan
yönetişime evrilmesi gereklidir.
Yerel demokrasiyi hayata geçirecek iletişimsel ve eylemsel katılım
bilincinin oluşabileceği ve yönetişim kültürünün yaygınlaşacağı ölçek
yerel halka en yakın yönetim düzeyleridir. Bu bakımdan belediye sınırları
içinde ilk yönetim basamağı olan idari birimlerin, yani mahallelerin önemi
aşikârdır. Öte yandan Türkiye’de hem kabul ediliş süreci hem de sonuçları
açısından eleştirilen 6360 sayılı Kanun ile il düzeyinde yeni bir merkez
yaratılmıştır. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda köylerin belediye olması
veya kurulu bir belediyeye katılmasında yerel halkın onayına başvurulması
gerekmektedir. Ancak 6360 sayılı Kanun’la tüzel kişiliği olan köyler,
muhatabına sorulmadan kaldırılmış ve bir idari birim olarak tanımlanan
mahalleye dönüştürülmüştür. Bu değişiklik sonrasında muhtarların yetki
kaybı dolayısıyla kendilerini merkeze taleplerini bildiren “postacı” olarak
tanımladıkları ve değişikliğin bürokrasi ve merkezileşmeyi arttırarak yerel
halkın hizmetlere erişimini zorlaştırdığı görülmektedir. Bu değişiklikle
mevcut gerçeklikten kopuk biçimde yerel halkın köylü kimliği yerine kentli
kimliği hukuki olarak tahvil edilmiş, kırsal alan belediye sınırları içine dâhil
edilerek hukuk aracılığıyla toplumsal ve ekonomik yapının şekillendirilmesine
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 107
girişilmiştir (Tataroğlu ve Apaydın, 2016: s. 8-11). Yasadan sonra beş yıllık
bir geçiş sürecinin ardından geçerli olmak üzere köy tüzel kişiliği kaldırılan
bu mahallelere vergi, resim, harç ve katılım payı gibi yeni yükümlülükler
getirilmiştir. Nitekim bir kanunla köylerin mahalleye dönüştürülmesi, yine
bir hukuki düzenlemeyle mahalle kavramını da dönüştürmüş ve 5216 sayılı
Büyükşehir Belediyesi Kanunu’na 16.10.2020 tarihinde eklenen maddeyle
“kırsal mahalle” kavramı mevzuatımıza girmiştir. Bu maddeye göre, köy
veya belde belediyesi iken mahalleye dönüşen ve büyükşehir belediyesi
sınırları içinde bulunup sosyo-ekonomik durumu, şehir merkezine uzaklığı,
belediye hizmetlerine erişebilirliği, mevcut yapılaşma durumu ve benzeri
hususlar açısından kırsal yerleşim özelliği taşıdığı tespit edilen mahallelerin
ilgili ilçe belediye meclisinin kararı ve teklifi üzerine büyükşehir belediye
meclisinin en geç doksan gün içinde alacağı karar ile kırsal mahalle olarak
kabul edilmesi mümkündür. Kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan olarak
belirlenen yerlere vergi, harç ve harcamalara katılma paylarında muafiyet ve
indirimler getirilmiştir. Daha önce ifade edildiği gibi söz konusu tanımlama
mahallelerin “kırsal mahalle” tanımlanmasına neden olan özelliklerine ilişkin
bir planlamayı içermemektedir. Bu bakımdan yetersiz bir düzenlemedir.
Mahalle ve katılım ilişkisi incelendiğinde; Belediye Kanunu’nun, 8.
maddesinde mahalle sakinlerinin gönüllü katılımıyla ortak ihtiyaçların
belirlenmesi ve daha önce de ifade edildiği gibi yasanın 24. maddesinde
düzenlenen ihtisas komisyonlarına oy hakkı olmaksızın muhtarların katılıp,
görüş bildirebileceği ibarelerinin yer aldığı görülmektedir. Kanun’a benzer
şekilde kent konseylerinin işleyişine ilişkin yönetmeliğin 8. maddesinin
f bendinde de “Belediye başkanının çağrısı üzerine toplanan muhtarların,
kendi aralarında seçecekleri en fazla 10 temsilci” ile kent konseyine (Genel
Kurul’a) katılabilecekleri belirtilmiştir. Öncelikle 8. maddede yer alan
gönüllü katılımına ilişkin katılımın nasıl sağlanacağına ilişkin yol ve yöntemi
açık değildir. Ayrıca muhtarın oy hakkı olmaksızın kendisini ilgilendiren
toplantılara katılması işlevsel de değildir. Keza benzer şekilde mahallelere
kent konseylerinde temsilci bulundurma hakkı da işleyiş açısından etkinlik
sağlayıcı durumda değildir. Oysa mahallenin ve muhtarlık kurumunun
kentsel katılımın bir parçası olabilmesi için öncelikle muhtarlık ile topluluk
ilişkilerinin örgütlendirilmesinde daha pratik (mahalle meclisleri, mahalle
dernekleri gibi) ve daha alt düzeyde katılım mekanizmasının işletilebileceği
yapılara ihtiyaç vardır. Mahalle içinde katılım mekanizmasının etkin ve
işlevsel kılınmasının ardından mahallenin kent yönetimine katılımının
etkin ve işlevsel kılınması gerekmektedir (Alada, 2009: s. 8-9). Bu durum
özellikle kent ve mahalle ölçeğinde nüfus yoğunluğu her geçen gün artan
büyükşehirler için bir tercihten ziyade artık zorunluluk halini almaktadır.
108 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
Bu bağlamda ülkemizde mahalle dayanışmasını yönetişim felsefesi
ile kentsel katılıma dahil eden çeşitli çalışmalar hayata geçirilmektedir.
Bunlardan bir tanesi Mahalle Afet Gönüllüleri (MAG) projesidir. Afetlerle
mücadelenin kentin çekirdeği olan mahalleden başlatılması gerekliliğinden
hareket eden proje bir “afet yönetimine sivil toplumun katılımı” projesidir.
2001 yılında hayata geçirilen proje günümüzde de sürdürülmektedir. Proje
kapsamında mahallelerin dolayısıyla da kentlerin afetlere dayanıklılıklarını
arttırmak amacıyla “mahallede uzun süredir oturan ve oturmayı planlayan,
fiziksel engeli olmayan, yüz kızartıcı suçtan hüküm giymemiş, gönüllü
çalışmaya inanan, takım çalışmasına yatkın, 18-55 yaşları arasındaki kadın
ve erkeklerden yaklaşık 50 kişilik gruplar oluşturulmakta; söz konusu gruba,
eğitim, ekipman ve organizasyon sağlayarak, mahalle bazında, özellikle afet
sonrasındaki kritik saatlerde bu grupların müdahale imkan ve kabiliyetleri
güçlendirilmektedir”.
Mahalle ve katılım ilişkisi bağlamında diğer bir örnek; Nilüfer
Belediyesi’nin hayata geçirdiği mahalle komiteleridir. 2009 yılında bir
proje ile hayata geçirilen mahalle komitelerinin temel dayanakları Belediye
Kanunu’nun “Mahalle ve Yönetimi” başlıklı 9. maddesi ve “Hemşeri
Hukuku” başlıklı 13. maddesidir. Seçilmiş ve doğal üyelerden oluşan mahalle
komiteleri, şeffaflık, gönüllülük, tarafsızlık ve evrensel insan haklarına saygı
gibi evrensel ilkeler doğrultusunda çalışmalarını yürütmektedir. Muhtar,
muhtarlık asıl azaları, okul aile birliği temsilcisi, okul öğrenci temsilcisi, aile
sağlığı merkezi temsilcisi ve mahallede bulunan STK’ların (dernek, birlik,
kulüp, kooperatif vb.) temsilcileri doğal üyeleri oluşturmakta, mahalle
komiteleri seçimlerinde sandık bölgesi seçmen sayısına göre her sandıktan
bir kişi seçilmesiyle seçilmiş üyeler belirlenmektedir. Vatandaşların tamamı
ikamet ettikleri mahallede oy kullandıkları sandıktan aday olabilme hakkına
sahiptir. Seçimlerde adaylık başvurusu olması halinde mahalle genelinde 1/3
kadın, 1/3 genç, 1/5 engelli ve 1/5 LGBTİ+ kotası uygulanmakta böylece
toplumun tüm kesimlerinin yönetime dâhil olabilmesi sağlanmaktadır
(İpekten, 2019).
Mahalle Komiteleri toplumun farklı katmanlarını yaşam alanlarına ilişkin
ortak bir amaç etrafında bir araya getiren, mahalleleriyle ilgili farklı fikirleri
mahalle sakinlerine ortak akılla değerlendirme olanağı sunan bir oluşumdur.
Mahalle komitesi gibi katılım konusunda uygun örgütlenme araçlarıyla
yapılandırılmış 21. yüzyıl mahallesi, kentlilik bilincinin geliştiği, hemşehrilik
hukukunun tanındığı, dayanışmacı ruhun oluşturulduğu ve yaşadığı
alana sahip çıkma iradesinin gösterildiği yaşam alanları için iyi uygulama
örnekleridir. Stratejik planın 2012-2014 dönemi revizyonu için ve 2015-
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 109
2019 stratejik planı için Mahalle Komitelerinin görüş ve önerilerini esas alan
Nilüfer Belediyesi bu konuda örnek teşkil etmektedir. (İpekten, 2019).
Gerek Mahalle Gönüllüleri gerekse de Mahalle Komiteleri örnekleri
mahalle dayanışmasının ekolojik güvenliğin sağlanmasında işlevsel kılınması
açısından çok önemli çalışmalardır. Bu bağlamda söz konusu uygulamalar
kent mahallerinde özellikle de nüfus yoğunluğu yüksek olan büyükşehirlerde
hayata geçirilmelidir. Söz konusu oluşumların yanı sıra katılım düzeyinin
arttırılması için yine özellikle büyükşehirlerde mahalle muhtarlarının
kendilerini ilgilendiren konuların görüşüldüğü toplantılara katılımının
zorunlu kılınması ve kendileri ile ilgili konularda oy hakkı verilmesi çözüm
stratejisi olarak benimsenebilir.
SONUÇ
İnsanların en temel ihtiyaçlarından olan güvenliğe yönelik tehditlerin
çeşitliliği ve yoğunluğu her geçen gün artmaktadır. Kendini, ekosistemin
hiyerarşik olarak merkezine yerleştiren insan eylemleri ekolojik dengeyi
bozmuş ve afetlerden salgınlara uzanan geniş bir yelpazede varlığa yönelik
yeni tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu bağlamda güvenliğe yönelik
sorunların kaynağını, insanın algısı ve eylemlerinde arayan ekolojik güvenlik
yaklaşımı insanı, canlı ve cansız tüm varlıkların bir bütünü oluşturduğu
ekosistemin parçası olarak ele almakta, insan-doğa ilişkisini yeniden
değerlendirerek manevi-etik bir dengeye oturtmaktadır. Bu çalışma ile gerek
ekolojik bilincin kazanılması gerek güvenlik risklerine karşı önleyici veya
iyileştirici önlemlerin alınması için aktif, kendi kendine yeten bir toplumsal
yapının oluşturulmasında mahallenin fiziki ve toplumsal açıdan elverişli bir
ölçek olduğu ancak planlamadan uygulamaya uzanan bir çerçevede hukuki
ve yönetsel yapının bu potansiyeli değerlendirebilecek yeterlilikte olmadığı
ileri sürülmektedir.
Tarihsel, sosyal, politik ve ekolojik süreçlerin bir ürünü olan mahallenin
kendisine özgü toplumsal ekonomik ve ekolojik bir yapısı vardır. Mahallenin
özgün yapısına uygun şekilde tasarlanması, risklere karşı kırılgan grupların
gözetilmesi, mahallenin güvenlik için savunmasız yanlarının daha iyi
tespit edilmesi ve kriz anlarında hizmetlere erişim sorunlarının önlenmesi
için mahalle düzeyinde planlama anlayışı gereklidir. Mahalle planlaması
mahallelilerin yaşadığı alan üzerine düşünmesi ve onu birlikte tasarlaması
mekânsal aidiyetin geliştirilmesine, topluluk duygusu ve ekolojik bilincin
oluşmasına, yerel demokrasi ve yönetişim anlayışının güçlenmesine de katkı
sağlayacaktır. Dünyada kent planlamasından mahalle planlamasına doğru bir
yönelim vardır ve mahalle planlaması konusunda deneyimlerden yararlanılarak
110 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
ülkemizdeki politika ve uygulamalar gözden geçirilmelidir. Bu bağlamda
planlama ve katılım konusunda uygun mahalle ölçeği oluşturulmalıdır.
Ayrıca gelişen teknoloji günümüzde mahalle planlaması konusunda önemli
bir avantaj sağlamakta ve oyunlaştırma yerel katılımı sağlamada bir yöntem
olarak ön plana çıkmaktadır. Ülkemizde de hem eğitim hem de katılım aracı
olarak teknolojiye dayalı işlevsel araçlar değerlendirilmelidir.
Ülkemizde mahallelerin, günümüzde bu niteliğinden uzaklaşmış olsa da,
komşuluk hukuku, dayanışma kültürü ve kendi işini kendi yapma geleneği
olan bir tarihsel geçmişi vardır. Bu bağlamda köklü bir tarihsel geçmişi olan
mahalle katılım bilincinin oluşabileceği ve yönetişim kültürünün geliştirilip
kurumsallaşabileceği temel mekândır. Bu bağlamda mahalle düzeyinde
katılım mekanizmalarının etkin ve işlevsel kılınması ve kent yönetimine etki
kapasitesinin geliştirilmesi gerekmektedir. Ülkemizde Nilüfer Belediyesi
tarafından hayata geçirilen mahalle komiteleri örneği ve MAG Projesi
önemlidir ve elde edilen tecrübelerle sistem geliştirilip yaygınlaştırılmalıdır.
Ayrıca mahalle ölçeğinin katılım ve kent politikalarına etki bağlamında
potansiyelini açığa çıkarmak için hukuksal ve yönetsel açıdan mahalle
yönetimi yapısı gözden geçirilmelidir. Mahalle muhtarlarının eğitilerek
mahallelinin bilinçlenme ve katılımı konusunda yetkin kılınması ve hukuki
olarak yetkilendirilmesi, meclis toplantılarında etkili bir temsil yetkisinin
kazandırılması, kent yönetiminde etki güçlerini ve kapasitelerini arttırmak
üzere muhtarlar ve mahalleler arasında birliği ağlarının oluşturulması
önerilmektedir.
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 111
KAYNAKÇA
Alada, A. B. (2008). Osmanlı şehrinde mahalle. Sümer Kitabevi.
Alada, A. B. (2009). Kentsel yönetime katılımda ‘mahalle’. DOSYA-08: Yerel Yö-
netimlere Katılım, Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yayını, Bülten 64, 66-
70. -27.pdf
Alver, K. (2010). Mahalle: Mekân ve hayatın esrarlı birlikteliği. İdealkent. 1 (2),
116-139.
Bal, M. A. (2003). Modern devlet ve güvenlik. IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık.
BMMYK (1997). Dünya mültecilerinin durumu 1997-1998: Bir insanlık sorunu.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği. Ankara BMMYK Tür-
kiye Temsilciliği
Chitewere, T., Shim, J. K., Barker, J. C. & Yen, I. H. (2017). How neighbor-
hoods influence health: Lessons to be learned from the application of po-
litical ecology. Health & Place, 45, 117–123. http://dx.doi.org/10.1016/j.
healthplace.2017.03.009
GOV.UK (2014). Neighbourhood planning 

Çılgın, K. (2023). Mahallede güvende miyiz?. https://aposto.com/s/
mahallede-guvende-miyiz
Enman, S. (2019). Low-income neighborhoods are most vulnerable to clima-
te change, activists say. Brooklyn Daily Eagle 
-

Erbay A. (1999). Yerel yönetim açısından mahalle muhtarlığına bir bakış. Çağ-
daş Yerel Yönetimler, 8 (3),103-125.
Ergin, O. (1936). Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı. Cumhuriyet Gazetesi ve
Matbaası.
Geray, C. (1995). Kent yönetimi için yeni yaklaşımlar ve komşuluk (mahalle)
biriminin önemi. Çağdaş Yerel Yönetimler, 4 (6), 27-38.
Gözler, K. (2018). Mahalli idareler hukukuna giriş. Ekin kitabevi.
Hutson, M. & Moscovitz, A. (2019). U . Encyclopedia of envi-
ronmental health (second edition), 273-282. https://doi.org/10.1016/
B978-0-12-409548-9.11257-6
Huxley, M. (2009). Planning, urban. International encyclopedia of human geogra-
phy, 193-198. 
İpekten, M. (2019). Doğrudan yönetime örnek bir model: Nilüfer mahal-
le komiteleri. Politik Akademi. https://politikakademi.org/2019/04/
dogrudan-yonetime-ornek-bir-model-nilufer-mahalle-komiteleri/
Kaya, Y. (2019). Ekolojik güvenlik. Dora Yayınları.
112 | Mahalle Perspektifinden Ekolojik Güvenlik
Kennedy, H. E. (2011). Rethinking ecological citizenship: The role of neigh-
bourhood networks in cultural change. Environmental Politics, 20 (6),
840-860. https
Koçberber, S. (2005). Yeni belediye yasası ile mahalle yönetimi. Sayış-
tay Dergisi, 16 (56), 103-114. https://dergipark.org.tr/tr/download/
article-file/3165634
March, A., Kornakova, M. & Leon J. (2017). Integration and collective action:
Studies of urban planning and recovery after disasters. A. March ve M.
Kornakova (Ed.), Urban Planning for Disaster Recovery, içinde (ss. 1–12).
Elsevier.
March, A., Kornakova, M. & Handmer, J. (2017). 
. A. March ve M. Kornakova (Ed.), Urban Planning for Disas-
ter Recovery, içinde (ss. 13–30). Elsevier.
Mumford, L. (1954). The Neighborhood and The Neighborhood Unit, The
Town Planning Review,24(4), s:256-270.
Newberry, D. (2020). Neighbourhood plans and the environmental poten-
tial. Ethical Partnership. uk/2020/02/18/

Palabıyık, H. & Atak, Ş. (2002). Türkiye’de mahalle yönetimi. B. Parlak ve H.
Özgür (Ed.), Avrupa Birliği ile Bütünleşme Sürecinde Türkiye’de Yerel Yö-
netimler, içinde (ss. 331-371). Alfa Yayınları.
Perry, C.A. (1929). City planning for neighborhood life. Soc. Forces, 8.
Shandas, V. (2015). Neighborhood change and the role of environmental
stewardship: a case study of green infrastructure for stormwater in the
city of Portland, Oregon, USA. Ecology and Society, 20 (3), 1-17. http://

Steel, M. (Ed.) (2000). Oxford Wordpower Dictionary. Oxford University Press.
Şehir ve Kasabalardaki Mahalle Muhtar ve İhtiyar Kurulları Tüzüğü (1945).
T.C. Resmi Gazete. 5991, 26 Nisan 1945.
Bay-
Yerel Yö-
netimlerde Teknoloji ve Katılım
T.C. İçişleri Bakanlığı (2023). Türkiye mülki idare bölümleri envanteri. Bilgi Tek-
nolojileri Genel Müdürlüğü. -

Tataroğlu, N. (2012). Bir kentsel hak olarak güvenlik ve MOBESE uygulaması [ Ya -
yımlanmamış yüksek lisans tezi]. Dokuz Eylül Üniversitesi.
Tataroğlu, N. & Apaydın, H. (2016). Hukukun heyulası: Fiili durumla hukuki
gerçek arasında Muğla köyleri. 10. Kamu Yönetimi Sempozyumu, Büyük-
şehir yönetimi ve il yönetiminin yeni yüzü, ss. 246-268, 5-7 Mayıs İzmir.
Nihal Tataroğlu / Gamze Uzun | 113
TDK (2022). Güncel Türkçe sözlük. Türk Dil Kurumu. https://sozluk.gov.tr/
Toprak, Z. (2014). Yerel yönetimler. Siyasal Kitabevi.
Turan, S. & Ayataç, H. (2020). Günümüzde mahalle kültürünü sürdürebilmek
ve yeni bir kavram arayışı olarak “sosyal dayanıklı mahalle”: Kurtuluş-Fe-
riköy örneği. Tasarı Kuram, 16 (31), 194-215. https://www.tasarimku-
ram.com/index.php/dtj/article/view/264/250
TÜİK (2022). 31 Aralık 2022 tarihli Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçları,

UN-HABITAT (2015). A new strategy of sustainable neighbourhood planning:
Five principles. -


Wahi, N., Mohamad, I., Zin, R. M., Munikanan, V. & Junaini, S. (2017). The
high rise low cost housing: Sustainable neighbourhood elements (green
elements) in Malaysia. International Conference on Applied Electronic and
Engineering, ss. 2-10, (ICAEE2017). 
meta
Yel, A. M. & Küçükaşçı, M. S. (2003). Mahalle. Türkiye Diyanet Vakfı İslam an-
siklopedisi. https://islamansiklopedisi.org.tr/mahalle.
Zhang, Q.; Yung, E. H. K. & Chan, E. W. (2018). Towards sustainable ne-
ighborhoods: challenges and opportunities for neighborhood planning
in transitional urban China. Sustainability, 10 (2), 1-23. https://doi.
org/10.3390/su10020406
115
Bölüm 5
Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci
Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği
Ağları
Abdullah Uzun1
Özet
Son yıllarda kentlerin yüzleşmek durumunda kaldığı iklim krizi, doğal afetler,
mülteci krizi ve pandemiler gibi krizler ve afetler birden çok yönetim alanına
ve politika sektörlerine tezahür etmeleri ile sınıraşan nitelik göstermektedir.
Kentler üzerinde kısa ve uzun vadede çok yıkıcı etkiler gösteren sınıraşan
krizlerle tek aktör olarak kent yönetimlerinin krizi ele aldığı geleneksel
yöntemlerle başa çıkılamaz. Sınıraşan krizlere karşı en etkili mücadele
yöntemlerinden biri kentsel direnci artırmaktır. Dirençli kentler, krizlerin
yol açtığı şok ve tehditlere karşı uyum sağlayabilen ve kendini hızlıca
iyileştirebilen kentlerdir. Fakat dirençli bir kent olmak kent yönetimlerinin
sadece kendi imkan ve gayretleriyle gerçekleştirebilecekleri bir uğraş değildir.
Dirençli bir kent olmanın en etkin mekanizmaları iş birlikleri, ağlar, ortaklıklar
ve karşılıklı ilişkilerden faydalanmaktır. Kentsel alanlarda gerçekleştirilen
birliğinin birçok yöntemi bulunmaktadır. Uluslararası kent ağları bu iş birliği
yöntemlerinden en etkin olanlarından biri olarak öne çıkmaktadır. Bu
yapıları, bilgi ve deneyimin paylaşılması, politika transferi, kaynak temini,
kamuoyu oluşturma, dayanışma sağlama gibi işlevlere sahiptir. Sayıları ve
tematik konuları her geçen gün artan uluslararası kent ağları ile sınıraşan
krizlerin kentsel alanlardaki yıkıcı etkilerinin azaltılması ve kentsel direncin
artırılması daha etkin bir şekilde sağlanabilmektedir.
GİRİŞ
Dünyamız son yıllarda giderek artan şekilde bir dizi kriz ve doğal afetlerle
karşı karşıyadır. Bunlar arasında en başta gelenlerden biri iklim krizi ve onun
etkisiyle birçok coğrafyada ortaya çıkan aşırı yağışlar, sel, kuraklık, şiddetli
1 Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi
Bölümü, abdullahuzun@ktu.edu.tr, ORC-ID: 0000-0002-8657-4587
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1088
116 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
fırtınalar, kasırgalar ve orman yangınları gibi aşırı hava olaylarıdır. Bu olaylar
topluluklara, ekonomilere ve ekosistemlere ciddi zararlar vermektedir.
Covid-19, 2019 yılında başlayan ve dünya genelinde milyonlarca insanın
ölümüne neden olan bir pandemiye yol açmıştır. Bu pandemi, sağlık
sistemlerini sarsarken, ekonomik ve toplumsal etkileri de son derece yıkıcı
olmuştur. Suriye’de 2011 yılında başlayan çatışmalar yaklaşık 6 milyon
Suriyeliyi ülkeleri dışına sürüklemiştir. Suriye’den Türkiye ve Avrupa’ya
doğru gerçekleşen göç, büyük bir mülteci krizine yol açtı. Ani mülteci
kriz Avrupa ülkeleri arasında anlaşmazlıklara ve siyasi gerginliklere neden
olmuştur. Yaşanan ve yaşanmakta olan bu örneklerdeki gibi kriz ve afetlerin
temel özelliği sınıraşan nitelikleridir. Belirsizlikler içermeleri, son derece
karmaşık olmaları, çözümlerinin zor olması, birden çok yönetim alanına ve
politika sektörlerine tezahür etmeleri ile bu krizler tek bir aktörün ya da tek
bir ülke, bölge ve de bir kentin sorunu olmaktan çıkmaktadır. Bu nedenle bu
krizlerle mücadelede farklı aktörlerin ve yönetsel birimlerin iş birliği yapması
elzemdir.
Sınıraşan krizlerin en çok etkilediği alanların başında kentler gelmektedir.
Bu tür krizlerin yol açtığı ani şok ve stres kısa vadede kentlerde yıkıcı
etkilere neden olurken uzun vadede kent sakinlerini sosyal ve ekonomik
açıdan büyük zorluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Kentler bu zorluklara
çeşitli şekillerde cevap vermektedir. Bunların en başında da dirençli bir kent
oluşturmak gelmektedir. Dirençli kentler, her türlü krizin yol açtığı olumsuz
durumlara karşı hazırlıklı olan, uyum sağlayabilen ve kendini iyileştirebilen
kentlerdir. Dirençli bir kent olmanın en önemli aracı da birliğinden,
ağlardan, ortaklıklardan ve karşılıklı ilişkilerden faydalanma yoluna gitmektir.
Kentsel alanlarda gerçekleştirilen iş birliğinin birçok yöntemi bulunmaktadır.
Bunlardan biri olan uluslararası kent ağları özellikle sınıraşan krizlerle
mücadelede kentsel dirençliği artırmada sahip olduğu işlev ve oynadığı roller
ile çok etkili mekanizmalar olmaktadırlar.
Bu bölümde, kentlerin bir iş birliği türü olarak nitelendirilen uluslararası
(ya da ulus ötesi) kent ağlarının sınıraşan krizlerle mücadeledeki yerinden
bahsedilecektir. Bu amaçla çalışmada ilk olarak sınıraşan kriz kavramına
ve bu krizlerle mücadelede birliği ve mekanizmalarının önemine
değinilecektir. Ardından kentsel dirençlilik kavramına ve kentsel dirençliği
oluşturmada kentsel alandaki birliği süreçlerine vurgu yapılacaktır. Son
kısımda ise sınıraşan krizlerle mücadele bir iş birliği aracı olarak uluslararası
kent ağları hakkında bilgi verilecektir.
Abdullah Uzun | 117
1. SINIRAŞAN KRİZLER VE SINIRAŞAN KRİZLERLE
MÜCADELEDE İŞ BİRLİKÇİ VE AĞ YÖNELİMLİ
STRATEJİLER
Krizler, “bir sosyal sistemin temel değerlerine ya da yaşamı sürdürme
işlevlerine karşı algılanan ve belirsiz koşullarda acil düzeltici eylem gerektiren
bir tehdit durumu” olarak tanımlanabilir (Rosenthal ve diğerleri, 1989: s.10).
Krizler, genellikle beklenmedik olaylar ya da durumlar sonucu meydana
gelirler. Doğal afetler, finansal çalkantılar, teknolojik arızalar, pandemiler,
siyasi istikrarsızlık gibi farklı nedenlere dayalı olarak ortaya çıkabilirler.
Bu nedenlerle meydana gelen krizler, etkiledikleri alanın özelliklerine göre
farklı boyutlar kazanabilir. Örneğin, finansal bir kriz ekonomik dengelerin
sarsılmasına neden olurken, bir sağlık krizi halk sağlığını tehdit edebilir.
Krizler, belirsizlik, karmaşıklık, ciddi tehdit, kısıtlı zaman ve acil karar
verme ile karakterize edilir. Kriz anlarında genellikle belirsizlik hakimdir.
Durumun ne kadar süreceği, nasıl gelişeceği ve sonuçlarının ne olacağı gibi
faktörler belirsizlik yaratabilir. Krizler, harekete geçmek için zamanın kısıtlı
olduğu hızlı karar vermeyi gerektiren olaylardır. Durumun ciddiyetine bağlı
olarak, organizasyonlar ve bireyler acil önlemler almak, stratejileri hızla
revize etmek ve tepki göstermek zorunda kalabilir. Acil bir eylem ihtiyacı
algılanmasına rağmen, neyin yapılabileceği ya da yapılması gerektiği net
değildir. Kararların alınması gereken koşullar karmaşık, dağınık ve dinamiktir
(Christensen ve diğerleri, 2015: s. 355). Krizler, tehdidi önlemek ya da
en aza indirmek için yönetilmesi gereken ciddi tehditleri de içerir. Tehdit
gerçekleştiğinde ve önemli hasara yol açtığında bir felaket meydana gelir
(Boin ve Bynander, 2015: s. 124).
Günümüzdeki krizlerin ve afetlerin birçoğunun ulusal sınırları ve politika
alanlarını aştığı ve giderek daha aşırı ve sınır ötesi hale geldiği açıktır. Bu
kapsamda sınıraşan krizler, “birden fazla yönetsel alanı ve politika sektörlerini
etkileyen, hızlı ilerleyen ve gittikçe kötüleşen, son derece belirsiz ve karmaşık
yapıda olan, hazır çözümlerin işlemediği” krizler olarak tanımlanabilir
(Ansell ve diğerleri, 2010: s. 195; Boin, 2019: s. 94). Covid-19 pandemisi
gibi salgın hastalıklar, ani mülteci göçleri, finansal krizler, siber terörizm,
kasırgalar ve orman yangınları gibi büyük ölçekli doğal afetlerin örnek olarak
verilebileceği sınıraşan krizlerin ayırt edici özellikleri şu şekildedir (Ansell ve
diğerleri, 2010: s. 196-197; Boin, 2019: s. 94):
Birden fazla alana tezahür etme. Sınıraşan kriz birden fazla yönetsel
alana ve politika sektörlerine uzanır. Birçok kriz, bir kent (fabrika
patlaması) ya da bir ülke (siyasi kriz) gibi coğrafi olarak sınırlandırılmış
bir siyasi yetki alanına girer. Sınıraşan krizler ise bölgesel sınırları
118 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
aşar ve birden fazla kenti, bölgeyi, ülkeyi ve hatta kıtayı tehdit eder.
Kriz, siyasi sınırları dikey ve yatay olarak aşabilir. Örneğin, daha alt
düzeydeki yönetimler (şehirler, ilçeler, iller, eyaletler) bir kriz karşısında
zor durumda kaldıklarında, daha üst düzeydeki yönetimlerden (ulusal,
bölgesel, uluslararası) yardım talep edebilirler. Bu, sınır ötesi faaliyetin
dikey boyutudur. Bir kriz aynı hükümet düzeyinde faaliyet gösteren iki
siyasi yetki alanı (iki kent gibi) arasındaki sınırlar boyunca yatay olarak
da yayılabilir. Bir kriz genellikle bir politika alanına girmektedir (bir
hapishane isyanını düşünün). Ancak sınıraşan krizler işlevsel sınırları
aşarak yaşamı sürdüren birden fazla sistemi, işlevi ya da altyapıyı tehdit
eder. Örneğin bir kente ani mülteci akını sadece kentsel alt yapıyı değil
eğitim, sağlık, konut gibi farklı politika alanlarını da etkiler.
Kuluçka ve hızlı tırmanma. Sınıraşan kriz, yavaş ve genellikle fark
edilmeyen gelişme dönemleri ve hızlı tırmanma evreleri ile karakterize
edilir. Bazı kriz olaylarının zaman sınırları net bir şekilde çizilmiştir.
Bir başlangıç ve bitiş zamanı vardır. Ancak pek çok kriz zaman
sınırlarını aşar. Kökleri derine uzanır (11 Eylül krizinde olduğu
gibi) ve etkileri yıllar sonra bile hissedilir (finansal kriz, küresel iklim
değişikliği). Örneğin iklim değişikliği çok uzun zamandır Dünyamızı
tehdit oluşturmakla birlikte etkileri yakın döneme kadar çok fazla
hissedilmemekteydi. Fakat son yıllarda iklim değişikliğinin yol açtığı
kuraklık, kasırga, sel vs. gibi doğal afetlerin sayısındaki ve etkilediği
bölge düzeyindeki artış iklim krizini daha da derinleştirmektedir.
Haritalanmasının zor olması. Sınıraşan bir krizin temel nedenlerinin
anlaşılması zordur. Nedenler ve olası sonuçlar belirsiz görünür ve
tırmanma öngörülemez. Her şey bittiğinde ve krizle ilgili rapor
yazıldığında, ne olduğu (ve nasıl önlenebileceği) netleşebilir. Ancak
kriz sırasında en temel gelişmeleri tespit etmek son derece zordur.
Çoklu aktörler, çatışan sorumluluklar. Sınıraşan kriz, sorumlulukların
net bir şekilde bölündüğü, tanımlanmış bir alana düşmemekte ve
çeşitli sorumlulukları olan çok sayıda aktörü ilgilendirmektedir.
Hangi aktörün neden sorumlu olduğu ya da kimin belirli görevleri
yerine getirecek kapasiteye sahip olduğu net değildir. Sınıraşan
kriz, normalde etkili bir müdahaleyi kolaylaştıran örgütsel sınırları
bulanıklaştırmaktadır.
Hazır çözümlerin olmaması. Çoğu politika meselesi için olası çözümler
mevcuttur. Bunlar tartışmalı olabilir fakat tartışmanın ne hakkında
olduğu ya da olması gerektiği genellikle açıktır. Sınıraşan krizler ise
kolay ya da geleneksel çözümlere meydan okur. Örneğin bir siber
Abdullah Uzun | 119
kesintinin arkasında kimin ya da neyin olduğu nadiren bellidir. Kritik
bir sistemi bir siber saldırıya karşı korumak için kimin ne yapabileceği
genellikle daha da az bellidir.
Sınıraşan krizleri yönetmek diğer kriz türlerine göre daha zordur ve
sınıraşan kriz yönetimi kapasitesi gerektirir. Bir kriz ya da afet sınır aşan
boyutlar kazandığında özellikle üç zorluğun yönetilmesi güçleşir (Boin ve
diğerleri, 2014: s. 421). İlk olarak, sınıraşan bir kriz ulusal makamların
krizi anlamlandırmasını zorlaştırır. Krizle ilgili bilgiler ulusal ve politika
sınırları arasında dağılmış olduğundan, ilgili tüm bilgileri belli bir zaman
içinde bir araya getirmek çok çaba gerektirir. Dahası, karmaşık bir krizde
bu bilgileri değerlendirmek için gerekli uzmanlığı bir araya getirmek de
zorlaşır (Rosenthal ve ‘t Hart 1991). İkinci bir zorluk, daha önce hiç birlikte
çalışmamış çeşitli aktörler arasında etkili bir müdahaleyi koordine etmektir
(Ansell ve diğerleri, 2010: s. 198). Üçüncüsü ise, kararların krizi yaşayan
vatandaşlardan birçok seviyede uzakta alınacağı düşünüldüğünde, sınıraşan
bir krize müdahale için meşruiyet oluşturmanın zorlaşmasıdır.
Krizler sırasında çeşitli aktörler ve kuruluşlar arasındaki koordinasyon,
kriz yönetimi performansı için çok önemlidir (Christensen ve Ma, 2020).
Etkili bir müdahale sağlamak için tüm kuruluşların ve bu kuruluşlardaki
tüm kişilerin çabaları koordine edilmelidir (Ansell ve diğerleri. 2010: s. 198-
199). Koordinasyon asgari ya da azami düzeyde olabilir. Asgari düzeyde
kriz koordinasyonu, kriz yönetiminde yer alan farklı aktörlerin sahip olduğu
bilgilerin zamanında paylaşılmasını içerirken, azami düzeyde bu aktörlerin
operasyonlarının tamamen entegre edilmesini içerir.
Sınıraşan krizler sahip oldukları özellikler itibariyle tek başına
çözülemediğinden maksimum düzeyde koordinasyon ve entegrasyon çok
önemlidir (Christensen ve diğerleri, 2016: s. 317). Kriz yönetimi çalışmaları
temel olarak krize müdahalede en etkili koordinasyon mekanizmalarına
odaklanmaktadır. Literatürde iki karşıt düşünce ekolü hakimdir. Bunlardan
ilki, koordinasyonu yönlendirme çabalarının bir sonucu olarak gören
yukarıdan aşağıya yaklaşımdır (Boin ve Bynander, 2015: s. 132-133). Bu
yaklaşım, kriz öncesinde kurumlar ve yetki alanları arasında otorite yapıları
oluşturmak için bir sistem kurulmasını savunur (Ansell ve diğerleri, 2010: s.
203). Aynı zamanda güçlü liderlik, açık komuta ve kontrol yapıları, merkezi
planlama ve net bir şekilde belirlenmiş sorumluluklar içerir. Bu hiyerarşik
versiyonda güçlü ve üst düzey liderler baskındır ve komutan olarak rolleri
yapılması gerekenler konusunda gerekli kararlı eylemleri gerçekleştirmektir
(Grint, 2010: s. 172).
120 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
İkincisi yaklaşım ise “aşağıdan yukarıya” gerçekleşen ‘ağ’ yaklaşımıdır ve
koordinasyonu krize müdahalede kendiliğinden gelişen bir iş birliği olarak
görür. yaklaşımı, hiyerarşik yaklaşımın yalnızca rutin ve acil müdahale
durumlarında makul ölçüde iyi çalıştığını savunur. Kriz durumları, bir
merkezden yukarıdan aşağıya doğru yönetilemeyecek ve hatta koordine
edilemeyecek kadar karmaşıktır ve birden fazla kuruluşun birlikte çalışmasını
gerektirir (Ansell ve diğerleri, 2010; Kapucu, 2006; Koppenjan ve Klijn,
2004; McEntire, 2002; Moynihan, 2009). Bu yaklaşımın bir sonucu
olarak, çok-örgütlü, birden çok yetki alanını içeren, çok-merkezli ve hatta
uluslararası mekanizmalar özellikle sınıraşan krizlere karşı mücadelede norm
haline gelmiştir (Boin ve ‘t Hart, 2003).
İş birlikçi süreçler ve mekanizmaları sınıraşan krizlerin belirsizlik
ve karmaşıklığının azaltılması, krizin çözümüne ilişkin gerekli bilginin,
deneyimin elde edilmesi ve paylaşılması, taraflar arasındaki çatışmaların
azaltılarak fikir birliğine ulaşılması, daha etkin, kapsamlı ve kabul gören
çözümler sağlanması konusunda etkin bir yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır.
Fakat birliğinin ve mekanizmalarının sınıraşan krizlerde kullanılması
zorlaştıran bir faktör krizin aciliyetidir (Uzun, 2020). mekanizmaları
kurumların hızlı karar alması ve bunları ivedi bir şekilde uygulaması
gereken durumlar için yani acil müdahale durumlarında çoğu zaman etkin
bir yöntem olmamaktadır. Ayrıca iş birliği ataleti (Huxham, 2003) de söz
konusudur. Yani iş birlikçi süreçlerde çıktı elde etme süreci aşırı yavaştır ve iş
birlikçi düzenlemelerden elde edilen çıktılar da genellikle ihmal edilebilirdir.
Dolayısıyla iş birliğine yönelik stratejilerin iklim değişikliği, mülteci sorunu,
pandemiler gibi etkileri zamana yayılan krizlerle mücadelede ve de krizlere
karşı dirençli yönetsel alanlar inşa etme de daha etkili olduğu söylenebilir.
2. SINIRAŞAN KRİZLERE KARŞI DİRENÇLİ KENTLER
OLUŞTURMADA İŞ BİRLİĞİNİN ROLÜ
Sınıraşan krizlerin en çok etkilediği alanların başında kentler
gelmektedir. İklim değişikliği, doğal afetler, ekonomik dalgalanmalar, göç
ve ani mülteci akını, pandemiler gibi faktörler, kentlerin sürdürülebilirliği
ve yaşam kalitesi üzerinde ciddi etkilere neden olmaktadır. Kentlerin sadece
fiziksel altyapısı değil, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve kültürel yapısı da
derinden etkilenmektedir. Örneğin ekonomik krizler işsizliğin artmasına,
işletmelerin kapanmasına ve yoksulluğun artmasına neden olarak kent
sakinlerinin yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir. Yine ani mülteci akını
güvenlik endişelerini yükselterek kentsel alanlarda gerginlik ve belirsizlik
ortamı oluşturabilir.
Abdullah Uzun | 121
Kent yönetimleri, krizlerle başa çıkabilmek ve etkilerini hafifletmek için
çeşitli stratejiler geliştirirler. Bu tür zorluklarla başa çıkmak için kentlerin
geliştirmesi gereken önemli yetenek kentsel direnç olarak adlandırılır. Kentsel
direnç, krizlerin yol açtığı ani şok ve stres zamanlarında kentlerin kritik
hizmetleri karşılayarak kendini hızlı bir şekilde yeniden iyileştirebilmesidir
(OECD Green Growth Studies, 2018: s. 27). Yine kentsel direnç, kentteki
bireylerin, toplulukların, kurumların, işletmelerin ve sistemlerin, hayatta
kalma, uyum sağlama ve büyüme kapasitesi olarak da ifade edilebilir
(Birleşmiş Milletler-Habitat, t.y.). Kentsel direnç, bir kentin fiziksel, sosyal,
ekonomik ve çevresel sistemlerinin, beklenmedik olaylara ve krizlere karşı
ne kadar dayanıklı olduğunun bir göstergesidir. Kentsel direnç arttıkça
bir kentin riskleri önleme, hızlı tepki verme ve etkilenen alanları yeniden
yapılandırma yeteneğini de artar. Kentsel direnç, sadece kriz anlarında
değil, aynı zamanda uzun vadeli sürdürülebilirliği sağlama amacını da
taşır. Bir başka deyişle dirençli kentler, krizlerle daha iyi başa çıkabilir, hızlı
toparlanabilir ve sürdürülebilirliği sağlayabilirler. Dirençli kent yaklaşımı
genellikle şu unsurları içermektedir:
Fiziksel Altyapı ve Çevresel Planlama. Dirençli kentler, doğal afetlere,
iklim değişikliğine ve diğer risklere karşı dayanıklı altyapı sistemleri
geliştirirler. Binaların depreme dayanıklı olması, su ve enerji
kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi gibi faktörler bu alanda rol
oynar. Ayrıca, çevresel planlama, riskli bölgelerin tespiti ve gelişimin
bu alanlarda sınırlanmasıyla dirençli kent hedeflerine ulaşmada kritik
bir rol oynar.
Toplumsal Katılım ve İş birliği. Dirençli kentler, kriz yönetimi ve
planlaması süreçlerine halkın katılımını sağlarlar. Halkın ihtiyaçlarını
ve görüşlerini dikkate almak, daha etkili kriz stratejilerinin
oluşturulmasına yardımcı olur. Ayrıca, yerel yönetimler, sivil toplum
kuruluşları ve özel sektör arasında birliği ve koordinasyonun
sağlanması da dirençli kent yaklaşımının temel bir parçasıdır.
Eğitim ve Farkındalık. Dirençli kentler, halkı kriz anlarında nasıl
davranması gerektiği konusunda eğitmeye ve bilinçlendirmeye
odaklanırlar. Afet ve acil durum tatbikatları, halkın krizlere hazırlıklı
olmasını sağlayarak panik durumlarının önüne geçmeye yardımcı
olabilir.
Ekonomik Çeşitlilik ve Sosyal Kapsayıcılık. Dirençli kent yaklaşımı,
ekonomik çeşitliliği teşvik eder ve farklı gelir grupları arasında adaleti
sağlamayı amaçlar. Çeşitli ekonomik faaliyetler, kriz anlarında tek bir
sektörün çökmesinin etkilerini azaltabilir.
122 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
Çevresel Sürdürülebilirlik. Dirençli kentler, çevresel sürdürülebilirlik
ilkesini benimser. Yeşil alanların korunması, enerji verimliliği ve
sürdürülebilir ulaşım gibi konulara odaklanarak çevresel riskleri
azaltmaya çalışırlar.
Dirençli bir kent, yönetim tarafından, felaket getiren olaylardan sonra
sosyal, kurumsal, ekonomik aktivitelerin sürdürüldüğü ve temel hizmetlerin
hızlıca iyileştirildiği yerlerdir (Ersavaş Kavanoz, 2020b: s. 15). Kentsel
dirence sahip bilgili ve bilinçli şehirler, beklenmedik durumlar açısından
öngörülü, esnek, hızlı, yerinde, alternatifli, kapsayıcı ve bütüncül çözümler
ortaya koyma ve buna uyum sağlama kapasitesine sahip olmaktadırlar
(Öztürk ve Demirel, 2021: s. 25). Dirençli kentlerde yaşayan insanların,
kent yönetimlerinin sınıraşan krizlerin yol açtığı şoklara hazırlıklı olmasının
yanı sıra söz konusu krizlerden sonra ortaya çıkan yeni durumlara da uyum
sağlayabilecek özellikte olması gerekmektedir.
Sınıraşan krizler içerdikleri belirsizlik ve karmaşıklıklar ile etkiledikleri
alanlar ve sektörler itibariyle normal krizlere göre kentsel direnci
oluşturma kent yönetimlerinin önünde daha büyük zorluklar ya da kısıtlar
oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu krizlerin kent üzerinde yol açtığı şoklarla
başa çıkılmasında ve kentlerin uyum kapasitesinin artırılmasında yerel
yöneticilerin ve yerel yönetim birimlerinin tek başına mücadelesi yetersiz
kalmaktadır. Bu kapsamda kentlerin dirençliliğini artıracak zorluk ve
kısıtların aşılarak kentsel direncin gerçekleştirilmesine yönelik politikalarda
birliği, yönetişim, mekanizmaları en etkili stratejiler olarak ortaya
çıkmaktadır. Nitekim kentlerin direncini artırmaya yönelik çalışmalar
önceleri iklim değişikliğine karşı beklenilen etkilerde daha dirençli bir altyapı
sistemi kurmak üzerine odaklanmışken son dönem çalışmalar ani şoklar ve
stres ile ilgili yönetim ağlarının, aktörlerin ve kurumların kapasitesi üzerine
odaklanmıştır (Ersavaş Kavanoz, 2020b: s. 17). Kentsel direnci artırmaya
yönelik bu yeni yaklaşım, karar alma sürecine yönelik ortak yaklaşımları
ve stratejik dayanıklılık çabaları kapsamında çok sayıda birey ve kuruluşun
‘sorumlu’ hale getirilmesini vurgulamaktadır. Sınıraşan krizlerle mücadelede
geleneksel yaklaşımlar dar bir yelpazede kent yönetimleri ve de hükümet
birimlerine dayanırken, günümüzün anlayışı aktif vatandaşlar ve yerel olarak
koordine edilen sistemlerden merkezi ve ulus-altı kuruluşlara kadar bir dizi
mekânsal ölçekte çok çeşitli bireyleri, profesyonelleri ve toplum gruplarını
karar alma sürecine dahil etmeyi amaçlamaktadır (Coaffee, 2013: 243).
Kentsel alanlarda kentsel direnci artırmaya yönelik birlikleri çeşitli
şekillerde olabilir. Bunlar arasında sektörler arası, bölgesel ve uluslararası
birlikleri ön plana çıkmaktadır (Erdem, 2021: s. 58-64). Sektörler arası
Abdullah Uzun | 123
birliği kentsel bir alandaki kâr amacı gütmeyen kurumlar, özel sektör,
kamu kurumları gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren aktörlerin iş birliğidir.
Yerel yönetimler, sektörel birlikleri alanında çoğu zaman düzenleyici ve
koordine edici birimler olarak rol oynamaktadır. Bölgesel birlikleri, il,
kent ve kasaba gibi coğrafi idari birimlerin homojen unsurlar etrafında,
daha geniş bir alan oluşturmaları ya da ortak kurumsal bir çatı altında alt
sistemlerin üst sistemlere hizmet ettiği bir yapı olarak bir araya gelmeleri ile
oluşabilmektedir (Erdem, 2021: s. 60). Uluslararası iş birlikleri ise kentlerin
karşılaştığı sorunların sınır-ötesi alanlarda çeşitli aktörler tarafından birlikte
ele alınması ifade eder. Uluslararası birlikleri kardeş kentler gibi ikili
birlikleri şeklinde olabildiği gibi kentler arası iş birliği ağları gibi çok taraflı
ilişkiler şeklinde de olabilmektedir. Uluslararası birliği yerel düzeyde
kurulan iş birliği türleri arasında katılan aktörler bakımında en geniş ve en
etkili birliği türü olarak ortaya çıkmaktadır. Farklı kentlerin bilgilerini,
deneyimlerini ve kaynaklarını paylaşarak birbirlerine destek olmaları,
dayanışmaları, ortak projeler yürütmeleri krizler ve riskler karşısında daha
güçlü ve hazırlıklı olmalarını sağlar.
3. BİR İŞ BİRLİĞİ MEKANİZMASI OLARAK
ULUSLARARASI KENT AĞLARI
Sınıraşan krizler sahip oldukları özellikler itibariyle kent yönetimlerinin
kendi imkan ve gayretleriyle üstesinden gelemeyecekleri krizlerdir. Kent
yönetimleri de dahil olmak üzere birden çok yönetim biriminin kendi
aralarında kurduğu mekanizmalar gibi birliği türleri ile bu krizlere
karşı daha etkili yanıtlar mümkün olabilmektedir. Kentler arası ağlar kendi
aralarındaki bilgi paylaşımı, ortak bir metnin bağlayıcılığı ve kendi sınırlarını
aşmak bağlamında ulusal ve uluslararası iş birliği olarak kabul edilmektedir
(Ersavaş Kavanoz, 2020a: s. 350). Bu tür iş birliği ağları, kentlerin krizlere,
risklere ve diğer zorluklara karşı daha iyi hazırlıklı olmalarını sağlamak ve
sürdürülebilirliği artırmak amacıyla önemli bir rol oynamaktadır.
Kentler arası birliği ağları hem bilginin toplandığı bir depo hem
de yerel birimlere yayıldığı bir yapı görevi görmektedirler (Ersavaş
Kavanoz ve Erdem, 2023: s. 278). Bu ağlar ile farklı kentlerin deneyim ve
uzmanlıklarının paylaşılması, en iyi uygulamaların belirlenmesi ve sınıraşan
krizlere karşı ortak çözümlerin geliştirilebilmesi mümkün olmaktadır. Yani
kentler, karşılıklı öğrenme, bilgi alış-verişi, teknoloji ve politika transferi
gibi yöntemlerle birbirlerinden öğrenerek daha etkili çevresel politikaları
hayata geçirebilmektedirler. Kentler arası yapılarının sınıraşan krizlerle
mücadeledeki rol ve faydaları olarak şunlar gösterilebilir:
124 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
Deneyim Paylaşımı. Farklı kentlerin yaşadığı krizlerden çıkardığı dersleri
ve deneyimleri paylaşması, diğer kentlerin aynı hataları yapmamasını
sağlamaktadır. Bu, kriz yönetimi stratejilerinin daha etkili bir şekilde
oluşturulmasına yardımcı olur.
İyi Uygulama Transferi. Bir kentte başarılı bir kriz yönetimi ya da dirençlilik
projesi gerçekleştirilmişse, bu model ya da yaklaşım diğer kentlere de
aktarılabilir. Bu da, başarılı uygulamaların hızla yayılmasını sağlar.
Teknoloji ve Uzmanlık Paylaşımı. Bir kent, belirli teknolojik ya da
uzmanlık alanlarında diğerlerine göre daha ileri olabilir. Kentler arası
yapıları, bu teknoloji ya da uzmanlığı diğer kentlerle paylaşarak
genel direnç seviyelerini artırabilir.
Ortak Proje ve İşbirlikleri. Kentler arası ağlar, ortak projeler ve
birlikleri oluşturarak daha büyük bir etki yaratabilir. Bu projeler,
bölgesel ya da ulusal düzeyde kriz yönetimi, sürdürülebilirlik ve
altyapı iyileştirmeleri gibi konularda etkili olabilir.
Kamuoyu oluşturma. Birden fazla kentin bir araya gelmesi, ulusal ve
uluslararası düzeyde daha güçlü bir kamuoyu oluşturulmasını sağlar.
Bu sayede hükümetlerden, uluslararası kuruluşlardan ya da diğer
paydaşlardan daha fazla kaynak ve destek elde edilmesi kolaylaşabilir.
Karşılıklı Dayanışma. Kentler arası ağ yapıları, kriz anlarında dayanışma
ve karşılıklı destek sağlar. Bir kentin yaşadığı kriz durumunda diğer
kentler hızla yardım sunabilir ve bu da kriz etkilerinin hafiflemesine
yardımcı olur.
Sürekli Öğrenme ve Gelişim. Kentler arası yapıları, sürekli öğrenme ve
gelişim kültürünün teşvik edilmesine katkı sağlar. Kentler, diğerlerinin
deneyimlerinden faydalanarak sürekli olarak daha iyi hale gelmeye
çalışır.
Uluslararası birliği ağları sahip oldukları işlevler bağlamında çeşitli
sorunlara karşı kent yönetimlerinin çözüm üretebilme kapasitelerini ve etki
alanlarını artırmaktadır. Özellikle kent dirençliliğini artırmada kritik bir role
sahiptirler. Sınıraşan krizlerle mücadele konusunda kentlerin üye olduğu
uluslararası ağların sayıları ve tematik kapsamları gittikçe artmaktadır. İklim
krizi, doğal afetler, çevre sorunları, salgın hastalıklar, göç ve mülteci akını
gibi sınıraşan krizler başlıca tematik konular olarak ön plana çıkmaktadır.
Sayıları 70’i bulan ağlar arasında en dikkat çekenleri Sürdürülebilir Kentler
Birliği, C40-Kentleri, Metropol Kentler Birliği, Avrupa Kentler Birliği,
Sağlıklı Kentler için Partnerlik Ağı, Dirençli Kentler Ağı, Karbon Nötr
Kentler İttifakı olarak ifade edilebilir.
Abdullah Uzun | 125
3.1. Sürdürülebilir Kentler Birliği
1990 yılında kurulan Sürdürülebilir Kentler Birliği (ICLEI),
sürdürülebilir kentler, kasabalar, bölgeler ve herkes için kentsel bir dünya inşa
etmeyi amaçlayan küresel bir ağdır (ICLEI, t.y.). Kent yönetimleri, bölgesel
hükümetler ve metropol bölgeleri olmak üzere 1750’den fazla üyeye sahiptir.
ICLEI, iklim değişikliği, çevresel felaketler, covid-19 pandemisi gibi
sınıraşan krizlerin de yer aldığı birçok zorluğa karşı yanıt vermek ve kentleri
daha dirençli ve sürdürülebilir hale getirmek için yerel ve bölgesel yönetimleri
bir araya getirmektedir. Ağ, üyelerine bu zorluklara karşı politika geliştirme,
kaynak sağlama, teknik rehberlik, eğitim ve deneyim paylaşımı gibi araçlar
sunmaktadır.
ICLEI, uluslararası platformlar aracılığıyla yerel yönetimlerin sesini
küresel düzeyde duyurmayı hedeflemektedir. Ağ, yerel yönetimlerin
uluslararası iklim konferanslarına, sürdürülebilir kalkınma zirvelerine ve diğer
önemli etkinliklere katılımlarını teşvik ederek, yerel düzeydeki deneyimleri
ve başarıları küresel çapta paylaşmayı amaçlamaktadır.
3.2. C40-Kentleri
C40-Kentleri (C40 Cities Climate Leadership Group-C40), 2005 yılında
Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone tarafından kurulan iklim kriziyle
yüzleşmek için eylem birliği içinde olan dünyanın önde gelen kentlerinin
belediye başkanından oluşan küresel bir ağdır. C40 ağı, nüfusun önemli
bir kısmını oluşturan dünyanın farklı coğrafi bölgelerindeki 96 büyük
kenti kapsamaktadır. Bu nedenle, C40’ın çalışmaları küresel ölçekte iklim
değişikliğiyle mücadelede etkili bir rol oynamaktadır.
C40’a üye olan kentler, iklim değişikliği, çevre koruma ve sürdürülebilir
kalkınma gibi konularda ortak hedefler belirler ve en iyi uygulamaları
paylaşarak birbirlerine destek olurlar. C40-Kentlerinin belediye başkanlarının
ana hedefi, 2030 yılına kadar adil emisyon paylarını yarıya indirmek,
dünyanın küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlamasına yardımcı olmak ve sağlıklı,
eşitlikçi ve dirençli toplumlar inşa etmek için kapsayıcı, bilime dayalı ve iş
birlikçi bir yaklaşım kullanmaktır (C40-Kentleri, t.y.). C40 ağı, belediye
başkanlarını şunlar için desteklemektedir:
Karbon salınımını azaltmak. C40, fosil yakıtlardan kaynaklanan sera
gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik stratejiler ve politikalar geliştirir
ve bu alanda öncü olan kentleri teşvik eder.
Temiz enerjiyi teşvik etmek. Kentler, enerji üretiminde ve tüketiminde
temiz enerji kaynaklarına yönelerek karbon ayak izlerini azaltmaya çalışır.
126 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
Ulaşımı iyileştirmek. C40, kent içi ulaşımda sürdürülebilir ve çevre
dostu çözümleri teşvik eder ve toplu taşıma sistemlerini geliştirmeye
odaklanır.
Yeşil altyapıyı geliştirmek. Kentler, yeşil alanları artırmak, su kaynaklarını
etkin kullanmak ve çevresel sorunlara uygun altyapılar inşa etmek için
çalışır.
İklim değişikliğiyle uyum sağlamak. C40, kentlerin iklim değişikliğine
uyum sağlama konusunda stratejiler geliştirmesine ve riskleri
azaltmasına yardımcı olur.
3.3. Metropol Kentler Birliği
1985 yılında kurulan Metropol Kentler Birliği (Metropolis),
günümüzde Afrika, Asya, Avrupa, Kuzey Amerika, Latin Amerika ve
Karayipler’de toplamda 153 büyükşehirden oluşmaktadır. Metropolis,
büyükşehirleri daha sürdürülebilir, eşit ve dirençli toplumlara dönüştürmeyi
amaçlamaktadır (Metropolis, t.y.). Bu kapsamda Dünya genelindeki
büyükşehirlerin birliği yaparak sürdürülebilir kalkınma, şehir yönetimi
ve kentsel sorunların çözümü konularında deneyimlerini paylaştığı ve ortak
çözümler ürettiği bir ağ işlevini görmektedir. Metropolis Ağı’nın ana odak
noktaları şunlardır:
Kentsel Kalkınma ve Planlama. Metropolis, kentlerin sürdürülebilir
kalkınma hedeflerini desteklemek için şehir planlaması, altyapı
geliştirme ve kentsel dönüşüm konularında en iyi uygulamaları
paylaşır. Bu sayede kentler büyüme ve gelişme süreçlerini daha etkili
bir şekilde yönlendirebilirler.
İklim Değişikliği ve Çevre. Ağ, kentlerin iklim değişikliği ile mücadele,
yeşil enerji kullanımı, atık yönetimi ve çevre koruma gibi alanlarda
stratejiler geliştirmelerini teşvik eder. Bu sayede, kentlerin çevresel
sürdürülebilirliklerini artırmalarına yardımcı olunur.
Toplumsal Kapsayıcılık ve Eşitlik. Metropolis, kentsel yaşamın herkes
için adil ve eşit olmasını destekler. Bu, yoksullukla mücadele, eğitim,
sağlık hizmetleri ve toplumsal kapsayıcılık gibi konularda şehirlerin
politika ve programlarını iyileştirmelerine yardımcı olur.
Yönetişim ve Kent İşleyişi. Ağ, kent yönetişimi ve kentlerin etkili bir
şekilde çalışmasını destekler. Bilgi paylaşımı ve en iyi uygulamaların
aktarılması, kentlerin daha verimli ve şeffaf yönetişim sistemleri
oluşturmalarına yardımcı olur.
Abdullah Uzun | 127
Ulaşım ve Altyapı. Metropolis, ulaşımın düzenlenmesi, ulaşım
altyapısının geliştirilmesi ve trafik sorunlarının çözümü gibi
kentlerin altyapısal zorluklarına odaklanır. Bu sayede kentlerin ulaşım
sistemlerini daha sürdürülebilir ve verimli hale getirmelerine yardımcı
olunur.
Metropolis ağı çeşitli konularda kentlere destek sağlarken Ersavaş Kavanoz
ve Erdem (2023)’in yaptıkları bir çalışmada Covid-19 salgını ile birlikte,
ağın gündemi ve politikalarının hızla bu yönde gelişme gösterdiği bulgusuna
ulaşılmıştır. Metropolis, Covid-19 ile mücadelede kent yönetimlerine ödüller,
etkinlikler, kampanyalar, dünya kongreleri, en iyi uygulama paylaşımları,
bilgilendirme ve projeler yoluyla alternatif çözüm yolları, yenilikler ve
kapasite geliştirme imkanı sağlamıştır.
3.4. Avrupa Kentler Birliği
1986 yılında kurulan Avrupa Kentler Birliği (Eurocities), Avrupa Birliği
(AB) üye ve aday ülkelerden kentlerinin içinde bulunduğu 38 ülkede
200’den fazla kentin üyesi olduğu bir ağdır. Eurocities, üye kentlerin belediye
yöneticileri, yerel yetkilileri ve kent halkının katılımı ile çalışır. Ağ, büyük ve
orta ölçekli Avrupa kentlerinin çeşitli konuları ele alarak deneyim paylaşımı
yapmalarını ve politika geliştirme süreçlerine katkıda bulunmalarını amaçlar.
Eurocities’in faaliyet alanı genel olmakla birlikte iklim krizi, mülteci krizi ve
covid-19 pandemisi gibi sınıraşan krizlerde ağ önemli işlevler üstlenmektedir.
Eurocities, kentlerin iklim değişikliği ile mücadele, enerji verimliliği ve
çevresel sürdürülebilirlik konularında iş birliği yapmalarını teşvik etmektedir.
Benzer şekilde Covid-19 pandemisinin kent üzerindeki kısa vadede ve uzun
vadedeki sosyal ve ekonomik etkileriyle de mücadele etmek için kentler arası
dayanışma ve iş birliğine olanak sağlamıştır. Yine göçmenlerin entegrasyonu,
mültecilerin korunması ve göç yönetimi politikalarını geliştirmede kentler
arasında deneyimlerin paylaşılmasını sağlamaktadır. Atina Belediye Başkanı
tarafından önerilen ve Eurocities ağı çerçevesinde başlatılan Dayanışma
Kentleri mülteci krizinin yönetimine yönelik bir girişimdir. Bu zorluğun
üstesinden gelmede kentlerin siyasi liderliğini vurgulayarak tüm kent
eylem ve girişimlerinin sunulduğu çerçeveyi oluşturmayı amaçlamaktadır
(Solidarity Cities, t.y.).
3.5. Dirençli Kentler Ağı
Dirençli Kentler Ağı (Resilient Cities Network- R-Cities), dünya
genelinde kentlerin daha güvenli, sürdürülebilir ve dirençli hale gelmelerini
amaçlayan bir uluslararası ağdır (R-Cities, t.y.). Bu ağ, kentlerin doğal afetler,
128 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
sağlık salgınları, iklim değişikliği, ekonomik krizler ve diğer olası tehlikelere
karşı hazırlıklı olmalarını teşvik ederken, kriz anlarında etkili bir şekilde
mücadele etmelerine yardımcı olmaktadır.
R-Cities, Rockefeller Vakfı’nın 2013 yılında Küresel Yüzüncü Yıl
Girişimi’nin bir parçası olarak öncülük ettiği 100 Dirençli kent (100RC)
girişimi üzerine inşa edilmiştir. 2019 yılında R-Cities adını alan ağ, Dünya
çapında 40’tan fazla ülkede 100’e yakın kentte üyesi bulunmaktadır. R-Cities,
ağ dahilindeki kentleri iklime dirençli kentler, dairesel kentler ve adil kentler
olmak üzere 3 ana temada dirençlilik stratejileri geliştirmeleri için destekler.
3.6. Sağlıklı Kentler İçin Partnerlik Ağı
1980 yılında kurulan Sağlıklı Kentler için Partnerlik Ağı (Partnership
for Healthy Cities-cities4health), kanser, diyabet, kalp hastalığı ve kronik
akciğer hastalığı gibi bulaşıcı olmayan hastalıkları ve yaralanmaları önlemeyi
taahhüt eden 70 kentten oluşan küresel bir ağdır (Cities4health, t.y.). Ağ,
Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü (WHO) tarafından desteklenmektedir.
Mart 2020’de Ağ, COVID-19’a karşı kentsel müdahalede acil yardım
sağlamak için kapsamını genişletmiştir. WHO ile iş birliği yapan ağ, salgını
önleme konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarını bir araya getirmiştir.
COVID-19’a müdahale çalışmaları, şehir hizmetlerinin sürdürülmesinden
risk iletişiminin yönetilmesine ve sağlık ve güvenliği koruyan önlemlere
ilişkin yasal rehberliğin uygulanmasına kadar her kentin karşılaştığı zorluklara
yönelik teknik ve mali yardım ile pratik kaynaklara odaklanmaktadır.
3.7. Karbon Nötr Şehirler İttifakı
Karbon Nötr Şehirler İttifakı (Carbon Neutral Cities Alliance-CNCA),
önümüzdeki 10-20 yıl içinde karbon nötrlüğü elde etmek için çalışan önde
gelen 21 küresel kentin oluşturduğu bir iş birliği ağıdır. CNCA’nın misyonu,
gelişen bir gezegende herkes için refah, sosyal eşitlik, dayanıklılık ve daha iyi
yaşam kalitesi elde etmek amacıyla kentlerdeki dönüştürücü iklim eylemini
harekete geçirmektir (CNCA, t.y.).
CNCA, iklim eylem hareketi misyonu doğrultusunda aşağıda belirtilen
yedi stratejik odağa sahiptir:
Kentlerde iklim politikalarının geliştirilmesini, benimsenmesini ve
uygulanmasını harekete geçirmek için dönüştürücü iklim eyleminin
finansmanı
Doğrudan kentler tarafından kontrol edilmeyen emisyonları azaltmak
için diğer karar vericilerin politikaları üzerinde kolektif etki yaratmak
ve bu politikaları savunmak
Abdullah Uzun | 129
Karbon nötrlüğün planlanması, uygulanması, etki ölçümü ve sürekli
iyileştirme için ileri metodolojiler, standartlar ve yönetişim araçları
İklim öncüsü kentler arasında akran öğrenimini teşvik ederek
kentlerin birbirlerinden öğrenmesi ve birlikte daha ileri ve daha hızlı
ilerleyebilme
Kent sürdürülebilirliği yöneticilerinin değişim yaratıcılar olarak
rollerinde başarılı olabilmeleri için dönüşümcü liderliği geliştirmek.
Kentlerin karbon nötrlüğü çalışmalarını ilerletmek için daha etkili
iletişim kurmalarına yardımcı olmak.
İklim adaletini iddialı iklim eylemine entegre ederek adil karbon nötr
bir geleceğe öncelik vermek.
SONUÇ
Son yıllarda kentlerin karşılaştığı krizler ve afetler birden çok yönetim
alanına ve politika sektörlerine tezahür etmeleri ile sınıraşan nitelik
göstermektedir. Kentler üzerinde kısa ve uzun vadede yıkıcı etkilere neden
bu krizler yüksek belirsizlik ve karmaşıklık altında hızlı ve etkin bir çözüm
beklemektedir. Fakat geleneksel ve tek aktör olarak kent yönetimlerinin krizi
ele aldığı çözümler bu krizler için yeterli olmamaktadır.
Sınıraşan krizlere karşı en etkili çözümlerden biri kentsel direnci artırmaktır.
Kentsel dirence sahip kentler, beklenmedik durumlara karşı hazırlıklı
olan, esnek, hızlı hareket edebilen, kapsayıcı ve bütüncül çözümler ortaya
koyabilen, uyum sağlama kapasitesine sahip olan ve kendini iyileştirebilen
kentlerdir. Fakat dirençli bir kent olabilmenin en etkili mekanizmaları ise
birliğinden, ağlardan, ortaklıklardan ve karşılıklı ilişkilerden faydalanma
yoluna gitmektir. Uluslararası kent ağları kent yönetimlerinin söz konusu
krizlerle başa çıkabilmek için geliştirdikleri birliği araçlardan biri olarak
öne çıkmaktadır. Kent yönetimlerinin ortak bir paydada birlikte hareket
edebilmesini sağlayan bu ağ yapıları bilgi ve deneyimin paylaşılması, politika
transferi, kaynak temini, kamuoyu oluşturma, dayanışma sağlama gibi
işlevlerle kentsel direnci artırmada çok önemli bir rol oynadığı aşikardır.
İklim krizi, doğal afetler, çevre sorunları, salgın hastalıklar, göç ve mülteci
akını gibi sınıraşan krizler elbette kalıcı olarak çözümlenemez. Fakat sayıları
ve tematik konuları her geçen gün artan uluslararası kent ağları ile bu krizlerin
kentsel alanlardaki yıkıcı etkilerinin azaltılması ve kentsel direncin artırılması
sağlanabilir.
130 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
KAYNAKÇA
Ansell, C., Boin, A. & Keller, A. (2010). Managing transboundary crises:
Identifying building blocks of an effective response system. Journal of
Contingencies and Crisis Management, 18 (4), 205–217. https://doi.
org/10.1111/j.1468-5973.2010.00620.x
Birleşmiş Milletler-Habitat (t.y.). What is a resilient city?. UN-Habitat, https://
urbanresiliencehub.org/what-is-urban-resilience/
Boin, A., Busuioc, M. & Groenleer, M. (2014). Building European Union capa-
city to manage transboundary crises: Network or lead-agency model? Re-
gulation & Governance, 8, 418–436. https://doi.org/10.1111/rego.12035
Boin, A. (2019). The transboundary crisis: Why we are unprepared and theroad
ahead. J Contingencies and Crisis Management. 27, 94–99. https://doi.
org/10.1111/1468-5973.1224194
Boin, A. & Bynander, F. (2015). Explaining success and failure in crisis coordi-
nation. Geografiska Annaler: Series A, Physical Geography, 97 (1), 123-135.
https://doi.org/10.1111/geoa.12072
Boin, A. & ‘t Hart, P. (2003). Public leadership in times of crisis: Missi-
on impossible. Public Administration Review, 63, 544–53. https://doi.
org/10.1111/1540-6210.00318
Christensen, T., Danielsen, O. A., Lægreid, P. & Rykkja, L.H. (2016). Compa-
ring coordination structures for crisis management in six countries. Public
Administration, 94(2), 316–332. https://doi.org/10.1111/padm.12186
Christensen, T., Lægreid, P. & Rykkja, L.H. (2015). The challenges of coordina-
tion in national security management – the case of the terrorist attack in
Norway. International Review of Administrative Sciences, 81 (2), 352–372.
https://doi.org/10.1177/0020852314564307
Christensen, T. & Ma, L. (2020). Coordination structures and mechanisms for
crisis management in China: Challenges of complexity. Public Organi-
zation Review, 20, 19–36. https://doi.org/10.1007/s11115-018-0423-9
Cities4health (t.y.). About us. The Partnership for Healthy Cities. https://cities-
4health.org/about-us
CNCA (t.y.). About us. Carbon Neutral Cities Alliance. https://carbonneutral-
cities.org/about/
Coaffee, J. (2013). “Rescaling and responsibilising the politics of urban resilien-
ce: From national security to local place making”, Politics, 33(4), 240-
252. https://doi.org/10.1111/1467-9256.12011
C40-Kentleri (t.y.) Who we are. C40 Cities Climate Leadership Group. https://
www.c40.org/about-c40/
Erdem, N. (2021). Karmaşık sorunlar ve yerel iş birlikleri. S. Ersavaş Kavanoz,
A. Uzun ve H. Şengün (Ed.), Karmaşık Sorunlar ve Kent, içinde (ss. 51-
72), Astana Yayınları.
Abdullah Uzun | 131
Ersavaş Kavanoz, S. (2020a). Karmaşık sorunlar ve kentler arası iş birlikleri. C.
Babaoğlu, L. Memiş ve O. Erdoğan (Ed.), Yerel Yönetimlerde Teknoloji ve
Katılım, içinde (ss. 337-364), Orion Kitapevi.
Ersavaş Kavanoz, S. (2020b). Kentsel direnç kavramı üzerine. Kent ve Çevre
Araştırmaları Dergisi, 2(1), 5-24.
Ersavaş Kavanoz, S. ve Erdem, N. (2023). Ulus ötesi belediye ağlarının Co-
vid-19 ile mücadeledeki yeri. Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bi-
limler Fakültesi Dergisi, 24 (2), 276-293. https://doi.org/10.53443/
anadoluibfd.1147136
Grint, K. (2010). Wicked problems and clumsy solutions: The role of le-
adership. S. Brookes ve K. Grint (Ed.), The new public leaders-
hip challenge, içinde (ss. 169-187). Palgrave Macmillan. https://doi.
org/10.1057/9780230277953_11
Huxham, C. (2003). Theorizing collaboration practice. Public Management Re-
view, 5 (3), 401–423. https://doi.org/10.1080/1471903032000146964
ICLEI (t.y.). Our vision. ICLEI-Local Governments for Sustainability. https://
iclei.org/our_vision/
Kapucu, N. (2006). Interagency communication networks during emergencies.
American Review of Public Administration, 36 (2), 207-225. https://doi.
org/10.1177/0275074005280605
Koppenjan, J. & Klijn, E.-H. (2004). Managing uncertainties in networks.
Routledge.
McEntire, D.A. (2002), Coordinating multi-organisational responses to di-
saster: Lessons from the March 28, 2000, ForthWorth Tornado. Di-
saster Prevention and Management, 11 (5), 369–379. https://doi.
org/10.1108/09653560210453416
Metropolis (t.y.). About us. Metropolis. https://www.metropolis.org/about-us
Moynihan, D. P. (2009). The network governance of crisis response: Case stu-
dies of Incident Command Systems. The Journal of Public Administra-
tion Research and Theory, 9, 895–915. https://doi.org/10.1093/jopart/
mun033
OECD Green Growth Studies (2018, 10 Aralık). Building resilient cities, an
assessment of disaster risk management policies in Southeast Asia, OECD
Publishing. https://www.oecd.org/publications/building-resilient-ci-
ties-9789264305397-en.htm
Öztürk, N. K. & Demirel, Ö. (2021). Çok paydaşlı birliği ve dirençli kent
açısından Montreal şehri. Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, 10
(2), 24-44.
R-Cities (t.y.). What we do. Resilient Cities Network. https://resilientcities-
network.org/what-we-do/
132 | Sınıraşan Krizlere Karşı Kentsel Direnci Oluşturmada Kentler Arası Uluslararası İş Birliği Ağları
Rosenthal, U., Charles, M. T. & ‘t Hart, P. (Ed.) (1989). Coping with crises: The
management of disasters, riots and terrorism. Charles C. Thomas Publisher.
https://doi.org/10.1177/108602669100500304
Rosenthal, U., & ‘t Hart, P. (1991). Experts and Decision Makers
in Crisis Situations. Knowledge, 12 (4), 350-372. https://doi.
org/10.1177/107554709101200402
Solidarity Cities (t.y.). About. Solidarity Cities. https://solidaritycities.eu/about
Uzun, A. (2020). Kötü huylu problemlerle mücadele stratejileri: Problem
odaklı ve durumsalcı bir perspektif. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İda-
ri Bilimler Fakültesi Dergisi, 57, 145-170. https://doi.org/10.18070/
erciyesiibd.748552
133
Bölüm 6
Kentlerde Konut Krizi
Enes Yalçın1
“Konut kıtlığı yaklaşmakta olan bir kriz değil, eğer harekete
geçmezsek sorun haline gelecek uzak bir tehdit de değil. Zaten
yaşadığımız bir şey.” (DCLG, 2017: s. 15).
Özet
İnsanların barınma ihtiyacı, yeme içme ihtiyaçları gibi temel ihtiyaçlardandır.
Barınma hususu, vücut sıcaklığını muhafaza edecek bir kapalı alana
duyulan gereksinimin oldukça ötesindedir. Gereksinim duyulan barınak;
sağlıklı koşullara sahip olan, emniyeti tesis eden, kişilerin mekân üzerinden
kendilerini ifade ederek toplumsal ilişki kurmalarına olanak tanıyan konuttur.
Konuta duyulan gereksinim bir haktır ve bu hakkın karşılanması uluslararası
sözleşmelerde üzerinde sıklıkla durulan bir gereklilik olarak vurgulanmaktadır.
Konut gereksiniminin karşılanamaması konut sorununa işaret etmektedir.
Konut sorununun uzun süre çözümlenememesi ise konut krizine yol
açmaktadır. Bu çalışmada konut krizi olgusunun açıklanması amaçlanmıştır. Bu
amaç doğrultusunda literatür taraması gerçekleştirilerek konut krizinin dünya
genelinde nasıl şekillendiği ve bu krizin nelere sebebiyet verdiği irdelenmiştir.
Konut kavramı başlı başına birçok alan ve disiplinle ilişki halinde olan bir
kavramdır. Yine çok boyutlu bir olgu olan konut krizi ise bu çalışmada finansal
ve toplumsal boyutları ele alınarak değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme, konut
hakkının içerdiği çok yönlü gereksinim tanımlaması ile uyum göstermektedir.
Böylelikle çalışmanın son kısmında incelenen, konut krizinin çözümüne
yönelik geliştirilen çeşitli yöntem ve araçların üzerinde durulması ayrıca
anlam kazanmaktadır. Çalışmanın araştırmacıların yanı sıra, konut politikası
belirleyicileri ve uygulayıcılarına da katkı sunacağı umulmaktadır.
GİRİŞ
Ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmişliğin göstergelerinden biri
olan yapılı çevrenin temel unsuru olan konut, insanlar için barınak olmanın
yanı sıra kendini ifade etme ve sosyalleşme aracıdır. Ailenin yerleşkesi olan
1 Dr. Öğretim Üyesi, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, enes.yalcin@ikc.edu.tr, ORCID ID: 0000-0002-1086-6313.
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1089
134 | Kentlerde Konut Krizi
konut, bireylere topluluk duygusu, kişisel kimlik ve öz değer sağlamaktadır.
İnsanlar kentte sunulan altyapı hizmetlerinin önemli bir kısmına konutları
vasıtasıyla ulaşmaktadır. Konutun bu çok boyutlu yapısı, konut ihtiyacı
karşılanmadığında ortaya çıkan konut sorununu ve bu sorunun sürekli ve
geniş çaplı hale gelmesiyle şekillenen konut krizini yine birçok açıdan ele
almayı gerektirmektedir.
Konut krizi olgusu; iktisadi, idari, siyasi, kültürel, toplumsal yönler içeren
bir olgudur ve bu nedenle konut krizinin doğurduğu etkiler yüzeysel olmanın
ötesindedir. Konut krizi bir yandan, konut arzı ve konut talebi dengesizliğiyle
karakterize olan nicel bağlamlı bir krizdir. Öte yandan insanların güvenli,
sağlıklı, huzurlu, kendilerini ifade ederek sosyalleşebildikleri ölçütleri
mümkün kılmamakla tanımlanan nitel yönlü bir krizdir. Nicel açıdan konut
krizi birtakım verilerle doğrulanmaktadır. Küresel çapta uygun fiyatlı konut
açığının 330 milyon kentsel hane halkı olduğu tahmin edilmekte ve bu
sayının 2025 yılına kadar yüzde 30’dan fazla artarak 440 milyon haneye,
yani 1,6 milyar insana ulaşacağı beklenmektedir (King ve diğerleri, 2017:
s. 2). Nitelik açısından konut krizine sebep olan etmenler incelendiğinde
ise düşük konut kalitesi, gecekondulaşma ve kaçak yapılaşma, konutların
ulaşılabilir konumda olmaması, güvenlik açığı, mahremiyet olgusunu
zedeleyici yapılaşma gibi sorunların başta geldiği görülmektedir.
Bu çalışmada, konut krizi olgusu sebepleri ve boyutları bağlamında
irdelenmiş, konut krizini ortadan kaldırmaya yönelik gerçekleştirilen pratikler
ve kullanılan enstrümanlar incelenmiştir. Konut krizi yaşayan ülkelerin,
krizlerin çapı ve etki kapasitesi değişiklik gösterse de kriz sebepleri ve kriz
çözümüne odaklı faaliyetler noktasında dikkate değer benzerlikler içerdiği
sonucuna varılmıştır.
KONUT KRİZİ OLGUSU
Konut krizi olgusunun mevcudiyetini, gerçekleşme nedenlerini ve konut
krizine yönelik çözüm önerilerini tartışmadan evvel, kriz kavramının ne
olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Türk Dil Kurumu’na (2023)
göre kriz, “a) Bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk;
bunalım, akse, b) bunalım, c) bir şeyin çok kıt bulunması durumu, ç) bir
şeye duyulan ani ve aşırı istek, d) çöküntü, e) bir ülkede veya ülkeler arasında,
toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem; bunalım,
buhran” olarak tanımlanmaktadır. Görüldüğü üzere, ilgili tanımdaki “c
maddesi” somut bir oluşum olan konutun kıtlığı durumunda “konut krizi”
kavramının kullanılmasına olanak tanımaktadır. Peki ne tür durumlarda
konut yetersizliği, konut krizi olarak değerlendirilmektedir?
Enes Yalçın | 135
İngiltere’de 1996’dan bu yana konut reel fiyatlarının %160’ın üzerinde
artış gösterdiği2 ve ülkede bugüne dek görülen en düşük konut sahipliği
oranının tespit edildiği bilinmektedir. Yaşanan bir konut krizidir ve sebebi
de onlarca yıldır konut arzının, hane artış hızını takip edememesine
bağlanmaktadır (Mulheirn, 2019: s. 4). Bu örnekte, “konut arzının konut
ihtiyacını karşılayamadığı, yani bir konut açığı ile karşı karşıya olunduğu
durumları veya kimi hane halklarının yaşadığı konutların asgari standartların
altında oluşunu” (Olgun, 2022: s. 32) ifade eden konut sorununun uzun
süre çözülememesi ve artarak devam etmesi nedeniyle konut krizine
dönüşmüş olması söz konusudur. Bu uzun süre nitelemesine İngiltere
Topluluklar ve Yerel Yönetimler Dairesi de (Department for Communities and
Local Government-DCLG) (2017: s. 9) “Bu ülkede konut piyasası çökmüş
durumda ve nedeni çok basit: Çok uzun süredir yeterli sayıda ev inşa
etmedik” ifadesiyle atıfta bulunmaktadır.
Konut sorununun kriz haline dönüşmesinde sürenin olduğu kadar,
soruna yol açan etmen çeşitliliğinin ve sorun etki sahasının genişliğinin de
önemi vardır. Artan sosyal konut bekleme listeleri, kiralar ve konut fiyatları,
güvensiz kiracılıklar, aşırı kalabalık, azalan kalite ve daha az varlıklı olan
kesimi kentin dışına iten hızlı soylulaştırma, İngiltere’deki konutlar krizini
çeşitlendiren etmenlerin başında gelmektedir3 (Robertson, 2017: s. 195).
Bunun yanı sıra İngiltere örneğinde konut sorununun toplumun hemen
hemen tüm kesimine yansıyarak kriz haline geldiği bilinmektedir. Aşırı borç
altındaki “ipotek kölelerinden” kira artışları ve tahliyelerle karşı karşıya kalan
genç profesyoneller ve öğrencilere; rutubetli, aşırı kalabalık dairelerde veya
geçici konaklama yerlerinde yaşayanlardan sokakta kalan evsizlere varıncaya
kadar, değişen ölçülerde olmak üzere öyle veya böyle tüm Londralılar konut
krizinden etkilenmektedir (Watt ve Minton, 2016: s. 205). Bu da krizin etki
sahasının ne denli geniş olduğuna işaret etmektedir.
ABD de konut kriziyle karşı karşıyadır. Ülkede uygun fiyatlı konut
sayısının her geçen gün biraz daha azaldığı bilinmektedir. Kentsel konut
2 İngiltere’deki konut araştırma kuruluşu olan Shelter’e göre (2013: s. 3), ülkedeki gıda fiyat
artış oranı, 1971’den bu yana konut fiyat artış oranı ile aynı oranda seyretseydi 4 litrelik bir
karton süt 10,45 sterline, bir tavuk 51,18 sterline, altılı bir salkım muz 8.47 sterline, altılı bir
kutu yumurta £5.01 sterline, bir somun dilimlenmiş beyaz ekmek 4,36 sterline, bir kuzu budu
53,18 sterline ve dört kişilik bir ailenin ortalama haftalık gıda harcaması 453,23 sterline mal
olacaktı.
3 İngiltere’de konut kiracılarının üçte biri yapısal olarak yetersiz konutlarda yaşamaktadır ve
konut yalıtımının istenen ölçülerde olmaması enerji ve sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Ayrıca
iki milyonu aşkın hane halkı sosyal konut bekleme listesinde yer almaktadır. Ülkede 1,8 milyon
hane gelirlerinin yarısından fazlasını konut maliyetlerine harcamakta olup en yoksul insanların
konut maliyetlerini karşıladıktan sonra geri kalan tüm harcamalarını gerçekleştirebilmek için
kendilerine haftada sadece yaklaşık 60 sterlin kalmaktadır (Slater, 2018: s. 878).
136 | Kentlerde Konut Krizi
piyasası; soylulaştırma faaliyetleri, orta sınıf ve lüks konut yatırımları, tek odalı
otellerin (single-room occupancy hotels/SROs) yok edilmesi, gecekondulaşma
ve kira artışları nedeniyle dönüşüme uğramıştır. Düşük gelirlilere konut
sağlamak için özel sektörü sübvanse etmenin verimsiz, etkisiz ve maliyetli
olduğu ortaya çıkmıştır. ABD kentlerindeki siyahlar ve diğer ırksal azınlıklar
bu olumsuz konut eğilimlerinden orantısız bir şekilde zarar görmüşlerdir
(Timmer ve diğerleri, 2019: s. 181).
Konut krizi bir anlamda kalkınma sorununun yansımasıdır. Ülkelerin
kalkınma seviyesi kentlerinin kalkınma seviyesiyle, kentlerinin kalkınma
seviyesi de konut başta olmak üzere yapılı çevre elemanlarının kalitesiyle,
bu elemanların toplumun ihtiyaçlarını karşılama yeterliliğiyle ölçülmektedir.
Burada uygun yapı malzemesinin ve teknolojinin kullanımı, kentin kimliğine,
tarihi ve kültürel yapısına uyum gibi unsurlar da dikkat çekmektedir (Çetin,
2012: s. 297).
20. yüzyıldan 1960’ların sonlarına dek konut sorunu esasen nicelik, nitelik
ve fiyatla ilişkilendirilmiştir. Bu dönemde toplam hane sayısının mevcut
konut sayısını aştığı genel bir konut sıkıntısı mevcuttur. Bu genel kıtlık,
talebin yüksek olduğu alanlardaki daha ciddi sorunları gizlemiştir. Burada
da konut krizine yol açan diğer bir faktör olarak konut stokunun eskimesi
gündeme gelmektedir. Konut stokunun eskimesi, konut talebine uzun süre
yanıt verememe durumuyla ilişkilendirilmese de konut gereksiniminde
bulunan hane sayısının artmasına yol açması bakımından önem taşımaktadır.
İngiltere örneğine bakıldığında, İngiltere’nin kentsel bir sanayi toplumu
olarak erken gelişiminin, 20. yüzyıla eski, küçük, yoğun bir şekilde bir araya
toplanmış, genellikle başlangıçta kötü inşa edilmiş ve daha sonra kötü bir
şekilde bakımı yapılmış büyük bir konut stoku miras bıraktığı görülmektedir.
19. yüzyıl işçi sınıfı konutlarının kalitesizliği, özellikle düşük ücretli işçilerin
yaşadıkları yerler, makul barınma maliyeti ile birçok işçinin ödeyebileceği
fiyat arasındaki önemli farkı yansıtmaktadır (Malpass, 2005: s. 6). Dönemin
İngiliz edebiyat eserlerinde de işçilerin konutlarının ne denli yaşanılamaz
koşullar içerdiğine ilişkin geniş tasvirlerle karşılaşmak mümkündür.
Konut Krizine Yol Açan Etmenler
Konut krizine yol açan, konut arzının konut talebine uzun süre yanıt
verememe durumu, temel olarak; savaş, doğal afet, nüfus artışı ve göç, siyasi/
iktisadi karar ve uygulamalar gibi etmenler nedeniyle gerçekleşmektedir.
Savaş
Savaş öncelikle sebep olduğu yıkım nedeniyle, iktisadi, idari ve toplumsal
boyutlarıyla konut krizine yol açan nedenlerin başında gelmektedir. Savaş
Enes Yalçın | 137
kimi durumda kentkırım (urbicide) denen kentsel yıkıma neden olarak kentin
tarihi, kültürel bellek unsuru olan yapılı çevresine zarar vermekteyse de her
durumda doğrudan ve dolaylı etkileriyle konut krizine dönüşebilecek konut
sorunlarının müsebbibi olarak dikkat çekmektedir. Örneğin, İkinci Dünya
Savaşı sona ererken ve Avustralya Federal Hükümeti dikkatini savaş sonrası
önemli bir yeniden yapılanma görevine odaklarken konut sorununun baş
gösterdiği bilinmektedir. Ayrıca ülkede, Büyük Buhran’ın etkileriyle inşaat
malzemeleri ve emeğin savaşa kanalize edilmesinin doğurduğu ekonomik
sorunların bileşimi, 300.000 civarında olduğu tahmin edilen konut açığına
yol açmıştır. Bu süreçte Avustralya’daki konutlar hem nicelik hem de nitelik
açısından sorun teşkil etmektedir (Dufty-Jones, 2018: s. 6).
Doğal Afet
Doğal afet de savaş gibi hem gerçekleştirmiş olduğu yıkımla hem de afet
sonrası afetin etki şiddeti ve etki sahasına göre değişmekle beraber gereksinim
duyulan iyileştirme faaliyetlerinin uzun zaman alması nedeniyle konut krizine
yol açmaktadır. Son olarak 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen ve 11 kenti
doğrudan etkileyen Kahramanmaraş merkezli depremde, inceleme yapılan
1 milyon 728 bin bina içerisinde 637 bin 222 bağımsız bölümden oluşan
227 bin 27 binanın acil yıkılacak, ağır hasarlı ve yıkık hale gelmiş olması
(Bloomberg, 2023) ortaya çıkan krizin boyutunu gözler önüne sermektedir.
Kaldı ki en yıkıcısı deprem olmakla beraber doğal afet, bilindiği üzere
depremle sınırlı bir olgu değildir.
Nüfus Artışı ve Göç
Konut krizine neden olan etmenlerden bir diğeri ise nüfus artışı ve göçtür.
Nüfus artışı konut talebini arttırarak konut arzının bu talebi karşılamakta
yetersiz kaldığı koşullarda konut arz-talep dengesini bozmaktadır. Ayrıca
ortalama yaşam süresinin uzaması, boşanmaların artışı, bireysel yaşam
tarzının yaygınlık kazanması, hanelerin parçalanmasına neden olmaktadır.
Bu durumda nüfus artışı gerçekleşmiyor olsa dahi hane sayısı ve tabiatıyla
konut talebi artmaktadır. Göç olgusu söz konusu olduğunda ise kimi zaman
güvenlik kaygısıyla kimi zamansa gücü hareketliliği sebebiyle dengesiz
gerçekleşen iç göçlerin konut sorunu doğurduğu bilinmekteyse de bilhassa
savaş sonrası bir bölgeye yoğun bir şekilde gerçekleşen uluslararası göçlerin,
konut sorununun konut krizine dönüşmesine yol açtığı görülmektedir.
Göç miktarındaki artış konut talebini arttırmaktadır. Konut fiyatlarındaki
değişimse temelde talep arz dengesine bağlıdır. Konut sektörü, konut arzını
kısa vadede gelişen konut talebine uyarlama eğilimine girer ve yeni bina
inşalarıyla konut stokunu arttırır. Böylelikle kısa vadede göçmen akışına
olumlu tepki veren konut piyasaları, herhangi bir düzenleme gerçekleşmediği
138 | Kentlerde Konut Krizi
takdirde, uzun vadede konut arzının piyasa koşullarındaki değişikliklere olan
duyarlılığına bağlı şekillenecektir (d’Albis ve diğerleri, 2017: s. 2-3). Ayrıca
kimi durumlarda, “göçmenlere özel yerel tesislerin” ve “kişisel bağlantıların
tesiriyle göçmenler konut fiyat ve kiralarına daha az duyarlı olurken yerli
halk fiyatlara daha duyarlı hale gelebilmektedir (Topçu, 2020: s. 429). Yalçın
ve Aslan da (2017: s. 110), konut sektörünün Konya’daki seyrini tespit etme
amacıyla gerçekleştirdikleri saha çalışmasında, kente göç artışının neden
olduğu sonuçlardan birisini de konut sektöründe görülen fiyat şişmesi olarak
tespit etmişlerdir.
Siyasi/İktisadi Karar ve Uygulamalar
Siyasi/iktisadi karar ve uygulamalar da konut krizine sebep olabilmektedir.
Hükümetlerin aldığı kararların spekülatif yatırımcılar için fırsatlar yaratması,
bu durumun eşitsizlikleri artırması ve mevcut satın alınabilirlik krizinin
uzamasına büyük ölçüde katkıda bulunması bir siyasi kararın konut krizi
üzerine etkisini göstermektedir. Örneğin 2018 yılında Türkiye’de yabancılara
konut satışı ile ilgili düzenlemede yapılan değişiklik neticesinde konut alan
yabancılara Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilme sınırı, 1 milyon ABD
dolarından, 250 bin ABD dolarına düşürülmüştür. Böylelikle yabancıların
Türkiye konut piyasasına ilgileri artmıştır. Bu durumda marjinal fiyatlama
yapma imkanına sahip yabancılar, Türkiye’de konut fiyatları genel seviyesinin
yükselmesinin nedenlerinden birini oluşturmuşlardır (Balaban, 2023: s. 16).
Türkiye’de ayrıca 1990’lı yıllarda artış gösteren siyasi kriz ve banka
iflasları ile karakterize iktisadi buhran ortamının inşaat maliyetlerini oldukça
arttırdığı ve bu durumun konut sektörüne yatırım yapılmasının önüne
geçtiği görülmektedir. İrlanda’da da mevcut araştırmalar, devletin konut
tedarikinden çekilmesinin köklerinin 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ortası
arasında meydana gelen İrlanda mali krizine dayandığını ileri sürmektedir
(Lima, 2018: s. 2).
Konut Krizinin Boyutları
Konut krizinin, konut ihtiyacını karşılama sorununun kronik hale
gelmesiyle şekillendiği ifade edilmiştir. Konut ihtiyacı ise sıklıkla karıştırılan
konut talebinden farklı bir anlama işaret etmektedir. Konut talebi, ödeme
gücüne sahip olarak belli bir konutu satın almaya veya kiralamaya istekli olma
durumunu ifade ederken konut ihtiyacı, ödeme gücünün mevcudiyetine
bakılmaksızın kişi başına gerekli en küçük yeterli mekânı ifade etmektedir
(Keleş, 2015: s. 258-259). Yeterli ödeme gücüne sahip olmadığından konut
talebinde bulunamayan birisinin, konut ihtiyacı duyuyor olabileceği göz ardı
edilmemelidir. Bu doğrultuda, mekânın, yapılı çevrenin ve bilhassa konutun
Enes Yalçın | 139
finansallaşması başlı başına bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Konutun
bir barınma nesnesi olmasının ötesinde bir yatırım aracına dönüşmesi de bu
bağlamda değerlendirilmektedir.
Konutun değişim değeri bir bakıma, aşırı finansal birikimin eritilmesi ya da
daha doğru bir ifadeyle aktarılmasına olanak tanıyan mekânsal bir çözümdür.
Bu çözümün üst ölçekte meydana geldiği mekân ise kenttir. Harvey (2013: s.
217), kentleri, önemli orandaki artık ürünün harekete geçirilmesi, koparılması
ve coğrafi olarak yoğunlaşması yoluyla yapılandırılmış birimler olarak tasvir
etmektedir. Artık ürün kentte oluşturulmakta, paylaşımı ve dağılımı yine
burada gerçekleşmektedir. Konut da bu süreçte kullanım değerinin ötesinde
değişim değeri ile etkili bir meta görünümü kazanmaktadır. Konutun bir
barınma ögesi olmaktan çok daha fazla anlamlar kazanması, finansal krizlerin
yanı sıra toplumsal krizlere de neden olmaktadır.
Konut Krizinin Finansal Boyutu
Diğer gayrimenkul türleri gibi, oldukça değerli bir maddi teminata
karşılık gelen konut, makroekonomi ve finansal istikrarla doğrudan ilişkilidir.
Konutun servet biriktirme aracı olarak bir güvence olarak sunulması,
konut teminine yönelik farklı finansal araçların inşası, konutun yatırımcılar
tarafından spekülatif bir aygıta dönüştürülmesi gibi unsurlar, konut
piyasasının etki alanını genişletmiştir. Konut piyasasında şekillenen birtakım
açmazlar, küresel düzeyde şekillenen finansal krizlere yol açmıştır.
2008 yılında yaşanan finansal krizde, ipoteğe dayalı menkul kıymetler
adı altında, mortgage kredi sistemi üzerinden oluşan ikincil piyasaların
etkisi bulunmaktadır. Çöken ve küresel çapta bir finansal krize yol açan bu
sistemde; tanımı gereği likit olmayan, mekânsal olarak sabit ve hareketsiz,
nispeten dayanıklı ve maliyetli olan gayrimenkul (Gotham, 2009: s. 359)
üzerinden mortgage kredilerinin finansal kuruluşlar ve yatırımcılarca alınıp
satıldığı ikincil mortgage piyasalarının rolü söz konusudur. Zikredilen
ipoteğe dayalı menkul kıymet kavramını ortaya çıkaran sistem şu şekilde
işlemektedir: Nihai tüketiciye (müşteri) uzun süreli kredi temin eden banka
(ticari banka), bir başka bankaya (yatırım bankası), müşterilerinden elde
etmiş olduğu kredi borçlarına ilişkin senetleri ve ipotek hakkını satmaktadır.
Böylelikle hem hızla likidite sağlamakta hem de borçlarını temizlemektedir.
Yatırım bankaları da özel amaçlı bir şirket kurarak kredilerin geri ödenmesine
ilişkin hakları bu şirkete devretmektedir. Bu şirketse söz konusu hakları
hisse senetleri olarak halka arz etmektedir. Böylelikle gayrimenkul bir
bakıma menkul kıymete dönüştürülmektedir (Khan Academy, 2014a;
Khan Academy, 2014b).
140 | Kentlerde Konut Krizi
Konut fiyatlarında yaşanan artış neticesinde yatırımcılar, ipoteğe dayalı
menkul kıymetlere hücum etmişler, finansal kuruluşlar da nihai tüketiciye
mortgage kredisi verirken kriterleri son derece geniş tutarak müşterilerin
kredi geri ödeme potansiyellerini rasyonel ölçülerde değerlendirmemiştir.
Düzenli gelire sahip olmayan, ödeme gücü düşük müşterilere dahi uzun
vadeli mortgage kredisi sağlanmış (eşik altı/subprime kredi) ve ödemeler
gerçekleşmeyince temerrüt oranı artış göstermiş, ipoteğe dayalı menkul
kıymetler hızla değer kaybederek tüm finansal sistemde krize yol açmıştır
(Yeşilbağ, 2020: s. 105). Krizin temelinde, konutun bir barınma
ihtiyacını gideren enstrüman olarak görülmesinden ziyade konuta finans
piyasalarının yönlendirdiği bir yatırım ve kar nesnesi olarak bakılması yer
almaktadır.
Periyodik konut krizleri, konutun sabit varlıklardan kar elde etme
odağı haline geldiği geç sanayi ekonomilerinin kalıcı bir özelliği haline
gelmiştir. Konut tedarikindeki son gelişmeler küresel finans piyasaları
tarafından şekillendirilmekte ve refah sunumunun metalaştırılmasını ve
konutun finansallaşmasını içermektedir (Lima, 2021: s. 3283). Ulusal veya
uluslararası krizler kendi bağlamlarının ürünleri olsa da genellikle oldukça
benzer temeller üzerine inşa edilmektedir. Konut yoluyla sermaye birikimi,
konutun hem yerli hem de uluslararası yatırımcılar için cazip bir varlık sınıfı
haline gelmesiyle birlikte genellikle daha üretken ekonomik faaliyetlerde
bir düşüşe işaret etmektedir. Yerli yatırımcılar diğer yatırım varlıklarından
uzaklaştıkça ve küresel sermaye yatırım fırsatları aradıkça, bilhassa coğrafi
olarak sınırlı yerel arz, sınırsız yatırım talebine ayak uydurmaya çalışmakta
ve başarısız olmaktadır. Arz sistemleri arazi ve mevzuat kısıtlamalarına
karşı mücadele edebilse de konutların finansallaşması ve hızla artan yatırım
talebi seviyeleri en azından aynı derecede büyük bir mücadeleye gereksinim
duymaktadır (Gallent ve diğerleri, 2017: s. 2206).
Konut Krizinin Toplumsal Boyutu
Barınma insanoğlunun temel gereksinimlerinden birisidir. İnsanoğlu
belirli bir vücut sıcaklık aralığında hayatını devam ettirebilmektedir. Zorlu
iklim koşullarında bu sıcaklık aralığının muhafazası da bir barınak temini
halinde mümkün olmaktadır. Bu barınak da konuttur. Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası da 57. maddesinde “devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre
şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak
tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler” ifadesiyle konut
hakkını tanımlamaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Ekonomik Toplumsal
ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Avrupa
Kentsel Şartı gibi uluslararası belgelerde yer alan ve Birleşmiş Milletler
Enes Yalçın | 141
İnsan Yerleşmeleri Konferansı (HABITAT II) gibi uluslararası kongrelerde
gündeme taşınan konut hakkı, sadece barınma ile sınırlı bir hak tanımı
yapmamakta; güvenlik, altyapı, sağlık koşullarına uygun, insanın çalışma,
sağlık, eğitim, çevre gibi haklarını kullanmasına imkan tanıyan, herkesçe
erişilebilir ve karşılığı ödenebilir bir barınma alanının karşılanmasına işaret
etmektedir (Çoban, 2012: s. 76). Bunun yanı sıra konutun, bireyi toplumun
bir parçası kılarak uzun süreli bir teminat gerektirdiği bilinmektedir.
Böylelikle, toplumsal ve mali olanakları yetersiz birey ve/veya grupların
konut hakkının piyasa koşullarının insafına bırakılmaması da beklenmektedir.
Eskimiş konut dokusunun yenilenme bedelinin, sosyoekonomik düzeyi
düşük grupların üzerine yüklenmemesi gerekliliği de bir başka husus olarak
dikkat çekmektedir (Avrupa Konseyi, 1992).
Gelinen noktada, konut hakkına ilişkin uluslararası metinlere yansımış
olan gerekliliklerin dünya çapında karşılanamamakta olduğu görülmektedir.
Heslop ve Ormerod (2019: s. 145-146) İngiltere’deki konut krizini konu
edinen çalışmalarında, son 40 yılda İngiltere’deki konutların giderek nicelik
ve nitelik açısından daha uygunsuz hale geldiğinden, bilhassa evsizlik ve
azalan konut sahipliği ile karakterize sorunların 2008’deki finansal krizden
bu yana daha da kötüleştiğinden söz etmektedirler. Daha da önemlisi, konut
krizinin en son tekrarı, yalnızca evsizlik, aşırı kalabalık veya güvensiz kiracılık
yaşayanlar gibi konut güvencesizliği yaşayanları değil, aynı zamanda konut
sahibi olmakta zorlanan orta sınıf Y kuşağını da etkisi altına almaktadır. Bu
durum, konut krizinin etki sahasının ne denli geniş kapsamlı olabileceği
ve olgunun tanımlanmasının ne denli zor olduğu hususunda fikir vermesi
açısından dikkat çekicidir.
Konut krizi, satılık konut eksikliği veya ilk kez alıcılar için konut arzı
eksikliği olarak nitelendirilebilecek bir sayı krizinin çok ötesinde bir olguya
karşılık gelmektedir. Konut arzı yetersizliği ve insanların kimi zaman satın
alacak konum bulamıyor olmaları bir hakikattir ancak asıl sorun yeni ve
mevcut konutların sayısı değil; bu konutların fiyatı, türü, tasarımı, kalitesi
ve konumudur. Örneğin İngiltere’de hükümetlerin 2016’dan beri yılda en
az 300.000 yeni ev inşa etme hedefi vardır ve bu da ortalama yıllık teslimatı
neredeyse iki katına çıkarmaktadır. Çok daha fazla konut inşa edildikçe
fiyatların istikrara kavuşacağına, daha fazla insanın konut sahibi olabileceğine
ve konut krizinin etkili bir şekilde sona ereceğine yönelik bir inanç mevcuttur.
Ancak, bu hedefe ulaşma konusunda yeterli ilerlemenin kaydedilemediği
görülmektedir. Hedefin kendisi başlı başına samimiyetsiz bir hedef kabul
edilmektedir. Yeni konutlar ne kadar çok sayıda üretilirse üretilsin, fiyatları
uygun değilse doğru bir lokasyonda konumlanmıyorsa ve kalitesizse
evsizler, engelliler, gençler veya yaşlıların ihtiyaçlarına karşılık vermiyorsa
142 | Kentlerde Konut Krizi
bu durumda hükümetlerin konut üretim hedeflerinin karşılanmasının bir
anlamı olmayacaktır (Colenutt, 2020: s.13).
Kentleşme hızının sanayileşme hızından daha fazla olduğu gelişmekte
olan ülkelerde, kente tarımsal faaliyetlerin yapıldığı kırsal kesimlerden yoğun
göç gerçekleşmekte ve kent nüfusu artış göstermektedir. Böylelikle kent
nüfusunun konut gereksinimi artmakta ve bu gereksinim karşılanamadığı
takdirde insanlar enformel süreçlere başvurmaktadır. Bu da gecekondu
kavramını gündeme getirmektedir. Bir dönem kent çeperlerinde yer alan
bu imara aykırı, plansız yapılar, kentin yaşam alanlarının çepere doğru
yayılmasıyla beraber kent merkezlerinde yer almıştır. Dönem içerisinde
çöküntü bölgeleri haline gelen sahalar, soylulaştırma amacıyla kentsel
dönüşüm enstrümanı kullanılarak dönüşüme tabi tutulmuş ve gecekondu
yapılarının yerini muntazam konutlar almıştır. Böyle bir durum neticesinde
gecekondu sakinleri yaşam alanlarından sürülmüş ve kendilerine teklif
edilen yeni konutlar bağlamında hem yeni konutun finansmanını sağlama
noktasında iktisadi olarak hem de yeni konut bölgesinin bulunduğu sahadaki
yeni yaşama uyum sağlama noktasında toplumsal olarak önemli zorluklar
yaşamıştır.
Enes Yalçın | 143
Tablo 1. İngiltere Konut Sağlık ve Güvenlik Derecelendirme Sistemi (Housing Health
And Safety Rating System HHSRS): İnsan Yaşamı ve Rahatlığı İçin Temel Fiziksel ve
Zihinsel Gereksinimler
A. Fizyolojik tehlikeler (Higrotermal koşullar)
1. Nem ve küf oluşumu
2. Aşırı soğuk
3. Aşırı sıcak
4. Asbest ve Mamûl mineral lif
5. Biyositler
6. Karbonmonoksit ve Yakıt yanma ürünleri
7. Kurşun
8. Radyasyon
9. Yanmamış yakıt gazı
10. Uçucu organik bileşikler
B. Fizyolojik tehlikeler
11 .Kalabalık ve mekân darlığı
12. Davetsiz misafirlerin girişi
13. Aydınlatma
14. Gürültü
C. Enfeksiyona karşı koruma
15. Ev hijyeni, zararlılar ve çöpler
16. Gıda güvenliği
17. Kişisel hijyen, sanitasyon ve drenaj
18. Su tedariki
Ç. Kazalara karşı koruma
19. Banyo vb. ile ilgili düşmeler
20. Düz yüzeylere düşme vb.
21. Merdivenlerden düşme
22. Yükseltiler vb. ile ilgili düşmeler
23. Elektrik tehlikeleri
24. Yangın
25. Alevler, sıcak yüzeyler vb.
26. Çarpışma ve tuzak
27. Patlamalar
28. Donanımların konumu ve kullanılabilirliği vb.
29. Yapısal çökme ve düşen elemanlar
Kaynak: DCLG, 2006: s. 3-4
144 | Kentlerde Konut Krizi
Tablo 1’de İngiltere Topluluklar ve Yerel Yönetimler Dairesi’nin tespit etmiş
olduğu Konut Sağlık ve Güvenlik Derecelendirme Sistemi görülmektedir.
Derecelendirme sistemi dört başlık altında yer alan 29 kriterden müteşekkildir.
Bu kriterler, konutun inşasında kullanılan malzemeden konutun konumuna,
konutun iç yapısından konut içi donanımlara kadar pek çok hususun, insan
onuruna yaraşır ve insan sağlığına elverişli bir konut için gerekliliğine dikkat
çekmektedir.
Kiracı tahliyeleri de konut krizinin bir başka yüzünü vurgulamaktadır.
Örneğin 1988’de New York City’de 21.000 hane halkı, neredeyse tamamı
kirayı ödeyemediklerinden ötürü tahliye edilmiştir. Geçmişte, başka düşük
maliyetli ve daha kötü koşullara sahip konutlar mevcut olduğundan tahliye,
kişiyi evsizliğe mahkûm etmese de bugün tahliye evsizliğe yol açmaktadır
(Timmer ve diğerleri, 2019: s. 91-92). Evsiz kalmanın da suça meyletme,
eğitimsiz kalma başta olmak üzere çok sayıda farklı toplumsal soruna
yol açtığı düşünüldüğü takdirde konut krizinin olası etkilerinin ne çapta
şekillenebileceği görülmektedir.
KONUT KRİZİNİN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BAZI
UYGULAMALAR
Konut krizinin temel çözümü, piyasadaki ve piyasa dışındaki tedarikçilerin
birleşimi yoluyla daha fazla yeni konut sağlamaktır. Artan konut arzı konut
krizinin azalmasına neden olacaktır. Konut arzı genel olarak, çoğunlukla özel
girişimler (özellikle büyük hacimli üreticiler) tarafından gerçekleştiriliyor
olarak düşünülse de Toplu Konut İdaresi (TOKİ) gibi devlet kurumları,
yerel yönetimler, konut kooperatifleri de bu sürece katılmaktadır.
Konut krizinin çözümünde konut arzını arttırmanın dışında, insanları
mevcut konutlara erişebilir kılma gibi bir yöntem de mevcuttur. Bu boyut,
arzı arttırıcı yöntemlerden farklı bir yere işaret etmektedir. Örneğin Balaban
(2023: s. 16), konut üretiminin son yıllarda ekonomik nedenler ve pandemi
sebebiyle yavaşlamış olduğunu kabul etmekle beraber, mevcut konut krizinin
konut arz eksikliği ile açıklanabilir olmadığını ileri sürmektedir. Halihazırdaki
konutların muhafazası ve kullanılabilir hale getirilmesi bağlamında da çözüm
yolları mevcuttur. Bu çözüm yollarına, kimi zaman yasallaştırmaya kimi
zaman da iktisadi ve toplumsal bağlamda kullanılabilir kılmaya başvurarak
ulaşılmaktadır.
İmar Afları
Konut ihtiyacı formel yöntemlerle karşılanamadığı zaman yahut konut arzı
toplumun tümüne şamil bir fiyat politikası gözetilerek sunulmadığı zaman,
Enes Yalçın | 145
insanlar gecekondu yapımı gibi enformel ihtiyaç karşılama metotlarına
başvurmaktadır. Türkiye bu durumla bilhassa köyden kente yoğun göç
yaşandığı dönemlerde karşılaşmıştır. İdare birtakım siyasi kaygılar gözeterek
bu kaçak yapılaşmayı çeşitli dönemlerde çıkardığı yasalar marifetiyle
bağışlama ve meşru kılma yoluna gitmiştir. Böylelikle gecekondu imgesi,
herhangi bir dönemi tasvir etmekle sınırlı kalmamış ve halkın zihninde
“seçim öncesi nasıl olsa imar affı çıkar” düşüncesi yer etmiştir. Böylelikle bu
imar afları bir istismar aracı olarak kullanılmıştır ve konut krizine sunmuş
olduğu çözüm şekli popülist yaklaşımlar olmanın ötesine geçememiştir.
Kentsel Dönüşüm Projeleri
Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlüğü (2023) kentsel dönüşüm
kavramını, “kentin imar planına uymayan veya dayanıksız olan binaların yıkılıp
yerine yeni toplu yerleşim alanlarının yapılması” şeklinde tanımlamaktadır.
Tashman (2010: s. 1) ise kentsel dönüşümü (urban renewal) “bir kentin
yerel arazi kullanımı ve kalkınma hedeflerine ulaşamayan belirli alanlarını
iyileştirmek için merkezi yasalara göre yetkilendirilen, yerel olarak kontrol
edilen bir program” olarak ifade etmektedir. Bu tanımlamalar kentsel
dönüşümün iyileştirme ve yenileştirme faaliyetlerine atıfta bulunsa da kentsel
dönüşüm olgusu halihazırda tanımlarda ifade edilenlerden çok daha geniş
anlamlar taşımaktadır. Bu bağlamda kentsel dönüşüm; sürdürülebilir ekonomik
büyümenin sağlanmasına yardımcı olmak, yaşam koşullarının, yaşam kalitesinin
ve çevrenin iyileştirilmesi, kapsamlı bir eğitim ve öğretim yelpazesi sunmak,
suçla ve suç korkusuyla mücadele etmek, erişim ve ulaşımın iyileştirilmesi gibi
amaçlara da hizmet etmek durumundadır (Jeffrey ve Pounder, 2008: s. 98).
Konut standardını temin etmek ve sağlıklı yaşam alanları inşa etmek
amacı güden kentsel dönüşüm projelerinin, mülkiyet hakkına zarar
verdiğine ilişkin birtakım eleştiriler mevcuttur. Kentsel dönüşüm olgusu,
özellikle soylulaştırma (mutenalaştırma/gentrification) faaliyetleri vasıtasıyla
mülkiyet hakkının alt gelir kesiminden üst gelir kesimine aktarıldığı, alt gelir
kesiminin ise kent periferinde, yabancı olduğu bir bölgede yaşamaya mecbur
bırakıldığı yönünde kritize edilmektedir (Çetin, 2012: s. 300). Kentsel
dönüşüm projeleri toplumsal ve fiziksel açıdan gerekli fizibilite çalışmaları
gerçekleştirilmeden ve toplum yararının aksine rant amaçlı uygulandığı
takdirde konut krizine bir çözüm olmaktan ziyade konut krizini doğuran
nedenlerden birisi olarak şekillenecektir.
Kira Sınırlaması
Kira sınırlaması dar gelirli kiracıları konut sahipleri karşısında korumak
için başvurulan bir yöntemdir. Bu yöntemde devletin, kendi olanaklarıyla
146 | Kentlerde Konut Krizi
konut sorununu çözemeyen insanlara hukuki düzenlemeler vasıtasıyla
koruyucu desteği söz konusudur. Bu yöntemde devlet, kiracıyı muhafaza
altına alırken konut sahibinin mülkiyetinde bulundurduğu gayrimenkulden
değer temin etme hakkını kısıtladığından, kiracı ve konut sahibi arasındaki
dengeyi sağlaması gerekmektedir.
Kira sınırlamasından, konut krizinin çözümü noktasında beklenen
faydanın temin edilemeyeceğine ilişkin görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlere
göre konut krizini aşmak adına evvela konut arzı arttırılmalıdır. Ayrıca
konut kira denetimlerinin konut piyasasına yansımasının zaman alacağı
düşünülmektedir. Serbest piyasa koşulları altında tüm ürün ve hizmetlerin
fiyatları özgürce belirlenirken kira değerlerinde sınırlamaya gitmenin parçacıl,
önemsiz ve geçici bir önlem olarak kabul göreceği gibi bir durum da söz
konusudur. Daha da önemlisi konutlarını özgürce fiyatlandıramayacak konut
yapımcıları ve ev sahiplerinin yeni konut üretme istekleri kırılacak, kiraları
denetim altına alınan konutlar bakımsızlığa terk edilecek, böylelikle konut
krizi çözüleceği yerde daha da artış gösterebilecektir (Keleş, 2015: s. 358-
359).
Konut Kredileri
Uzun vadeli konut kredileri bilhassa dar ve sabit gelirlilerin konut sahibi
olmalarına olanak tanıyan bir araçtır. Dar gelirlilerin az miktardaki tasarrufları,
konut kredileri teşvikiyle konut talebine dönüşebilmektedir. Türkiye özelinde
bakıldığında, 1946’da daha önceki adıyla Emlak ve Eytam Bankası (1926)
olarak kurulan Türkiye Emlak Kredi Bankası’nın konut kredisi temin etme
amacıyla yeniden yapılandırıldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra 1980’lere
dek Sosyal Sigortalar Kurumu’nun sigortalı işçiler tarafından kurulan
konut kooperatiflerine kredi verdiği, BAĞKUR’un da esnafa konut kredisi
temin ettiği bilinmektedir. Ayrıca 1979’a kadar yalnızca Ziraat Bankası,
Vakıflar Bankası, Öğretmenler Bankası ve Anadolu Bankası gibi bankalara
ipotek kredisi verme ayrıcalığı tanınmışken, 1979’da Bankalar Yasası’nda
gerçekleştirilen bir değişiklikle bütün bankaların “toplu ve sosyal konut
yapacak gerçek ve tüzel kişilere kredi açabilmelerine” imkân sağlanmıştır
(Keleş, 2015: s. 322). Fakat bu kredilerin, faiz oranları oldukça yüksek ve
bilinen konut kredilerinin aksine kısa vadeli krediler olduğu bilinmektedir.
Tam bir konut kredisi sistemi olan Mortgage Yasası’nın Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde yasalaştırılması için 2007 yılına kadar beklenilmesi
gerekmiştir (Alkan, 2015: s. 41). Mortgage sistemi esasen, konut sahibi olmak
isteyen fakat bunun için yeterli kaynağa sahip olmayanlar ile tasarruflarını
belirli bir getiri karşılığında başkalarının kullanımına sunmaya hazır olanları
Enes Yalçın | 147
bir araya getirmeyi hedeflemektedir (Balaban, 2007: s. 239). Bu hedefe
rağmen Türkiye’de Mortgage kredilerinin kredi faiz oranlarının oldukça
yüksek olması, düşük ve orta gelirliler için belirlenen konut edindirme
amacına katkı sunmaktan uzaktır. “Mortgage sisteminin başarılı olması için
gerekli temel şart ülkedeki enflasyon ve reel faiz değerlerinin düşük seyretmesi
ve bu değerlerin belirli düzeyde istikrarlı olmasıdır” (Alkan, 2015: s. 55).
Akılcı kullanıldığında konut talebini karşılamada etkin bir araç olan bu
kredilerin rasyonel çerçeve içerisinde bir değerlendirmeye tabi tutulmayıp
ikincil piyasalar marifetiyle geri ödeme imkânı olmayan kullanıcılara geniş
ölçüde kullandırılmasının, ABD örneğinde görüldüğü üzere küresel ölçekte
ne denli büyük bir finansal krize yol açtığını bu vesileyle tekrar hatırlatmakta
yarar bulunmaktadır.
Konut Kooperatifleri
Konut kooperatifleri, Kentbilim Terimleri Sözlüğü’nde (Keleş, 1998:
s. 90) “üyelerinin konut gereksinmesini, bireysel yarışma ve kazanç
güdüsü olmaksızın gerçekleştirmeyi amaçlayan toplumsal örgüt” olarak
tanımlanmaktadır. Arazi değerinin artış hızının yükselen ivmesi, alt ve
orta gelir grubunun arazilerinde müstakil konut inşa etmelerini, kendileri
için lüks haline getirmiştir. Bu durumda arazi üzerinde çok sayıda konut
inşasına olanak tanıyan kooperatifleşme olgusu gündeme gelmiştir. Özel
şahısların kurmuş olduğu, ortaklarına daha uygun fiyata konut sunmayı
amaçlayan kooperatifler Türkiye’de 1930’ların ortalarında ortaya çıkmış olup
[Ankara Bahçelievler Konut Kooperatifi] 1950’lerle birlikte yaygınlaşmaya
başlamıştır (Alkan, 2015: s. 38). Kooperatifçiliğin dünya genelindeki tarihi
seyrine bakıldığında ise Sanayi Devrimi’nin bir dönüm noktası teşkil ettiği
görülmektedir. Hızlı kentleşmenin çıktıları olarak; konut kıtlığı, insanlık dışı
yaşam koşulları, konut fiyatları ve kiraların artışı, konut spekülasyonları;
yardım kuruluşlarının, hayırseverlerin, sendikaların, belediyelerin ve
yerel yönetimlerin sivil toplum kuruluşu kurma ve teşvik etme amacıyla
örgütlenmesine yol açmıştır. Böylelikle konut kooperatifleri, hızlı kentleşme
süreci ve işçi hareketlerinin artan etkileriyle Batı Avrupa’da 19. yüzyılın
ortalarında ortaya çıkmıştır4 (Özkan, 2009: s. 70).
Konut kooperatifleri, inşa aşamasından çok daha evvel gerekli malzemeyi
toptan temin ederek stok yapabildikleri, yine arsa maaliyetlerini önemli
ölçüde düşürebildikleri için konut mal oluşlarını %15-20 ölçüsünde
azaltmaktadır. Buna rağmen konut kooperatiflerinin Türkiye’de başarılı
4 Brouder (2010: s. 154), konut kooperatiflerinin Almanya’da ortaya çıkıp İskandinavya ve
ötesine yayıldığını ileri sürmektedir.
148 | Kentlerde Konut Krizi
olamadıkları düşünülmektedir. Kooperatifçiliğin felsefesine aykırı hareket
ettikleri ileri sürülen konut kooperatiflerinin eleştiri aldıkları hususlar şöyle
özetlenebilir: a) Toplumun gerçekten muhtaç sınıfına konut üretmek yerine
orta ve orta seviyenin üzerindeki sınıflar için konut üretmektedir. b) Birden
çok kooperatif üyesi olanların artışı, kooperatiflerin gayrimenkul üzerinden
zenginleşme aracı haline geliyor olduğunun işaretidir. c) Ortakların genellikle
kooperatifçiliğin ilkelerine ilişkin bilgileri yoktur ve katılımcılık biçimsel
olmanın ötesine geçememektedir. ç) Arsa, imar, kredi gibi sorunların
çözümü, siyasi nüfuz sahibi kişilerin destek ve aracılığına başvurma
zorunluluğu doğurmaktadır. Bu konunun denetim dışında bırakılması ise
kooperatifçiliğin özüne aykırıdır (Keleş, 2015: s. 334-339).
Uygulama karşılaşılan eksikliklerine rağmen konut kooperatifleri, konut
kredisi temin etme metodundan farklı olarak daha sistematik bir yapıya işaret
etmektedir. Konut kredisinde başlıca amaç kişileri konut sahibi yapmak iken
konut kooperatifleri yeni konutlar üreterek konut stokunu arttırmaktadır.
Ayrıca kooperatifçilikteki kolektif eylem, konut kredisinde karşılaşılamayacak
toplumsal değer taşıyan bir unsurdur.
Sosyal Konut (Council Housing)
“Halk konutu”, “dar gelirliler için konut”, “yoksullar için konut”,
“üçüncü kesim konutu” olarak da adlandırılan sosyal konut (Geray, 2007: s.
283) kamu eliyle konut edindirme işlevi görmektedir. Literatürde “council
housing” olarak yer alan kavram, Cambridge Dictionary’de (2023) “düşük
gelirli insanlar için yerel yönetim tarafından düşük kiralarla sağlanan evler veya
daireler” şeklinde tanımlanmaktadır. Burada devletin ihtiyaç sahiplerini konut
sahibi yapmaktan ziyade onları, belediyeler eliyle belediyelerin mülkiyetinde
konutlar üreterek piyasa şartlarına nazaran uygun ödeme koşulları altında
sağlıklı bir konuta yerleştirme amacı söz konusudur. Türkiye’de lojman
konutlar haricinde mevcut olmayan bu konut edindirme aracı, İngiltere’de
Thatcher hükümeti esnasında iyelik önceliği, içerisinde oturanlara tanınma
şartıyla özelleştirilmiş olsa da hala kullanılmaya devam etmektedir5 (Balaban,
2007: s. 251). Yalçın ve Aslan’ın (2017: s. 109) Konya konut sektörüne
ilişkin gerçekleştirdikleri alan araştırmasında da bir konut sektörü temsilcisi,
“…Belediyelerin bu işte, müteahhitlik değil halka hizmet noktasında öncülük
yapması lazım. Hükümet de en azından sosyal konutlar yapıp, bu konutları
gariban vatandaşa kiraya verebilmesi lazım. Satabilmesi değil bakın. Herkese
satamayabilirsin. Herkes bunu finanse edemeyebilir. Kiraya vermesi lazım…
5 İngiltere’de sosyal konutlar 1979 yılına dek konut stokunun %31’ini oluştururken Thatcher
döneminde çıkarılan “Satın Alma Hakkı”nın etkisiyle bu oran %17’ye kadar gerilemiştir
(Olgun, 2022: s. 313).
Enes Yalçın | 149
Bunun örnekleri Almanya’da çok. Ben Almanya’da kaldım uzun süre. Orada
bizdeki anlayışla ev sahibi olma diye bir olay yok. Orada ev sahibi olabilmek için
gerçekten ekonomik durumunun çok iyi olması lazım. Orada ya devlet kendisi
yapar kiraya verir. Adamın gelirini alır. Kaç lira alıyorsun sen kardeşim? Bu
kadar. Kaç tane kişin var senin? Bu kadar. Bu insana yetmesi gereken para ne
kadar? Şu kadar. Geriye ne kaldı? 200 lira kaldı. O adama o evi 200 liraya
kiraya verir. Oradaki sistemin %60’ı bu” ifadeleriyle Avrupa’daki sosyal konut
pratiğini örneklendirmiştir. Geray da (2007: s. 285) Avrupa’daki kiralık
sosyal konutların yaygınlığına dikkat çekerek Hollanda’da konut stoğunun
%35’inin bu tür konutlardan müteşekkil olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de
ise sosyal konut kavramı ile Avrupa’daki örneklerde görüldüğü üzere kiralık
konutlar kastedilmemektedir. Burada söz konusu olan TOKİ’nin alt ve orta
gelir grubu için ürettiği, piyasa fiyatının altında satılan konutlardır (Olgun,
2022: s. 316).
Birlikte Yaşama Mekanları (Co-Living Spaces)
Birlikte yaşama mekanları, bireylerin özel bir konut alanına sahip olmakla
beraber ortak yaşam alanları, yemek alanları, spor salonları, bahçeler ve
sinema salonları gibi bir dizi ortak olanağa erişebildiği konut modellerini
ifade etmektedir. Bu modelde özel konut alanı, müstakil bir konut, bir mikro
stüdyo daire veya oda olabilmektedir. Sunulan ortak tesis türleri de büyük
ölçüde değişebilmekte ve çeşitli bütçelere hitap edebilmektedir. Örneğin,
daha düşük fiyatlı ortak yaşam alanları, sinema odaları gibi nispeten lüks
tesisler içermeyecektir. Birlikte yaşamanın en önemli ayırt edici yönlerinden
biri, sosyal etkileşimi kolaylaştırmaya ve bireylerin komşularıyla düzenli
olarak etkileşime girdiği aktif toplulukların gelişimini desteklemeye olanak
tanımasıdır. Son yıllarda Londra, New York, San Francisco ve Pekin gibi
küresel şehirlerde “The Collective”, “Roam” and “We Live” gibi kuruluşlar
aracılığıyla kiralanabilen ortak yaşam alanlarına sahip stüdyo dairelerin
ortaya çıktığı bilinmektedir (Corfe, 2019: s. 4).
Birlikte yaşama mekanlarının sunduğu yararlar şu şekilde sıralanmaktadır
(Corfe, 2019: s. 5):
a) Satın alma maliyetleri önemli ölçüde düşecektir.
b) Bireylerin daha düşük yaşta ve daha uzun süreliğine mülk edinmeleri
sağlanacaktır.
c) “Paylaşım ekonomisi” sayesinde hane halkı için finansal tasarruf
gerçekleşecektir.
150 | Kentlerde Konut Krizi
ç) Konut piyasasının başka yerlerindeki baskılar hafifletilecektir.
(Örneğin birlikte yaşama mekanları sayesinde sosyal konut talebinde
düşüş gerçekleşecektir.)
d) Yalnızlıkla mücadele edilecek ve sosyalleşme mümkün kılınacaktır.
Uygun fiyatlı satın alınabilir birlikte yaşam mekanları oluşturmak,
bazılarının politika geliştirmeyi gerektirdiği bir dizi zorluğa da sahiptir.
Bu zorluklar; nispeten yüksek hizmet maliyetleri, uygun fiyatlı konut ve
minimum alan gereksinimleri, yaşanabilirliği tesis etmek için gerekli arazi
alanı, finansman, likidite eksikliği riski ve kötü komşuluk riski olarak
sıralanmaktadır (Corfe, 2019: s. 6-7).
SONUÇ
Konut bir temel ihtiyaç olmasının yanı sıra halihazırda bir yatırım aracı
olarak da işlev görmektedir. Geleneksel toplumda konut tüketicileri aynı
zamanda konut üreticileri olarak gereksinim duydukları konutları kendileri
üretmekteydiler. Gelinen noktada ise birtakım kısmi enformel pratikler
dışında konut gereksiniminin karşılanması, piyasa ve/veya kamu birimlerince
konut arzının gerçekleştirilmesine bağlıdır. Konut arzı ise savaş, doğal afet,
nüfus artışı ve göç, siyasi/iktisadi karar ve uygulamalar nedeniyle gereksinimi
karşılayacak boyutta olamayabilmekte ve böylelikle konut sorunu meydana
gelmektedir. Konut sorununun çözüme kavuşturulamayıp süreklilik
kazanması durumunda ise sorun, kriz halini almaktadır.
Konut krizi salt konut arzının yetersizliğinden kaynaklanmamakta mevcut
konutları konut gereksinimi bulunan düşük gelirlilerle buluşturamamak da
başlı başına bir kriz sebebi olarak şekillenmektedir. Burada konutun bir yatırım
ve spekülasyon aracı olarak kullanılmasının da etkisi bulunmaktadır. Böylelikle
konut stoku hane halkları arasında adil bir şekilde paylaştırılamamakta ve
kimileri çok sayıda konutun mülkiyetine sahip olurken kimileri barınak
ihtiyacını dahi karşılayamaz durumda kalmaktadır.
Konut krizinin çözümüne ilişkin ise gerek konut arzını arttırma noktasında
gerekse ihtiyaç sahiplerini mevcut konutlarla buluşturma hususunda birtakım
politika ve uygulamalar geliştirilmektedir. Çalışmanın son bölümünde yer
alan “konut krizinin çözümüne yönelik bazı uygulamalar” başlığı altında ele
alınan yöntemlere ve prensiplere ilaveten birtakım öneriler sunmakta yarar
görülmektedir.
- Öncelikle konut ve yapı envanter sistemi sağlıklı hale getirilerek konut
ihtiyaç tablosu hem nicelik hem de nitelik açısından doğru bir şekilde
ortaya konulmalıdır.
Enes Yalçın | 151
- Konut politikaları her ülke nezdinde kendi coğrafi, siyasi, idari,
toplumsal, kültürel koşulları göz önünde bulundurularak genel
kentleşme politikalarıyla uyumlu olacak şekilde belirlenmeli, görülen
başarılı uygulamalar üzerinde iş birliğine gidilmelidir.
- Konuta ilişkin yatırımlar, dezavantajlı kesimleri dışarıda bırakmayacak
şekilde yaygınlaştırılmalıdır.
- Noktasal uygulamalar yerine aktörlerin, amaç ve hedef kitlenin belirli
olduğu konut projeleri gerçekleştirilmelidir.
- Kentsel planlama, arsa ve konut üretimi hususlarında kamu kurumları
arasında görev ve yetki karmaşası oluşturulmamalıdır.
- İmar planlarına sadakat gösterilmeli, herhangi bir saikle imar planları
delinmemelidir.
- Konut krizinin toplumsal boyutu hatırda tutularak teknik altyapıya özen
gösterildiği gibi toplumsal altyapının da göz önünde bulundurulması
gerekmektedir.
- Yapılı çevre unsuru olan konut inşası öncesinde ve sırasında doğal
çevreye zarar verilmemeli, tarihi ve kültürel çevre unsurlarının
sürdürülebilir kılınmasına özen gösterilmelidir.
- Konut krizi salt nicelik sorunu olarak görülmemeli, konutların
yapısı, dış yapısı, üretim malzemesi, üretim teknolojisi, kullanım alanı
genişliği, inşa mahalli gibi nitel unsurlara da ehemmiyet verilmelidir.
- Üretilen konutların kent estetiği ve kent kimliğine uyum sağlamasına
özen gösterilmelidir.
- Konut krizinin çözüm aygıtlarından biri olarak değerlendirilen imar
afları marifetiyle çarpık kentleşmenin şekillenmesine yol açılmamalıdır.
- Konut krizi şekillenmeden krize sebebiyet verebilecek unsurların
bertarafı önem taşımaktadır. Bu bağlamda ve dış göçün kontrol
edilebilir seviyelerde olmasına dikkat edilmelidir.
- Doğal afetlerin de öncelikle konut stokunda erimeye yol açarak konut
krizine yol açtığı bilinmektedir. Bu nedenle afetlere dirençli konut
üretilmeli ve kaçak yapılaşma ile mücadele edilmelidir. Ayrıca kat
adedine ve nüfus yoğunluğuna muvafık olmayan imar planlarında
tadilat gerçekleştirilmelidir. Yine bu doğrultuda konut inşa teknolojisi
tamamıyla tüketicinin tercihine terk edilmemeli ve konut inşasında
görev alan işçilerin sağlıklı konut inşası ve güvenliği hususlarında
eğitilmelerine önem verilmelidir.
152 | Kentlerde Konut Krizi
- Kent planları rant maksatlı değil kamu yararı odaklı oluşturulmalıdır.
- Yerel yönetimlerin konut sunumunda aktif rol almaları gerekmektedir.
- Farklı gelir gruplarının konuta erişimde fırsat eşitliliği yaşaması için
gerekli hukuki ve finansal düzenlemeler yapılmalıdır.
- Konut inşasının gelir grupları arasındaki ayrışmayı arttırarak mekânsal
kırılmalara sebep olması önlenmelidir.
- Konut üretimi konut kooperatifleri geliştirilerek desteklenmelidir.
- Yatırım için elde tutulan konutların âtıl kalmalarının önüne geçilmelidir.
- Meseleye Türkiye özelinde bakıldığında, Türkiye’nin konut sahipliliğini
arttırma yönünde birtakım tasarruflarda bulunduğu halde, ülkenin
kiralık konuta ilişkin politikasının yetersiz olduğu gözlenmektedir.
Bu açıdan Avrupa’daki kiralık sosyal konut uygulamaları geliştirilerek
tatbik edilebilir.
Enes Yalçın | 153
KAYNAKÇA
Alkan, L. (2015). Türkiye’de yıllar içerisinde değişen konut kavramı ve konut
sorunu. L. Alkan ve A. Uğurlar (Ed.), Türkiye’de konut sorunu ve konut
politikaları, içinde, (ss. 31-58). Kent Araştırmaları Enstitüsü.
Avrupa Konseyi (1992). Avrupa kentsel şartı. 

Balaban, O. (2007). Bir konut finansman aracı olarak mortgage sisteminin Tür-
kiye’de olası etkileri üzerine. A. Mengi (Ed.), Kent ve planlama-Geçmişi
korumak geleceği tasarlamak, içinde (ss.237-258). İmge Kitabevi.
Balaban, O. (2023). “Sosyal konut hamlesi” krize çözüm olabilir mi? Mimarlık,
(429), 14-18.
Bloomberg (2023, 5 Mart). Bakan Kurum yıkılan bina sayısını açıkladı. https://www.

Brouder, A. (2010). International cooperative alliance. C. Tietje ve A. Brouder
(Ed.), Handbook of Transnational Economic Governance Regimes, içinde,
(ss. 155-167). Brill. 
Cambridge Dictionary (2023). Council housing. 

Colenutt, B. (2020). The property lobby - The hidden reality behind the housing
crisis. Policy Press.
Corfe, S. (2019). Co-living: A solution to the housing crisis. The Social Market
Foundation.
Çetin, S. (2012). Kalkınmada kentleşme ve konut politikalarının önemi. Hukuk
ve İktisat Araştırmaları Dergisi, 4(1), 293-304.
Çoban, A. N. (2012). Cumhuriyetin ilanından günümüze konut politikası. An-
kara Üniversitesi SBF Dergisi, 67(03), 75-108.
D’Albis, H., Boubtane, E. & Coulibaly, D. (2017). International migration and
regional housing markets: Evidence from France, IZA Discussion Papers,
No. 10516, Institute of Labor Economics (IZA), Bonn.
DCLG (2006). Housing health and safety rating system-Guidance for landlords and
property related professionals. Department for Communities and Local Go-
vernment. DCLG Publications. gov.uk/
pdf
DCLG (2017). Fixing our broken housing market. Department for Communi-
ties and Local Government. DCLG Publications. -


Dufty-Jones, R. (2018). A historical geography of housing crisis in Australia.
Australian Geographer, 49(1), 5-23. 

154 | Kentlerde Konut Krizi
Gallent, N., Durrant, D. & May, N. (2017). Housing supply, investment
demand and money creation: A comment on the drivers of Lon-
don’s housing crisis. Urban Studies, 54(10), 2204-2216. 
org/10.1177/0042098017705828
Geray, C. (2007). Toplumsal konut yöneltisi ve Toki’nin tutum ve yöneltilerin-
deki son değişiklikler. A. Mengi (Ed.), Kent ve planlama-Geçmişi korumak
geleceği tasarlamak, içinde (ss. 283-341). İmge Kitabevi.
Gotham, K. F. (2009). Creating liquidity out of spatial fixity: The secon-
dary circuit of capital and the subprime mortgage crisis. International
Journal of Urban and Regional Research, 33(2), 355–371. https

Harvey, D. (2013). Sosyal adalet ve şehir, (M. Moralı, Çev.). Metis Yayınları (Ori-
jinal eserin yayın tarihi 1973).
Heslop, J. & Ormerod, E. (2020). The politics of crisis: Deconstructing the do-
minant narratives of the housing crisis. Antipode, 52(1), 145-163. https://

Jeffrey, P. & J. Pounder (2008). Physical and environmental aspects. P. Ro-
berts ve H. Sykes (Ed.), Urban Regeneration, içinde, (ss. 86-108). Sage
Publications.
Keleş, R. (1998). Kentbilim Terimleri Sözlüğü, İmge Kitabevi.
Keleş, R. (2015). 100 soruda Türkiye’de kentleşme, konut ve gecekondu. Cem
Yayınevi.
Khan Academy (2014a). İpoteğe dayalı menkul kıymetler (1. Bölüm), https://tr.kha-


Khan Academy (2014b). İpoteğe dayalı menkul kıymetler (2. Bölüm), https://tr.kha-


King, R., Orloff M., Virsilas, T. & Pande T. (2017). Confronting the urban hou-
sing crisis in the global south: Adequate, secure, and affordable housing. Wor-
king Paper. World Resources Institute.
Lima, V. (2018). Delivering social housing: An overview of the housing crisis
in Dublin. Critical Housing Analysis, 5(1), 1-11. 

Lima, V. (2021). From housing crisis to housing justice: Towards a radical right
to a home. Urban Studies, 58(16), 3282-3298.
Malpass, P. (2005). From complacency to crisis. P. Malpass (Ed.), The housing
crisis, içinde (ss. 1-24). Routledge.
Mulheirn, I. (2019). Tackling the UK housing crisis: Is supply the answer? UK Col-
laborative Centre for Housing Evidence.
Enes Yalçın | 155
Olgun, H. (2022). Konut politikası – Ülke deneyimleri. İdealkent Yayınları.
Özkan, A. (2009). A critical evaluation of housing co-operatives in Turkey within the
framework of collective action theories: A case study in Ankara and İstanbul.
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Fen Bilim-
leri Enstitüsü.
Robertson, M. (2017). The great British housing crisis. Capital & Class, 41(2),
195–215. 
Shelter (2013). Research report food for thought: Applying house price inflation to
grocery prices. -

Slater, T. (2018). The invention of the ‘sink estate’: Consequential categorisati-
on and the UK housing crisis. The Sociological Review Monographs, 66(4),
877–897. 
Tashman, J. (2010). Urban renewal: A tool for community and economic develop-
ment. Tashman Johnson LLC.
Timmer, D. A., Eitzen, D. S. & Talley, K. D. (2019). Paths to homelessness: Ext-
reme poverty and the urban housing crisis. Routledge.
Topçu, E. (2020). OECD ülkelerinde uluslararası göçün konut fiyatları üzerin-
deki etkisi. Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, 10(2), 427-443.
Türk Dil Kurumu (2023). Kentsel Dönüşüm. Güncel Türkçe sözlük, içinde. htt-
ps://sozluk.gov.tr/
Türk Dil Kurumu (2023). Kriz. Güncel Türkçe sözlük, içinde. https://sozluk.gov.
tr/
Watt, P. & Minton, A. (2016). London’s housing crisis and its activisms. City,
20:2, 204-221, 
Yalçın, E. & Aslan, S. (2017). Konut hakkı ve konut sektörüne 2013-2016 dö-
nemi konya özelinde bakış. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, (38), 95-111.
Yeşilbağ, M. (2020). İnşaat sektörünün kriz dinamikleri: Güncel bir değerlen-
dirme. Mülkiye Dergisi, 44 (1), 101-130.
157
Bölüm 7
Kentlerde Gıda Krizi
Gizem Erdoğan Aydın1
Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak,
işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki
toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu
kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir
kelebeğin kanat çırpışları duyulamaz. Son ırmak kuruduğunda son ağaç
yok olduğunda son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenilemeyen bir
şey olduğunu anlayacak.” Kızılderili Şefi Seatle, 1854.
Özet
Kentler barındırdıkları nüfus nedeniyle gıda tüketim alanlarıdır. Gıda
tedariki de beslenmek zorunda olan ve tarım dışı faaliyetlerde uzmanlaşmış
olan kentliler için önemli bir konudur. Gıda sisteminin sürdürülebilirliği,
erişilebilirliği ve güvenliği kentsel sistemlerle doğrudan etkileşim halindedir.
Bu nedenledir ki, kentlerin büyümesi kentsel gıda talebinin kırsal alanlar ve
tarımsal tedarik zincirleri üzerinde büyük stres oluşturmaktadır. Diğer taraftan
kentler, gıda ürünlerinin işlenmesi, depolanması ve dağıtılması için uzmanlık
sağlamaktadırlar. Günümüzde dünya genelinde kentsel nüfusun önlenemez
artışı, kentler ile tarım, dolayısı ile de gıda ilişkisinin yeniden değerlendirilmesine
neden olmaktadır. Günümüz kentleri ve kentlileri gıda güvenliği ve erişim
sorunlarını sıkça yaşamaktadır. İlk defa 1948 yılında Birleşmiş Milletler (BM)
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde gıdaya ulaşım hakkının insanın en
temel hakkı olduğu belirtilmiş ve 70’li yıllar; gıda krizi ve kentsel gıda üretimi
kavramından bahsedildiği seneler olmuştur. Gıda krizi, arz ve talep dengesinin
talep yönünde aşırı şekilde artışı sebebi ile gıda temini veya erişiminin ciddi
şekilde bozulması ile ortaya çıkan durumu ifade etmektedir. İnsanlık tarihi
boyunca gıda krizleri yaşanmıştır ancak günümüzde küresel ölçekte gıda krizi
yaşanmakta ve dünya gıda fiyatlarının süreklilik taşıyacak biçimde yükselmesi
olarak izlenmektedir. Bu çalışma üç temel başlıkta ele alınmıştır. Birinci başlık,
kentler ile gıdanın, dolayısı ile tarımın ilişkisini ortaya koymayı, ikinci başlık
kentlerde yaşanan gıda krizinin nedenlerine ve süreçlerine bir bakış atmayı ve
son başlık ise kentlerdeki gıda krizlerini aşmak için hangi temel eylemlerin
yapılabileceğini ortaya koymayı hedeflemiştir.
1 Doç. Dr., İzmir Demokrasi Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü,
gizemerdogan@gmail.com, ORC-ID: 0000-0002-1376-6457
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1090
158 | Kentlerde Gıda Krizi
GİRİŞ
Kentler ve gıda oldukça karmaşık ve çok yönlü bir ilişkiyi barındırmaktadır.
Gıda sisteminin sürdürülebilirliği, erişilebilirliği ve güvenliği kentsel
sistemlerle doğrudan etkileşim halindedir. Kentlerde sanayinin başat
sektörel aktör olması ile toplama, dağıtma, yönetsel işlevlerin uzmanlaşması
gerçekleşmiştir. Böylece kentler sanayi üretimi, tarımsal nitelikli olmayan
ticaret ve hizmetler eylemlerinin sahası olmuştur. Bu durum ekonomik
temelli kentsel tanımların temelini oluşturmaktadır. Devingen yapılar olarak
kentlere dair literatürde de farklı tanımlar yapılmıştır. Nüfus, yönetsel, sınır,
yapısal, sosyolojik gibi farklı ölçütlerde pek çok farklı betimleme mevcuttur.
Kentin tanımlanmasında dikkati çeken en temel ölçütlerden biri nüfus
büyüklüğü olmasına karşın kenti tanımlayacak en düşük nüfus düzeyini
ortaya koyabilecek evrensel ölçüt bulunmamaktadır. Ülkeler sosyo-kültürel
ve ekonomik özelliklerine göre nüfus ölçütleri koymaktadırlar. Danimarka’da
250 kişi, Kore’de 40.000 kişi, Türkiye’de ise 20.000 kişi olarak belirlenmiştir.
20.000 kişiden fazla olan yerleşmeleri kent olarak tanımladığımızda
kent sınırı içerisinde kırsal alanlar ve kentsel alanlar olarak tarım ve
tarım dışı faaliyetleri barındıran mekânsal büyüklükler olarak birlikte
değerlendirilmektedir. Kent yönetim sınırı içerisinde kırsal karakterli
alanlarda tarım faaliyetleri desteklenmektedir. Ancak kent tanımında,
ekonomik niteliğin vurgulanması bir ön koşul olmakla birlikte, yeterli
olmamaktadır. Çünkü kentin ekonomik niteliğinin yanı sıra, bu nitelikten
kaynaklanan ve ayırt edici sosyolojik özellikler de bulunmaktadır. Bu nedenle
tatmin edici bir kent tanımında farklı özelliklerin de yer aldığı kapsamlı bir
tanım gereklidir. Ancak ekonomik ölçüte göre kent tanımları kır ve kent
arasındaki işlevsel farklılıkları net biçimde ortaya koymakta bu nedenle de
kabul görmektedir. Ekonomik nitelik ölçütüne göre, kırda etken ekonomik
etkinlik tarımsal üretimdir. Geleneksel klasik ekonomi temelli kent tanımları
kenti, tarım sektörü dışında üretim yapan yerleşimler olarak tanımlamaktadır
(Kıray, 2007: s. 28; Göney 1984: s. 3, Arkon, 2006: s. 48). Bu tanımla
beraber kentler, gıda tedariğinin başlıca tüketici aktörü olarak yerleşmeler
sistemine oturmaktadır. Kentler barındırdıkları nüfus nedeniyle büyük
miktarlarda ve süreklilik taşıması gereken biçimde ağların (depolama,
ikmal, hizmet sağlama, ulaşım vb.) tasarlandığı gıda tüketim alanlarıdır.
Bu nedenle de gıda tedariki kentler ve kentliler için önemli bir konudur.
Kentler, genellikle çevre bölgelerinden hatta yurt dışından gıda ürünlerini
ithal ederler. Kentler, genellikle çevre bölgelerinden hatta yurt dışından gıda
ürünlerini ithal ederler. Tedariklerin kentsel alan dışından tedarik edilmeleri
gıda güvenliği ve sürdürülebilirlik açısından önemli bir etki yaratır. Kentlerin
Gizem Erdoğan Aydın | 159
büyümesi kentsel gıda talebinin kırsal alanlar ve tarımsal tedarik zincirleri
üzerinde de büyük stres oluşturmaktadır (Marsden, 2013; Sonnino, 2009).
Diğer taraftan kentler, gıda ürünlerinin işlenmesi ve dağıtılması için büyük
pazarlar sunar. Gıda işleme tesisleri, depolar ve dağıtım ağları genellikle
kentlerde yoğunlaşır. Bu da kentlerin gıda ürünlerinin erişilebilirliği ve
çeşitliliği üzerinde büyük bir etkisi olduğu anlamına gelir. Günümüzde
kentsel nüfusun dünya genelinde kırsal nüfusu geçmesi, nüfus dağılımlarının
ise büyükşehirlerde yoğunlaşması, kentler ile tarım, dolayısı ile de gıda
ilişkisinin yeniden değerlendirilmesine neden olmaktadır. Birleşmiş Milletler
(BM) 2050 yılında dünya nüfusunun %66’sının kentlerde yaşayacağını
öngörmektedir. Bu nedenle günümüzde gıda üretim ve tedarikinin
kentlerin kendi sınırları içerisinde çözülmesi konuşulmaktadır (Hawkes ve
Halliday, 2017). Günümüz kentleri ve kentlileri gıda güvenliği ve erişim
sorunlarını sıkça yaşamaktadır. Gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde
ise bu sorun gıda yoksulluğu ve düşük gelirli ailelerin yetersiz beslenme
sorunları ile radikalleşmekte ve küresel sağlığı tehdit etmektedir. Gıda
krizi olarak nitelendirilen bu durum yalnızca günümüzün değil uygarlık
süresince insanlığın sorunu olmuştur. Gıda krizi, arz ve talep dengesinin
talep yönünde aşırı şekilde artışı sebebi ile gıda temini veya erişiminin ciddi
şekilde bozulması ile ortaya çıkan durumu ifade etmektedir. İnsanlık tarihi
boyunca gıda krizleri çoğu zaman büyük bir bölge, ülke veya toplulukta
ortaya çıkmış, kısmı ya da büyük göçler, teknolojik yenilikler ya da bölgenin
yardım alması ile dengelenmiştir. Ancak günümüzde bölgesel gıda krizleri
küresel ölçeğe genişleyerek dünya gıda fiyatlarının kuraklık, kıtlık vs. gibi
geçici durumlar dışında, yapısal nedenlerle ve süreklilik biçimde yükselmesi
olarak izlenmekte ve küresel bir sorun olarak hem gelişmiş hem de gelişmekte
olan ekonomilerin gündemini kaplamaktadır.
GIDA KRİZİ VE KENTLER
Günümüzde kentlerde gıda krizinin oluşmasında dile getirilen farklı
faktörler sıralanmaktadır. Bunlardan bir tanesi ve en önemlisi iklim
değişikliğidir. IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change)’nin
raporu iklim değişikliğinin gıda krizine neden olan insan aktivitelerini
işaret etmektedir (Black ve Weisel, 2010). İklim krizi gıda sektörünü gıda
üretimi, güvenliği ve erişimi açısından tehdit etmektedir. Bu nedenle, iklim
değişikliği ile mücadelede ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının teşvik
edilmesinde atılacak adımlar büyük bir öneme sahiptir. Artan sıcaklıklar,
kuraklık, susuzluk, tuzlanma, sel, yangın ve diğer olağandışı hava olayları
gibi faktörlerle tarım ürünleri olumsuz etkilemektedir. Çiçeklenme, tohum
dönemlerindeki kaymalar, zararlı ve yararlıların bitki takvimi ile uyuşmaması,
160 | Kentlerde Gıda Krizi
deniz sularındaki sıcaklık artışı, tuzlanma, aşırı yağışlar nedeni ile tatlı su
miktarındaki artış vb. durumlar ürün kayıplarına, verim düşüşüne ve gıda
arzındaki dalgalanmalara yol açmaktadır. Dolayısı ile iklim değişikliğinin tarım
ürünleri üzerine ciddi etkileri bulunmaktadır. Düzensiz hava koşulları, gıda
ürünlerinin büyümesini ve hasadını zorlaştırırken, gıda fiyatlarını artırabilir.
Bu da yetersiz beslenmeye ve açlığa neden olabilir. İklim değişiklikleri su
kaynakları azaltırken, nüfusa bağlı gıda hacimleri nedeniyle tarım için
gereken su miktarı artmaktadır. Tarım üretimini olumsuz etkileyen bu durum
döngüsel su yönetiminin önemini artırmaktadır. Ancak tarım sektörü aynı
zamanda ilkim krizine yüksek etki veren ve sera gazlarının önemli kaynağı
olarak görülen bir sektördür. Bunun bir nedeni de ormansızlaşma ve toprak
erozyonu gibi tarım uygulamalarının yol açtığı çevresel tahribattır.
Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan, yüksek nüfuslu ülkelerde
ekonomik büyümenin sonucu olarak gıda tüketiminin artması gıda krizinin
tetiklemektedir (Gürlük ve Turan, 2008). Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım
Örgütü (Food and Agriculture Organization of the United Nations) [FAO]
tarafından yayımlanan Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2022
yılı raporuna göre; Dünyada 702 ila 828 milyon insanın gıda güvencesizliği
yaşadığı, Pandeminin derinleştirdiği eşitsizlikler nedeniyle Afrika, Asya ve
Latin Amerika ve Karayipler’de 2019 yılından itibaren gıda güvencesizliği
ile karşılaşanların oranının arttığı, işaret edilmiştir (FAO, 2022). Aynı
raporda, dengeli beslenme ve açlık sorununun artma eğilimi gösterdiğini ve
beklentinin aksine 2021 yılı Covid-19 pandemisi sonrası gıda güvencesizliği
açısından bir toparlanmanın değil aksine eşitsizliklerin daha da derinleştiği
ve 2030 yılında yaklaşık 670 milyon insanın yetersiz beslenme ile mücadele
edeceği belirtmiştir. Resmi rakamlara göre son bir yıl içinde gıda maddeleri
%89 pahalanmış ve Türkiye gıda maddeleri enflasyonunun dünyada en
yüksek olduğu dördüncü ülke sıralamasına yükselmiştir (FAO, 2022).
Türkiye’den daha yüksek gıda enflasyonuna sahip ülkeler sırasıyla Zimbabve,
Lübnan ve Venezüella’dır.
Gıda talebi ve tedariklerinin kentler üzerindeki baskısı yalnızca 21 yy’ın
konusu değildir. 19. yy’da sanayi devriminin mekânsal tezahürü olan sanayi
kentleri ile büyük kentli nüfusların nasıl besleneceği bir problem olarak
tartışılmıştır. Ebenezer Horward tarafından 1892 yılında geliştirilen Bahçe
Şehir modeli, kentlerin içinde veya çevresinde tarımsal üretimin yapılmasına
dayanır ve kırla kent arasında karşılıklı ilişkiyi öngörmektedir. Modelde
kentlerin çevresini tarımsal alanlarla bir bant gibi sarar (Çınar, 2000: s. 40).
20. Yüzyıl başında ise Le Corbousier İşlevsel Kent fikri ile kent ve kent
çevresi tarımı önerir. Banliyölerde konut alanlarının çeperlerinde topluluk ve
meyve bahçeleri, kent çevresindeki alanları ise tarımsal üretim alanları olarak
Gizem Erdoğan Aydın | 161
tasarlamıştır. Aynı dönemlerde politik stratejilere baktığımızda ise; 1948
yılında Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde
gıdaya ulaşım hakkının insanın en temel hakkı olduğu belirtilmiştir. 1970’ler
gıda ve beslenme ile ilgili sorunların gün yüzüne çıktığı yıllar olmuştur. Güney
ülkeleri olarak tanımlanan ve gelişmekte olan ekonomiler sınıfında sayılan
Afrika ve Latin Amerika’nın büyük kentlerinde ilk kez 1970’lerde, kırsal ve
yabancı kaynaklardan gelen gıda kaynaklarının yetersiz, eksik, güvenilmez
ve karşılanamaz olduğunun anlaşılmasıyla kentsel bir politika konusu
ve kalkınma aracı haline gelmiştir (Mougeot, 1999: s. 14-15).1973 krizi
beraberinde pek çok lojistik sorunu getirmiş, bunlardan en önemlisi de gıdaya
erişim olmuştur. 1970’li yıllarda kentsel gıda üretimi gündeme gelmiş, toplum
bahçelerinin metropoliten alanlarda yer bularak kentsel tarımın temelleri
ABD’de atılmıştır (Hodgson ve diğerleri, 2011’den aktaran Rasouli, 2012:
s. 12). Türkiye’de İstanbul’un sebze ihtiyacının karşılanmasında yardımcı
olan Yedikule Bostanları, Kuzguncuk semt bostanı buna örnek gösterilebilir.
Bu süreç, 1974’te Dünya Gıda Konferansı düzenlenmesine neden olmuştur.
Bu toplantıda gıda güvencesi (food security) kavramı daha çok arz odaklı
olarak söz edilmiştir (United Nations [UN], 1975; FAO, 2003). 1983
yılında gıda güvencesi tanımı, “insanların, ihtiyaç duydukları temel gıdalara
fiziksel ve ekonomik olarak her zaman erişebilmeleri” olarak güncellenmiştir
(FAO, 1983). 2001 yılı FAO raporu “bütün insanların her zaman aktif
ve sağlıklı yaşamı için gerekli olan besin ihtiyaçlarını ve gıda önceliklerini
karşılayabilmek amacıyla yeterli, sağlıklı, güvenilir ve besleyici gıdaya
fiziksel ve ekonomik bakımdan sürekli erişebilmeleri” olarak tanımladığı
gıda güvencesi kavramı ile günümüzde kullanılan tanımı biçimlendirmiştir
(FAO, 2001). Özetle günümüzde; kentlerde yaşayan insanların yeterli,
sağlıklı ve sürdürülebilir gıdaya erişimde yaşadığı sorunların tamamı kentsel
gıda krizi olarak tanımlanmaktadır. Gıda güvencesi, ülkelerin gıda teminini
sağlaması için gereken uluslararası ve ulusal eylem ve politika planlarının
oluşturulmasından, hane halklarının sağlıklı ve yeterli beslenebilmelerine
uzanan farklı ölçekleri içermektedir.
Gıda krizine karşı çözüm olarak güçlendirilmeye çalışılan, gıda güvencesi
ve kentsel tarım kavramları gibi geleneksel kent tanımları da evrim geçirmiş
ve kentler sürekli toplumsal gelişim gösteren, barınma, çalışma, dinlenme,
eğlenme gereksinimlerinin karşılandığı, çok az kesimin tarımsal uğraşılarda
bulunduğu küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşmeler olarak
tanımlanmaya başlanmış (Keleş, 1998), kentsel alanda tarım sektörü kabul
edilir olmuştur. Günümüz kent planlarında kentsel tarım, hobi bahçeleri, çatı
bahçeleri, dikey tarım alanları, köy kentler vb. yeni pek çok tarımsal mekân
çözümlenmesi görülmektedir. Ayrıca günümüzde kentler, genişleyen hizmet
162 | Kentlerde Gıda Krizi
sahaları, tedarik ağlarının giderek artan masrafları (aracı komisyonları,
kara-deniz-kara yolu ulaşım masrafları, depolama ve uygun koşulların artan
maliyetleri vb.) nedeni ile kendi gıda ürünlerini üretmeye çalışmaktadırlar.
Kentsel tarım uygulamaları teşvik edilerek taze ve yerel ürünlerin temin
edilmesini ve kentlerin yeşil alanların kullanma ve sürdürülebilirliklerinin
tarım sektörü ile desteklenmesine çalışılmaktadır. Kentsel tarım, sürdürülebilir
bir üretim biçimi olarak gıda krizine karşın önemli artıları sunduğu için
desteklenmektedir. Arazi ve diğer üretim alanları, arazi kullanım hakkı, su,
işçilik, işletme, finansal ve teknik destek, tarımsal bilgi ve beceriler, taşıma
altyapısı, dağıtım kanalları, tüketici talebi, uygun pazarlar bu artılardan
birkaçı olarak sıralanabilir (Kanbak, 2018). Kentsel tarımın en olumlu
özelliği kentsel alanları daha yeşil ve sürdürülebilir hale getirmesidir. Bir diğer
olumlu tarafı kent içinde üretilen gıdaların, taşıma ve depolama maliyetlerini
azaltarak maliyetlerin azalması ve tüketiciye daha düşük fiyatla ulaşması ve
elbette karbon ayak izini azaltması ile geleneksel tarım yöntemlerine göre
genellikle daha çevre dostu olmalarıdır.
Kentsel tarım, yerel gıda üretiminin teşvik edilmesini sağlamakta ve
endemik ürünlerin sürdürebilirliğini kuvvetlendirmektedir. Gıda erişimi
kısıtlı topluluklar için kentsel tarım, yerel gıda kaynaklarını güçlendirebilir.
Yerel bilgilerin ve tarımın temel prensiplerinin topluluğa ve gelecek nesillere
öğretme fırsatı sunması, okul bahçeleri ve topluluk bahçeleri ile sosyal ve
kamusal etkileşim oluşturması açısından da olumlu sonuçlar vermektedir.
Kentsel tarım, çevresel sürdürülebilirlik, gıda güvenliği, yerel ekonomi
ve topluluk bağlarını güçlendirme gibi bir dizi avantaj sunar. Ancak,
yer sınırlamaları, su kaynaklarının sınırlı olması ve şehirsel altyapının
sınırlamaları gibi zorluklar da içerir. Bu nedenle, kentsel tarımın etkili bir
şekilde uygulanması için planlama, yönetim ve kaynak yönetimi önemlidir.
Elbette madalyonun arka yüzü de bulunmaktadır. Kentsel tarım her
sektör gibi bazı olumsuzlukları da taşımaktadır. Bu sorunları [1] tarım
tekniği sorunları ve [2] kentin yapısal sorunları olarak ikiye ayırabiliriz.
[1] Tarım tekniği ile ilgili sorunlara baktığımızda; kentsel tarım için uygun
alanların kısıtlı olması nedeni ile kentin nüfusu ile doğru orantılı büyük
ölçekli tarımın yapılmasının olanaksızlığı, kentsel topraklarının sanayi
faaliyetleri, atık yönetimi, hava ve su kirliliği nedeni ile kirlenmiş olması
ve sağlıklı ürün üretme kapasitesinin sınırlılığı, kentsel tarımın sulama
gerektirmesine karşın kentlerde su kaynaklarını kısıtlı olması, kentsel tarım
için kimyasal gübre ve pestisitlerin kullanılması gereği ve bu gerek sonucu
çevresel sorunlar ve toprak kaybına yol açması, geleneksel tarımın sahip
olduğu güneş ışığı, toprak ve su varlığı/kalitesine erişiminin olmaması gibi
koşullar kentlerde gıda üretiminin uygulanabilirliğini etkilemektedir. Kentsel
Gizem Erdoğan Aydın | 163
tarım aynı zamanda, kentsel arazilerin kıymetini arttırmakta, yakın çevredeki
kırsal alanların kentleşme baskısını da arttırmaktadır. Kent çevresindeki tarım
arazilerine tecavüz edilmesi kentlerin gıda taleplerine ilişkin arazi için de
yoğun bir rekabet yaratmaktadır (Minten ve diğerleri, 2017). Kentsel tarımı
tek başına ele alan politikalar geliştirmek, kent çevresi ve kırsal alanlarda
yaşayan binlerce çiftçinin ve ailelerinin geçim kaynaklarına zarar vererek
bölgesel gıda ekonomisinin dayanıklılığını zayıflatabilir (Sonnino, 2009: s.
428).
[2] Kentsel tarımın kentin yapısal sorunları açısından olumsuz
yönlerine baktığımızda ise; kentsel alanlarda arazilerin sınırlı olması, kentin
altyapısının kentsel tarımın genişlemesi açısından engel oluşturabilmesi,
toprak mülkiyeti ve ekipman uygunluğu/erişimi açılarından kentsel tarıma
uygunsuzluk ya da sürdürebilir tarım için kaynaklara erişim kısıtı, kentlerin
çekim etkisi nedeni ile mekânsal büyüme baskısı ve yayılma stresi ile rezerv
alanların imara açılması, kentlerde bulunan sınırlı alan ve az alandan çok
gelir elde etme baskısı nedeni ile yerel ürün gamlarında sınırlılık, üst
ölçeklerde ise ekonomik eşitsizlik, sıcaklık dalgalanmaları, kuraklık, sel ve
aşırı hava olayları gibi iklim değişikliklerinin ürünler üzerindeki etkileri
olumsuz yönler olarak sıralanabilir. Kentsel tarım alanlarının korunması
ve devamlılığı, gayrimenkul piyasasının tarımsal kaynak ve üretim sahaları
üzerindeki stresinin dengeli yönetimi ve azaltım planlaması, gıda tedarik
zincirleri için ana ve alt lojistik üslerin yer seçimi, gıda tedariği için gerekli
ulaşım planlamasının gerçekleştirilmesi gibi konular kent planlamanın
doğrudan çalışma sahasını oluşturmaktadır. Kentsel tarım, kentlerin içinde
veya yakın çevresinde, genellikle parklarda, çatı bahçelerinde, balkonlar ya
da boş arsalarda ya da okul bahçeleri gibi kamusal alanlarda yer bulmaktadır.
Ancak sektörün çekiciliği ile dönüştürülen sanayi alanları ve ticari alanlar
da faaliyet sahalarını oluşturabilmektedir. Bu nedenle, kentsel planlama,
sürdürülebilir gıda üretimi ve dağıtımı stratejileri üzerinde ve bu ilişkinin
daha iyi yönetilmesinde önemli bir paya sahiptir.
GIDA KRİZİ NASIL AŞILABİLİR?
Kentlerin büyümesi ve genişleme baskısı beraberinde, arazilerin
geliştirilmek veya inşa edilmek için değerli bir varlık olarak görülmesine neden
olmakta, tarım alanlarının imara açılması kentsel tarımın sürdürülebilirliğini
tehdit etmektedir. Tablo 1’de görüldüğü gibi, Centre for Studies in Food
Security (CSFS)’e göre gıda güvencesinin 5 temel ilkesi; sağlanabilirlik
(availability), erişilebilirlik (accessibility), kabul edilebilirlik (acceptability),
yeterlilik (adequacy), bireysel ve kurumsal (agency) etkenlerdir (CSFS, 2015).
164 | Kentlerde Gıda Krizi
Tablo 1. CSFS Gıda güvencesinin beş temel ilkesi (CSFS, 2015)
Kaynak: Yazar tarafından üretilmiştir.
Kentlerde gıda üretiminin uygulanabilirliğini sağlamak ve bu zorlukların
yönetilmesi için planlama ve politika müdahaleleri gerekmektedir. Bu
bağlamda, dünyanın dört bir yanındaki kentler gıda tedarikini yeniden
tasarlamak için girişimlerde bulunmaktadırlar.
Roma (İtalya) ve New York (ABD), devlet okullarının kantinlerine
farklı türde kaliteli gıda ürünleri getirmiş ve aynı zamanda okul yemeği
hizmetini yeniden kurgulayarak aşamalı ve yaratıcı bir tedarik yaklaşımı
benimsemiştir (Sonnino, 2009; Morgan ve Sonnino, 2010). New York
günde 860.000 okul yemeğinin okul yemeği dağıtıcıları tarafından daha
sağlıklı ürünler tedarik etmeye ikna etmiştir. Yerel sütle yapılan yoğurt,
yerel olarak yetiştirilen erik, şeftali, nektarin ve armutları okullara getiren
yerel bir tedarik gündemi kurgulamıştır. (Morgan ve Sonnino, 2010). New
York eyaleti tarım ekonomisine 1.5 milyon dolara yaklaşan ekonomik fayda
sağlanmıştır (Market Ventures ve diğerleri, 2007: s. 85).
Kent tarımı hem insanların sağlığına ve refahına katkıda bulunduğunu
söyleyen ve kent tarımının, uzun mesafeli gıda zincirleri tarafından beslenen
kentlere göre daha düzenli gıda tedariki sağlayacağı ve gıda güvenliğini
artırmakta (Halweil ve Nierenberg, 2007: s. 52; Koc ve diğerleri, 1999)
hem de kentsel tarım, kırsal alanlardan maliyetli ve verimsiz nakliyeyi ortadan
kaldırarak ve atıkları yeniden kullanarak gıda üretiminin ekolojik etkilerini en
aza indirmektedir (Redwood, 2009: s. 153). Kentlerin kendilerine hizmet
eden kırsal üreticiler, kendi nüfusları ve küresel gıda sistemi sorunlarının
Gizem Erdoğan Aydın | 165
çözümü için kilit bir role sahiptir. Bu nedenle de her düzeyde uyumlu politik
eylemlere hayati bir ihtiyaç duyulmaktadır (Hawkes ve Halliday, 2017: s. 7).
Bir taraftan da tarım artık modern tekniklerin uygulanması gereken
bir alan haline gelmiştir. Gıda krizinin önlenmesi için tarımda dijital
teknolojilerin kullanılması elzemdir. Bu başlıkların ötesinde, düzenli ve
kıyaslanabilir veri tabanları oluşturmak, tam zamanlı veri üretmek ve analiz
edebilmek ve bunların çiftçiler tarafından anlaşılır olması da önemlidir. Ancak
günümüzde çiftçilerin kullandığı tarımsal ekipmanın çoğu dijital teknoloji
ve bağlantılı değildir ve çiftçilerin dijital uçurumlarını kapatmaları
gerekmektedir. Kırsal alanda iletişim alt yapısının yetersizliği kentsel alanların
baskı oluşturmayacağı biçimde geliştirilmelidir. Verilerin “büyük veri” olarak
düzenlenmesi, analiz edilmesi ve bağımsız çözümler üretilmesi gerekir
(USB, 2018). Akıllı araçlarla tarımsal alanlardan veri toplanmakta ve analiz
edilmektedir. Tarımsal üretim sürecinde kullanılan tarım makineleri sensörler
ve Nesnelerin İnterneti (Internet of Things-IoT) ile birbirleriyle iletişim halinde
olmakta ve tüm üretim süreci boyunca takip edilebilmektedirler. Tarım 4.0
olarak ifade edilen bu evre tarımda sürdürülebilir üretimin otomasyonunun
sağlanma amacını taşımaktadır. Bilgi ve iletişim teknolojisi uygulamalarının
yaygınlaşması sonucu Tarım 4.0 takip edilebilen bir tarım sistemi ortaya
koymakta ve verimliliği maksimum hale getirmektedir. Tarımda teknolojinin
yoğun olarak kullanımı tüketiciye doğrudan teslimat, yemek kitleri, gıda
e-ticareti gibi değer zincirinin etkinliğinin artırılması, ürün verimliliğini
artırmak için, dronlar, robotlar, büyük veri ve paylaşım platformları, sulama,
toprak ve ürün teknolojileri, agro-kimyasallar, biyomateryaller ve biyoenerji
aracılıkları ile ekolojik ayak izinin azaltılması, sürdürülebilir protein ihtiyacı
için bitki bazlı gıdalar ve kapalı ve dikey tarım, akıllı seralar gibi beş farklı
alanlarda inovasyon artışı sunmaktadır (USB, 2018).
Dikey tarım özellikle kentsel alanlarda tarımsal faaliyetlere yeni üretim
biçimleriyle farklı bir açı kazandırmaktadır. Gıda güvenliği açısından ve uzun
yol mesafelerinden kurtulup daha az alandan daha fazla ürün elde etmenin
yöntemi olarak dikey tarım önerilmektedir (Despommier, 2011). Bitkilerin
büyümesi ve gelişmesi için spektrumun gerekli nanometrelerini sağlayan
yapay aydınlatma ile güneş radyasyonunun tamamen yer değiştirdiği,
kontrollü bir ortamda uygulanan yeni bir tarım türü olarak tanımlanan
dikey tarım (Avgoustaki ve Xydis, 2020) yüksek nüfus barındıran ve tarım
toprakları varlığı açısından kriz yaşayan, iklim değişikliği bakımından yoğun
stres altında bulunan kentler için tercih edilebilir bir yöntemdir.
Ekilebilir toprak alanların azaldığı ya da hiç bulunmadığı yerleşmelerde
gökdelenler, apartman ya da balkonlarda, teraslarda ilgili materyal ve
166 | Kentlerde Gıda Krizi
sistemlerin kurulumu ile tarım ürünlerinin yatay olarak toprakta değil
dikey olarak katmanlar halinde yerleştirilmesini sağlamaktadır (Al-
Kodmany, 2018). Su, enerji ve atık yönetimi gibi faktörlerde benzer üretim
miktarlarında %90-95 oranında tasarruf sağlamakta, çok çeşitli hasat
edilebilir ürünlerin üretimine de olanak sağlamakta ve çok sayıda farklı
mahsulün aynı anda yetiştirilmesine izin vermektedir. Kentsel tarımın alt
kategorisi olması nedeniyle de nakliye ve aracı masraflarını büyük ölçüde
düşmektedir. Diğer taraftan dikey tarımın yatırım maliyeti çok yüksektir. 37
katlı bir dikey çiftliğin ilk yatırım masrafı 202 milyon , yıllık işletme giderleri
de 8 milyon dur (Adenaeuer ve Banerjee, 2014). Doğru yer seçimleri ve
kararlarla dikey tarım; kentsel ortamda büyük ölçekli yapılabilecek bir tarım
yöntemidir (Despommier, 2009). Bu özelliği ile de kentsel planlarda dikey
tarım yapılabilecek sahaların yer seçimin belirlenmesi, dönüşüm alanlarının
doğru, anlamlı ve bütüncül kent planları dahilinde kurgulanmaları kent
plancılarının mutlaka gündeminde olmalıdır.
SONUÇ
Maslow’un temel ihtiyaçlar piramidinde de ifade edildiği gibi beslenme
insanın en temel ihtiyaçlarındandır. Bu nedenledir ki tarımsal üretim ve
gıdalar stratejik önem taşımaktadır. Güvenli gıda üretimi, üretilenlerin
erişiminin sağlanması ve gıda arzının yeterli düzeyde sağlanabilmesi
medeniyetin devamlılığı ve refahı için elzemdir. Tarihte ilk kez insan
nüfusunun yarısından fazlasının kentleştiği bir çağda hem gelişmiş hem
de gelişmekte olan ülkelerdeki kentler gıda güvenliği açısından büyük
zorluklarla karşı karşıyadır. Doyurulması gereken en çok boğaz kentlerdedir
(Mendes, 2007: s. 99) ve dolayısıyla da mevcut gıda krizi hiçbir yerde
kentlerde olduğu kadar görünür değildir (Sonnino, 2009: s. 425). FAO,
kuruluşundan bu yana açlık ve gıda krizi ile mücadelede gıda üretiminde
yaşanan kayıpların düşürülmesini amaçlamaktadır. Tarım sistemlerinin
verimli ve etkin bir şekilde yönetmek, gıda güvencesi konusunda eşitlik ve
kırsal kalkınmanın başarılması ve elbette yoksulluğu azaltmak gıda krizini
aşmak için gerekliliklerdir. Bültenler ve raporlar hazırlamak gıda krizine karşı
kamuoyu farkındalığı yaratması açısından büyük önem taşımaktadır. (Dağ
ve Akbay, 2022).
Türkiye son yıllarda tarım sektörünün artan sorunlarını ciddi ölçüde
yaşamaktadır. Artan nüfus, gelen kontrolsüz göçler ve iklim değişikleri
ülkemizde tarıma daha profesyonel yaklaşmayı gerekli kılmaktadır.
Ürünlerde dışa bağımlılık, ulaşım ve aracı maliyetlerinin fiyatlara eklenmesi,
ekilebilir arazilerin ve tarımsal istihdamdaki azalma, kırsal alanların hızla
kentleşerek üretici kimliklerinden tüketici kimliklere dönüşümü, kalan kır
Gizem Erdoğan Aydın | 167
nitelikli yerleşmelerde nüfusun yaşlanması ve genç nüfusta topraktan hızla
kopma, yerel bilgilerin bu yaşlanma ve kopmayla yitirilmesi, bir zamanlar
tarımda kendi kendine yeten bir ülke olan Türkiye dışa bağımlı bir ülke
konumuna gelmeye başlamıştır. Tarım kapsamlı politikalarla desteklenmesi
gereken temel bir sektördür. Kentlerin yalnızca kendilerini beslemeleri için
değil çevreleri ile de güçlü dengeli bağlar kurabilmek adına tarıma yönelik
siyasi ve kurumsal düzenlemelerin yapılması önemlidir.
Yükseliş grafiği olan gıda krizine özellikle de kentlerdeki gıda krizine karşı
gıda güvenliğinin sağlanmasında kentsel tarımın daha önemli ve görünür bir
rolü olacaktır. Ancak, gerçekleştirilen araştırmalar, politika yapıcıların kentsel
gıda tedariki ve arazi kullanım planlamasıyla ilgili olarak ortaya çıkan ve
çıkacak olan zorlayıcı sorulara cevap vermek için yeterli değildir (Sonnino,
2009: s. 427). Artan nüfus, yeni kentsel yerleşim ve çalışma alanlarının
yerleşimlere eklenmesi, çeperlerdeki doğal ve tarımsal sınırların üzerinde
stres oluşturmaktadır. Kentlerin büyümesi ve planlanması, gıda üretimi ve
dağıtımı üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Bütüncül kentsel planlama,
planlama araçları, tarımsal ve doğal koruma alanlarının korunması, işlevsel
kimliğinin sürdürülmesinin sağlanması, yerel gıda üretiminin teşvik edilmesi,
ulaşımın bütüncül planlanarak kırsal alanlar üzerinde baskı aracı olarak değil,
erişim açısından iyileştirilme odaklı kullanılması önem kazanmaktadır.
Kentsel gıda krizi dengesiz beslenme, yetersiz beslenme, obezite gibi
olağandışı sağlık sorunlarına, düşük gelirli ailelerde sağlıklı gıda erişimine
sair sorunlara, toplumsal huzursuzluğa ve sosyal çatışmalara neden
olabilmektedir. Kentler tüketimin de getirisi ile gıda atıklarının büyük
miktarlarda oluştuğu yerlerdir. Tüketilemeyen, bozulan gıdaların atılması,
dönüştürülmesi ya da yeniden planlanması da önemli kentsel problemlerden
bir tanesidir. Atık gıda sorunu diğer atıklar gibi hem kaynak israfıdır hem
de çevresel sorunlara yol açmaktadır. Gıda zinciri üzerindeki baskılar gıda
üretiminden tüketiciye ulaşana kadar olan süreçteki sorunları artırabilir.
Taşıma, depolama ve dağıtım gibi aşamalarda sıkıntılar yaşanabilir. Buna
karşın sürdürebilir gıda tedarik zincirleri oluşturmak, yerel gıda üretimini ve
dağıtımını sağlamak ve kent içi üretim alanlarının planlarda üretilmesi için
çeşitli yöntemlerin oluşturulması gerekmektedir. Bu nedenle, kentsel tarım
alanlarının geliştirilmesi veya kullanımının değiştirilmesiyle ilgili çatışmaları
bertaraf edecek kapsamlı çözümler önem kazanmaktadır. Bunlardan
bir tanesi, çatı bahçeleri veya topluluk bahçeleri gibi uygulamaların
yaygınlaştırılması için altyapı yatırımları gerekebilir. Sürdürülebilir tarım
uygulamaları, su kullanımını optimize etmek, gibi çözümler önerilmektedir.
Sentetik et üretimi, hidroponik, aeroponik tarım yetiştiriciliği, dikey tarım,
168 | Kentlerde Gıda Krizi
topraksız tarım uygulamaları gıda krizine karşı alternatif çözümler arasında
sunulmaktadır (Dağ ve Akbağ, 2022).
Gıda krizine karşı kentsel tarımı çözüm olarak sunarken gıda zincirine
ait üreticiler, tüketiciler ve perakendeciler gibi tüm paydaşların arasında
güvenliği artırmak ve belki de tek) stratejinin her zaman kent tarımı
olmayabileceğinin düşünülmesi gereklidir (Sonnino, 2009: s. 428). Kentler
ve kırsal alanlar arasında ayrılıklar olduğu kadar karşılıklı ilişkiler de vardır
(Van der Ploeget ve diğerleri, 2008; Redwood, 2009: s. 14). Kırsal alanların
kentsel ihtiyaçların etkileşiminde yeniden biçimlenme yaşayabileceğinin de
düşünülmesi gereklidir (Sonnino, 2009: s. 428). Bu süreçte karar alıcılar,
ziraat ve toprak mühendisleri kadar kent plancılarına da kentlerin gıda
krizi ve çözüm önerileri doğrultusunda arazi kullanımı değişimlerinin nasıl
olacağı ve yer seçimlerinin belirlemeleri kapsamında büyük sorumluluklar
düşmektedir.
Gizem Erdoğan Aydın | 169
KAYNAKÇA
Adenaeuer L., & Banerjee C. (2014). Up, up and away! The economics of ver-
tical farming. Journal of Agricultural Studies, 2 (1), 40-60. https://doi.
org/10.5296/jas.v2i1.4526
Arkon, C. (2006). Şehir planlama/Tasarım sözlüğü. Meta Basım Matbaacılık.
Avgoustaki, D. D., & Xydis, G. (2020). How energy innovation in indoor ver-
tical farming can improve food security, sustainability, and food safety?
Marc J. Cohen (Ed.), Advances in Food Security and Sustainability - Volume
5, içinde (ss. 1–51), Elsevier.
Al-Kodmany, K. (2018). The Vertical Farm: A Review of Developments and
Implications for the Vertical City. Buildings, 8 (2): 24, 1-36. https://doi.
org/10.3390/buildings8020024
Black, B. C. & Weisel, G. J. (2010). Global warming: Historical guides to contro-
versial issues in America. Greenwood Publishing Group.
Çınar, T. (2000). Bahçekent Modelinin Düşünsel Kökenleri ve Kentbilime Kat-
kıları. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 55 (1), 27-51.
Courbusier, L. (1987). The City of To-Morrow and Its Planning. New York,
NY: Dover.
Dağ, M. M., & Akbay, C. (2022). Sürdürülebilir Tarımsal Uygulamalar ile Kü-
resel Gıda Krizine Karşı Alternatif Çözümler. Tarım Ekonomisi Araştırma-
ları Dergisi, 8 (2), 101-113.
Despommier D. (2009). Growing skyscrapers: The rise of vertical farms. Scien-
tific American, 301 (5), 80-87.
Despommier, D. (2011). The vertical farm: controlled environment agriculture
carried out in tall buildings would create greater food safety and security
for large urban populations. Journal für Verbraucherschutz und Lebensmit-
telsicherheit, 6, 233–236. https://doi.org/10.1007/s00003-010-0654-3
FAO (1983). World food security: A reappraisal of the concepts and approaches. Di-
rector General’s Report. Food and Agriculture Organization of the Unit-
ed Nations
FAO (2003). Trade reforms and food security - Conceptualizing the linkages. Food
and Agriculture Organization of the United Nations. https://www.fao.
org/3/y4671e/y4671e.pdf
FAO (2022). The state of food security and nutrition in the World 2022 - Repur-
posing food and agricultural policies to make healthy diets more affordable.
Food and Agriculture Organization of the United Nations. https://doi.
org/10.4060/cc0639en
Gürlük, S., & Turan, Ö. (2008). Dünya gıda krizi: Nedenleri ve etkileri. Uludağ
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 22 (1), 63-74.
170 | Kentlerde Gıda Krizi
Halweil, B. & Nierenberg, D. (2007) Farming the cities. L. Starke (Ed.), State
of the World 2007: Our urban future, içinde (ss. 48–63). The WorldWatch
Institute.
Hawkes, C., & Halliday, J. (2017). What makes urban food policy happen? Insights
from five case studies. International Panel of Experts on Sustainable Food
Systems. https://openaccess.city.ac.uk/id/eprint/19325/
Hodgson, K., Campbell, M.C., & Bailkey, M. (2011). Urban agriculture: Grow-
ing healthy, sustainable places. Planning Advisory Service Report. Ameri-
can Planning Association.
Kanbak, A. G. (2018). Endüstriyel tarımın ekolojik krizine karşı kentsel tarım
bir çözüm olabilir mi?. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 18(3),
193-204.
Keleş, R. (1998). Kentbilim terimleri sözlüğü. İmge Kitabevi.
Kılavuz, E., & Erdem, İ. (2019). Dünyada tarım 4.0 uygulamaları ve Türk tarı-
mının dönüşümü. Social Sciences, 14 (4), 133-157.
Koc, M., MacRae, R., Mougeot, L. J. A. & Welsh, J. (1999). Introduction:
Food security is a global concern. M. Koc, R. MacRae, L. J. A. Mougeot
& J. Welsh (Eds.), For hunger-proof cities: Sustainable urban food systems,
içinde (ss. 1-10). International Development Research Centre.
Market Ventures, Inc., Karp Resources, The Center for Health & Public Service
Research at New York University (2007). School food plus: Evaluation. (In-
terim). Market Ventures, Inc.
Marsden, T. (2013). Contemporary food systems: managing the capitalist co-
nundrum of food security and sustainability. A. Murcott, W. Belasco,
& P. Jackson (Eds), The handbook of food research, içinde (ss. 135–147).
Bloomsbury Publishing.
Mendes, W. (2007). Negotiating a place for “sustainability” policies in munici-
pal planning and governance: The role of scalar discourses and practices.
Space and Polity, 11 (1), 95-119.
Minten, B., Reardon, T., & Chen, K. Z. (2017). Agricultural value chains: How
cities reshape food systems. 2017 Global Food Policy Report, içinde (ss. 42-
49). International Food Policy Research Institute (IFPRI). https://doi.
org/10.2499/9780896292529_05
Morgan, K., & Sonnino, R. (2010). The urban foodscape: world cities and the
new food equation. Cambridge Journal of Regions, Economy and Society, 3,
209-224. https://doi.org/10.1093/cjres/rsq007
Mougeot, L. J. A. (1999). For self-reliant cities: Urban food production in a
globalizing south. M. Koc, R. MacRae, L. J. A. Mougeot & J. Welsh
(Eds.), For hunger-proof cities: Sustainable urban food systems, içinde (ss.
11-25). International Development Research Centre.
Gizem Erdoğan Aydın | 171
Rasouli, S. (2012). Sürdürülebilir Kentsel Tasarımda Kentsel Tarımın Rolü,
“İstanbul Örneği” [Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi]. İstanbul Teknik
Üniversitesi.
Redwood, M. (Eds.) (2009). Agriculture in urban planning: Generating live-
lihoods and food security. International Development Research Centre
- Earthscan
Sonnino, R. (2009). Feeding the city: Towards a new research and planning
agenda. International Planning Studies, 14 (4), 425-435.
United Nations (UN) (1975). Report of the World Food Conference. United Nati-
ons Publications. https://digitallibrary.un.org/record/701143
USB (2017). The future of the Western Cape’s agricultural sector in the context
of the Fourth Industrial Revolution. University of Stellenbosch Business
School. https://www.stellenboschbusiness.ac.za/management-review/
news/2018-06-01-future-western-capes-agriculture-context-fourth-in-
dustrial-revolution
173
Bölüm 8
Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de
Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet
Uygulamaları
Yasin Taşpınar1
Bora Balun2
Özet
Afet dönemleri insanların fiziksel, ruhsal ve ekonomik bakımdan olumsuzluklar
yaşadığı, günlük yaşamlarına olağan şekilde devam edememelerine yol açan
kriz durumları bakımından kentlerdeki toplumsal yaşamı çeşitli derecelerde
etkilemektedir. Afete bağlı bu kriz dönemleri yönetimsel yükler ve zorluklara
da neden olmakta, afetleri merkezi ve yerel yönetimler için önemli bir tedbir
ve müdahale konusu haline getirmektedir. Türkiye’nin üzerinde bulunduğu
coğrafi alan tarih boyunca afetlerin meydana geldiği, üzerinde yaşayanların
bunların sonuçlarını deneyimlediği bir yerdir. Bu bakımdan, Türkiye’de
olası afetlerin sonuçlarına müdahale etmek kadar, afetler karşısında önlem
almaya dönük tedbirlerin de uygulandığı çok katmanlı, önleyici ve stratejik
bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Son yıllarda devreye alınan mevzuat
ve politikalar bu yolda önemli bir mesafe alındığını göstermektedir. Bu
çalışmada da afetlerin kentler ve kriz kavramı ile ilişkisi ve Türkiye’nin doğal
afetlerle ilgili deneyimleri ve mevut durumu ile ülkedeki afet yönetimi anlayışı
ve afet sonrası döneme ilişkin sosyal devlet uygulamaları ele alınacaktır.
Çalışmanın sonuç bölümünde ise doğal afetler bağlamında kamu sosyal devlet
uygulamaları ve kamu yönetimi uygulamalarına ilişkin değerlendirmelere yer
verilecektir.
1 Doç. Dr., Karabük Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, yasintaspinar@karabuk.
edu.tr, ORC-ID: 0000-0002-4116-9801
2 Dr. Öğr. Üyesi, Karabük Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, borabalun@karabuk.
edu.tr, ORC-ID: 0000-0002-4933-2271
https://doi.org/10.58830/ozgur.pub269.c1091
174 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
GİRİŞ
İnsan topluluklarını etkileyerek onların yerel imkân ve kaynaklarla
üstesinden gelemeyeceği büyüklükte “fiziksel, ekonomik, sosyal ve çevresel”
kayıplara neden olarak, normal yaşam ve insan faaliyetlerinde durma ya da
kesintiye uğrama sonuçlarına neden olabilen “doğal, teknolojik veya insan
kökenli olayların sonuçlarına” afet denilmektedir (MEDAK, tarihsiz).
Pek çok kaynakta (Drabek, 1996: s. 2; Akyel, 2005: s. 16) yakın ifadeler
üzerinden tanımlanan afet kavramının odak noktasında insanın yer aldığını,
dolayısıyla tanımların homosentrik bir bakış içerdiğini ileri sürmek oldukça
makuldür. Nitekim, tanımdan da anlaşılacağı üzere bir insanî, teknolojik
veya doğal olayın afet olarak nitelendirilmesi için insan topluluğu ya da
topluluklarını olumsuz etkilemiş, hayat akışlarında kayıp ya da kesintiye
yol açmış -bir başka ifadeyle, kriz ortaya çıkarmış- olması gerekmektedir.
Günümüzde insanoğlunun baskın yaşam biçiminin kentlerde sürdüğü gerçeği
ile birlikte ele alındığında (Genç, 2007: s. 388-389), afet olgusu ve afet
yönetimi kavramının da kentleşme ile yakından ilişkili olduğu görülecektir.
Bununla birlikte afetler aynı zamanda “belirsizlikler” içeren, çeşitli şekillerde
ve düzeylerde “tehditlerin” ortaya çıktığı, “zaman baskısının” yoğun şekilde
hissedildiği “beklenmedik/sürpriz” durumlar anlamında yönetilmesi kolay
olmayan kriz dönemleridir (Büyükkaracığan, 2016: s. 198). Dolayısıyla
afetler kentsel bölgelerin çoğunlukta olduğu yaşam alanlarını ilgilendiren
önemli yönetsel kriz durumları olmaları bakımından kamu yönetimi disiplini
ile yasal ve idarî düzenlemelere konu olmaktadır.
Doğal afetler ülkemizi de can ve mal kaybı yönüyle etkilemekte olup,
bu kayıplar içerisinde en yüksek ağırlığa sahip olan, sonuçları bakımından
en yıkıcı doğal afet, deprem olarak göze çarpmaktadır. Üstelik afetlere
bağlı kayıplar hesaplanırken çoğu zaman sebep oldukları doğrudan
zararlar hesaplandığından, işgücü ve üretim kayıpları gibi zamana yayılan
hasarlar hesaba dahil edilmemektedir (Dölek, 2016: s. 315). Dahası afet
sürecine maruz kalıp hayatına devam eden insanların yaşadıkları travmalar,
yaralı kurtarılan afetzedelerin afet sonrası dönemdeki koşulları, afete bağlı
nedenlerle oluşan göçler gibi pek çok unsur da afet gündemi sıklıkla yenilenen
ülkemizde yoğun şekilde takibi yapılmayan konular arasındadır. Yine afet
sonrası dönemde toplumsal düzeyde psikolojik sorunlar, güvensizlik ve
belirsizlik duyguları da ortaya çıkabilmekte olup, bu durum fiziksel ve
ruhsal çöküntülere yol açabilmektedir (Köse ve Küçükcan, 2006: s. 15). Bu
bakımdan afetler ortaya çıktıkları dönemlerde başa çıkılması gereken krizler
olduğu kadar, ortaya çıkmadan önce kendilerine karşı tedbirli olunması
gereken durumlardır (Şahin, 2020: s. 130). Ülkemizin de içinde bulunduğu
afet-yoğun alanlarda her iki yaklaşımın bir arada yürütüldüğü bir tedbir
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 175
ve mücadele anlayışının olası kayıp ve yıkımlar ile afet sonrası travmaları
azaltmada etkili olabileceği düşünülmektedir.
Bu çalışmada kriz, afet ve kent kavramları odak noktasında olmak
üzere; ilk olarak Türkiye’de doğal afetlerle ilgili deneyimlerin yoğunluğuna
ilişkin değerlendirmeler ile ülkemizin bu noktadaki konumu ele alınacaktır.
Ardından Türkiye’nin afet yönetimi anlayışı ve afet sonrası uygulamalar, son
dönemde yapılan düzenlemeler ve süreçler ile ilgili yasal mevzuata yansıyan
yaklaşım bağlamında ele alınacaktır. Çalışmanın sonuç bölümünde literatür
ve mevzuat incelemesine dayalı nitel bir çalışma hüviyetindeki araştırmadan
elde edilen çıkarımlar paylaşılacaktır.
TÜRKİYE VE DOĞAL AFETLER
İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD)
“Türkiye’de Afet Yönetimi ve Doğa Kaynaklı Afet İstatistikleri” başlıklı
kurumsal yayınında verilen haritadan 1980-2017 aralığında Türkiye’nin
milyonda 6-25 arası afet kaynaklı ölüm oranı ile üst-orta derecede afet
nedeniyle ölüm riski barındırdığı anlaşılmaktadır. İlgili aralık bakımından
olmak üzere, risk yönetimi endeksinde tehlike ve maruziyet bakımından
191 ülke içinde 9. sırada bulunan Türkiye, zarar görebilirlik noktasında
46, ve baş etme eksikliğinde 140. sırada yer almıştır. Bu durum ülkemizin
doğal afetler noktasında riskli bir alanda bulunmakla birlikte bu durumun
üstesinden gelme noktasında başarılı sayılabilecek bir durumda olduğuna
işaret etmektedir (AFAD, 2018: s. 10). Diğer yandan Avrupa Komisyonu
internet sitesinden edinilen 2017 sonrası 2018-2024 dönemine ilişkin
veriler incelendiğinde risk azaltma puanı 2,1 düzeyinde sabit ve INFORM
endeksi 4,5-4,9 aralığında, afetle başa çıkma kapasitesi eksikliği 3,1-3,2
aralığında seyrederken; doğal afetlerden etkilenen nüfus oranı %1 düzeyinin
altını ifade eden 0 düzeyinden %10,9 düzeyine yükselmektedir (European
Commission, 2023). AFAD’ın 2020 ve 2022 yıllarına ilişkin doğa kaynaklı
olay istatistikleri (AFAD, 2021; AFAD, 2023d) ise her iki yılda da diğer
olayların ardından depremin en yüksek oranlara sahip olduğunu, heyelan,
sel baskını ve çığ gibi doğa olaylarının da bir artış trendinde olduğunu
göstermektedir. Bahse konu istatistiksel veriler, ülke insanlarının yüzleştiği
doğal afet gerçeğinin onların hayatlarında ne denli önemli bir yere sahip
olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Konuya ilişkin bir diğer
önemli husus ise 2020 yılında 905 iken 2022 yılında 22.982’ye yükselen
doğa kaynaklı olayların iklim değişikliği gibi gelişmelerin de etkisinde
olduğuna ve doğal afetlerin gelecek yıllarda da toplum gündemdeki yerini
koruyacağına işaret etmesidir.
176 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
Esasen Asya, Avrupa ve Afrika kıta uzantılarının kesiştiği bir köprü (Çamaş
ve Turan, 2023: s. 241) konumundaki bir yarımada olan Türkiye, “jeolojik/
jeomorfolojik yapısı ve meteorolojik özellikleri nedeniyle” sıklık bakımından
ilk sırada depremler (Bahadır ve Uçku, 2018: s. 31) (% 64) ve ardından
heyelan (% 16) ve sel/su baskınları (% 15) olmak üzere doğal afetlerle
sıkça karşılaşan ülkelerden biri olup, afetlere bağlı kayıplar bakımından
OECD ülkeleri içinde ilk sıralarda yer almaktadır (Eyidoğan, 2012: s. 15;
Dölek, 2016: s. 315). Nitekim tarih boyunca ülkemizin yerleşik bulunduğu
alanda yaşayan topluluklar doğal afet deneyimine yabancı kalamamışlar, bu
kapsamdaki olaylar ile karşılaşmışlardır. Şöyle ki:
Anadolu’da yaşamış Hitit uygarlığının bir deprem felaketi sonucunda
tarih sahnesinden silindiği yönünde görüşler (Gürel ve Uzunlar, 2004:
s. 245-246),
Asurlulardan günümüze ulaşan yazıtlarda dahi depremler, seller,
kuraklık ve yangınlar gibi afetler ve sonuçlarından bahsediliyor olması
(Mandacı, 2020),
Türklerin ayak bastıkları günlerde de afetlerin eksik olmadığı
Anadolu’da (Subaşı, 2015) 1888 sonrası Osmanlı Dönemi’nde tek
başına Gümüşhane Sancağı’nda meydana gelen kuraklık ve sel başta
olmak üzere doğal afetlerin bile 15 başlıkta ele alınabilecek sıklıkta
olduğu (Demir, 2008),
Yine İzmir’de 1909-2005 yılları arasında 12 önemli deprem meydana
geldiği (Tınal, 2011),
1900-2003 yılları arasındaki 50’nin üzerindeki depremde 83.908
kişinin ve 1955-2002 yılları arasında 1308 su baskını olayında 1.235
kişinin hayatını kaybetmiş olması (JICA, 2004: s. 8),
Kısa sayılabilecek 1992-2003 arası 12 yıllık zaman diliminde ve
yalnızca deprem, su baskını, çığ ve heyelanlardan oluşan 55 olayda
19.964 can kaybı ve yaklaşık 17,5 milyar dolarlık bir maddi kaybın
yaşanmış olması (JICA, 2004: s. 27),
11 ili etkileyip yüzyılın felaketi olarak da adlandırılan 06.02.2023
tarihli Kahramanmaraş merkezli depremde 48.000’in üzerinde can
kaybının meydana gelmesi (T. C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe
Başkanlığı, 2023: s. 6),
şeklinde detaylara fazla inmeksizin örneklendirilebilen veriler bu
durumu açıkça göz önüne sermektedir. Hal böyleyken, Orta Asya’dan bu
topraklara göçmüş ve bu denli zorlu olduğu anlaşılan bir alanı yurt edinmiş
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 177
olan atalarımızın yaşadıkları alanı terk ederek geldikleri bu coğrafya,
eski yurtlarından daha az tehlikeli durmamaktadır. Diğer yandan, tüm
zorluklarına rağmen coğrafyanın ülke insanına sunduğu diğer nimetlerin
-deyim yerindeyse- vergisini daha az sancılı süreçlerle ödemek de mümkün
durmaktadır. Bu amaçla afetler ile topyekun bir mücadele stratejisi
geliştirmek, var olan tedbirlere yenilerini ekleyerek geliştirmek (Çamaş ve
Turan, 2023: s. 251), riski göğüsleyerek başa çıkmak yanında riski gerekli
teknolojik olanaklardan da yararlanarak yönetmek (Coşandal ve Partigöç,
2022) ve azaltmak yönünde bir yaklaşım benimsemek gerekmektedir
(Kurada ve diğerleri, 2023: s. 25). Nitekim Wisner ve diğerlerinin (2003)
modeli üzerinden Genç’in (2007) aktardığı afetlere bağlı hasar görebilirlik
neden grupları:
Temel nedenler: ekonomik, demografik ve politik konuların başı
çektiği yönetsel ve sosyo-ekonomik temelli nedenler,
Dinamik baskılar: yerel yönetim, eğitim, yatırım(sızlık)lar, nüfus
değişimi ve kentleşmenin yol açtığı baskılar,
Güvenli olmayan koşullar: tehlikeli fizikî çevre; denetimsizlik; yerel
ekonomi ve gelir düzeyine dayalı riskler; sosyal, kurumsal ve grupsal
riskler; kamu kurumlarının hazırlıksızlığı ve bilgisizliğidir.
Dolayısıyla afetlerden en yüksek düzeyde etkilenebilecek gruplar ve
alanlarda olası hasarı “önleyici” tedbirler alınarak, esnek ve katılımcı kentsel
dönüşüm stratejilerinin önünün açılması (Öztürk ve diğerleri, 2023: s. 14),
kentsel alanların afet sırasında ve sonrasında yürütülecek süreçlerde en iyi
şekilde değerlendirilmesi (Türer-Başkaya, 2023: s. 61), direnç geliştirme ve
gösterme kapasitesi yüksek kentlerin inşa edilmesi (İrdem ve Mert, 2023:
s. 244), insan kaynaklı ya da insan varlığını tehdit eden durumlara karşı
stratejik planların olayların öncesinde hazırlanması (Karabulut ve Baran,
2023: s. 102), dönemsel ve periyodik doğal afet potansiyellerinin titizlikle
takip edilmesi (Özcan, 2006: s. 49), afet ve acil durum yönetiminde siyasi
ve gerektiği ölçüde siyaset üstü çalışmaların yapılması (Çabuk, 2020: s.
203) gibi proaktif yöntemler oldukça makul durmaktadır. Türkiye’nin bu
kapsamdaki gelişmesi göz doldurmakla birlikte, toplam kalite yaklaşımında
olduğu gibi kabul edilebilir bir düzey yerine “sıfır hasar” ve “sıfır kayıp”
hedefinin esas alınması ve süreklilik arz eden süreç iyileştirmeleri başarı
ihtimalini artıracaktır.
TÜRKİYE’NİN AFET YÖNETİMİ ANLAYIŞI
Türkiye’de Cumhuriyet dönemi afet yönetimi anlayışının gelişim
seyri dönemler arasında farklılık arz etmektedir. Örneğin, Birinci Dönem
178 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
(1944 yılı öncesi) yasal mevzuatın gelişimi ve kurumsal yapılanmanın
temel örneklerini içermektedir. İkinci Dönemde (1944-1958 yılları arası)
ilk kez afet risklerinin azaltılması ve hazırlık faaliyetlerine yönelik tedbirler
oluşturulmaya başlanmıştır. Üçüncü Dönemde (1958-1999 yılları arası)
önemli mevzuat değişiklikleri yapılmış (7269 S.K.) ve yeni kurumsal
yapılanmalara (Afet İşleri Genel Müdürlüğünün kurulması) gidilmiştir.
Dördüncü Dönemde (1999 yılı sonrası) ise oldukça köklü değişimler
ortaya çıkmıştır (AFAD, 2018: s. 16-24). Nitekim 2009 yılına kadar afet
ve acil durumlara yönelik hizmetler, farklı bakanlıkların bünyesinde faaliyet
gösteren üç farklı müdürlük tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır. Bu
yaklaşım, afet ve acil durumların hem yönetiminde hem de müdahalesinde
koordinasyon sorunlarına neden olurken, söz konusu hizmetlerin zamanında
ve etkin şekilde yerine getirilmesi noktasında bazı problemlere neden
olmuştur. Diğer yandan, 1999 Marmara depremi afet ve acil durumların
yönetilmesine yönelik bu anlayışı değiştirmiş; afetlerin önlenmesi, afetlere
hazırlık, müdahale ve iyileştirme aşamalarına yönelik afet yönetimi yaklaşımı
farklı bir çizgiye taşınmıştır. Bu anlayışa işlerlik kazandırmak ve desteklemek
üzere yasal mevzuat yeniden ele alınmış ve önemli politika değişikliklerine
gidilmiştir. Özellikle 17.06.2009 tarih ve 27261 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren 5902 sayılı Afet ve Acil Durum Yönetimi
Başkanlığı ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun bu alanda önemli bir
etki yaratmıştır. Bu kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte, farklı bakanlıkların
bünyesinde faaliyet gösteren ve üç farklı müdürlük halinde teşkilatlanmış olan
İçişleri Bakanlığı’na Bağlı Sivil Savunma Genel Müdürlüğü, Başbakanlık’a
Bağlı Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü ve Bayındırlık ve
İskân Bakanlığı’na Bağlı Afet İşleri Genel Müdürlüğü kapatılmıştır. Bu
kuruluşların görev, yetki ve sorumlulukları Afet ve Acil Durum Yönetimi
Başkanlığına (AFAD) devredilmiştir. Gerçekleştirilen bu değişiklikler ile
farklı kurumlar arasındaki koordinasyon sorunu aşılmaya çalışılmış, yerel
yönetimler, kamu kuruluşları, sivil toplum örgütleri gibi farklı seviyelerdeki
afet yönetimi paydaşlarının görev, yetki ve sorumlulukları daha belirgin bir
çizgiye taşınmıştır (AFAD, 2018: s. 28).
AFAD Başkanlığı, afet ve acil durumların etkin şekilde yönetilmesinden
sorumlu ve bu anlayışı tamamlayıcı nitelikteki faaliyetleri planlayan,
yönlendiren, destekleyen ve koordine eden bir kurumdur. 15 Temmuz 2018
tarih ve 4 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile İçişleri Bakanlığı’na
bağlı kuruluş olarak tanımlanan AFAD Başkanlığı’nın amacı ve kapsamı, “afet
ve acil durumlar ile sivil savunmaya ilişkin hizmetlerin ülke düzeyinde etkin
bir şekilde gerçekleştirilmesi için gerekli önlemlerin alınması ve olayların
meydana gelmesinden önce hazırlık ve risk azaltma, olay sırasında yapılacak
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 179
müdahale ve olay sonrasında gerçekleştirilecek iyileştirme çalışmalarını
yürüten kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonun sağlanması, yurt
içinde ve yurt dışında insani yardım operasyonlarının yapılması ve koordine
edilmesi ile bu konularda politika önerilerinin geliştirilmesi ve uygulanması”
olarak belirlenmiştir (15.07.2018 tarih ve 30479 sayılı Resmi Gazete). Bu
minvalde AFAD’ın Misyonu, “Afet ve acil durumlara ilişkin süreçlerin etkin
yönetimi için gerekli çalışmaları yürütmek, ilgili kurum ve kuruluşlar arasında
koordinasyonu sağlamak ve bu alanda politikalar üretmektir” (AFAD, 2019:
s. 14-18).
AFAD Başkanlığı’nın afet ve acil durum yönetimi; afet öncesi, sırası ve
sonrası olmak üzere üç farklı aşamanın bir arada ele alındığı; önleme, zarar
azaltma, hazırlık, müdahale ve iyileştirmeyi kapsayan dört temel prensibe
dayanmaktadır. Bu doğrultudaki faaliyetlerin planlanması, koordinasyonu
ve uygulanması amacıyla afet yönetiminin farklı seviyelerindeki aktörler
bir arada düşünülmektedir. Bu çerçevede, yeni bir afet yönetim modeli
benimsenmiş ve olay meydana geldikten sonra müdahaleyi esas alan kriz
yönetimi yaklaşımı yerine olay meydana gelmeden önce gerekli tedbirleri
esas alan risk yönetimi yaklaşımına geçilmiştir. Bütünleşik Afet Yönetimi
Sistemi olarak adlandırılan bu modelde, afet ve acil durumların olası
zararlarının önlenmesi amacıyla tehlike ve risklerin önceden tespiti ve
olası zararların afet meydana gelmeden önceki aşamada önlenmesi veya
bunları asgari düzeye indirecek tedbirlerin alınmasını, etkili bir müdahale
anlayışının yerleştirilmesini ve koordinasyonun sağlanmasını, afet sonrası
aşamasındaki iyileştirme çalışmalarının ise bütünlük anlayışıyla yürütülmesi
öngörülmektedir (AFAD, 2023c). Bu yaklaşımın entegrasyonunda AFAD
birçok enstrüman kullanmakta olup, Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP)
bunların en önemlisidir.
2011 yılında meydana gelen Van depremi sonrasında, müdahale
hizmetlerine yönelik faaliyet, yaklaşım, mevzuat ve politikaların ihtiyaç
ve tespitler doğrultusunda güncellenmesi gerektiği fikri ortaya çıkmıştır.
Depremde görev alan ve konunun tarafı diğer paydaşların katılımıyla 2013
yılında Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği yayımlanmıştır
(26.08.2013 tarih ve 2013/5703 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı). Aynı
yönetmelik 2022 yılında yürürlüğe giren Afet ve Acil Durum Müdahale
Hizmetleri Yönetmeliği ile değiştirilmiştir (24.02.2022 tarih ve 31760
sayılı Resmî Gazete). TAMP’ı, bu yönetmelik doğrultusunda hazırlanan bir
planlar bütünü olarak nitelendirmek mümkündür.
TAMP, “afet ve acil durumlara müdahalede ihtiyaç duyulabilecek
kapasiteyi ulusal ve yerel düzeyde planlamak, bu kapasitenin olay bölgesine
180 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
hızlı ve etkin bir şekilde ulaştırılmasını ve kullanılmasını sağlamak,
müdahale hizmetlerini ve bu hizmetlerin koordinasyonundan sorumlu ana
ve destek çözüm ortaklarının ve yerel düzeyde sorumlu birimlerin, görev
ve sorumlulukları ile planlama esaslarını belirlemek” (Afet ve Acil Durum
Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği, Md. 1) gibi oldukça geniş düzlemde
tanımlanmış bir amaca sahiptir. Dolayısıyla TAMP’ın afet ve acil durumlara
müdahalenin ana omurgasını oluşturduğunu söylemek mümkündür.
TAMP, afet ve acil durumlara müdahalede görev alacak bakanlıklar, kamu
kurum ve kuruluşları, valilikler, kaymakamlıklar, özel ve özerk kuruluşlar, sivil
toplum kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişileri, bunların görev ve sorumlulukları
ile bunlar arasındaki iş birliği, koordinasyon ve karşılıklı yardımlaşmaya dair
ve işlemleri kapsamaktadır (Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri
Yönetmeliği, Md. 2). TAMP ile entegre bir planlama anlayışı benimsenmiş
olup, afet esnasındaki operasyon risklerinin asgari düzeye indirecek şekilde
kurgulanmıştır. Bu sistemde afet yönetimi, yerel ve ulusal düzeyde ayrı ayrı
düşünülmüştür. Her iki yaklaşımda da farklı hizmetler altında çalışma grupları
oluşturulmuş, rol ve sorumluluklar çalışma gruplarının özelliğine ve niteliğine
göre ana çözüm ortağı olan ilgili kurum ve kuruluşlara dağıtılmıştır. Aynı
şekilde ana çözüm ortağının koordinasyonunda çalışmalarda yer almak üzere
destek çözüm ortakları belirlenmiştir. Bununla birlikte AFAD Başkanlığı
TAMP sisteminin merkezdeki genel koordinasyonundan, İl Afet ve Acil
Durum Müdürlükleri ise yerel düzeydeki koordinasyonundan sorumludur.
Türkiye Afet Müdahale Sistemi’nin işlerliği, Afet ve Acil Durum Yönetim
Merkezleri üzerinden sağlanmaktadır (TAMP, 2023).
TAMP’ın hedefleri dikkate alındığında; daha fazla hayat kurtarmak,
kesintiye uğrayan hayatı ve faaliyetleri en kısa sürede normale döndürmek,
müdahale çalışmalarını hızlı ve planlı bir şekilde gerçekleştirmek, halk
sağlığını korumak ve sürdürmek, mülkiyet, çevre ve kültürel mirası
korumak, ekonomik ve sosyal kayıpları azaltmak, ikincil afetleri önlemek ya
da etkilerini azaltmak, kaynakların etkin kullanımını sağlamak gibi sosyal,
kültürel, ekonomik, vb. çok bileşenli bir anlayışı içerisinde barındırdığı
anlaşılmaktadır. TAMP’ın temel ilkeleri de hedeflerin tamamlayıcısı olarak
düşünülmüş olup, kapsamlı olması (hazırlık, müdahale, ön iyileştirme
aşamaları), her tür ve ölçekteki tehlikeleri kapsaması, tüm ana ve destek çözüm
ortaklarının rol ve sorumluluklarını içermesi, ulusal, bölgesel ve yerel afet
müdahale kapasitesini anında harekete geçirmeyi esas alması, etkili planlama,
esnek ve ölçeklenebilir yapı, iyileştirme ve geliştirme, koordinasyon, işbirliği
ve dayanışma, bilgi yönetimi ve iletişim, ilgili mevzuata uygunluk gibi geniş
bir perspektif dikkati çekmektedir (AFAD, 2018: s. 35).
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 181
AFET SONRASINA YÖNELİK SOSYAL DEVLET
UYGULAMALARI
Sosyal devlet, “Ekonomi politikalarını sosyal politikalarla birlikte
düşünen, sosyal refahın arttırılması ve toplumsallaşmasını sağlama çabasında
olan, sosyal adaletin sağlanması için piyasalara aktif ve kapsamlı bir müdahale
öngören devlet anlayışı” şeklinde tanımlanabilecek bir kavramdır (Bedir,
2013: s. 9). Fakat bu tanımın da ötesinde, sosyal devlet, yalnızca temel hakları,
kişisel ve ekonomik özgürlükleri hukuk devleti ilkesi doğrultusunda garanti
altına almakla yetinmeyip, toplumsal gruplar arasında eşitlik sağlamak ve
bir anlamda toplumsal denge yaratmak amacıyla maddi ve manevi tedbirler
alan demokratik bir devlettir (Friedrich Ebert Vakfı, 2013: s. 8). Zira sosyal
devlet, toplumu oluşturan sınıflar arasında ekonomik ve sosyal denge kurma
düşüncesinden doğmuştur. Burada devlete mevcut sosyoekonomik düzene
yeni bir şekil verme yetki ve sorumluluğu yüklenmektedir. Bu maksatla
toplum içerisinde zayıf durumda olan kesimleri koruyucu önlemler alınır ve
bu bağlamda sosyal devletin amacı, toplumun tüm kesimlerine insan onuruna
yaraşır asgari bir yaşam standardı sunmaktır (Talas, 1967: s. 227-228). Bu
amaçla devlet, bir yandan bazı görevler üstlenip sosyal devlet ilkesine işlerlik
kazandırırken, diğer yandan bu hakların korunması amacıyla bireylere de
bazı sorumluluklar yüklemektedir (Koray ve Topçuoğlu, 1995: s. 64-65).
Nihayetinde sosyal devlet anlayışıyla ulaşılmak istenilen noktanın veya
temel amacın sosyal refah ve sosyal adalet olduğunu söylemek mümkündür.
Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti ilke olarak devlet-birey eksenli hak
ve yükümlülüklerin karşılıklı olarak uygulanması noktasında sosyal devlet
anlayışını benimsemiş olup, Devlet bu konudaki yetki ve sorumluluğun
kaynağını T.C. Anayasası’ndan almaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesi bu konudaki temel referans noktasıdır, sosyal
devlet olgusu devletin temel nitelikleri arasında gösterilmektedir ve “Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen
temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir”
ifadeleriyle Anayasa’da karşılık bulmaktadır. Bununla birlikte söz konusu
yaklaşım devletin amaç ve görevleri arasında sayılırken, Anayasanın 5.
maddesinde getirilen “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin
bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve
demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için
gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır” şeklindeki hükümlerle sosyal devlete
182 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
daha ileri sorumluluklar atfedilmektedir. Fakat bu konudaki sorumlulukların
da bir sınırı bulunmaktadır. Nitekim Anayasanın 65. Maddesinde bu alandaki
görevlerin uygun önceliklere göre belirlenmesi gerektiği yaklaşımı öne
çıkmakta ve mali kaynakların imkân tanıdığı ölçüde sosyal devlet ilkesinin
işletilebileceği vurgulanmaktadır.
Herkesin içerisinde yaşadığı toplumun imkanlarına uygun bir yaşam vaat
eden ve kendisini bu konuda görevli bilen sosyal devlet anlayışında; devlet,
sosyal barış ve adaletin sağlanması noktasında ekonomik ve sosyal yaşama aktif
müdahaleyi meşru kabul eder ve bunu gerekli görür. Bu ilkeyi benimseyen
devletler, vatandaşlarının sosyal konumlarını güçlendirmek ve insan onuruna
yaraşır bir yaşam sağlamak konusunda kendilerine sorumluluklar yüklerler
(Altan, 2007: s. 13). Yukarıda zikredilen, devletin yetki ve sorumluluklarının
Anayasa etrafında şekillendiği bakış açısı doğrultusunda, afet olaylarından
sonra ayni ve nakdi nitelikte birçok sosyal yardım mekanizması işletilmeye
çalışılmaktadır3.
Hukuk devleti ilkesine uygun olarak, hangi durumların afet sayılacağı,
afet olarak tanımlanan olaylarda kimlerin nasıl görevlendirileceği, müdahale
konsepti ve sosyal yardımların çerçevesi yasal mevzuat ile düzenlenmektedir.
Coğrafi büyüklüğü ve sosyodemografik özellikleri dikkate alındığında,
Türkiye’de hemen her yıl doğal veya insan kaynaklı afetler meydana gelmekte
ve bu afetler sonucunda ciddi sayıda insan yaşamını yitirmekte, yaralanmakta
ve buna mukabil maddi zarar oluşmaktadır. Dolayısıyla afetler, afet süreçlerinin
yönetimi ve afetlerden zarar görenlere yapılacak yardımlar açısından hukuki
mevzuat özel bir anlam taşımaktadır ve bunların düzenlendiği başta anayasa
olmak üzere, kanun, kanun hükmünde kararname, yönetmelik, yönerge,
genelge, tebliğ gibi birçok mevzuat bulunmaktadır.
Sosyal yardımların uygulanması konusunda öne çıkan kanunlar arasında
5902 sayılı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun (17.06.2009 tarih ve 27261 sayılı Resmi Gazete), 7269
sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle
Yapılacak Yardımlara Dair Kanun (25.05.1959 tarih ve 10213 sayılı Resmi
Gazete), 4123 sayılı Tabii Afet Nedeniyle Meydana Gelen Hasar ve Tahribata
İlişkin Hizmetlerin Yürütülmesine Dair Kanun’u (25.07.1995 tarih ve
22354 sayılı Resmi Gazete) saymak mümkündür.
3 Sosyal yardımlar konusunda, Sivil Toplum Kuruluşları, özel işletmeler, bireysel yardımlar,
vakıflar, dernekler, vb. birçok organizasyon aktif rol oynamaktadır. Fakat çalışmanın ekseninden
uzaklaşmama adına, sadece mevzuat çerçevesinde sorumluluk yüklenen ve çalışma kapsamına
dahil edilen kurum ve kuruluşların örnek olarak seçilen faaliyetlerine yer verilmiştir.
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 183
5902 Sayılı Kanun, afet öncesi, sırası ve sonrasında faaliyet yürütün
kurum ve kuruluşlar arasında iş birliği, koordinasyon ve uygulama esaslarını
belirlemek üzere hazırlanmıştır. Ayni ve nakdi yardım esaslarının belirlenmesi
görevi AFAD Başkanlığı bünyesindeki Planlama ve Risk Azaltma Dairesi
Başkanlığı’na verilmiştir (5902 S.K. Md. 8/1-ç; AFAD, 2023a). 7269
Sayılı Kanun’un yardımlar konusunda temel belirleyici olduğunu söylemek
mümkündür. Nitekim her türlü afet olayında genel hayatı etkileyecek
derecede zarar gören veya görmesi muhtemel olan yerlerde alınacak tedbirler
sırasındaki yardımlarda bu kanun hükümleri uygulanmaktadır (7269 S.K.
Md. 1). 4123 Sayılı Kanun, bir noktaya kadar 7269 Sayılı Kanun’un
tamamlayıcısı olarak değerlendirilebilir. Bu kanun kapsamında, doğal afete
maruz kalan yerlerdeki normal yaşamın tesisini sağlayacak hizmetlerin
yürütülmesi, hasar ve zararın giderilmesi ile diğer yardımlara ilişkin konular
düzenlenmektedir.
Kanunları tamamlayıcı nitelikte ve afet sonucu oluşan zararın
giderilmesinde referans alınan yönetmelikler arasında Afet ve Acil Durum
Harcamaları Yönetmeliği (06.03.2011 tarih ve 27866 sayılı Resmî Gazete),
Afet Sebebiyle Hak Sahibi Olanların Tespiti Hakkındaki Yönetmelik
(28.08.1968 tarih ve 12988 sayılı Resmî Gazete), Afetlerin Genel Hayata
Etkililiğine İlişkin Temel Kurallar Hakkında Yönetmelik (21.09.1968 tarih
ve 13007 sayılı Resmî Gazete) bulunmaktadır.
Afet ve Acil Durum Harcamaları Yönetmeliği ile afet ve acil durumlar
kapsamında yapılacak olan mal ve hizmet alımları ile diğer giderlere dair iş
ve işlemler düzenlenmeye çalışılmıştır (Md. 2). Afet Sebebiyle Hak Sahibi
Olanların Tespiti Hakkındaki Yönetmelik’te, afetzedelerin zarar gören
binalarının (yıkılan veya ağır hasar gören) mülkiyet ilişkileri ve yeniden inşa
edilecek binalar veya inşaat kredisinden yararlanma koşullarının çerçevesi
çizilmiştir (Md. 3). Afetlerin Genel Hayata Etkililiğine İlişkin Temel
Kurallar Hakkında Yönetmelik, 7269 Sayılı Kanun kapsamında yürütülecek
olan hasar tespit faaliyetlerinin tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu kapsamda,
meydana gelen veya meydana gelmesi muhtemel olan afetlerin o yerin genel
hayatına etkili olup olmadığı söz konusu Yönetmelik ile belirlenmektedir
(Md. 1).
Türkiye’de afetler sonrasında sosyal yardımlar kamu kurum ve kuruluşları,
dernekler, vakıflar, sivil toplum kuruluşları gibi birbirinden bağımsız
ve birçok farklı organizasyon tarafından yürütülmektedir. Fakat sosyal
yardımların (ayni ve nakdi) organizasyonu konusundaki asli kurum 7269
ve 5902 sayılı yasalar çerçevesinde AFAD Başkanlığı olarak belirlenmiştir.
Bu çerçevede AFAD koordinasyon konusundaki yetkilerini 26 Ağustos
184 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
2013 tarih ve 2013/5703 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe giren
Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği’nden almaktadır.
Aynı Yönetmelik 24 Şubat 2022 tarih ve 31760 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri
Yönetmeliği ile değiştirilmiş olmakla birlikte, yönetmeliğe göre, AFAD
koordinasyonunda TAMP hazırlanması ve afet yönetimin bu sistem etrafında
şekillenmesi öngörülmüştür. TAMP ile afet ve acil durumlarda görev
alacak kesimlerin rol ve sorumlulukları tanımlanmakta ve AFAD yardımlar
konusunda yetkili kılınmaktadır (Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri
Yönetmeliği, Md. 23-1).
Afet sonrası gerçekleştirilen sosyal devlet merkezli sosyal yardım
uygulamaları, afet müdahale aşamasının önemli bir adımını oluşturmaktadır.
Bu yaklaşım, afetin ilk anlarından itibaren işletilmekte ve yaşam normal
seviyesine dönünceye kadar devam etmektedir. Afetzedelere yönelik olarak
örnekleri çoğaltmak mümkün görünmekle birlikte barınma, beslenme,
sağlık, eğitim, psikososyal destek gibi birçok başlıkta ve farklı nitelikte ayni
ve nakdi yardımlar gerçekleştirilmektedir.
Ayni nitelikteki sosyal devlet uygulamalarında oldukça geniş bir uygulama
alanı dikkati çekmektedir. Özellikle 1999 Marmara Depremi gibi Türkiye’nin
yaşadığı en büyük depremler arasında yer alan 06 Şubat 2023 tarihli
Kahramanmaraş merkezli deprem, sosyal uygulamalar konusunda referans
kabul edilebilecek uygulama örnekleri sunmaktadır. Nitekim Kahramanmaraş
merkezli depremler nedeniyle afete maruz kalan vatandaşların ihtiyaçlarının
karşılanabilmesi amacıyla birçok yardım uygulaması gerçekleştirilmiş olup,
bunlardan birisi konteyner yardımıdır. Bu kapsamda, ilgili bakanlık bünyesinde
oluşturulan komisyonun yaptığı tespit çalışmalarına göre konutları yıkık, acil
yıktırılacak, ağır hasarlı, orta hasarlı olarak tespit edilen ve gerekli şartları
sağlayan ev sahiplerine konteyner yardımı yapılmaktadır (AFAD, 2023b).
Ayrıca nakdi yardım, geçici barınma yardımı, kalıcı konut yardımı, vb.
yardımların hangi afetzedelere, ne ölçüde yapılacağına karar vermek için
7269 Sayılı Kanun çerçevesinde hasar tespit çalışmaları yapılmaktadır. Bu
çalışmalar ilgili bakanlık koordinasyonunda yürütülmekte ve afet nedeniyle
genel hayata etkili afet bölgesi kararı alınması durumunda afetzedelere
devlet tarafından hak sahipliği koşullarını taşımak koşuluyla konut, işyeri
ve ahır yapılmakta veya konunun özelliğine göre kredi verilmektedir
(Md. 29). Benzer bir uygulama Kızılay tarafından gerçekleştirilmektedir.
Afetzedelere yönelik uygulamada, ev eşyası (beyaz eşya, mobilya, nevresim,
mutfak malzemeleri, vb.) ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik ayni ve nakdi
yardım yapılmaktadır (Kızılay, 2023). Düzenlenen yardım kampanyaları,
tamamlayıcı nitelikte bir görüntü arz etmektedir ve “AFAD Yardım Market”
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 185
uygulaması bu kapsamda değerlendirilebilir4. Yardımda bulunmak isteyenler
ilgili online erişim linkleri üzerinden kira yardımında bulunabilmekte; yardım
yapmak istedikleri ürünleri ve miktarını seçip doğrudan ihtiyaç sahiplerine
ulaştırabilmektedirler. Bu minvalde, yardım miktarları seçilen yardımın
özelliğine göre değişmekle birlikte, bebek seti, çadıra destek ol, kuru gıda
kolisi, gıda kolisi, uyku tulumu, hijyen kolisi, evcil/sokak hayvanları için
mama, battaniye gibi ayni yardımlar yapılabilmektedir (AFAD, 2023).
Nakdi nitelikteki sosyal devlet uygulamalarında, ayni nitelikteki
yardımlarda olduğu gibi özellikle 06 Şubat depremleriyle uygulamaya alınan
nakdi yardımlar öne çıkmaktadır. Bu minvalde söz konusu uygulamalar
arasında taşınma yardımları, kira ödemeleri, nakdi destek ödemesi ve acil
ihtiyaç ödemesi gibi yardımlar bulunmaktadır. Taşınma yardımları, ilgili
bakanlık tarafından yapılacak olan hasar tespit çalışmalarının sonuçlarına
göre yıkık ve acil yıktırılacak, ağır hasarlı, orta hasarlı statüde konutlara sahip
ailelere, hane başı 15.000 TL taşınma ödemesi yardımını kapsamaktadır. Kira
ödemeleri, yapılacak olan kontroller sonrasında, depremden zarar gören ev
sahibi afetzedelere 5.000 TL, kiracı afetzedelere ise 3.000 TL kira yardımı
ödemesini kapsamaktadır. Nakdi nitelikteki bir diğer uygulama nakdi destek
ödemesidir. Söz konusu ödeme, konutları yıkık ve acil yıktırılacak, ağır
hasarlı veya orta hasarlı olarak tespit edilen afetzedelerin acil ihtiyaçlarını
karşılamak üzere yapılmaktadır ve hane başına 10.000 TL ödenmektedir. Bir
başka ödeme türü olan acil ihtiyaç ödemesi ile depremde yaşamını yitiren
vatandaşların aile yakınlarına, acil ihtiyaçların karşılanması amacıyla 100.000
TL nakdi yardım yapılmaktadır (AFAD, 2023b). Aile ve Sosyal Hizmetler
Bakanlığına bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları tarafından
afetzedelerin gıda, giyim, vb. ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik yardımlar
önemli uygulama örnekleri sunmaktadır. Bu kapsamda, 5.000 TL’ye kadar
acil ve temel ihtiyaç yardımları, deprem felaketinde 7.000 TL’ye kadar nakdi
destek ve afetzedelerin tahliyelerinin sağlanması amacıyla 4.000 TL’ye kadar
destek verilmektedir (Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2023).
Ayni ve nakdi yardımlar bağlamında vergi muafiyetinden de
yararlanılabilmektedir. Nitekim, Gelir Vergisi Kanunu (Md. 89) ve Kurumlar
Vergisi Kanununa (Md. 10) göre, Cumhurbaşkanlığı tarafından başlatılan
yardım kampanyalarında, makbuz karşılığı gerçekleştirilen ayni ve nakdi
yardımlar vergi matrahının tespitinde indirim olarak dikkate alınabilmektedir.
Örneğin depremlerden etkilenen afetzedeler için AFAD Başkanlığınca ilan
4 03.02.2021 tarihinde yayımlanan 3483 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı uyarınca, deprem afetleri
sonrasında zarar gören afetzedelere yönelik olarak (AFAD) Başkanlığı koordinasyonunda
yardım kampanyalarının düzenlenmesi mümkün kılınmıştır.
186 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
edilen hesaplara yapılan nakdi bağış ve yardımların tamamı gelir ve kurumlar
vergisi mükelleflerine yönelik indirim konusu olabilmektedir. Benzer şekilde
ayni bağışların tamamı, bağışa konu malların içeriğine ve ilgili kurumlarca
teslim alındığına ilişkin belge düzenlenmesi koşuluyla, indirime konu
olabilmektedir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Sosyal devlet bağlamındaki sosyal politika uygulamaları açısından
değerlendirmeleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Birçok amaç ve hedefe sahip sosyal politikanın bir yönü de sosyoekonomik
risklerin azaltılmasında olduğu gibi, doğal afetler sonucunda meydana gelen
maddi ve manevi zararların ortadan kaldırılmasıdır. Diğer yandan sosyal
politikanın bu alandaki performansı, sosyal politikaya verilen önemle ilişkili
olmakla birlikte, ülkenin sosyoekonomik gelişmişlik düzeyiyle de yakından
ilgilidir. Genellikle insan gücü ve etkisinin dışında gelişen doğal afetlere
karşı geliştirilecek reaksiyon oldukça sınırlı görünmektedir. Fakat gerek
doğal afetler öncesinde gerekse de sonrasında sosyal politikanın oldukça
geniş bir uygulama alanına sahip olduğu düşünülmektedir. Zira önleyici
politikalar aşamasında örneğin deprem afetlerine yönelik olarak binaların
depreme karşı güçlendirilmesi veya kentsel dönüşüm çözüm stratejisinin
önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Bu konuda ihtiyaç sahibi ve yoksul
kesimlerin gelir ve yaşam koşulları tespit edilerek uygun destekler sunulması
mümkündür.
Afetler, yaşamın doğal akışını bozan ve toplumsal refaha zarar veren
olgulardır. Dolayısıyla afetler ve sosyal politika uygulamaları arasında yakın
bir ilişki bulunmaktadır. Bu kapsamda afet sonrası iyileştirme çalışmaları
sırasında üretim sürecine aktif katılımı ve kendi kendine yeterliliği destekleyen
mikro krediler ve hibe destekleri gibi uygulamalar, toplumsal direncin gelişimi
ve hayatın normal seyrine dönmesi açısından önemli fırsatlar sunmaktadır.
Afetlerin neden olduğu sosyal ve ekonomik mağduriyet doğrudan ve
dolaylı etkileriyle hemen her kesimi etkilemektedir. Fakat burada dezavantajlı
gruplar içerisinde özel bir yere sahip engelli bireyler açısından daha özel bir
yaklaşımın benimsenmesi gerektiği düşünülmektedir. Nitekim sosyal politika
birçok mekanizma kullanmakla birlikte, sosyal yardımlar ve hizmetler
aracılığıyla tüm grupların refah seviyesini arttırmayı hedeflemektedir. Bu
bağlamda engelli bireyleri merkeze alan afet odaklı destek uygulamalarında
ve bakım hizmetlerinde bireyin engellilik özelliklerinin dikkate alınması
gerekmektedir.
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 187
Merkezi hükümet ile yerel yönetimler arasındaki güdüm toplumsal
gelişme açısından önemsenmektedir. Bunun da ötesinde her iki eksen arasındaki
ortak hareket anlayışı doğal afetlerin ortaya çıkardığı zararların yönetilmesi
noktasında biraz daha farklı bir anlam taşımaktadır. Merkezi ve yerel
düzeydeki sosyal politikalar afet yönetimi politikalarıyla bütünleştirildiğinde;
afet öncesi aşamada daha dirençli bir toplum oluşturulmasına yardımcı
olurken, afet sonrasında daha etkin bir afet yardım sisteminin işletilmesini
mümkün kılacaktır. Örneğin TAMP içerisinde ana çözüm ortağı olarak yer
alan yerel yönetimlerin rol ve sorumlulukları etkinlik, ulaşılabilirlik, kapasite,
yerindelik gibi ilkeler doğrultusunda yeniden değerlendirilebilir. Aynı şekilde
destek çözüm ortaklıkları için de benzer bir yaklaşım sergilenebilir.
1999 Marmara Depreminden sonra afet yönetimi anlayışında önemli
değişim ve dönüşümler yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönüşüm sürecinden
sosyal yardım uygulamaları, sosyal hizmetler ve benzeri yaklaşımlar
etkilenmiş; yasal mevzuat ve kurumsal yapı bu sürece uygun hale getirilmeye
çalışılmıştır. Fakat ve özellikle de 06 Şubat 2023 tarihli Kahramanmaraş
depreminde bahse konu yaklaşımlar, uygulamalar ve politikalar test
edilmiş, bazı alanlarda ilerleme kaydedilmiş olmasına rağmen, yardımların
organizasyonu ve müdahale aşamasında bazı eksiklikler dikkati çekmiştir.
Örneğin bazı bölgelerde sosyal yardımlarda yığılma ortaya çıkarken, bazı
bölgelerde afetzedelerin sosyal yardımlara ulaşmalarında problemler ortaya
çıkmıştır. Bu, koordinasyon açısından yeniden değerlendirilmesi gereken
bir durumdur. Ayrıca deprem sonucu konutların zarar görmesiyle, kırılgan
grupların barınma konusundaki ekonomik koşulları daha da karmaşık bir
hal almıştır. Her ne kadar kısa vadede karşılıksız kira yardımı, uzun vadede
ise borçlandırma yöntemiyle konut yapımı desteğiyle sorunlar çözülmeye
çalışılsa da bahse konu grupların eğitim, sağlık, istihdam, sosyal uyum gibi
diğer koşullarının bir arada değerlendirilmesi gerektiği düşünülmektedir.
Neticede farklı bir bölgede barınmak zorunda kalan kesimler aynı zamanda
gelir getirici ve muhtemelen yeni bir işte çalışmak zorundadır. Bununla
birlikte hane halkından eğitime katılanların koşulları değiştiğinden farklı
eğitim desteği mekanizmalarına ihtiyaç duyulabileceği düşünülmektedir
(kırtasiye yardımı, burs, yurt, vb.).
Sosyal devlet bağlamındaki kamu yönetimi uygulamaları açısından
değerlendirmeleri ise şu şekilde özetlemek mümkündür:
Doğa kaynaklı afetler toplumun oldukça geniş kesimlerini etkileyebilecek
kapasiteye ulaşabilen olgulardır ve dolayısıyla bu tür olaylara müdahale
kapsamlı ve bütüncül yaklaşımları gerektirebilmektedir. Genel olarak afet ve
acil durumlara müdahalenin profili dikkate alındığında, teknik bilgi ve tecrübe
188 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
öne çıkarken; koordinasyon konusu zaman zaman zafiyet yaratabilmektedir.
Özellikle geniş çaplı olaylarda bu durum daha da dikkati çekmektedir ve
Türkiye’nin deneyimlediği 06 Şubat depremi koordinasyonun yeniden ve
alternatif yöntemlerle düşünülmesini gerektiren bazı noktaların varlığını
ortaya çıkarmıştır.
Devlet, afetlerin önlenmesi, müdahalesi ve iyileştirme aşamalarında
oldukça geniş yetki ve sorumluluklara sahiptir. Kamu kurum ve kuruluşları
ise yetki ve sorumlulukların icra makamıdır. Fakat ortak akıl yaklaşımı
afetlerin ele alınış tarzında önemli bir etki kapasitesine sahiptir. Nitekim
“deprem öldürmez bina öldürür” mottosundan hareketle, inşaat ve mimarlık
hizmetlerine dair yasaların çıkartılması sırasında ve yerinde kontrollerde sivil
toplum kuruluşlarından ve ilgili meslek odalarından daha geniş kapsamlı
katılım ve destek sağlanması mümkündür. Devlet, bazı başlıklardaki
görevlerini -var olanlara ilaveten/yeniden değerlendirmek suretiyle- denetim
yetkisi saklı kalmak koşuluyla söz konusu yapılara devredebilir. Denetim
yetkisine işlerlik kazandırmak üzere, bilimin esas alındığı ve manipülasyondan
uzak bağımsız bir yapı bu konuda alternatif bir çözüm olarak düşünülebilir.
Bireysel farkındalık ve eğitim; afetlerin önlenmesi, müdahalesi veya en
az zararla atlatılmasında oldukça önemli bir yaklaşımı temsil etmektedir.
AFAD Başkanlığı son dönemde buna yönelik olarak “AFAD Gönüllüsü” ve
Afet Bilinci” eğitimleri düzenlemektedir. Bu, topluma ulaşmaya çalışan ve
takdir edilmesi gereken bir çabadır. Fakat deprem ülkesi olan ve bu gerçekle
yaşamak zorunda olan Türkiye’de daha geniş ölçekli yaklaşımlara ihtiyaç
bulunmaktadır. Bu doğrultuda eğitimin tüm kademelerinde (ilk, orta, lise,
üniversite) ve hedef grubun temel özellikleri dikkate alınarak doğal veya
insan kaynaklı afetlere yönelik hazırlık ve farkındalık eğitimleri müfredata
zorunlu olarak dahil edilebilir.
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 189
KAYNAKÇA
AFAD (2014). Açıklamalı afet yönetimi terimleri sözlüğü. Başbakanlık Afet ve
Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Yayınları.
AFAD (2018). Türkiye’de afet yönetimi ve doğa kaynaklı afet istatistikleri. https://
www.afad.gov.tr/kurumlar/afad.gov.tr/35429/xfiles/turkiye_de_afetler.
pdf
AFAD (2019). AFAD stratejik plan 2019-2023, güncellenmiş versiyon (2021).
https://www.afad.gov.tr/kurumlar/afad.gov.tr/e_Kutuphane/Planlar/
AFAD_2019_2023_STRATEJIK_PLAN.pdf
AFAD (2021). 2020 yılı doğa kaynaklı olay istatistikleri. https://www.afad.gov.
tr/kurumlar/afad.gov.tr/e_Kutuphane/Istatistikler/2020yilidogakaynakli-
olayistatistikleri.pdf
AFAD (2023). AFAD yardım market uygulaması ve yardım noktaları hakkında.
https://www.afad.gov.tr/afad-yardim-market-uygulamasi-ve-yardim-nok-
talari-hakkinda#:~:text=Yard%C4%B1mda%20bulunmak%20is-
teyen%20vatanda%C5%9Flar%C4%B1m%C4%B1z%2C%20inter-
net,se%C3%A7ip%20do%C4%9Frudan%20ihtiya%C3%A7%20
sahiplerine%20ula%C5%9Ft%C4%B1rabilirler
AFAD (2023a). Hakkında. https://www.afad.gov.tr/afadhakkinda
AFAD (2023b). Soru ve cevaplarla afet barınma faaliyetleri. https://www.afad.
gov.tr/kurumlar/afad.gov.tr/e_Kutuphane/Afisler_Brosurler/Afet-barin-
ma-faaliyetleri.pdf
AFAD (2023c). AFAD ve tarihçesi. https://www.afad.gov.tr/afad-hakkinda
AFAD (2023d). 2022 yılı doğa kaynaklı olay istatistikleri. https://www.afad.gov.
tr/kurumlar/afad.gov.tr/e_Kutuphane/Istatistikler/2022-Yili-Doga-Kay-
nakli-Olay-Istatistikleri.pdf
Afet Sebebiyle Hak Sahibi Olanların Tespiti Hakkındaki Yönetmelik (1968). T.
C. Resmî Gazete. 12988, 28 Ağustos 1968.
Afet ve Acil Durum Harcamaları Yönetmeliği (2011). T. C. Resmî Gazete.
27866, 06 Mart 2011.
Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği (2013). T. C. Resmî Ga-
zete. 28855, 18 Aralık 2013.
Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği (2022). T. C. Resmî Ga-
zete. 31760, 24 Temmuz 2022.
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında
Kanun (2009). T. C. Resmî Gazete. 27261, 17 Haziran 2009.
Afetlerin Genel Hayata Etkililiğine İlişkin Temel Kurallar Hakkında Yönetmelik
(1968). T. C. Resmî Gazete. 13007, 21 Eylül 1968.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı (2023). Sosyal yardım programlarımız. https://
www.aile.gov.tr/sygm/programlarimiz/sosyal-yardim-programlarimiz/
190 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
Akyel, R. (2005). Türkiye kamu yönetiminde afet yönetimi. Çukurova Üniversi-
tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14 (1), 15-29.
Altan, Ö. Z. (2007). Sosyal politika bilim dalı. Ö. Z. Altan (Ed.), Sosyal politika,
içinde (ss. 1-20), Anadolu Üniversitesi Yayını No: 1744.
Bahadır, H. & Uçku, R. (2018). Uluslararası acil durum veri tabanına göre
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki afetler. Doğal Afetler ve Çevre Dergisi, 4
(1), 28-33.
Bakanlıklara bağlı, ilgili, ilişkili kurum ve kuruluşlar ile diğer kurum ve kuru-
luşların teşkilatı hakkında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi (2018). T. C.
Resmî Gazete. 30479, 15 Temmuz 2018.
Bedir, E. (2013). Sosyal politika bilim dalına ilişkin genel bilgiler. A. İ. Oral ve
Y. Şişman (Ed.), Sosyal politika-I, içinde (ss. 2-27). Anadolu Üniversitesi
Yayını No: 2621.
Büyükkaracığan, N. (2016). Türkiye’de yerel yönetimlerde kriz ve afet yönetim
çalışmalarının mevzuat açısından değerlendirilmesi. Selçuk Üniversitesi
Sosyal ve Teknik Araştırmalar Dergisi, 12, 195-219.
Coşandal, M. & Partigöç, N. S. (2022). Risk yönetiminde bilgi teknolojilerinin
rolü ve önemi: Türkiye örneği. Resilience, 6 (1), 145-161.
Çabuk, A. (2020). 2002 Sonrası Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulu-
nan siyasi partilerin beyannamelerinde afet ve acil durum. Avrasya Sosyal
ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 7 (10), 189-205.
Çamaş, T. & Turan, M. (2023). Afet yönetiminde yeni bir model: Türkiye ulusal
risk kalkanı modeli. Çevre Şehir ve İklim Dergisi, 2 (4), 238-261.
Demir, A. (2008). Gümüşhane Sancağı’nda doğal afetler (1888–1910). OTAM
Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Der-
gisi, 24 (24), 21-54.
Dölek, İ. (2016). Türkiye’de doğal afetler. Türkiye`nin Fiziki Coğrafyası, Şubat,
311–364. https://doi.org/10.14527/9786053180647.12
Drabek, T. E. (1996). The social dimensions of disaster. Federal Emergency Man-
agement Agency.
European Commission (2023). DRMKC-INFORM. https://drmkc.jrc.ec.euro-
pa.eu/inform-index
Eyidoğan, H. (2012). 50 Soruda deprem. Bilim ve Gelecek Kitaplığı.
Friedrich Ebert Vakfı (2013). Sosyal demokrasi el kitabı 3: Sosyal devlet ve sosyal de-
mokrasi. Friedrich Ebert Vakfı Siyaset Akademisi Birimi Yayınları.
Gelir Vergisi Kanunu (1961). T. C. Resmî Gazete. 10700, 06 Ocak 1961.
Genç, F. N. (2007). Doğal afet riskleri ve Türkiye’de kentleşme. 38. Uluslararası
Asya ve Kuzey Afrika çalışmaları kongresi bildiriler kitabı, ss. 387-406, 10-
15 Eylül 2007, Ankara.
Yasin Taşpınar / Bora Balun | 191
Gürel, N. & Uzunlar, M. (2004). Türkiye’de doğal afetlerin ekonomik etkilerini
azaltmaya yönelik hukuksal çabalar. Öneri, 6 (22), 245-249.
İrdem, İ. & Mert, E. (2023). Deprem, dirençli kent ve acil afet yönetimi: Türki-
ye örneği. Kamu Yönetimi ve Politikaları Dergisi, 4 (2), 241-276.
JICA (2004). Türkiye’de doğal afetler konulu ülke strateji raporu. Japonya Ulusla-
rarası İşbirliği Ajansı, İçişleri Bakanlığı.
Karabulut, A. & Baran, M. (2023). Türkiye nükleer afet yönetimi için kritik ba-
şarı faktörlerinin analizi. OHS Academy, 6 (2), 85-103.
Kızılay (2023). Afet tefrişat bağışı. https://www.kizilay.org.tr/Bagis/
BagisYap/277/afet-tefrisat-bagisi
Koray, M. & Topçuoğlu. A. (1995). Sosyal politika. Ezgi Kitabevi Yayınları.
Köse, A. & Küçükcan T. (2006). Deprem ve din. Emre Yayınları.
Kurada, B., Tanrıverdi, E., Şen, M. F., Demirkol-Kılıç, E. & Yalçın, D. (2023).
Türkiye afet risklerinin azaltılması platformuna genel bakış. Ankara Üni-
versitesi Çevrebilimleri Dergisi, 10 (1), 24-29.
Kurumlar Vergisi Kanunu (2006). T. C. Resmî Gazete. 26205, 21 Haziran 2006.
Mandacı, E. (2020). Asur Devleti’nde doğal afetler ve doğal afet algısı. Trakya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 22 (1), 99-116.
MEDAK (tarihsiz). Afet ve türleri. Medikal Arama & Kurtarma Derneği. https://
www.medak.org.tr/faydali-bilgiler/afet-ve-turleri/#:~:text=%C3%96r-
ne%C4%9Fin%2C%20Akdeniz%20B%C3%B6lgesinde%20do%-
C4%9Fal%20afetler,%2C%20%C3%A7%C4%B1%C4%9F%2C%20
kar%20ve%20f%C4%B1rt%C4%B1nalard%C4%B1r
Özcan, E. (2006). Sel olayı ve Türkiye. Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi
Dergisi, 26 (1), 35-50.
Öztürk, N. K., Akay, M., Gülümser, A. A. & Belli, B. (2023). Ülke planlamada
kentsel dönüşümün yeri: Türkiye mekânsal strateji planı örneği. Çevre
Şehir ve İklim Dergisi, 2 (4), 1-19.
Subaşı, Ö. (2015). XI. Yüzyılda Anadolu’da meydana gelen doğal afetler. Ata-
türk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 54, 505-535.
Şahin, A. U. (2020). Afet yönetimi ve planlaması perspektifinden Türkiye afet
müdahale planının değerlendirilmesi. Resilience, 4 (1), 129-158.
T. C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı (2023). Kahramanmaraş ve
Hatay depremleri raporu. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı.
Tabii Afet Nedeniyle Meydana Gelen Hasar ve Tahribata İlişkin Hizmetlerin
Yürütülmesine Dair Kanun (1995). T. C. Resmî Gazete. 22354, 25 Tem-
muz 1995.
Talas, C. (1967). Sosyal politika birinci kitap sosyal politikaya giriş ve tarihsel gelişim.
Sevinç Matbaası.
192 | Doğal Afetlerle Oluşan Krizler: Türkiye’de Kentlerde Afet Yönetimi ve Sosyal Devlet Uygulamaları
TAMP (2023). TAMP Türkiye afet müdahale planı. https://www.afad.gov.tr/
turkiye-afet-mudahale-plani
Tınal, M. (2011). İzmir depremleri, İzmir Büyükşehir Belediyesi.
Türer-Başkaya, F. A. (2023). Afete duyarlı peyzaj planlaması, depremler ve Tür-
kiye. Peyzaj, 5 (1), 55-62.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982). T. C. Resmî Gazete. 17863 (Mükerrer),
18 Ekim 1982.
Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yar-
dımlara Dair Kanun (1959). T. C. Resmî Gazete. 102013, 25 Mayıs 1959.
Wisner, B, Blaike, P., Cannon, T. & Davis, I. (2003). At risk-natural hazards,
people’s vulnerability and disasters. Routledge (Taylor and Francois Group)
Press.
ResearchGate has not been able to resolve any citations for this publication.
ResearchGate has not been able to resolve any references for this publication.