Content uploaded by Ali Bakin
Author content
All content in this area was uploaded by Ali Bakin on Dec 05, 2022
Content may be subject to copyright.
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİYEL İLİŞKİLER ANABİLİM DALI
ÇALIŞMA EKONOMİSİ BİLİM DALI
TEKNOLOJİ, TOPLUM, SERMAYE İLİŞKİSİ AÇISINDAN DİJİTAL EMEK
ÜZERİNE İNCELEME
Doktora Tezi
ALİ BAKIN
İstanbul, 2022
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİYEL İLİŞKİLER ANABİLİM DALI
ÇALIŞMA EKONOMİSİ BİLİM DALI
TEKNOLOJİ, TOPLUM, SERMAYE İLİŞKİSİ AÇISINDAN DİJİTAL EMEK
ÜZERİNE İNCELEME
Doktora Tezi
ALİ BAKIN
Danışman: Prof. Dr. Selmin KAŞKA
İstanbul, 2022
i
GENEL BİLGİLER
Ad ve Soyadı: Ali Bakın
Anabilim Dalı: Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Programı: Çalışma Ekonomisi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Selmin Kaşka
Tez Türü ve Tarihi: Doktora Tezi - Ağustos 2022
Anahtar Kelimeler: Dijital Emek, Teknoloji, Endüstri 4.0, Dijital Kapitalizm, Enformasyon ve
İletişim Teknolojileri, Esnek Birikim, Maddi Olmayan Emek
ÖZET
TEKNOLOJİ, TOPLUM, SERMAYE İLİŞKİSİ AÇISINDAN DİJİTAL EMEK
ÜZERİNE İNCELEME
En geniş anlamıyla üretimin bilgisi şeklinde tanımlayabileceğimiz teknoloji, günümüzde
toplumsal yaşamın önemli bir bileşeni durumundadır. Teknoloji ile toplum arasında yakın ve karmaşık
bir bağ bulunmaktadır. Ancak toplumun her kesiminin teknolojiye erişim olanakları eşit düzeyde
değildir, bu anlamda teknolojinin tarafsızlığından söz edilemez. Gücü elinde bulunduran egemen
toplumsal sınıflar, teknolojiyi diğer toplumsal sınıflar üzerinde tahakküm aracı olarak
kullanılabilmektedir. Nitekim kapitalist toplumda da benzeri bir durum söz konusudur. Kapitalist sınıf,
sermaye birikimini sağlamak ve güvence altına almak için teknolojiyi endüstriyel devrimler örneğinde
görüldüğü gibi etkin biçimde kullanmıştır. 1970’li yıllardan itibaren özellikle enformasyon ve iletişim
teknolojilerinde yaşanan gelişmeler de bu eksende değerlendirilmelidir. Bu dönemde yaşanan sermaye
birikim krizinin çözümü olarak devreye sokulan esnek birikim modelinin kilit unsurlarından birini
enformasyon ve iletişim teknolojileri oluşturmuştur. Enformasyon ve iletişim teknolojilerinin sunduğu
olanaklarla üretim dijitalleşmeye başlamış, sermaye üretim alanında mekân ve zamanın sınırlılıklarını
aşma olanağı elde etmiştir. Kapitalizm dijitalleşmeye ve bunun sonucunda yeni bir emek formu olan
dijital emek ortaya çıkmaya başlamıştır. Henüz oluş aşamasındaki Endüstri 4.0 ile bu dijitalleşme
sürecinin daha da hız kazanacağı, bunun sonucunda dijital emek formunda yer alan emekçilerin
sayısının daha da artacağı öngörülmektedir. Benzer bir tahmin Türkiye’deki dijital emek için de
yapılabilir. Çalışmamız dijital emeği, teknoloji, toplum ve sermaye ilişkileri açısından analiz etmeyi
amaçlamaktadır.
ii
GENERAL INFORMATION
Name and Surname: Ali Bakın
Field: Labour Economics and Industrial Relations
Program: Labour Economics
Supervisor: Prof. Dr. Selmin Kaşka
Degree Awarded and Date: PhD - August 2022
Keywords: Digital Labor, Technology, Industry 4.0, Digital Capitalism, Information and
Communication Technologies, Flexible Accumulation, Immatieral Labor
ABSTRACT
A STUDY OF DIGITAL LABOR IN TERMS OF TECHONOLOGY, SOCIETY,
CAPITAL RELATIONS
In the broadest sense, technology, which we can define as the knowledge of production, is an
important component of social life. There is a close and complex link between technology and society.
However, all segments of the society do not have equal access to technology, and in this sense, the
neutrality of technology cannot be mentioned. Dominant social classes that hold power can use
technology as a means of domination over other social classes. As a matter of fact, there is a similar
situation in capitalist society. The capitalist class has used technology effectively to ensure and secure
capital accumulation, as seen in the example of industrial revolutions. The developments in
information and communication technologies since the 1970s should also be evaluated in this context.
One of the key elements of the flexible accumulation model, which was introduced as a solution to the
capital accumulation crisis experienced in this period, is information and communication technologies.
With the possibilities offered by information and communication technologies, production has begun
to digitalize and has gained the opportunity to overcome the limitations of space and time in the field
of production and capital production. Capitalism has begun to digitalize and as a result, a new form of
labor, ‘digital labor’ has begun to emerge. It is predicted that this digitalization process will accelerate
with Industry 4.0, which is still in its formation stage; and as a result, the number of workers in the
form of digital labor will increase even more. A similar estimation can be made for digital labor in
Turkey. Our study aims to analyze digital labor in terms of technology, society and capital relations.
iii
ÖNSÖZ
Bu çalışma son dönemde akademik literatürde yer edinmeye başlayan dijital emeği,
enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplum ve sermaye ilişkileri açısından incelemektedir. Bu tezin
hazırlanma ve kaleme alınma süreci ise 6 yıl gibi oldukça uzun bir zaman dilimine yayıldı. Bu zorlu
süreçte yanımda olan değerli isimlere burada yer vermek istiyorum.
Doktora tez çalışmamın hemen her aşamasında bana verdiği destek ve katkı için öncelikle
tez danışmanım Prof. Dr. Selmin KAŞKA’ya teşekkür etmek istiyorum. Kendisinin bu uzun tez
sürecinde değerli görüş, eleştiri ve yönlendirmeleriyle tezimde ve benim üzerimde gerçek anlamda
büyük emeği olduğunu söyleyebilirim.
Tezimin konu seçiminden içeriğinin oluşturulmasına, kaynaklara erişimden tıkanıklık
noktalarının aşılmasına kadar her aşamasında yanında olan, Tez İzleme Komitesi’nde de yer alarak
vaktini tereddütsüz paylaşan Doç. Dr. Çağatay Edgücan ŞAHİN’e de teşekkürü borç bilirim. Hoca-
öğrenci ilişkisinin yanı sıra aynı zamanda bir dost olan kendisine minnettarım. Tez izleme komitemde
yer alan, görüş ve eleştirileriyle gerçek anlamda çalışmama katkıda bulunan isimlerden birisi de Doç.
Dr. Miriş Meryem KURTULMUŞ. Bu anlamda kendisine değerli katkılarından dolayı çok teşekkür
ederim. Öte yandan tez çalışmamın başlangıcında yer alan, ancak kendi elinde olmayan nedenlerden
dolayı akademinin dışında kalan değerli hocam Yrd. Doç. Dr. Özgür MÜFTÜOĞLU’nun ismini
burada anmak ve kendisine teşekkür etmek isterim.
Ve elbette ki ailem... Öncelikle 2020 yılında ağır bir hastalık geçiren, bir yıl boyunca
mücadele eden, ancak 12 Aralık 2021’de aramızdan ayrılan annem Semiha BAKIN’ı burada anmak
istiyorum. Bu tezi ithaf ettiğim kişilerden birisi de odur. Ayrıca desteklerini her zaman yanımda
hissettiğim kızım Zeynep Pınar BAKIN ve oğlum Umut BAKIN’a da burada teşekkür etmek
istiyorum. Son olarak bu zorlu süreçte benim adeta kahrımı çeken, her zaman yanımda olan,
destekleyen, benim çalışmalarıma vakit ayırabilmek için her tür fedakarlıkta bulunan değerli eşim
SABİHA BUDAK BAKIN. Bu tezi ithaf ettiğim diğer kişi de odur.
iv
İÇİNDEKİLER
ÖZET ....................................................................................................................................................... i
ABSTRACT ........................................................................................................................................... ii
İÇİNDEKİLER .................................................................................................................................... iv
KISALTMALAR ................................................................................................................................ viii
TABLOLAR LİSTESİ ........................................................................................................................ xii
ŞEKİLLER LİSTESİ ......................................................................................................................... xiii
EKLER LİSTESİ ............................................................................................................................... xiv
GİRİŞ ..................................................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
TEKNOLOJİNİN GELİŞİMİ VE ÜRETİM İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER .... 6
I. Teknoloji Kavramı ve Toplumla İlişkileri ........................................................................ 6
A. Teknolojinin Tanımı ................................................................................................ 7
B. Teknoloji – Bilim İlişkisi ......................................................................................... 9
C. Teknolojik Gelişimi Etkileyen Faktörler ............................................................... 12
D. Teknoloji ve Toplum ............................................................................................. 14
II. Teknoloji ve Endüstriyel Gelişim .................................................................................. 19
A. Buhar Enerjisinin Kullanımı ve Birinci Endüstriyel Devrim ................................ 29
B. Elektrik Enerjisinin Kullanımı ve İkinci Endüstriyel Devrim ............................... 37
C. Elektronik ve Bilgi Sistemlerinin Kullanımı: Üçüncü Endüstriyel Devrim .......... 51
İKİNCİ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ ENDÜSTRİYEL DEVRİM - ENDÜSTRİ 4.0 TARTIŞMALARI ......... 58
I. Endüstri 4.0 Kavramın İlk Kullanımı ............................................................................. 61
II. Endüstri 4.0 Nedir? ....................................................................................................... 63
III. Siber-Fiziksel Sistemler ............................................................................................... 65
A. Büyük Veri (Big Data) .......................................................................................... 68
B. Yapay Zeka ............................................................................................................ 69
C. Akıllı Robotlar ....................................................................................................... 70
D. Dikey ve Yatay Sistem Entegrasyonu ................................................................... 73
E. Nesnelerin İnterneti (İnternet of Things) ............................................................... 74
F. Siber Güvenlik ....................................................................................................... 75
G. Bulut Bilişim ......................................................................................................... 76
v
H. Eklemeli Üretim – 3D Baskı ................................................................................. 77
İ. Artırılmış Gerçeklik............................................................................................... 78
J. Sanal Gerçeklik (Simülasyon) ............................................................................... 79
IV. Endüstri 4.0’ın Arka Planı ........................................................................................... 81
V. Endüstri 4.0’ın Avantajları ve Dezavantajları ............................................................... 83
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TEKNOLOJİ, ÜRETİM İLİŞKİLERİ VE EMEK ............................................... 89
I. Sermayenin Krizi, Keynesyen Politikaların Terki ve Neoliberalizm ............................. 90
II. Emek Sürecinin Yeniden Yapılanması: Fordizmin Krizi ve Esneklik Politikaları ....... 94
A. Fordizm Sonrası Esneklik Yaklaşımları ................................................................ 95
B. 2000’lerde Teknolojinin Emek Üzerine Etkisi: Eğretileşme (Prekaryalaşma)
ve Tabakalaşma…………………………………………………………………………….……107
III. Teknoloji ve Emek: İşin Geleceği .............................................................................. 117
IV. Enformasyon Toplumu ve Dijitalleşen Kapitalizm Tartışmaları ............................... 127
A. Post-Endüstriyel Toplum, Enformasyon Toplumu Kuramları ............................ 128
B. “Yeni Kapitalizm” Kuramları .............................................................................. 131
1. Dijital Kapitalizm .............................................................................................. 134
2. Bilişsel Kapitalizm ............................................................................................ 137
3. Büyük Veri Kapitalizmi .................................................................................... 142
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ENFORMASYON VE İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ VE EMEK:
DİJİTAL EMEĞİN ORTAYA ÇIKIŞI ............................................ 145
I. Enformasyon ve İletişim Teknolojilerinde Yaşanan Gelişim ....................................... 146
A. Enformasyon ve İletişim Teknolojileri Nedir? .................................................... 146
B. Enformasyon ve İletişim Teknolojilerinin Tarihsel Gelişimi .............................. 150
1. Elektronik Teknolojisinin Doğuşu ve Silikon Vadisi .......................................... 151
2. İnternet Teknolojisinin Hızlı Gelişimi ................................................................. 155
3. Mobil Teknolojilerin Gelişimi ............................................................................. 157
4. Nesnelerin İnterneti – Endüstriyel İnternet .......................................................... 162
II. Dijital İşyeri, Mekanın Değişimi ve Emek Üzerindeki Etkileri .................................. 164
A. EİT’deki Gelişim ve Dijital İşyerlerin Doğuşu ................................................... 165
B. EİT’lerdeki Gelişimin Emek Üzerindeki Etkisi .................................................. 167
1. Maddi Olmayan Emek: Dijital Emeği Anlamak İçin Bir Çerçeve .................... 167
a. Maddi Olmayan Emek Tartışmalarının Tarihsel Arka Planı ......................... 168
b. Maddi Olmayan Emek Kavramı Üzerine Genel Değerlendirme ................... 176
vi
c. Maddi Olmayan Emek ve Sosyal Medya....................................................... 179
2. Toplumsal Fabrika ............................................................................................. 180
III. Kapitalizmin Dijitalleşmesi ve Yeni Bir Emek Formu Olarak: Dijital Emek ............ 181
A. Yeni Emek Formu Olarak Dijital Emek .............................................................. 182
B. Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü ve Dijital Emek Kavramlaştırması ..... 188
1. EİT Bağlantılı Maden Çıkarmada “Köle Emeği” .............................................. 189
2. EİT Montaj Endüstrisinde Emeğin Biçimsel Boyunduruğu .............................. 191
3. Dış Kaynak Kullanımı ve Hindistan Yazılım Endüstrisi ................................... 194
4. Silikon Vadisinde Emeğin Farklı Görünümleri ................................................. 197
5. Çağrı Merkezinde Çalışma ................................................................................ 199
6. Sosyal Medyada Dijital Emek ........................................................................... 201
a. Dallas Smythe ve İzleyici Emeği ................................................................... 202
b. Sosyal Medya ve “Üretketiciler” (Prosumer) ................................................ 205
c. Sosyal Medyada Sermaye Birikimi ve Metalaştırma ..................................... 210
C. Fuchs’un Dijital Emek Teorisine Yönelik Eleştiriler .......................................... 215
BEŞİNCİ BÖLÜM
BİLİM, TEKNOLOJİ, TÜRKİYE: TARİHSEL VE GÜNCEL BİR DEĞERLENDİRME ...... 225
I. Türkiye’de Bilimsel ve Teknolojik Değişim ve Uygulanan Politikalar ....................... 225
A. Tanzimat’tan Cumhuriyet’in İlanına Giden Geçiş Dönemi (1839-1923) ............ 225
B. Cumhuriyet’in İlanı ve Ulusal Ekonominin İnşa Edildiği Dönem (1923-1960) . 228
C. DPT’nin Kuruluşu ve Planlı Ekonomi Dönemi (1960-1980) .............................. 231
D. 24 Ocak Kararları ve Ekonomide “Liberalleşme”ye Geçiş (1980-2000) ............ 233
E. 2000’li Yıllardan Günümüze ............................................................................... 234
II. Türkiye’nin Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikası ve Aktörleri ................................... 235
A. Türkiye’nin Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikasın Aktörleri ............................. 236
1. TÜBİTAK.......................................................................................................... 236
2. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ...................................................................... 239
3. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) ..................................................... 242
4. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı .................................................................. 244
B. Beş Yıllık Kalkınma Planları ve Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları ............ 245
1. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967) ................................................ 245
2. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972) .................................................. 246
3. Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977) .............................................. 247
4. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-1983) ........................................... 248
5. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1985-1989): EİT İçin İlk Adımlar ............ 249
6. Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (1990-1994) ................................................ 251
vii
7. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) .............................................. 252
8. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005): Dijital Kapitalizme Doğru
İlk Adımlar……………………………………………………………………………………252
9. Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013) .......................................................... 253
10. Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018) .............................................................. 254
11. On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023) .......................................................... 255
C. Türkiye ve Endüstri 4.0 ....................................................................................... 257
1. Türkiye’de Ekonominin Sektörel Gelişimi ........................................................ 257
2. Türkiye’nin Endüstri 4.0 Politika ve hedefleri .................................................. 261
D. 2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi: Güncel Durum ........................................... 263
E. Turkuaz Kart ........................................................................................................ 266
III. Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Eğitimi ..................................................................... 268
A. Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Yükseköğretim ..................................................... 268
B. 1960 Sonrasında Türkiye’de Yükseköğretim Sistemi ......................................... 270
C. 1980 Sonrasında Türkiye’de Yükseköğretim Sistemi ......................................... 272
IV. Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri ............................................................... 273
A. Teknoparklar ve Ulusal Yenilik Sistemi ............................................................. 274
B. Türkiye’de Teknoparklar ..................................................................................... 275
V. Türkiye’de Dijital Emek ............................................................................................. 277
SONUÇ ............................................................................................................................................... 287
KAYNAKÇA ..................................................................................................................................... 292
EKLER ............................................................................................................................................... 326
viii
KISALTMALAR
3D: Üç boyutlu (three-dimensional)
4G: Dördüncü nesil (fourth generation)
5G: Beşinci nesil (fifth generation)
AB: Avrupa Birliği
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
AI: Yapay Zekâ (artificial intelligence)
AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi
AOL: America OnLine
AR: Artırılmış gerçeklik
Ar-Ge: Araştırma ve geliştirme
ARPANET: Gelişmiş Araştırma Projeleri Dairesi Ağı (Advanced Research Projects Agency Network)
B2B: İşletmeden-İşletmeye (Business-to-Business)
BBC: British Broadcasting Corporation
BCG: Boston Consulting Group
BTK: Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu
BTYK: Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu
BYKP: Beş Yıllık Kalkınma Planı
CCM: Ticari içerik denetimi (commercial content moderation)
CPS: Siber Fiziksel Sistemler (cyber-physical systems)
CPPS: Siber Fiziksel Üretim Sistemleri (cyber-physical production systems)
CRM: Müşteri ilişkileri yönetimi (customer relationship management)
ÇKP: Çin Komünist Partisi
DB: Dünya Bankası
DPT: Devlet Planlama Teşkilatı
ix
DVD: Çok amaçlı dijital disk (digital versatile disc)
EİT: Enformasyon ve iletişim teknolojileri
ERP: Kurumsal kaynak planlaması (enterprise resource planning)
GSM: Mobil İletişim için Küresel Sistem (Global System for Mobile Communications)
GSMA: GSM Birliği (GSM Association)
GSMH: Gayrisafi milli hasıla
GSYİH: Gayri safi yurt içi hasıla
GWP: Gayri safi dünya ürünü (gross world product)
IAB: Interactive Advertising Bureau
IDC: Uluslararası Data Şirketi (International Data Corporation)
IFR: Uluslararası Robotik Federasyonu (International Federation of Robotics)
ILO: Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization)
IMF: Uluslararası Para Fonu
IoT: Nesnelerin interneti
IP: İnternet Protokolü (internet protocol)
ITU: Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (International Telecommunication Union)
JIT: Tam zamanında (Just-in-time)
KHK: Kanun Hükmünde Kararname
KİT: (Kamu İktisadi Teşebbüsü)
KOBİ: Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler
KOSGEB: Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı
M.Ö.: Milattan Önce
M.S.: Milattan Sonra
MEMS: Mikro elektro-mekanik sistemler (microelectromechanical systems)
MILNET: Askeri Ağ (Military Network)
MIT: Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (Massachusetts Institute of Technology)
MTA: Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü
x
MÜSİAD: Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği
NFC: Yakın Alan İletişimi (near field communication)
NIST: Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü (National Institute of Standards and Technology)
NSF: ABD Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation)
OECD: Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (Organisation for Economic Co-operation and
Development)
OSB: Organize sanayi bölgeleri
PLC: Programlanabilir Mantıksal Denetleyici (programmable logic controller)
RFID: Radyo Frekansı ile Tanımlama (radio-frequency identification)
SDDP: Sanayide Dijital Dönüşüm Platformu
SMS: Kısa Mesaj Servisi (short message service)
TGB: Teknoloji Geliştirme Bölgeleri
TİM: Türkiye İhracatçılar Meclisi
TOBB: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
TTGV: Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
TÜBA: Türkiye Bilimler Akademisi
TÜBİSAD: Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği
TÜBİTAK: Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu
TÜİK: Türkiye İstatistik Kurumu
TÜRKAK: Türk Akreditasyon Kurumu
TÜSİAD: Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği
UCLA: Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles (University of California, Los Angeles)
UNCTAD: Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (United Nations Conference on Trade
and Development)
WLAN: Kablosuz yerel alan ağı (wireless local area network)
VR: Yapay gerçeklik
WEF: Dünya Ekonomi Forumu
xi
WTO: Dünya Ticaret Örgütü
YASED: Uluslararası Yatırımcılar Derneği
YÖK: Yükseköğretim Kurulu
YSHİ: Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri
xii
TABLOLAR LİSTESİ
Sayfa No.
Tablo 3.1 Küresel Endüstriyel İşgücü (kişi) ........................................................................................ 116
Tablo 4.1 Dünya Nüfusu ve İnternet Kullanımı .................................................................................. 156
Tablo 5.1 Türkiye’de Yıllara ve Cinsiyete Göre İl / İlçe Merkezleri ve Belde / Köyler
Nüfusu (1927-2021) ........................................................................................................ 258
Tablo 5.2 NACE Rev.2 - Ekonomik Faaliyet Sınıflaması (Bilgisayar Programlama, Danışmanlık
ve İlgili Faaliyetler) ........................................................................................................ 277
Tablo 5.3 Ekonomik faaliyetlere göre temel göstergeler, 2020 .......................................................... 279
Tablo 5.4 Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Firmalarının Sektörel Dağılımı ...................... 281
Tablo 5.5 Seçilmiş Ülkeler ile Türkiye Karşılaştırması, 2019-2020 ................................................... 283
xiii
ŞEKİLLER LİSTESİ
Sayfa No.
Şekil 1.1: Endüstriyel Devrimin Dört Aşaması ..................................................................................... 24
Şekil 1.2: Kondratiev Uzun Dalgaları ................................................................................................... 26
Şekil 1.3: ABD’de Elektrifikasyon ....................................................................................................... 42
Şekil 2.1: Teknolojik Yayılma Hızının Gelişimi .................................................................................. 60
Şekil 2.2: Endüstriyel Üretimi Dönüştürecek Dokuz Teknoloji ........................................................... 67
Şekil 2.3: Otomasyonun Maliyeti ......................................................................................................... 72
Şekil 3.1: Robotlaşma ve Kişi Başına Düşen Gelir İlişkisi ................................................................. 120
Şekil 3.2: Robotlaşma ve Sektörlerde Otomasyonun Uygulanabilirliği ............................................. 121
Şekil 4.1: İletişim ve Bilgisayar Teknolojileri Arasındaki Yakınsama ............................................... 147
Şekil 4.2: Enformasyon ve İletişim Teknolojilerinin Küresel Gelişimi 2001-2017 ........................... 158
Şekil 4.3: Mobil Standartların Gelişimi .............................................................................................. 159
Şekil 4.4: Teknolojik Açıdan Dünya Çapında Mobil Aboneliklerinin Durumu ................................. 161
Şekil 4.5: Dünya Genelinde IoT Bağlantıları...................................................................................... 164
Şekil 4.6: Bir Dakikada İnternette Neler Oluyor? (2022) ................................................................... 205
Şekil 4.7: Seçili Sosyal Medya Platformlarında Hedefli Reklamlara Konu Olan Aylık İzleyici Sayıları
(2019) ................................................................................................................................ 206
Şekil 4.8: Sosyal Medya Platformlarının Aktif Kullanıcı / Üye Sayıları (2019) ................................ 208
Şekil 4.9: Sermaye Birikimi / Sermayenin Genişletilmiş Yeniden Üretimi Akışı .............................. 210
Şekil 4.10: Hedefli Reklamcılığa Dayanan Ticari Sosyal Medya Platformlarında Sermaye Birikimi
Akışı .................................................................................................................................. 211
Şekil 4.11: Sosyal Medyada Sermaye Birikimi ve Reklam Veren Müşterilerin Sermaye Birikimi
Diyalektiği ......................................................................................................................... 213
Şekil 5.1: Türkiye’ye Doğrudan Yabancı Sermaye Girişi (Kümülatif / ABD Doları) ....................... 235
Şekil 5.2 Türkiye’de İstihdamın Sektörel Dağılımı (2021) ................................................................. 260
Şekil 5.3 Türkiye’de Bilgi ve İletişim Sektöründe Ücretli Çalışan Kişi Sayısı (2009-2022) ............. 278
Şekil 5.4 Yazılım Sektörünün Seçilmiş Ülkelerde İstihdama Katkısı ve İhracattaki Payı, (%) Toplam
İstihdam, 2019 ................................................................................................................... 282
Şekil 5.5 Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sektörü İstihdamı (2017-2021) ........................................... 284
xiv
EKLER LİSTESİ
Sayfa No.
EK 1: Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri (Faaliyette Olan Bölgeler)………………..……..326
EK 2: Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri (Altyapı Çalışmaları Devam Eden Bölgeler)……331
EK 3: NACE Rev.2 - Ekonomik Faaliyet Sınıflaması (J- Bilgi ve İletişim)…………………………332
1
GİRİŞ
Günümüz dünyasının en popüler kavramlarından birisi teknolojidir. En geniş anlamıyla
üretimin bilgisi olarak tanımlayabileceğimiz teknoloji kavramının bu kadar popüler hale gelmesinde
1990’lı yıllardan itibaren başta enformasyon ve iletişim teknolojilerinde olmak üzere yaşanan hızlı
ilerlemelerin payı büyüktür. Öyle ki teknoloji kavramı, günümüzde hemen hemen her alanda bir
ilerleme idealinin simgesi haline gelmiş, başarının değişmez anahtarı olarak değerlendirilmeye
başlanmıştır. Teknoloji kavramına atfedilen bu olumlu özellikler kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişimi
ile ilişkilidir. Eski Yunan’da küçümsenen ve sadece alt sınıfların, öğrenim görmemiş kişilerin el
sanatları faaliyeti olarak görülen teknoloji, 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan ve kapitalizmin
egemen üretim tarzı haline gelmesini sağlayan endüstri devrimi ile kilit bir konuma yükselmiştir.
Endüstri devrimiyle birlikte teknoloji bilim ile iş birliğine giderek, hatta birleşerek önemli ilerlemeler
kat etmiştir. Bu dönemde söz konusu ilerlemenin / gelişimin itici gücünü kapitalist sınıfın çıkarlarını
korumak ve sağlamak oluşturmuştur. Nitekim enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan
ilerlemeler, 1970’li yıllardan itibaren sermayenin içine girdiği birikim krizine çözüm bulma yönündeki
çabaların bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu çabaların sonucunda geçmişte birbirinden bağımsız
hatlarda ilerleyen iki farklı teknoloji, iletişim teknolojileri (enformasyonun iletilmesi) ve bilgisayar
teknolojileri (enformasyonun işlenmesi) dijital yakınsama içine girmiştir. Enformasyon ve iletişim
teknolojilerinin ortaya çıkışı ve gelişimi olarak adlandırabileceğimiz bu süreçle birlikte kapitalizm
dijital bir görünüm kazanmaya başlamıştır. Kapitalizmin dijitalleşmesi endüstri ilişkilerine de etkide
bulunmuş ve dijital emeğin ortaya çıkışına neden olmuştur.
Dijital emek, özellikle bir enformasyon ve iletişim teknolojisi ürünü olan Web 2.0’ın
sunduğu olanaklarla sosyal medyanın 2000’li yıllarda ortaya çıkmasından ve popülerlik
kazanmasından sonra akademik literatürde yer almaya başlayan bir kavramdır. Bu anlamda dijital
emeğin yeni bir kavram olduğundan söz edilebilir. Başlangıçta sosyal medyadaki kullanıcı
hareketlerini tanımlamak için kullanılan dijital emek kavramı, kapitalizmdeki dijitalleşme sürecinin
hız kazanmasıyla farklı emek kesimlerini içerecek şekilde genişlemiştir. Öte yandan kapitalizmin
dijitalleşmesi henüz oluş halinde, tamamlanmamış bir süreçtir. Üstelik önümüzdeki yıllarda Endüstri
4.0 stratejisinin yaşama geçirilmesiyle üretim alanında daha radikal dönüşümlerin gerçekleşeceği,
dijitalleşmenin daha da hızlanacağı tahmin edilmektedir. Bu yüzden akademik literatürde dijital emek
konusunda birbirinden farklı yaklaşımlar bulunmakta, özellikle dijital emeğin kapsamı, kısacası
kimleri içerdiği konusu tartışılmaktadır.
2
Çalışmamız kapitalist üretim tarzındaki güncel gelişmeleri açıklamayı amaçlamaktadır.
Sermayenin birikim krizine çözüm bulmak için esnek birikim rejimini uygulamaya koyması, emek
süreçlerini, iş gücü piyasalarını, ürünler ve tüketim kalıplarını bütünüyle esnekleştirmesi; yepyeni
üretim sektörlerini, yeni finansal yöntemleri, yeni piyasaları ortaya çıkarması, ama daha da önemlisi
başta teknolojik olmak üzere, ticari ve örgütsel yeniliklerin temposunu arttırması, dijitalleşme sürecine
hız vermesi çalışmamızda analiz edilecektir. Bu süreçte teknoloji hangi rolü üstlenmektedir? Teknoloji
ile toplum ve sermaye arasında ne gibi bir ilişki bulunmaktadır? Bu ilişkinin yönü tek yönlü müdür,
yoksa karşılıklı mıdır? Bu çerçevede teknolojinin üretim ilişkileri ve toplum üzerindeki dönüştürücü
gücü ele alınacak, enformasyon ve iletişim teknolojileri üzerinden bu soruların yanıtına çalışmamızda
yer verilecektir. Ancak çalışmamızın asıl odak noktasını, kapitalizmin, sermaye birikim krizine çözüm
bulmak amacıyla geliştirdiği dijital kapitalizmin bir ürünü olan dijital emeği tartışmaktır. Dijital
emeğin tanımını yapmak ve kapsamını belirlemek çalışmamızın temel amaçlarından birisini
oluşturmaktadır. Çalışmamızın bir diğer amacı dijital emeği Türkiye özelinde incelemektir. Türkiye’de
dijital emeğin mevcut durumunu ve gelişme potansiyellerini analiz etmek çalışmamızın bir başka
amacını oluşturacaktır.
Çalışmamızın ana unsurunu oluşturan dijital emek ile ilgili tartışmalar, kavram yeni olduğu
için halen sürmektedir. Üstelik Türkiye dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde gündemde olan
Endüstri 4.0 ile dijitalleşme sürecinin hız kazanması, dijital emeğin tanımı, kapsamı, hegemonik olup
olmayacağı konularında tartışmaların daha da yoğunlaşacağı tahmin edilmektedir. Çalışmamız
teknolojinin üretim ilişkileri ve toplum üzerindeki dönüştürücü gücünün ne olduğu sorusuna verilecek
yanıtı da içerecek şekilde tüm bu tartışmaların eleştirel bir analizini içermektedir. Öte yandan Türkiye
özelinde konuyu ele alırsak dijital emek konusunda araştırmaların eksikliği gözlenmektedir. Bu
noktada Türkiye’de dijital emek konusunda bir bilgi açığının bulunduğu kolaylıkla söylenebilir.
Çalışmamız dijital emek ile ilgili olarak yapılacak bundan sonraki çalışmalara bir başlangıç noktası
oluşturacak ve katkı sunacaktır.
Bu çerçevede çalışmamız ayrıntılı bir dijital emek literatür taramasını ve bunların eleştirel
analizini içermekte, dijital emek konusunda Türkiye’de yapılan sınırlı sayıda araştırmalara atıfta
bulunmaktadır. Teknoloji, toplum ve sermaye ilişkileri açısından dijital emeği ele alan bu çalışma,
büyük oranda birçok kuramcının araştırmalarını içermekte, bu anlamda mevcut literatüre
dayanmaktadır. Ayrıca özellikle Türkiye’de dijital emek konusunu ele alırken, resmi makamlarca
hazırlanan kalkınma planları ve strateji belgeleri gibi dokümanlar ve TÜİK istatistikleri gibi kaynaklar
incelenmiştir. Tüm bu araştırmalar ve çalışmalar eleştirel bir analize tabi tutulmakta ve
3
sentezlenmektedir. Dolayısıyla bu çalışma enformasyon ve iletişim teknolojileri konusunda
betimleyicidir ama aynı zamanda bu konuyu eleştirel bir perspektifle ele almaktadır.
Beş bölümden oluşan çalışmamızın birinci bölümü “Teknolojinin Gelişimi ve Üretim
İlişkilerinde Yaşanan Değişimler” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde öncelikle teknolojinin ne olduğu
sorusuna bir yanıt verilecektir. Teknolojiyi ele alırken onun binlerce yıllık “yol arkadaşı” olan bilimin
üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulamaya konulan
Manhattan Projesi’nin “başarıya” ulaşmasıyla yeni bir evreye giren bilim ve teknoloji iş birliğinin
kapitalist sistemin çıkarları çerçevesinde nasıl şekillendiği bu bölümde ele alınacaktır. Teknolojinin
tarafsız olup olmadığı, ideolojik bir nitelik taşıyıp taşımadığı, teknoloji – toplum ilişkileri üzerinden
analiz edilecektir. Ayrıca teknolojik gelişimi etkileyen faktörler yine bu bölümde incelenecektir.
Birinci bölümde ayrıca dijital emeği ortaya çıkaran faktörler tarihsel planda ele alınacaktır. Bu yüzden
teknolojide yaşanan devrim niteliğindeki gelişmelerin üretim ilişkilerinde yarattığı köklü değişimleri,
bunun sonucunda ortaya çıkan toplumsal, siyasal, politik, kültürel, vb. dönüşümleri incelemek
önemlidir. 18. yüzyılda İngiltere’de başlayan, ardından Batı Avrupa’ya, sonrasında Kuzey Amerika’ya
yayılan endüstriyel devrim kapitalist sistemin hegemonyasını ilan etmesiyle sonuçlanmış, tüm
dünyanın tarihini değiştirmiştir. Birinci bölümde teknolojide yaşanan gelişmelerin üretim ilişkilerinde
yaşanan değişimlere ne derece etkide bulunduğu tartışılacaktır. Neo-Schumpeterci yaklaşımdan
hareketle bu bölümde dört evreden oluşan endüstriyel devrimlerin ilk üç evresi incelenecektir. Birinci
Endüstriyel Devrim, İkinci Endüstriyel Devrim ve Üçüncü Endüstriyel Devrim, kapitalist sınıfın
teknolojiyi nasıl ve ne yönde kullandığı ekseninde bu bölümde analiz edilecektir. Dördüncü evre ise
bir sonraki bölümde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
“Dördüncü Endüstriyel Devrim - Endüstri 4.0 Tartışmaları” başlıklı ikinci bölümde üretim
alanındaki güncel konular yer almaktadır. 2011’de Almanya’nın ekonomik ve endüstriyel
politikasında merkezi bir stratejik hedef olarak ortaya atılan, ancak zamanla diğer devletler tarafından
da benimsenen Endüstri 4.0 projesinin, kapitalizmin dijitalleşmesi sürecini hızlandıracağı
öngörülmektedir. Ayrıca siber fiziksel sistemlerin devreye girmesiyle, artan robot kullanımı ve yapay
zeka uygulamalarıyla hem endüstri hem de hizmetler sektöründe istihdamda önemli dönüşümlere yol
açacağı tahmin edilmektedir. Bu çerçevede ikinci bölümde Endüstri 4.0 tüm yönleriyle, ama asıl
olarak üretim ilişkilerinde yaratabileceği dönüşüm ve sermaye-emek ilişkileri ekseninde ele
alınacaktır. Yer yer teknik detayları da içerecek bu bölüm, dijital emeğin de doğuşunu içeren
kapitalizmin içinde bulunduğu evrenin kavranmasında katkı sağlayacaktır.
4
“Teknoloji, Üretim İlişkileri ve Emek” başlıklı üçüncü bölümün amacı ise teknolojideki
gelişmelerin üretim ilişkilerine nasıl yansıdığını açıklamak, günümüz kapitalizmini bu açıdan
yorumlamaktır. Çalışmamızda kullandığımız yaklaşımlardan birisi teknolojinin tarafsız olmadığı, o
toplumdaki egemen sınıfın, çıkarları çerçevesinde teknolojik değişimi biçimlendirdiği yönündedir.
Ayrıca günümüz kapitalizmini yorumlama konusunda Harvey’in “esnek birikim” modeli
benimsenmiştir. Bu bağlamda sermayenin 1970’li yıllarda içine girdiği birikim krizine çözüm olarak
geliştirdiği politikalar, bu politikalarda teknolojinin rolü bu bölümde incelenecektir. Akademik
literatürde fazlasıyla tartışılsa da Fordizm sonrası esneklik yaklaşımları, dijital emeğin nasıl ortaya
çıktığını daha iyi kavrayabilmemiz için bu bölümde aktarılacaktır. Ayrıca teknolojinin emek
üzerindeki etkisi, işin geleceği bu bölümde detaylı olarak ele alınacaktır. Sermayenin krizine çözüm
olarak geliştirdiği politikalar çerçevesinde kapitalizmin yeni bir evreye girdiği ve dijitalleştiği ileri
sürülmektedir. Çalışmamızın üçüncü bölümü dijital kapitalizm, bilişsel kapitalizm, büyük veri
kapitalizmi gibi farklı şekillerde adlandırılan yeni kapitalizm kuramlarının aktarılmasıyla sona
erecektir.
Çalışmamızın “Enformasyon ve İletişim Teknolojileri ve Emek: Dijital Emeğin Ortaya
Çıkışı” başlıklı dördüncü bölümünde ise enformasyon ve iletişim teknolojileri, yeni bir emek formu
olduğu tartışılan dijital emeğin ortaya çıkışındaki rolü bağlamında incelenecektir. Bu çerçevede
EİT’nin ne olduğu tarihsel süreç içinde detaylı biçimde işlendikten sonra, kapitalizmin dijitalleşmesi
ve dijital emeğin doğuşu konusu üzerinde detaylı biçimde durulacaktır. Bu bağlamda dijital emek
üzerine akademik literatüre önemli katkıda bulunan, Fuchs analizimizin merkezinde yer alacaktır.
Analizimizin merkezinde Fuchs’un yer almasının iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki Fuchs’un
dijital emek konusunda akademik literatüre önemli katkı sağlaması ve çalışmalarının olumlu ya da
olumsuz eleştirilere hedef olması, bu sayede dijital emek alanında geniş tartışmalara zemin
oluşturmasıdır. Bir diğer neden ise Fuchs’un o güne dek sadece sosyal medya kullanıcıları tarafından
karşılıksız olarak üretilen emeği nitelemek için kullanılan “dijital emek” kavramının kapsamını
genişletmesi ve yeni emek kesimlerini dijital emek kategorisine dahil eden bir kuram geliştirmesidir.
Fuchs’un uluslararası dijital iş bölümü kuramı ve dijital emek kavramlaştırması bu bölümde eleştirel
biçimde analiz edilecektir.
Özellikle EİT’lerde devrim niteliğinde yaşanan bu gelişmeler Türkiye’yi nasıl
etkilemektedir? Türkiye’nin bilim ve teknoloji politikasını oluşturan unsurlar nelerdir? Türkiye’de
dijital emeğin gelişimi hangi aşamada yer almaktadır? “Bilim, Teknoloji, Türkiye: Tarihsel ve Güncel
Bir Değerlendirme” başlıklı beşinci ve son bölümde bu sorulara yanıt bulunmaya çalışılacaktır. Bu
5
bağlamda öncelikli olarak tarihsel süreç içerisinde Türkiye’de uygulanan bilim ve teknoloji politikaları
aktarılacaktır. Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikaları aktörleriyle birlikte ele alındıktan
sonra, Türkiye’deki bilim ve teknoloji eğitimi yine tarihsel süreç içerisinde analiz edilecektir.
Türkiye’de dijital emeğe kaynaklık eden en önemli mekanlardan birisini de teknoloji geliştirme
bölgeleri oluşturmaktadır. Bu çerçevede teknoloji geliştirme bölgeleri dijital emek ile ilişkisi
bağlamında incelenecektir. Ayrıca Türkiye’de dijital emek üzerine yapılan nicel ve nitel araştırmaların
sayısının sınırlı olduğu gözlenmiştir. Özellikle dijital emeği içeren istatiksel veri anlamında bu
sınırlılık daha belirgindir. Bu bölümde mevcut sınırlı sayıdaki araştırma aktarılacaktır.
6
BİRİNCİ BÖLÜM
TEKNOLOJİNİN GELİŞİMİ VE ÜRETİM İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN
DEĞİŞİMLER
En genel olarak üretimin bilgisi olarak tanımladığımız teknolojide yaşanan ilerlemeler /
gelişim, salt üretim alanıyla sınırlı kalmamakta, toplumsal, ekonomik, politik ve hatta kültürel alanda
etkide bulunmaktadır. Üretim alanında yaşanan devrimlerde, teknolojide yaşanan değişimin /
ilerlemelerin önemli bir payı bulunmaktadır. Teknoloji sınıfsal güç ilişkilerinden bağımsız, dolayısıyla
tarafsız değildir. Teknoloji, büyük oranda sınıfsal güç ilişkilerinden ve çatışmalardan etkilenmekte,
ama aynı zamanda belirli oranda da sınıfsal yapı üzerinde dönüştürücü bir etkiye sahip olmaktadır.
Teknolojinin bu dönüştürücü etkisi, onu elinde bulunduran sınıf açısından ciddi bir avantaj
sunmaktadır. Teknoloji, asıl olarak kapitalizmin hegemonyasını ilan ettiği endüstriyel devrimler ile
öne çıkmaya başlamıştır. Endüstriyel devrimler incelendiğinde teknolojinin üretim ilişkileri üzerindeki
etkileri net biçimde görülebilmektedir. Gerek sermaye birikimi sürecinde gerekse emek süreçlerinde
teknolojik gelişimler etkide bulunabilmektedir. Teknolojinin bu rolünü daha iyi kavrayabilmek için bu
bölümde öncelikle teknolojinin tanımı yapılacak, teknoloji ile toplum arasındaki ilişki analiz edilecek,
sonrasında teknolojinin gelişimi ve endüstriyel devrimler konusu incelenecektir. Burada teknolojik
gelişimi incelemekteki amacımız, dördüncü bölümde detaylı biçimde ele alacağımız dijital emek
formunu daha iyi analiz etmek ve kavramaktan öte değildir. Her ne kadar bundan önce endüstri
sosyologları tarafından, birçok çalışmada defalarca tartışılsa ve analiz edilse de bugünü ve geleceği
anlayabilmek adına, endüstriyel devrimleri teknoloji, sermaye ve emek ilişkileri açısından kısaca
özetlememizde yarar vardır. Bu yüzden, çok geniş bir kapsama sahip olan teknolojik gelişim ve
ilerleme konusuna, bu bölümde sadece temel tartışma noktalarıyla yer verilecektir. Neolitik devrimle
başlayacak inceleme, dört aşamadan oluştuğunu savunduğumuz endüstriyel devrimlerle devam
edecektir. İçinde bulunduğumuz dönemi içerdiği için Endüstri 4.0 tartışmaları, ikinci bölümde daha
ayrıntılı olarak analiz edilecektir.
I. Teknoloji Kavramı ve Toplumla İlişkileri
Günümüz dünyasının belki de en popüler kavramlarından birisi de teknolojidir. Hemen
hemen her alanda / sektörde bir ilerleme ideali olarak teknoloji ortaya konulmakta, başarının değişmez
anahtarı olarak teknoloji sunulmaktadır. Bu durumun yaşanmasını sağlayan ise teknolojinin birden
fazla disiplinle yakın ilişkide bulunması ve ayrıca yaygın bir kullanım alanına sahip olmasıdır. Ancak
bu durum aynı zamanda beraberinde teknolojinin tarafsız, nötr bir kavram olarak değerlendirilmesi
7
yanılgısının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Çünkü toplumsal ilişkiler ve iktidar ilişkileri söz konusu
olduğunda, teknoloji üzerinde mutlaka durulması ve düşünülmesi gereken bir konudur. Bu çerçevede
öncelikle teknolojinin tanımını yapmak gerekmektedir.
A. Teknolojinin Tanımı
Teknolojinin kullanımı insanlık tarihi kadar eskidir, ancak bir kavram olarak ortaya ilk çıkışı
Eski Yunan döneminde gerçekleşmiştir. Teknoloji konusunda birbirinden farklı bakış açıları
bulunmakta, her bir disiplin her bir bakış açısı teknoloji kavramını farklı bir biçimde yorumlamaktadır.
Bu bağlamda teknoloji hakkında üzerinde mutabakata varılmış bir tanım yoktur, ancak kavramın
etimolojisi üzerinde genel bir görüş birliği vardır. Buna göre teknoloji kavramı Antik Yunancada
sanata ve zanaata dair beceri, uzluk, ama bir yandan da kadınların ve kölelerin yaptığı pratik işler
anlamına gelen “tekhne” (τέχνη) ve sistem ya da çalışma anlamına gelen “logos” (λογία) sözcüklerinin
birleşimiyle türetilmiştir, bu anlamda sanata ve zanaata dair sistematik çalışmaları ifade etmektedir
(Murphie, Potts 2003: 3; Türkcan 2009: 21; İnam 2014: 77; Artut 2014: 24).
Buna karşın “teknoloji” kavramı asıl olarak Eski Yunan döneminde değil daha yakın bir
geçmişte, endüstriyel devrimlerle birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Öte yandan dönüştürücü gücüyle
ön plana çıkan teknoloji konusunda birbirinden farklı bakış açıları ortaya çıkmış, kavram farklı
biçimde tanımlanmıştır. Bu bağlamda teknolojiyi dar anlamda teknik ve mühendislik olarak, geniş
anlamda ise örgütsel ve yöntemsel boyutlarıyla tanımlamak olanaklıdır (Bülbül 2008: 13-14). Dar
kapsamlı görüşe göre teknoloji, insanların içinde yaşadıkları ortamı değiştirmek ve denetlemek için
ürettikleri “bilgi” şeklinde tanımlanabilir. Burada üretilen her bir “yeni ürün”, “yeni teknolojiyi”,
dolayısıyla yeni bir bilgiyi içermektedir (Gürak 2004: 9-10). Yine dar kapsamlı bir başka tanıma göre
teknoloji, bilimsel ya da diğer organize edilmiş bilgilerin pratik görevlere sistematik olarak
uygulanmasıdır (Galbraith 2007, 14).
Daha yaygın olarak kabul edilen görüşler teknolojiyi geniş kapsamda ele almaktadır. Bu
görüşlere göre teknoloji şeyleri, eylemleri, süreçleri, yöntemleri ve sistemleri temsil etmek için
kullanılmaktadır. Bu bağlamda teknoloji, en geniş anlamıyla insani hedefler için üretim yapmak
amacıyla doğal şeylerin ve süreçlerin kullanılması, dolayısıyla üretimin bilgisi şeklinde (Harvey
2015b: 101; Alçın 2006: 18; Narin 2008: 94) tanımlanmaktadır. Burada vurgulanması gereken önemli
bir konu, teknolojinin temelinde doğa ile kurulan dinamik ve çelişkili bir özgül ilişkinin bulunmasıdır
(Harvey 2015b: 101). Teknoloji yalnızca aygıttan / aletten çok daha fazlasıdır, aynı zamanda iş
8
gücünün organizasyonunu, tüketici manipülasyonunu, pazarlama ve dağıtım tekniklerini de
içermektedir (Bülbül 2008: 38). Pacey de kavramı geniş anlamda ele almış, teknolojinin, insan
örgütlerini ve makineleri içeren sıralı sistemler tarafından, bilimsel ve diğer organize edilmiş bilgilerin
pratik görevlere uygulanması olduğu görüşünü dile getirmiştir (2000: 6). Yine geniş kapsamlı
yaklaşımı benimseyen bir başka görüşe göre teknoloji, amacı kontrol etmek ve dönüştürmek olan
bilgi, süreçler, beceriler ve ürünler kümesidir (Simpson 1995: 16). Teknoloji bu anlamda bir denetim
sürecidir ve bu denetim süreciyle elde edilen ürünlerle bunların bilgisidir, belli üretim, yapım
teknikleri geliştirmeye, onlarla ürünler ortaya koymaya yönelik bir denetim çabasıdır (İnam 2014: 20-
21). Teknolojiyi, nihai bir ürünün ortaya çıkarılması için gereken girdileri, ekipmanı ve yöntemleri
içeren bir “tarif”e (recipe) de benzetebiliriz (Dosi ve Nelson 2010: 60). Bu süreçte nihai hedefe
ulaşmak için hem fiziksel hem de bilişsel emek sarf edilir. Bir yemek tarifine benzetebileceğimiz bu
süreçte kullanılacak ara malı, hammadde gibi girdilerin ve makine-teçhizatın miktarı, niteliği, hangi
oranda ve hangi sırayla bunların bir araya geleceği bilgisi bulunmaktadır. Söz konusu süreç örgütsel
düzeyde gerçekleşir ve toplumda kabul gören normlar ve gerek yazılı gerekse de yazılı olmayan
kurallar tarafından şekillendirilir. Kısacası bu yaklaşıma göre teknoloji faaliyetleri ülkeden ülkeye
farklılık gösterebilir (Akçomak vd. 2016: 26-27). Dickson ise teknolojiyi, bir bakıma, dar ve geniş
anlamlarını birleştirerek ele alır. Ona göre teknoloji hem bir toplum tarafından kullanılan alet ve
makineleri hem de bunların kullanılmaları sırasında ortaya çıkan aralarındaki ilişkileri de kapsayan
soyut bir kavramdır (1998: 36). Bu bağlamda teknoloji kavramını sadece üretim araçları ya da
makinelerin gelişmişlik düzeyi olarak algılamak olanaklı değildir. Çünkü teknoloji aynı zamanda bir
süreçtir, bu anlamda emeğin üretim araçları etrafında, üretimi gerçekleştirmek için örgütleniş biçimini,
yani tüm üretim bilgi ve becerisini de kapsamaktadır (Ansal 1992: 12). Nitekim Marx teknolojiyi
sermayenin yeniden üretimi süreci bağlamında ele almaktadır. Ona göre teknoloji, insanın doğa ile
arasındaki aktif ilişki tarzını, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açığa çıkarmakta ve
aynı zamanda da toplumsal ilişkilerini ve bu ilişkilerden kaynaklanan zihinsel tasarımlarını ortaya
koymaktadır (Marx 2009: 360).
Bununla birlikte “teknoloji” ile “teknik” birbirlerine karıştırılmaması gereken, farklı
kavramlardır. Teknoloji, makinelerin ve süreçlerin genel sistemini tanımlarken; teknik, belirli bir
yöntemi veya beceriyi ifade etmektedir (Murphie, Potts 2003: 4). Teknoloji ve teknik ayrımı tarihsel
süreç içinde ortaya çıkan bir ayrımdır. Bu çerçevede teknolojinin tekniklerin toplamı, hatta daha
ötesinde tekniklerin genel ve sistematik bilgisi olduğunu söyleyebiliriz (Narin 2008: 95). Teknolojiyi,
çeşitli yeni teknikler bulan ve inceleyen bir bilim dalı olarak niteleyen görüşler de bulunmaktadır
(Yurtsever 2012: 222).
9
Son olarak üzerinde durmamız gereken bir diğer kavram “kritik teknoloji”dir. Kritik
teknolojiyi, belirli bir dönemin büyüme yörüngesi üzerinde, çıktı ve üretkenlik artışında doğrudan ya
da dolaylı etkiler yoluyla belirleyici bir rol üstlenen teknoloji olarak değerlendirebiliriz. Bu kritik
teknolojiler üretici güçleri geliştirerek, devrimlerin yaşanmasında rol üstlenmektedir. Kapitalist üretim
tarzının doğuşu ve egemenliğini sağlamasında bu kritik teknolojilerin rolü bulunmaktadır.
B. Teknoloji – Bilim İlişkisi
Teknolojinin ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için onun binlerce yıllık “yol arkadaşı” olan
bilimin üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır. En yalın haliyle bilimi insanlığın bilgi stokuna
eklenen ve kendine özgü bir topluluk (bilim topluluğu) tarafından sınanan ve kabul edilen bilgiler ile
bu yolda sergilenen çabalar olarak tanımlayabiliriz (Türkcan 2009: 21). Bu bağlamda bilim,
1700’lerden bu yana Batılı filozoflar ve bilim insanları tarafından büyük ölçüde akla uygunun ve
nesnelin tanımı olarak kabul edilmektedir (Bauchspies, Croissant, Restivo 2019: 53). Doğa üzerinde
egemenlik ve doğanın kavranması burada kritik öneme sahiptir. Bilimi, modern bilimsel düşüncenin
öncü isimlerinden biri olan Francis Bacon, “insanın doğa üzerinde bir imparatorluk kurması” olarak
nitelemiştir. Bu çerçevede bilimi doğa hakkında sistematik olarak düşünme olarak da
değerlendirebiliriz (Bülbül 2008: 58). Bu sistematik düşünme süreci sonucu ortaya çıkan bilgiler, bir
bilim topluluğu tarafından sınanmakta ve kabul edilmektedir. Amaç ve hedefler zaman zaman farklılık
gösterse de teknoloji ile bilim arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır. Özellikle bilimin doğa güçleri
üzerindeki ölçme, kontrol etme ve tahmin etme yeteneğinin yükselişe geçtiği 17. yüzyıldan itibaren,
bilim – teknoloji ilişkisi yeni bir evreye girmiştir (Murphie, Potts 2003: 3-4). Öyle ki 17. ve 18.
yüzyıllarda, tıpkı Eski Yunan döneminde olduğu gibi bir sanat incelemesine atıfta bulunmak için
sınırlı bir şekilde kullanılan teknoloji kavramı, bilimdeki bu gelişmelere paralel olarak mühendislik ve
endüstriyel tasarım alanında geliştirilen bilginin üretim alanına uygulanmasını ifade etmek için
modern anlamda kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde bilimsel bilgi edinme yönündeki çabalar bilimsel ilerlemeye yol açarken, bu
çabalar eğer üretim ve kullanıma yönelirse, katma değer ya da yarar üretirse teknolojik ilerlemeyle
sonuçlanmaktadır. Görülebileceği gibi bilimsel bilgi ile teknolojik bilgi arasında kalın çizgiler
çekmek, kesin bir saf bilim - saf teknoloji ayrımı yapmak olanaklı değildir. Yine de bilim alanındaki
çabaların anlamaya, teknoloji alanındaki çabaların ise kullanmaya odaklandığını söylemek olanaklıdır.
Bunun nedeni teknolojinin bir şeyin nasıl üretildiği, nasıl kullanıldığı ya da nasıl tüketildiği konusunda
10
belirli bir sistem ya da disiplin çerçevesinde sunulan bilgi demeti olmasıdır (Türkcan 2009: 21-22).
Ancak bilim ve teknoloji, birbirinden farklı kavramlar olarak doğmuş ve zaman içerisinde
birbirlerinden ayrı bir gelişim seyri izlemiştir. Bu anlamda 19. yüzyıla gelene kadar bilim ve teknoloji
arasında yakın ve sistematik bir ilişki olduğunu söylenemez. Bilimin başladığı / doğduğu yer olan Eski
Yunan’dan (McClellan III, Dorn 2016: 67) neredeyse 20. yüzyıla kadar geçen dönemde (Ortaçağ
skolastikleri, Galileo, Newton, Darwin dönemleri dahil) bilim her zaman için yüksek eğitim olanağına
sahip bir avuç seçkinin ilgilendiği bir faaliyet alanıyken, teknoloji alt sınıfların, öğrenim görmemiş
kişilerin el sanatları faaliyeti olarak görülmüştür (McClellan ve Dorn 2006: 1-2). Öyle ki Eski
Yunan’da el işi / emeği yalnızca köleler ve yabancılar tarafından gerçekleştirilen düşük statülü bir
uğraşken, yerliler yani yurttaşlar eğitim ve bilimsel faaliyetlerle ilgilenmektedir (Tez 2005: 36).
Helenistik dönemdeki düşünürler bedensel işçiliği küçümsemekte, bilimin herhangi bir gündelik
pratiğe ya da ekonomik yarara katkı sunan bir işleve sahip olmasını ise reddetmektedir. Kuram ve
uygulama, daha doğrusu bilim ve teknoloji arasındaki ayrımı derinleştiren bu bakış açısı, etkisini
yüzyıllarca sürdürmüştür. Nitekim Orta Çağ döneminde de bilimin teolojinin hizmetinde olması
gerektiği görüşüyle bu düşünce farklı bir biçimde varlığını sürdürmüştür (McClellan III, Dorn 2016).
Öte yandan teknoloji toplumla yakın ilişkisi sahiptir, her toplum kendi dönemine özgü bir teknoloji
geliştirmiştir. Örneğin neolitik dönem insanları neolitik teknolojilerle birlikte yaşarken, kentsel devrim
ile ortaya çıkan uygarlıklar daha kompleks bir teknolojiye sahip olmuştur. Bu bağlamda kentsel
uygarlıkları ayakta tutan çok sayıda gelişmiş sanat ve uygulama gerekmiştir (McClellan III, Dorn
2016: 204). Ancak, teknoloji, kendisini geliştirip yaygınlaştırmak için bilimin ortaya çıkıp
yaygınlaşmasını beklemek zorunda kalmıştır (Ellul 2003: 17-37). 17. yüzyıldan itibaren bilimin ve
bilimsel faaliyetlerin toplumun hizmetine sunularak insanların refahını artırabileceği yönündeki yeni
düşüncelerin ortaya çıkması ise önemlidir. Bu yeni düşünceler, o dönemde giderek gelişen ticari
kapitalizmin çıkarlarıyla örtüşmüştür. Burada altını çizmemiz gereken nokta bilimsel gelişmelerin,
daha çok güçlü merkezi yönetime sahip devletli toplumlarda ortaya çıkmasıdır. Eski Yunanistan’da
(Antik Yunanistan) doğa felsefesi olarak bilim ile zanaat şeklindeki teknolojinin birbirinden bütünüyle
ayrı olmasının arka planında, güçlü bir merkezi yönetimin olmaması yatmaktadır. Endüstriyel
devrimlerden sonra ortaya çıkan güçlü merkezi yönetime sahip kapitalist devletler ve yeni endüstriler,
bilimde devrim niteliğinde ilerlemelerin önünü açmış, aynı zamanda bilimdeki kuramsal araştırmaların
teknolojik ve endüstriyel sorunlara uygulanmasını sağlamıştır. Böylece Avrupa’da önce güçlü
merkeziyetçi yapıya sahip krallıkların sarayları, sonra ulus devletlerin bürokrasileri bilim insanlarını
istihdam ederek devlet memuruna dönüştürmeye, bir bakıma bilimi satın almaya başlamıştır. Bunun
sonucu 16. ve 17. yüzyılda Avrupa’da patlak veren ve mevcut teknolojiyi fazlasıyla geride bırakan
bilimsel devrimdir (Ellul 2003: 54; McClellan III, Dorn 2016: 288-312).
11
Öte yandan insanlık tarihinde derin etkiler yaratan ve kapitalist üretim tarzının
hegemonyasını ilan eden Birinci Endüstriyel Devrim, bilim – teknoloji birlikteliğini başlatan ilk
dönüm noktası olarak göstermek doğru olacaktır. Her ne kadar Birinci Endüstriyel Devrim’in
başlangıcında teknoloji bilimden bağımsızlığını koruyarak varlığını sürdürse de 19. yüzyıldan itibaren
bilim insanları ve mühendisler (yani bilim ve teknolojinin temsilcileri) ortak bir kültür şekillendirmeye
başlamışlar; elektrik, termodinamik, kinematik, aerodinamik, kimya ve moleküler biyoloji gibi yeni
bilimlerin ortaya çıkışıyla iş birliklerini birleşme yönüne evriltmişlerdir. Söz konusu dönemin
karakteristiklerinden birisi bilimin teknolojiye uygulanmasındaki (yani Ar-Ge faaliyetlerindeki)
muazzam büyümedir (McClellan III, Dorn 2016: 321-413). 19. yüzyıldan itibaren gerçekleşen bu
bilim teknoloji iş birliğinin / birleşmesinin başlangıç noktalarından birisini demiryolların inşası
oluşturmaktadır (Bülbül 2008: 9). Bilim ve teknoloji arasındaki ilişkilerin, içinde bulunduğu
toplumdaki sınıfsal güç ilişkilerinden yani iktidar ilişkisinden bağımsız olduğunu söylemek olanaklı
değildir. Bu durum kapitalist üretim tarzının ortaya çıkıp gelişimiyle birlikte daha net bir biçimde
gözlenir olmuştur. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte bilim ve teknoloji arasındaki ilişkiler daha
sıkılaşmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında makineli tüfek ve kimyasal gaz gibi silahların, lojistik
alanında fark yaratan yeni yöntemlerin geliştirilmesinin savaşın kazanılmasında ne derece önemli
olduğunu göstermesi, bilim ve teknoloji arasındaki iş birliğini / birleşmesini pekiştiren bir başka
dönüm noktasıdır (Ansal, Ekinci, Kaşdoğan 2018: 13). Ancak bilim ve teknolojinin birlikteliğinin en
önemli dönüm noktasını, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’nin tarihin en büyük bilim temelli
teknolojik (Ar-Ge) girişimi olan Manhattan Projesi kapsamında atom bombasını geliştirmesi
1
ve
kullanması oluşturmuştur. Burada iki nokta ön plana çıkmaktadır. İlk olarak bilim, uygulamadaki olası
gücünü dramatik biçimde ortaya koymuştur. İkinci olarak ise hükümetin geniş ölçekli bir Ar-Ge
projesini desteklemesi durumunda neler yaşanabileceği gözler önüne serilmiştir. Yani Manhattan
Projesi ile başlayan bilim ve teknoloji açısından yeni bir dönemi ifade eden bu süreçte bilimsel kuram
pratik amaçlarla kullanılmaya başlanmış ve bunun için geniş ölçekli hükümet girişimler ortaya
çıkmıştır (King 1997: 77-78; McClellan III, Dorn 2016: 413). Manhattan Projesi’nin “başarılı”
olmasıyla başlayan, bilim ve teknolojinin modern modeli olan birleşme, 20. yüzyılın ikinci yarısında
1
ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in atom bombası üretmek için başlattığı ve General Leslie Groves’un genel
komutasındaki bu projede, ülkenin farklı 37 yerinde 43 bin kişi çalışmış ve genel maliyet o dönemin rakamlarına göre 2,2
milyar dolara ulaşmıştır. Sonuç ise Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan 220 bin üzerinde insanın ölümüne ve
on binlerce insanın sakat kalmasına yol açan bir katliam olmuştur. Bilimin “pratik” amaçlarla kullanılmasının bu korkutucu
örneği, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel kapitalizme yön verecek olan, askeri-bilimsel-endüstriyel
kompleksin ortaya çıkışına kaynaklık etmiş, ona rol modeli olmuştur.
12
da sürmüştür. Askeri-endüstriyel-bilimsel kompleksin ortaya çıkmasına da yol açan bu süreç,
günümüzde günlük yaşamın ayrılmaz parçası olan bir dizi teknolojinin (başta bilgisayar ve internet
olmak üzere enformasyon ve iletişim teknolojileri, yapay zeka uygulamaları, radar, jet motor,
penisilin, vb.) geliştirilmesine yol açmıştır. Bilimsel üretimin endüstrileşmesi anlamına da gelen bu
yeni dönemde, artık araştırma faaliyetlerinin bilim insanının bireysel kaynaklarıyla gerçekleştirilmesi
olanaksız hale gelmiştir. Pahalı donatılar (laboratuvarlar, ekipmanlar, yazılım vb.) gerektiren ve
“Büyük Bilim” olarak da adlandırılan bu faaliyet giderek daha büyük kaynaklara sahip çoğunlukla
hükümet destekli araştırma projelerinin ve kuruluşlarının tekeline girmeye başlamıştır (McClellan III,
Dorn 2016: 425). Ayrıca bu dönemde Helenistik dönem ve sonrasındaki uygulamanın aksine,
üniversitelerin bilim ve mühendislik bölümlerinde okumak üst sınıflara ait bir ayrıcalık olmaktan
çıkmaya başlamıştır. 20. yüzyılla birlikte hem üniversitelerin ve buralarda okuyan öğrencilerin
sayılarında hem de söz konusu meslekleri edinen, öğreten ve uygulayan kişilerin sayısında önemli artış
yaşanmıştır (Ansal, Ekinci, Kaşdoğan 2018: 13). Ancak üst sınıflara ait ayrıcalık olmaktan çıkmasına
karşın bilim ve teknoloji, geçmişte olduğu gibi egemen sınıfın emrinde yer almış, yalnız bu kez
diğerlerinden farklı olarak hem yaşamın her alanına nüfuz edecek biçimde faaliyet alanını genişletmiş
hem de birlikte iş görür hale gelmişlerdir.
C. Teknolojik Gelişimi Etkileyen Faktörler
Teknolojik gelişme, insanların binlerce yıllık kolektif emeğinin, düşünsel kapasitelerinin ve
ortak çabalarının günümüzde vardığı noktayı sergilemektedir (Kozanoğlu 2018: viii). Teknolojinin
ne olduğu konusunda birbirinden farklı görüşler bulunsa bile, teknolojide yaşanan gelişmenin /
ilerlemenin günümüz dünyasının tartışılmaz bir gerçeği olduğunu söylemek gerekmektedir. Ancak
teknolojik gelişmenin / ilerlemenin kavranabilmesi için onun nedenlerini analiz etmek önem
taşımaktadır. Teknolojik gelişmenin / ilerlemenin karakteri diyalektik değil birikimsel ve evrimseldir
(Ferrarotti 1997: 46). Bu yüzden teknolojik gelişmeyi / ilerlemeyi ancak tarihsel bağlam içinde
incelersek, gerçek anlamda anlayabiliriz (O’Shea 2021: 138). Öte yandan teknolojik gelişmenin /
ilerlemenin hangi yönde ve nasıl olacağını açıklamak kolay değildir. Bu konuda iktisat literatüründe
kullanılan bir benzetme, “kara kutu”dur (black box). Buna göre teknolojinin yani bu kara kutunun
içinde ne olduğu bilinmemekte, girdileri ve çıktıları görünmemektedir. Ancak İkinci Dünya Savaşı
sonrası yapılan çalışmalar, bu kara kutuyu daha öngörülebilir kılmayı, bir bakıma onu bir fonksiyona
dönüştürmeyi hedeflemiştir (Narin 2008: 98).
13
Burada teknolojik ilerlemenin nedenleri, bu ilerlemeyi motive eden faktörler üzerinde kısaca
durmakta yarar varmaktır. Öncelikle teknolojideki ilerleme / gelişmenin arka planında ekonominin
değil, başka güdülerin olduğunu savunan görüşler bulunmaktadır. Buna göre teknolojik ilerleme, insan
doğasında zaten var olan ve hırs barındıran bir güdünün, yani insana avantaj kazandıran hız
kavramının ortaya çıkışını beslemektedir. Bu bakış açısına göre ileri doğru yol alma ve sürekli
ilerleme, teknolojinin dikkat çeken başlıca bileşenleri arasında yer almakta (Artut 2014: 21-22),
gelişme / ilerleme de bunun sonucunda doğmaktadır. Nitekim bu görüşün toplumsal planda karşılık
bulduğunun göstergesi, günlük yaşamda teknolojinin önemli çalışma prosedürlerini ve ilerlemeyi
temsil eden sembolik bir sıfat haline gelmesidir (Kline 1985: 215). Ellul ise 19. yüzyılda teknolojide
ani bir patlama yaşandığını savunmakta ve bunu beş nedene bağlamaktadır (2003: 56-68). Buna göre
nihai çiçek açma öncesinde, önemli duraksamalar olmaksızın çok uzun bir teknik olgunlaşma veya
kuluçka döneminin yaşanması; nüfus artışındaki hızlı yükseliş; elverişli bir ekonomik ortamın
oluşması; tekniğin yayılmasına açık bir toplumun neredeyse tam anlamıyla şekillenmesi (yani sosyal
tabuların ortadan kalkması ve doğal toplumsal grupların yok olması) ve son olarak diğer faktörleri
birleştirip teknik amaca doğru yönlendiren bir teknik bilincin doğuşu gibi faktörler söz konusu
dönemde ilk kez bir araya gelmiş ve teknik (teknoloji) alanında büyük bir ilerlemenin yaşanmasını
sağlamıştır. Nitekim kapitalizmin gelişimi ile bilimin yaptığı temel keşifler; büyük, yeni ve
araştırmaya dayalı endüstrilerin doğuşuna kaynaklık etmiştir (King 1999: 89).
Buradan hareket eden Marksist bakış açısına göre ise teknolojik ilerleme / gelişme, yani
teknolojik devrim özellikle kapitalizmle birlikte hızı / temposu durmadan artan bir süreci
anlatmaktadır (Yurtsever 2012: 222). Bu çerçevede buhar makinesinin icadının, kapitaliste işçilerin
fabrika sistemini bunalıma sürükleme tehdidi yaratan taleplerini dizginlemek ve yerle bir etme olanağı
sunduğunu aktaran Marx, “1830’dan bu yana yalnızca işçi ayaklanmalarına karşı sermayenin savaş
aracı olarak kullanılmak amacıyla yapılmış icatlar üzerine koca bir tarih yazmak mümkündür” (2011:
416) ifadelerini kullanmaktadır. Buna örnek olarak iktisatçı, fizikçi, kimyacı gibi birçok meslek
kimliğe sahip Andrew Ure’un otomatik dokuma tezgahları üzerine söyledikleri verilebilir. Ure’a göre
otomatik dokuma tezgahları bir tesadüf üzerine değil, grevlerden bıkan İngiltere’deki fabrika
sahiplerinin istekleri üzerine icat edilmiştir. Fabrika sahipleri Manchester’daki makine uzmanlarından
işçilere olan “mahkumiyetten” kendilerini kurtaracak bir çıkrık makinesi yapmalarını istemiş ve bunun
tasarım masraflarını üstlenmiştir (Yurtsever 2012: 137). Nitekim Kapital 1. Cilt’te Marx, Ure ve
görüşleri üzerinde durmaktadır. Ure’un kapitalistlerin bilimin sağladığı olanakları kullanarak
“dayanılmaz kölelikten” (Ure işçi sınıfının toplu sözleşme ile taleplerini dile getirip yaptığı pazarlığı
kastetmektedir) kurtulma yolunda adım attığını ve başarılı olduğu yönündeki görüşlerini aktaran Marx,
14
burada ifade edilen düşüncenin sermayenin, ücretini ödeyerek hizmetine aldığı bilimin yardımıyla
“söz dinlemez işçiyi her zaman uysallıkla hareket etmek zorunda bırakması” olduğunu dile
getirmektedir (2011: 417) Marx’a göre endüstriyel çatışmanın teknolojik değişim üzerinde köklü bir
etkisi bulunmaktadır (Basalla 2013: 176). Kısacası Marksist bakış açısına göre bilimsel ve teknolojik
ilerlemenin / gelişimin itici gücünü kapitalist sınıfın çıkarlarını korumak ve sağlama almak
oluşturmaktadır. Birinci Endüstriyel Devrim ile başlayan süreçte bilimsel teknolojik ilerlemelerin
ürünleri olarak değerlendirebileceğimiz makinelerin (buhar makinesi bunun ilk örneklerinden birisidir)
üretimde verimliliği ve dolayısıyla kârlılığı artırmanın dışında emeği ikame edecek şekilde
kullanılması bu kapsamda değerlendirilebilir. İlerleyen dönemde bilimin emek gücünü
vasıfsızlaştırarak hem onu denetime almak hem de onu değersizleştirmek için kullanıldığı bilimsel
yönetim uygulamaları (Taylorizm) de bir başka örnektir. Enformasyon ve iletişim teknolojilerinin
gelişimiyle üretimin mekan ve zaman bağlamından kopartılması ve sermayenin birikim krizini aşacak
şekilde esnek birikime zemin oluşturması da bilim ve teknolojinin iktidar ilişkilerinden bağımsız
olmadığını gösterir niteliktedir. Bu bağlamda bilim ve teknolojinin iktidar ilişkileriyle
yönlendirilmesinin ardında yatan temel faktör, kapitalist sınıfın öncelikli ve ayırt edici hedefinin,
toplumsal bazda kesintisiz sermaye birikimine ve kapitalist sınıf iktidarını yeniden üretimine
dönüştürülen kârı güvence altına almaktır. İşte bu noktada teknoloji önemli bir işlev görmektedir.
Kapitalist sınıf makineler ve bilgisayarlar gibi teknolojik teçhizatları, yazılım programlarını ve çeşitli
organizasyon biçimlerini (yani genel olarak teknolojiyi) yeni duruma intibak ettirerek ve yeniden
biçimlendirerek hem üretkenliği hem kâr oranlarını artırmayı, daha kârlı ürün yelpazeleri oluşturmayı
hedeflemektedir (Harvey 2015b: 102).
D. Teknoloji ve Toplum
Teknoloji üzerine en tartışmalı konulardan birisini toplum ile olan ilişkileri oluşturmaktadır.
Teknoloji ile toplum arasındaki ilişki tek yönlü müdür, yoksa karşılıklı mıdır? Teknoloji sınıfsal
ilişkilerden ve toplumdan bağımsız mıdır? Üçüncü bölümde “Teknoloji ve Emek: İşin Geleceği”
başlığındaki robotlaşma ve otomasyon örneğinde görebileceğimiz gibi emek üzerindeki derin etkileri
olan teknolojiyi sınıflar üstü olarak değerlendirmek olanaklı mıdır? Kısacası teknoloji kimin, daha
doğrusu kimlerin hizmetindedir?
Teknolojinin gelişimi konusundaki genel beklenti, onun toplumun refahı üzerinde olumlu bir
etkide bulunması, insan hayatını kolaylaştırıcı bir işlev edinmesidir. Nitekim 17. yüzyılda modern
bilimin ortaya çıkışında önemli katkıları olan ve bilimin toplumla ilişkisinin kurulmasında öne çıkan
15
Bacon, bu görüşü destekler biçimde teknolojinin insanlığın refahının yaratılmasında temel bir rol
oynayacağını sezmiştir (Forti 1997: 30). Marx ise Bacon’ın bu iyimser yaklaşımını paylaşmasa da
teknolojinin insan ile doğa arasındaki aktif ilişki tarzını, insan yaşamının dolaysız üretim sürecini, aynı
zamanda onun toplumsal yaşamının ilişkilerini ve bunlardan kaynaklanan zihinsel tasarımlarını açığa
çıkarttığını savunmuştur (2011: 358). Marx’a göre teknoloji ile toplum arasında yakın ve karmaşık
bağlantılar söz konusudur. Ona göre teknolojiyi sadece toplumlar yaratabilir, ancak insanların üretimi
organize etmek için kullandığı araçlar ya da sistem olarak gördüğü teknoloji, insan gruplarının kendini
toplum olarak tanımlamasında kritik öneme sahiptir (Bauchspies, Croissant, Restivo 2019: 124).
Toplumun her kesiminin teknolojiden yararlanmak için yeterli kaynağa sahip olduğunu söylemek ise
olanaklı değildir. Bu durum bu olanaklara erişemeyen kesimleri kalıcı biçimde dezavantajlı konuma
düşürmektedir. Bu yüzden teknolojinin herkese eşitlik getirecek demokratikleştirici bir güç olduğunu
söylemek zordur. Aksine teknoloji bir toplumsal sınıfın diğer toplumsal sınıf ya da sınıflar üzerinde
tahakküm kurduğu bir araç konumundadır (Dickson 1998: 51). Ayrıca bilimsel araştırma, iktidarı
elinde tutanları sürekli olarak daha güçlü kılan iktidar üretici bir santrale benzetilmektedir (King 1997:
105). Bu görüşlere paralel olarak Harvey’e göre günümüz toplumunda egemen güç olan kapitalist
sınıfın, sermaye birikimini sağlamak ve güvence altına almak, kâr elde etmek hedefine ulaşabilmesi
için bilim ve teknoloji yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu amaç doğrultusunda kapitalist sınıf teknolojik
teçhizatı, yazılım programlarını ve bunların organizasyon biçimlerini yeni duruma uyumlu hale getirip
yeniden biçimlendirmektedir (Harvey 2015b: 102). Öte yandan teknolojiyi toplumun denetiminin,
bilimi ise iktidarın meşrulaştırıcı ideolojisi olarak gören görüşler bulunmaktadır. Özellikle teknolojinin
gelişimiyle üretim sürecinde makinenin artan kullanımı beraberinde üretimdeki verimliliği artırmış, bu
durum da verimliliğin korunabilmesi, daha da artırılabilmesi için iş gücünün denetim altına alınması
yönündeki çabaları ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda bir süre sonra makine bir denetim kaynağı
haline gelmiştir (Dickson 1998: 108). Nitekim Braverman, Emek Süreci Kuramı’nda (Labor Process
Theory) de benzer bir görüşü savunmaktadır. Buna göre bilimsel-teknolojik devrim ile emek gücü
vasıfsızlaştırılıp, yeri kolaylıkla doldurulabilen, üretimin sıradan bir girdisi haline getirilmekte, bu
sayede sermaye emek üzerindeki denetimini artırmaktadır (Braverman 2008). Bu görüş, Marx’ın daha
fazla artı değer üretimi için teknolojinin üretim sürecinde kullanıldığı görüşüyle paralellik
taşımaktadır.
Öte yandan teknolojiyi salt bir iktisadi mekanizmanın parçası olarak görmek, eksik bir
değerlendirmeye yol açacaktır. Toplumu yönetenler ile onların koydukları kurallar ve değerler düzeni
ile teknoloji yakından ilişkilidir. Toplumu yönetenler doğanın ve doğa koşullarının yarattığı sorunları
aşabilmek için teknolojinin yarattığı ürünleri kullanmaktadır. Buna örnek olarak eski dönemde yapılan
16
tapınaklar verilebilir. Tapınakların yani kutsallığın merkezde olduğu bu düzende, egemen sınıf kendini
meşrulaştırmak ve iktidarıyla kutsallığı bir arada götürmek için teknolojiden yardım almaştır (İnam
2014: 24). Bu anlamıyla teknolojinin ideolojik bir boyuta sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bir üretim
tarzındaki (feodalizm, kapitalizm, vb.) egemen sınıf, teknolojik yenilikleri kendi maddi refahının ve
ayakta kalabilmesinin ön koşulu olan hegemonyasını sürekli kılabilmesine sağladığı katkı bağlamında
ele almaktadır. Buna göre teknolojik yeniliklerin amacı herhangi bir toplumda mevcut iktidarın
dağılımını güçlendirmek ve korumaktır. Dickson’a göre endüstriyel alanda teknolojik yeniliğin izini
dört biçimde sürmek olanaklıdır. İlki, Braverman’ın dile getirdiği gibi, teknolojik yeniliğin işgücü
üzerinde doğrudan denetimi sağlaması, ikincisi emek gücünden sağlanacak tasarrufun militan işçilerin
işine son verilmesi olanağı sunması, bunun da iş ortamına “istikrar getirmesi”, üçüncüsü yenilik
sayesinde iş ortamında bir ilerleme sağlanarak çatışma ortamının ortadan kaldırılması ve son olarak
teknolojik yeniliğin (otomasyon, robotlaşma, vb.) işgücünün belli kesimlerine şantaj yapmak amacıyla
kullanılabilmesidir (Dickson 1998: 214-215). Bu anlamda teknoloji sınıfsal güç ilişkilerinden,
ideolojilerden bağımsız değildir, onu iktidar ilişkilerinden ayrı olarak düşünülemez.
Teknoloji – toplum ilişkileri konusunda birçok kuramsal yaklaşım bulunmaktadır. Ancak bu
yaklaşımlardan ikisine değinmek yararlı olacaktır. Bunlardan ilki teknolojik belirlenimcilik
(determinizm) yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre günümüzde toplumsal değişimin ve diğer değişimlerin
ardındaki en önemli itici gücü teknolojik değişimdir ve teknolojik değişim kaçınılmaz bir gerçekliktir
(Artut 2014: 42). Bu görüşün temel dayanak noktası, nesiller boyunca yaygın biçimde kabul edilen
ilerleme düşüncesinin, teknik ilerlemenin gelişme yolunu belirlemesi ve bunun da verimlilik arayışı
yoluyla keşfedilmesidir. Teknolojik belirlenimcilik yaklaşımına göre, teknolojiler toplumdan
(toplumsal dünyadan) bağımsız özerk bir işlevsel mantığa sahiptir (Feenberg 1999: 77). Teknolojik
belirlenimciliğin güç kazanması 19. yüzyıla denk gelmektedir. Bu bölümde “Teknoloji ve Endüstriyel
Gelişim” başlığında detaylı biçimde inceleyebileceğimiz gibi, 19. yüzyılın sonundan itibaren başta
petrol olmak üzere yeni enerji yöntemlerinin kullanılmaya başlanması, uzak mesafe iletişim ve ulaşım
araçlarının gelişmesi ve yaygınlık kazanması, bu teknolojileri kullanan tüketicilerin sayısının artması
teknoloji - toplum tartışmalarını yeni bir boyuta taşımıştır (Ansal, Ekinci, Kaşdoğan 2018: 13-14). Bu
dönemde genel kabul, sosyal kalkınmanın belirleyici vektörü olarak bir teknolojik çerçevenin olması
gerektiğidir. Buradan hareketle teknolojinin sosyal ve kültürel güçleri belirlediği görüşü, yani
teknolojik belirlenimcilik, ortaya çıkmıştır. Teknolojik belirlenimcilik kuramı ilerleyen dönemlerde
yaygınlık kazanmıştır. Nitekim 20. yüzyılın son çeyreğinde özellikle enformasyon ve iletişim
teknolojilerinde yaşanan hızlı gelişim ile teknolojiye dayalı yazılımların ve donanımların insanların
gündelik yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmesi ile teknolojiyi gizemli hale getiren, iktisadi,
17
ideolojik, politik anlamda toplumun yararına iş gören, topluma dışarıdan müdahale eden bağımsız bir
değişken olarak gören görüşlerin arka planında bu kuram yer almaktadır.
Teknolojik belirlenimcilere göre, başta iletişim teknolojileri olmak üzere belirli teknikler,
genel anlamda teknoloji, toplumdaki değişimlerin biricik nedenidir. Teknolojik belirlenimciler bu
çerçevede genel olarak teknolojiyi ve özel olarak iletişim teknolojilerini geçmişteki, günümüzdeki ve
hatta gelecekteki toplumun temeli olarak yorumlarlar. Kuramın en uç yorumunda yeni teknolojilerin
toplumu her düzeyde dönüştürdüğü kabul edilir (Chandler 1999). Bu kurama göre teknoloji,
toplumdan ve kültürden bağımsızdır ve mantıklarının çizdiği hat boyunca ilerler. Bilim
araştırmalarında güçlü biçimde eleştirilen bu anlayışa göre teknolojinin toplum üzerindeki etkisi veya
gücü tek-yönlüdür, yani toplumun teknoloji üzerinde herhangi bir etkisi bulunmamaktadır
(Bauchspies, Croissant, Restivo 2019: 199). Toplumsal değişimin biricik itici gücü olarak teknolojiyi
gören bu görüş, dijital emeğin doğuşuna kaynaklık ettiği için çalışmamızda önemli bir yer kaplayan
başta mikroelektronik sektörü olmak üzere enformasyon ve iletişim teknolojilerinde (EİT) yaşanan
devrim niteliğindeki ilerlemeyle kendisini ilişkilendirir. Bilgisayarların dünya toplumunu her düzeyde
dönüştüreceği, teknolojik belirlenimcilerin önemli varsayımlarından birisini oluşturmaktadır. Bu
bağlamda teknolojik belirlenimcilere göre yaşanan teknolojik gelişmeler kaçınılmazdır ve teknoloji,
toplumsal yaşamı olumlu ya da olumsuz biçimde değiştirmektedir. Teknolojik belirlenimciler genel
olarak teknolojiyi ve özel olarak iletişim teknolojilerini geçmişteki, günümüzdeki ve hatta gelecekteki
toplumun temeli olarak yorumlamaktadır (Chandler 1999). Ayrıca teknolojik belirlenimcilik
teknolojinin tarafsız olduğunu varsaymakta ve iktidar ilişkileriyle yakından ilişkili, ideolojik bir
niteliğe sahip olduğunu görmezden gelmektedir.
Teknolojik belirlenimciliğin, teknolojinin toplumu yönlendirdiği ve teknolojik değişimin
kaçınılmaz olduğu yönündeki görüşleri de eleştirilmektedir. Buna göre teknolojik belirlenimcilik
teknoloji ile toplum arasındaki etkileşimi çift yönlü değil tek yönlü olarak ele almaktadır. Örneğin
günümüzde üretimde kullanılan aletler ve işyerleri yetişkinlerin ellerine ve boylarına göre
tasarlanmıştır. Bunun nedenini işçi sınıfı hareketinin gelişimiyle, yani toplumsal olanın etkisiyle,
endüstride çocuk işçi çalıştırmanın yasaklanması yani çocukların endüstriyel üretim sürecinin dışına
çıkartılması olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bunun sonucunda endüstriyel süreçteki bu tasarım
günümüzde doğal olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Teknolojik rejimler, bu toplumsal kararı,
normal olduğu gibi, düşünmeden yansıtmaktadır. Sadece sosyal bilimsel araştırma, içinde vücut
bulduğu standartların kaynağını ortaya çıkarabilmektedir (Feenberg 1999: 88). Teknolojik
belirlenimciliğe getirilen bir diğer eleştiri ise teknolojilerin kaynağında toplumsal gereksinimlerin ya
18
da belirli toplumsal grupların çıkarları ya da gereksinimleri olduğunu görmezden gelmesidir.
Teknolojinin gerçekte özerk olmadığı, yani isteklerimiz ve arzularımızdan bağımsız olarak
ilerlemediği bu eleştiriyi getirenler tarafından savunulmaktadır. Nitekim teknolojiler belirli çıkarlar ya
da hedefleri teşvik ederken, bunun dışındakileri önünü kapatmakta hatta etkisiz kılmaktadır
(Bauchspies, Croissant, Restivo 2019: 130-131). Bununla ilişkili olarak teknolojik belirlenimciliğe
getirilen bir başka eleştiri, bir sistem olarak kapitalizmin ve ona özgü emek süreçlerinin sonsuz ya da
kaçınılmaz olduğu yönündeki iddialara zemin hazırlamasıdır. Bu görüşe göre teknoloji tıpkı diğer
üretici güçlerin durumunda olduğu gibi, kapitalist üretim biçimine özgü bir toplumsal ve teknik iş
bölümü içerisinde yer almakta, bunun sonucunda kapitalizm tarafından biçimlendirilmektedir.
Özellikle teknolojinin emek süreçleri üzerindeki yıkıcı etkisi, emek sürecinin kapitalist karakterinden
kaynaklanmaktadır. Emek süreci içinde işin parçalanması, yabancılaşma, insanın üretici kapasitesinin
bölünmesi, sömürü ve niteliksizleşme teknolojinin zorunlu sonuçları olmaktan çok, artı-değer elde
etmeye yönelik kapitalist üretim örgütlenmesinin dolaylı sonuçları olarak gösterilebilir. Bu yüzden
günümüzde teknoloji, büyük ölçüde sınıf egemenliğini sağlayan bir araçtır, teknolojik yenilikler ise,
sermayenin emek üzerindeki denetimini sürdürebilme amacına hizmet etmektedir (Öngen 2014, s.
125-126).
Bir diğer yaklaşım ise 1980’li yıllarda ortaya çıkan teknolojinin toplumsal inşası (social
construction of technology) kuramıdır. Bu kuram, teknolojik belirlenimciliğin görüşlerini eleştirmekte,
toplumsal yapıların belirleyici etkisine ağırlık vermektedir. Buna göre teknolojik gelişmelere yön
veren toplumsal yapılardır, nitekim farklı toplumsal yapılandırmalarda farklı sonuçlar ortaya
çıkmaktadır (Artut 2014: 47). Bu kuramın öncü isimlerinden Trevor Pinch, Weibe Bijker ve Thomas
Hughes, çalışmalarında teknolojilerin gerçekte daha büyük ölçekli toplumsal kaygılar tarafından
şekillendirildiğini, ayrıca belirli toplumsal, siyasal ve kültürel bağlamların içine gömülü olduğunu
savunmuşlardır. Pinch ve Bijker bu kuramın öncüsü olarak niteleyebileceğimiz 1984 tarihli
çalışmalarında, bisiklet teknolojisinin bugünkü güvenlik ve kullanışlılık kriterlerinin, 20. yüzyılda Batı
Avrupa’da standartlaştığını; bu dönemde bisiklete yaş ve toplumsal cinsiyet açısından farklı
demografik kesimlerin yüklediği anlamların çokluğundan tek-tipliliğine geçildiğini ortaya koymuştur.
Araştırmacılara göre kapanma mekanizması (closure mechanisms) kavramıyla açıklanabilecek bu
süreç teknolojinin toplumsal inşasının bir parçasını oluşturmaktadır (Ansal, Ekinci, Kaşdoğan 2018:
19). Bu noktada Feenberg’in görüşlerine de yer vermek gerekmektedir. Bugüne dek teknolojinin
insandan bağımsız olarak ele alındığını söyleyen Feenberg, oysa teknolojinin operatörü ve nesneyi
içeren iki boyutu olduğu görüşünü dile getirmektedir. Her iki durumda da güç uygulamasının söz
konusu olduğunu ifade eden Feenberg, toplumun teknoloji etrafında organize olduğunu ve teknolojik
19
gücün toplumda gücün temel formu olduğunu savunmaktadır (Ruivenkamp, Jongerden, Öztürk 2010:
11). Burada teknolojik alternatifler arasındaki seçime odaklanan Feenberg, yapılandırmacı görüşü dile
getirecek şekilde bu seçimin ne teknik ne de ekonomik verimliliğe göre değil, teknolojik tasarım
sürecini etkileyen çeşitli toplumsal grupların çıkarları ve inançları ile teknolojik cihazlar arasındaki
uyuma bağlı olduğunu söylemektedir. Teknolojik bir ürünü diğerlerinden ayıran şey, bazı içsel
özellikleri değil onun toplumsal çevreyle olan ilişkisidir. Eğer bir soruna yönelik teknik çözümlerin
güç ve servet dağılımı üzerinde farklı etkileri varsa, buradaki seçim politiktir ve bu seçimin politik
sonuçları bir bakıma teknolojide somutlaşacaktır. Teknolojiyi salt bir aygıtlar / araçlar toplamı olarak
tanımlayan belirlenimcilik, teknolojinin özündeki toplumsal yanı görmezden gelmektir. Teknolojik
gelişme; ekonomiden, ideolojiden, dinden ve gelenekten kaynaklanan kültürel normlarla sınırlıdır.
Toplumsal ilişkilerin etkisi teknolojide izlenebilir (Feenberg 1999: 79-87). Dijital emeği, teknoloji,
toplum ve sermaye ilişkileri açısından inceleyen çalışmamızda, büyük oranda teknolojinin toplumsal
inşası yaklaşımı esas alınacak, teknolojik belirlenimcilik yaklaşımına ise eleştirel bir bakış açısı
getirilecektir.
II. Teknoloji ve Endüstriyel Gelişim
İnsanlık tarihinin büyük bir bölümü, akademik literatürde fazlasıyla tartışıldığı gibi insanın
doğa karşısında edilgen olduğu, insanın doğaya müdahalesinin son derece sınırlı olduğu bir dönemi
içermektedir. İlgili literatürde yeterince ele alındığı gibi, ilk insanların, insanımsıların (hominid) tarihi
hala yazılmaktadır (Türkcan 2009: 57). Ancak ilk insanların yaşadığı ve arkeologlar tarafından
paleolitik çağ (eski taş devri) olarak adlandırılan, yüz binlerce yıl sürdüğü tahmin edilen bu dönemde
küçük gruplar halinde yaşayan insan toplulukları, beslenmek için yaptıkları basit aletlerle doğadaki
hayvanları avlamış, yenilebilir bitkileri ve meyveleri toplamıştır. İnsanlar bu dönemde tıpkı yırtıcı bir
hayvan gibi doğada ne bulduysa onunla yetinmek zorunda kalmıştır. İnsanın gezegenimiz üzerindeki
ömrünün neredeyse yüzde 98’ine denk gelen bu dönem boyunca, insan topluluklarının temel geçim
yolu toplayıcılık ekonomisi olmuştur (Childe 1995: 25). Bu durum yaklaşık 10 bin yıl önce
2
neolitik
bir devrimin ortaya çıkışıyla son bulmuştur.
Tarihin ilk büyük teknolojik devrimi olduğu kabul edilen ve sosyoekonomik ve teknolojik
bir dönüşüme yol açan neolitik devrim ile insan toplulukları yiyecek toplama düzeninden yiyecek
üretimine geçmiştir (McClellan III, Dorn 2016: 19). Doğa karşısında pasif bir konumdan aktif bir
2
Bu konuda net bir tarih vermek olanaklı değildir. Ancak neolitik devrimin günümüzden 10.000 ile 12.000 yıl
arası bir tarihten önce yaşandığı tahmin edilmektedir (Childe 1995, s. 25; McClellan III, Dorn 2016, s. 19; Harari 2015, s.
90).
20
konuma geçen insan toplulukları, doğa ile etkin bir iş birliğine girişerek bitkiler yetiştirmeye ve evcil
hayvanlar beslemeye başlamış, böylelikle doğada hazır bulunan yiyecek maddeleri stoklarını
artırmışlardır (Childe 1995: 25). İlk neolitik topluluklar Yakın Doğu’da görülmüş, sonrasında
Hindistan, Afrika, Kuzey Asya, Güneydoğu Asya, Orta ve Güney Amerika’da ortaya çıkmıştır
(McClellan III, Dorn 2016: 19). Buğday ve keçiler yaklaşık M.Ö. 9000’de, bezelye ve mercimek M.Ö.
8000’de, zeytin ağaçları M.Ö. 5000’de, atlar ise M.Ö. 4000’de evcilleştirilmiştir (Harari 2015: 90). Bir
sonraki ekonomik devrim ise günümüzden yaklaşık 5 bin yıl önce Dicle ile Fırat’ın (Mezopotamya),
Nil’in ve İndüs Nehri’nin zengin alüvyonlu vadilerinde, bazı nehir köylerinin kentlere dönüşmesiyle
başlamıştır. Bu dönemde yaşananların devrim olarak nitelenmesinin nedeni insanların avcı-
toplayıcılığın aksine, tarım ile uğraşmaları nedeniyle artık bir yere yerleşmeye mecbur kalmaları, köy
ve kentlerin kurulması, ilk mülkiyet formlarının, dolayısıyla toplumsal sınıfların, ilk devletin ve onun
hukuk kurallarının ortaya çıkmasıdır (Türkcan 2009: 60).
Neolitik Devrim ile başlayan uygarlık (civilisation) tarihi, ilerleyen dönemde çeşitli evrelere
ayrılmıştır. Alet ve silah yapımında hammadde olarak yalnız bakır ve tunç kullanıldığı için “Tunç
Çağı”; M.Ö. 2000 yılarında dövme demir elde etmede ekonomik bir yöntemin yayılmasıyla, metal
araçların halk arasında kullanılmasına yol açtığı için “Demir Çağı” olarak adlandıran dönemler ilk
uygarlıkların yeşerdiği dönemlerdir. İlerleyen dönemde ortaya çıkacak köle emeğinin kullanıldığı
köleci toplum ile o zamana kadar yarı göçebe barbar hayatı yaşayan çiftçiyi toprağa bağlayan
feodalizm (Childe 1995: 25-26), teknolojik anlamda neolitik devrimin bir uzantısı olarak
değerlendirilebilir. Kapitalist üretim tarzının yükselişi ile yaşanan Birinci Endüstriyel Devrim ise
Neolitik Devrim’den sonra yaşanan ikinci büyük kırılma olarak nitelendirilebilir. Neolitik devrimle
birlikte tarımsal üretime geçen çiftçilerin, gereksinimlerinden daha fazlasını üretmeye başlamasıyla bir
artı-ürün ortaya çıkmış, bu artı-ürün kentlerde toplanıp, uzman zanaatçılar, tüccarlar, din adamları,
memurlar ve yazıcılardan oluşan yeni kent nüfusunu, dolayısıyla yeni toplumsal sınıfları beslemek için
kullanılmıştır. Kent devrimi olarak da adlandırılan bu sürecin zorunlu bir yan ürünü olarak yazının
geliştirilmesi ise uygarlıkların habercisi olmuştur (Childe 1995: 25-26). Yerleşik düzene geçilmesinin
gerekleri olan sulama kanallarının, evlerin inşasına; bronz, seramik gibi malzemelerin ve çeşitli
aletlerin yapımına olanak sağlayan tekniklerin icadı Neolitik Devrim’in diğer karakteristikleridir
(Türkcan 2009: 60). Yüzlerce yıl süren bu dönemde insanlar gereksinimlerini topraktan karşılamış,
tarımsal üretimde orak, çekiç, tırpan, saban gibi el aletleri yaygın olarak kullanılmış, ancak bu
aletlerde büyük bir biçimsel değişiklik olmamış, değişim daha çok aletlerin yapımında kullanılan
hammaddelerde görülmüştür (Aksoy 2017: 35).
21
Burada vurgulamamız gereken noktalardan birisi de Neolitik Devrim’in herhangi bir bilimin
yardımı ya da katkısı olmadan başladığıdır. İlk uygarlıklarda teknolojinin gelişimi bütünüyle günlük
gereksinimler sonucunda olmuştur. Neolitik Devrim ile kentlerde görülen üretim artışı, bir fazlalık
doğurmuş, bu fazlalığın kaydedilmesi ve hesaplanması için çeşitli teknikler gerekmiştir. Bu
dönemdeki uygarlıkların tümünde aritmetik ve kalıcı kayıt tutma tekniklerinin ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Bu çerçevede Neolitik Devrim’i bir teknoekonomik devrim olarak değerlendiren
görüşler bulunmaktadır (McClellan III, Dorn 2016: 26-56). Üzerinde durmamız gereken bir diğer
nokta ise Neolitik Devrim ile sosyal sınıfların ortaya çıkmasıdır. Bu dönemdeki toplulukların savaşlar
yoluyla diğer toplulukların topraklarını fethetmesi, burada yaşayan insanların bazılarını öldürmek
yerine tarımsal üretimde zorla kullanması kölelik mekanizmasının doğmasına yal açmıştır. Fetihlerle
birlikte yazılı tarih döneminin en eski şehirlerinde efendiler ve köleler şeklinde ikiye bölünmüş
tabakalı toplumlar ortaya çıkmış, böylece sınıf bölünmelerinin tohumları yeşermiştir (Childe 2009:
104). Bu dönemde fetihler sonucunda tutsak edilen insanların öldürülmek yerine köleleştirilmeye
başlanmasının nedeni ise gelinen teknolojik düzeyde kölelerin ve hayvan stoklarının, kendi tükettikleri
gıdadan daha fazlasını ürettikleri etkin üretim tekniklerinin kullanılabiliyor olmasıdır. Savaşların
amacı daha iyi topraklara, bunları işleyecek kölelere sahip olmak, diğer toplulukların iktisadi
artıklarına el koymak haline gelmiştir (Türkcan 2009: 63). Kölecilik zirve noktasına Roma
İmparatorluğu döneminde ulaşıp, sonra tedrici olarak önem kaybetse de 19. hatta 20. yüzyıla kadar
varlığını sürdürmüştür.
3
Çalışmamızın hedefi kapsamlı ve detaylı bir bilim ve teknoloji tarihi sunmak ve kronolojik
olarak geçmişten günümüze yaşananları sergilemek değildir. Amacımız, enformasyon ve iletişim
teknolojilerindeki devrim niteliğindeki gelişmeleri hazırlayan gelişmelerin yaratığı örgüyü ana
hatlarıyla aktarmaktır. Bu kapsamda Yunan öncesi dönem, Yunan-Roma Antikçağı, Ortaçağ,
Rönesans Dönemi, Barok Dönemi ve Aydınlanma Dönemi gibi ayrımlara girmeden (Tez 2015), asıl
olarak Endüstri Devrimi ve sonrası ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Yine de Neolitik Devrimi’n
başlangıcından Endüstriyel Devrimi arasında yaşananlar ile ilgili birkaç noktaya değinilebilir. Bu
döneme ilişkin genel kanı, köleci toplumun zirve noktası olarak değerlendirebileceğimiz Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, Avrupa’da ortaya çıkan feodalizm döneminde, Orta Çağ’ın
(Middle Age) sonuna kadar olan dönemde bilimsel ve teknolojik anlamda geri ve statik bir yapının
ortaya çıktığı, bu durumun da bilim ve teknolojinin gelişimini yavaşlattığı yönündedir. Bu görüş,
Avrupa merkezli (avrosantrik-eurocentric) bir yaklaşım olup, dünyanın geri kalanını yok saymaktadır.
3
İlerleyen bölümlerde Fuchs’un uluslararası dijital iş bölümü kuramını ele alırken görebileceğimiz gibi,
günümüzde dahi özellikle Afrika’da değerli madenlerin çıkartılmasında köle emeğinin kullanıldığını gösteren kanıtlar
bulunmaktadır.
22
Bu dönemde Avrupa feodalizmi bilim ve teknoloji alanında duraklama dönemini yaşarken, Çin Orta
Krallığı ve İslam ülkeleri daha ileri bir konumda yer almaktadır. Ancak bu geriliğe karşın, Batı
Avrupa, ileride çok daha büyük teknolojik dönüşümlere yol açacak bazı birikim süreçlerine ve
oluşumlara sahne olmuştur. Özellikle savaş ve tarım tekniklerinde (atın hem savaşta hem tarımda
kullanılması, demirin daha yaygın ve etkin kullanımı, su değirmenleri, mekanik saatlerin doğuşu, barut
ile ilk topçuluk deneyimleri, en önemlisi coğrafi keşifler, vb.) yaşanan ilerlemeler (Türkcan 2009: 73-
74), ticaret ve imalat sektörünün çok daha yoğun ve yerleşik bir tarım düzeni temelinde gelişmesini
sağlamış, Avrupa’da o döneme göre görülmemiş bir verim artışına yol açmıştır (Childe 2009: 38).
Bütün bu yaşananlar kapitalist üretim tarzının egemenliğini ilan etmesiyle daha sonra yaşanacak çok
daha büyük bilimsel ve teknolojik dönüşümlerin, endüstriyel devrimlerin hazırlayıcısı olmuştur.
Avrupa Orta Çağ’ı yaşarken, bilim ve teknoloji alanında çok daha ileri konumda olan Çin ve İslam
ülkelerinin, sonraki yıllarda benzer bir sıçramayı neden gerçekleştiremediği ise sosyal bilimciler
arasında tartışma konusu olmuştur (McClellan III, Dorn 2016). Temel hedeflerimizden birisi,
teknolojinin özellikle üretim süreçleri üzerindeki etkisini göstermek, başta dijital emek olmak üzere
yeni emek formlarının doğması konusundaki rolünü sergilemek olduğu için, burada bu tartışmalara yer
verilmeyecektir. Bu çerçevede teknoloji tarihini ele alırken, insanlık tarihi açısından daha yakın bir
dönem, dolayısıyla kapitalizmin temel üretim tarzı halini aldığı Endüstri Devrimi
4
ile başlayan dönem
baz alınacaktır.
Neolitik Devrimden ve Kent Devriminden sonra dünya tarihinde yaşanan en önemli olay 18.
yüzyılın sonunda İngiltere’de filizlenen oradan Batı Avrupa’ya, sonrasında ABD’ye yayılan Endüstri
Devrimi’dir. 1780’lerde patlak veren Endüstri Devrimi, insanlık tarihinde belki de ilk kez, toplumların
kendi üretici güçlerinin yarattığı zincirlerden kurtulması anlamına gelmektedir ve bundan sonra üretici
güçler, günümüze dek durmadan ve hızla sınırsız biçimde insan, mal ve hizmet artışı gerçekleştirmeye
muktedir olacaktır (Hobsbawm 2005: 38). Kapitalist üretim tarzının, feodalizme karşı zaferinin ilanı
anlamına gelen Endüstri Devrimi gerek ekonomik gerek toplumsal gerek politik gerekse de kültürel
anlamda tüm dünyada sarsıcı bir etki yaratmış, yarattığı dönüşümle yeni bir dönemin kapısını açmıştır.
Endüstri Devrimi’nin ortaya çıkmasında uçan mekik, iplik büküm aleti gibi bazı önemli
teknik yenilikleri içeren mekanik dokuma tezgahının icadının payı bulunsa da James Watt tarafından
1784 yılında geliştirilen buhar makinesinin ayrı bir önemi vardır. Buhar makinesi, Endüstri Devrimi’ni
olanaklı kılan ve sürekli bir endüstrileşme ve teknik değişim sürecini ve dolayısıyla sürdürülebilir
4
Mokyr, yaşanan bu süreci 18. yüzyılda Avrupa’da doğup aklı kurucu ilke olarak benimseyen ve aklı öne çıkaran
“Aydınlanma Çağı”na benzetmekte ve “endüstriyel aydınlanma” (Industrial Enlightenment) olarak adlandırmaktadır (2006, s.
19).
23
ekonomik büyümeyi sağlayan en önemli icatlardan biridir (Bruland 2008: 142). Ayrıca İngiltere’de 18.
yüzyıldaki kırsal alanlardaki “çitleme” olarak anılan ortak toprakların çevrilmesi (enclosure of
commons) hareketleriyle tarımsal nüfusun topraksızlaştırılması (Kaplinsky 1989: 30; Marx 2011: 697-
698; Hobsbawm 2005: 58), büyük sayıdaki çiftçi ve köylüyü “özgür bırakmış”, geniş kitlelerin kentsel
alanlara yığılmasına, proleterleşmesine, giderek büyüyen endüstriyel üretimin, fabrika sisteminin
ihtiyaç duyduğu işçi sınıfının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buhar makinesinin icadı ile ısı enerjisinin
mekanik enerjiye dönüştürülmesi ve bunun sonucunda üretimde o zamana dek görülmemiş bir gücün
kullanımı, bir sonraki başlıkta daha detaylı olarak üzerinde duracağımız mekanik dokuma tezgahının
icadıyla birleşince, İngiltere pamuk endüstrisinde devrim niteliğinde bir atılım sağlamıştır. Bütün
bunlar sömürgeci yayılma politikasını benimseyen, güçlü bir ordusu bulunan saldırgan bir devlete
sahip olmayla birleşince, İngiltere Endüstri Devrimi’nin dünya çapındaki öncüsü haline gelmiştir
(Hobsbawm 2005: 42).
5
Endüstri Devrimi, zaman içerisinde başta Batı Avrupa ve ABD olmak üzere diğer başka
ülkelere yayılmış ve kapitalizmin küresel anlamda zaferinin ifadesi olmuştur. Bu anlamda Endüstri
Devrimi’nin 18. yüzyılda İngiltere’de patlak verdiği ve sonraki yıllarda tamamlandığını söylemek
doğru olmayacaktır. Dünyanın geri kalan ülkelerinde endüstriyel devrimler farklı biçimlerde ve farklı
düzeylerde gerçekleşmiş ya da gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. İlerleyen süreçte dünyanın çok büyük
kesimlerinde tarım toplumları gerilemiş ve endüstrileşme hız kazanmıştır. 20. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerde (Kuzey ülkeleri) hizmetler sektörünün gelişimiyle ve
endüstriyel üretimin iş gücünün görece ucuz olduğu Güney ülkelerine kaydırılması süreciyle
6
endüstri
toplumunun sonunun geldiği yönündeki görüşler ortaya çıksa da günümüzde endüstriyel üretim
ortadan kalkmamış, sadece bir kısmı mekânsal anlamda yer değiştirmiştir. Otomasyonun bir üst düzeyi
olan, Siber Fiziksel Sistemlerin (CPS) üretim ve lojistikle bütünleşmesi ve endüstriyel süreçlerde
Nesnelerin ve Hizmetlerin İnterneti’nin (IoT) kullanımı anlamına gelen Endüstri 4.0 tartışmalarıyla
görebileceğimiz gibi, Endüstriyel Devrim’in tamamlanmış ve tarihin tozlu raflarına kalkmış bir süreç
olduğundan söz edilemez. Bu süreçte kapitalist üretim biçiminin ortadan kalkmamıştır. Bu süreçte
kapitalist üretim biçimi içinde, endüstriyel üretimde bazı önemli teknolojik gelişmeler yaşanmıştır. Bu
5
Endüstri Devrimi’nin neden önce İngiltere’de daha doğrusu Britanya’da patlak verdiği akademik literatürde
uzun bir tartışma konusudur. Mokyr’e göre bu sorunun yanıtı, Britanya’nın kendi topraklarında askeri çatışmalardan uzak
durma yeteneğine; kendini yeniden icat edebilen ve şiddete başvurmadan reformlar gerçekleştirebilen bir siyasi sisteme;
kapitalist, üretken ve ilerici bir tarım sektörüne ve değişen çevreye uyum sağlamasını sağlayan kurumsal çevikliğe sahip
olmasıdır. Ancak başka faktörler de bulunmaktadır. Britanya’nın “teknik okuryazarlığa” sahip bol miktarda eğitimli zanaatçı
ve mekanik teknisyenine, dolayısıyla teknolojik üstünlüğe sahip olması, Britanya’nın Endüstri Devrimi’ne liderlik etmesini
sağlamıştır. Örnek vermek gerekirse, buhar makinesinin mucidi James Watt ile Leonardo da Vinci arasındaki farkı yaratan;
Watt'ın son derece becerikli teknisyene, makine mühendisi John Wilkinson'a sahip olması ve Leonardo'nun ise olmamasıydı.
(Mokyr 2006, s. 16).
6
Üretimin emek gücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere kaydırılması süreci olan ve Türkçeye
“denizaşırılaşma” olarak çevirebileceğimiz “offshoring” üzerinde daha sonra duracağız.
24
gelişmeler niteliksel anlamda kapitalizmde bir değişikliğe yol açmasa da kapitalist üretim tarzında
yeni evrelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Şekil 1.1: Endüstriyel Devrimin Dört Aşaması
Kaynak: Kagermann, H., W. Wahlster, J. Helbig (2013). Recommendations for
Implementing the Strategic Initiative INDUSTRIE 4.0 - Securing the Future of German Manufacturing
Industry (Final Report of the Industrie 4.0 Working Group), Frankfurt: Acatech - National Academy
of Science and Engineering: 13
Bu çerçevede 1780’li yıllardan başlayarak bugüne dek gelen endüstriyel üretimde yaşanan
teknolojik gelişmeleri tek bir başlık altında toplamak olanaklı değildir. Nitekim Şekil 1.1’de de ana
hatlarıyla görülebileceği gibi bugüne dek dört ayrı endüstriyel devrim yaşandığı / yaşanmakta olduğu
yönünde görüşler bulunmaktadır. Buna göre mekanik dokuma tezgahının ve buhar makinesinin
icadıyla simgelenen Birinci Endüstriyel Devrim 18. yüzyıl başından 20. yüzyıl başına kadar; bant tipi
üretim hattının ve elektrik enerjisinin kullanıldığı, büyük ölçüde Fordizm’de ifadesini bulan İkinci
Endüstriyel Devrim 20. yüzyılın başından 1970’lerin başına kadar; üretimde daha fazla otomasyon
için elektroniğin ve bilgi teknolojilerinin kullanıldığı Üçüncü Endüstriyel Devrim, 1970’lerden
günümüze kadar olan dönemde gerçekleşmiştir. Günümüzde ise siber fiziksel sistemlerin kullanıldığı
ve Endüstri 4.0 adıyla da anılan Dördüncü Endüstriyel Devrim gerçekleşmektedir. Büyük ölçüde,
ilerleyen sayfalarda daha detaylı ele alacağımız neo-Schumpeter’ci yaklaşım tarafından şekillendirilen
bu yaklaşımın çıkış noktası Nikolai Kondratiev’in “Kondratiev dalgaları” kuramıdır. Ekim
25
Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde “Yeni Ekonomi Programı”nın önde gelen isimlerinden biri
olan Rus iktisatçı Kondratiev, “The Major Economic Cycles” (1925) adlı çalışmasında, kapitalist
ekonomilerin 50-60 yıllık uzunluklara sahip düzenli döngülere girdiklerini ileri sürmüş, bu çerçevede
1789-1926 tarihleri arasında büyüme ve çökme aşamalarını da içeren dört uzun dalganın yaşandığını
savunmuştur. Kondratiev’in fiyatların ve faiz oranlarının döngüsel hareketlerini gözlemleyerek
dayandırdığı bu evrelere “Kondratiev döngüsü”, “Kdalgası” gibi isimler verilmiştir (Yeldan 2010: 46-
47). Avusturyalı iktisatçı Schumpeter ise 1939 yılında kaleme aldığı Business Cycles (İş Çevrimleri)
adlı kitabında, Kondratiev’in bu kuramını yeniden yorumlamış ve “uzun dalga teorisi”ni geliştirmiştir.
Schumpeter, “Kondratiev uzun dalgaları”nın varlığını kabul etmekle birlikte, bu dalgaları farklı bir
biçimde yorumlamaktadır. Schumpeter’e göre her “uzun dalga” ya da konjonktür döngüsü
benzersizdir. O dönemdeki teknolojik yenilik farklılıkları; savaşlar, kıtlıklar, altın madenlerinin
bulunması gibi tarihi olaylardaki farklılıklar bu benzersizliğin nedenidir (Freeman, Soete 2003, s. 22).
Klasik iktisattaki mikro ve makro düzeyin üzerinde bir mezo-sistemin olduğu tanımını yapan
Schumpeter’ci yaklaşım, bu mezo-sistemin makro ve mikro sistemin temel kurallarını belirleyen
teknolojik dönüşüm noktaları olduğunu savunmaktadır (Dikmen 2017: 218). Bu bağlamda ortalama 50
yılda bir bu dalgalar ortaya çıkmakta, ekonomiler hızlı yükseliş ve ani çöküş (boom and bust)
döngüsüne girmektedir. Schumpeter’e göre yenilikleri (inovasyon) geliştiren girişimciler, bu döngüleri
başlatacak teknolojik devrimlerin doğmasında rol oynamaktadır (Amin 1994: 12). Öte yandan
Schumpeter, aynı kitabında üç farklı Kondratiev uzun dalgasının yaşandığını ileri sürmektedir. Buna
göre ilk Kondratiev dalgası, 1780’lerden 1842’ye kadar olan yılları kapsayan Endüstri Devrimi
aşamasıdır. İkinci Kondratiev dalgası ise 1842-1897 yılları arasını kapsayan “buhar ve çelik çağı”dır.
Üçüncü ve son dalga ise elektrik, kimya ve motorların Kondratiev’idir (Schumpeter 1939, s. 178).
7
Kondratiev ile Schumpeter’in çalışmalarını birleştiren yeni Schumpeter’ciler ise teknolojik
devrimlerin tekno-ekonomik paradigma değişimine yol açtığını savunmaktadır. Nitekim yeni
Schumpeter’ci yaklaşımı benimseyen Dicken, Kondratiev’in kuramına dayanarak geliştirdiği
analizinde endüstriyel üretim sürecinin, uzun vadede, her bir işin doğasını ve hızını daha yakından
kontrol etme çabalarını temsil eden, 5 aşamadan geçtiğini ileri sürmüştür (2011: 78-80 ve 99-100).
Buna göre ilk aşama emeğin atölyelerde bir araya gelmesini ve belirli bir iş bölümü çerçevesinde
çalışmasını içeren manüfaktür aşamasıdır. İkinci aşama ise, fabrikalarda makineler yoluyla mekanik
süreçlerin ve gücün uygulanması anlamına gelen ve iş bölümünün daha da arttığı makinefaktür
7
Schumpeter’in üçlü Kondratiev uzun dalgaları, belirli ölçüde burada aktaracağımız dörtlü endüstriyel devrim
kavramlaştırmasıyla örtüşmektedir. Ancak biz çalışmamızda günümüz kapitalizmin tarihsel seyri içinde dört endüstriyel
devrim yaşandığını savunan ve literatürde oldukça yaygın olan dörtlü kavramlaştırmayı kullanacağız. Bununla ilgili olarak şu
çalışmaları örnek verebiliriz: Fuchs 2018; Pfeiffer 2017; Ansal, Yıldırım 2018; Manyika vd. 2015; Manyika vd. 2017; Ford
2018; Lu 2017.
26
(machinofacture) aşamasıdır. Bir sonraki aşama ise daha çok Taylorizm olarak adlandırabileceğimiz
“bilimsel yönetim” aşamasıdır. Emeğin bölünmesi sürecini artıran bu evrede, emek üzerinde denetim
ve kontrol sıkılaştırılmaktadır. 20. yüzyılın başından itibaren iş sürecinin bilimsel çalışmaya tabi
tutulması iddiasını taşıyan bu evrede, iş bölümü derinleştirilmektedir. Dördüncü aşama ise, üretim
hızını kontrol eden ve büyük miktarlarda standartlaşmış ürünlerin seri üretimine izin veren montaj
hattı süreçlerinin geliştirilmesi anlamına gelen Fordizm aşamasıdır. Bu aşamayı Taylorizmin bir
tamamlayıcısı olarak görmek ise yanlış olmayacaktır. Dicken’a göre son aşama ise, esnek ve yalın
üretim aşamasıdır. Bu aşamanın özelliği enformasyon ve iletişim teknolojilerinin yeni üretim
sistemlerinde derinlikli olarak uygulanmasıdır. EİT, esnek ve yalın üretim aşamasında ön plana
çıkmaktadır, çünkü bu teknoloji üretim süreci üzerinde daha sofistike bir denetimi sağlamaktadır.
Şekil 1.2: Kondratiev Uzun Dalgaları
Kaynak: Freeman, C, Perez, C. (1988). “Structural crises of adjustment, business cycles and
investment behaviour”, G. Dosi, Freeman, C., Nelson, R., Silverberg, G., Soete, L. (Ed.). Technical
Change and Economic Theory, Londra: Pinter Publisher: 50-57; Dicken, P. (2011). Global Shift -
Mapping the Changing Contours of the World Economy. New York: The Guilford Press: 79
Şekil 1.2’ye göre kapitalizmin genişleme ve kriz dalgaları, Dicken’ın bahsettiği 5 dönemle
örtüşmektedir. 1770’li yıllarda başlayan İlk Kondratiev dalgası (K1) erken dönem mekanizasyonu
içeren, üretimde makinelerin kullanılmaya başlandığı manüfaktür aşamasına; 1830’larda başlayan
ikinci dalga (K2) buhar gücü ve demiryolu ile karakterize olan makinafaktür aşamasına; 1880’lerde
27
başlayan üçüncü dalga (K3) son döneminde bilimsel araştırma yöntemlerinin uygulandığı elektrik ve
ağır sanayiyi içeren aşamaya; 1940’ların sonunda başlayan dördüncü dalga (K4) ise büyük ölçekli
üretim birimleri tarafından, montaj hattı üretim teknikleri kullanılarak ve kitle pazar tüketimi için
büyük miktarlarda standartlaştırılmış ürün üretilen Fordist aşamaya denk gelmektedir. Dicken’a göre
1990’ların sonunda başlayan ve şu anda içinde bulunduğumuz beşinci dalga (K5), EİT’lerin egemen
hale geldiği dijital aşamaya denk düşmektedir (2011: 100). Dicken’ın bu analizi, Kondratiev’in
ekonomik kalkınmanın ‘uzun dalgaları’ ile Schumpeter’in büyük teknolojik yeniliklerin ‘yaratıcı
yıkım’ yarattığı yönündeki iddialarını bir araya getiren, EİT’lerdeki gelişimin yeni bir dönemin
oluşturulmasını temsil ettiğini öne süren Yeni Schumpeter’ci bir yaklaşımdır (Webster 2014: 13). Öte
yandan bir Kondratiev dalgasının genelde 50 yıl civarı sürmesinden hareketle, beşinci dalganın (K5)
2040’lara kadar süreceği, dolayısıyla bu dönem içinde EİT’nin kapitalist üretim tarzı açısından
önemini sürdüreceğini söylemek olanaklıdır (Savul 2018a: 208).
Öte yandan Webster, yakın dönemin sınıflandırmasını yapmakta ve yeni teknolojilerin
beraberinde sosyal değişimi getirdiği iddiasının yeni olmadığını söylemekte ve bu iddiaları üç dönem
içerisinde incelemektedir (2014: 11-13). Buna göre birinci dönem 1970’lerin sonunda başlayan ve
1980’lerin başına kadar süren ve odak noktasını mikroteknolojilerin (mikroelektronik, mikrobiyoloji,
mikromekanik vb.) oluşturduğu dönemdir. Bu dönemde oldukça heyecan yaratan görüşlere göre, hızlı
biçimde gelişen mikroteknolojiler sahip oldukları kapasite ile insan yaşam tarzını devrimsel biçimde
değiştirme olanağına sahiptir. Webster’a göre ikinci dönemi, 1990’ların ortasında başlayan ve 2005’e
kadar süren, dijital yakınsamayla EİT’lerin iyiden iyiye gelişim gösterdikleri dönem oluşturmaktadır.
Bu dönemde özellikle internetin hızlı büyümesiyle bir enformasyon otobanının (information
superhighway) ortaya çıktığını, bunun yeni bir topluma geçiş için bir dönüştürücü bir işlev edineceği
görüşü kendisine fazlasıyla taraftar bulmuştur. Yeni düzen vurgusunun sıklıkla yapıldığı bu dönemde,
geleceğin EİT’lerin sunduğu olanaklarla şekilleneceği sıkça ortaya konulmuştur. Üçüncü dönem ise
2005’lerde itibaren başlayan ve bugüne dek süren, odağında sosyal medyanın yer aldığı aşamadır.
Akıllı telefonların, tabletlerin, dizüstü bilgisayarlar gibi EİT ürünlerinin yaygınlaştığı, Facebook,
Twitter ve MySpace gibi sosyal medya mecralarının günlük hayatın vazgeçilmezleri haline gelmeye
başladığı bu dönemde; etkileşim, şeffaflık ve esnekliğin egemen değerler haline geldiği, bunun da
yerleşik sosyal düzende önemli değişikliklere yol açtığı / açacağı ileri sürülmektedir. “Kitle kaynaklı
çalışma”nın (crowdsourcing) demokratikleştirici sonuçları, e-ticaret sitelerinin gelişimi ile
perakendecilikte aracıların ortadan kalkmaya başlaması, içeriğin güvenilir ve sağlıklı kalacağı, ilgi
duyan herkes tarafından düzenlenmeye açık olacağı Vikipedia örneği, bireysel çevrimiçi kursların
28
yaygınlık kazanması bu dönemin simgesi niteliğindeki örnekler olarak ortaya konulmaktadır (Webster
2014: 12).
Otonomcu Marksistlerin geliştirdiği “bilişsel kapitalizm” kuramı da kapitalizmi dönemlere
ayırmaktadır. Buna göre kapitalizm geçmişten bugüne üç temel evreden geçmiştir. İlk evre tüccar ve
finansal tipteki birikim mekanizmalarının hegemonyasına dayanan ve 16. yüzyılın başı ile 17. yüzyılın
sonu arasında gelişen merkantilist (ticari) kapitalizmdir. İkinci evre ise daha önce ele aldığımız
endüstriyel devrimler ile şekillenen fiziksel (maddi) sermaye birikimine ve standartlaştırılmış malların
seri üretimine dayanan, “büyük Manchester fabrikasının itici güç” olduğu endüstriyel kapitalizmdir.
Halen içinde bulunduğumuz üçüncü evre ise maddi olmayan sermaye birikimine, enformasyonun
yayılmasına ve enformasyon ekonomisinin itici rolüne dayanan bilişsel kapitalizmdir. “Üçüncü
kapitalizm” olarak da adlandırılan bu yeni kapitalizm, küresel piyasalara, finansallaşmış tüketime,
maddi olmayan emeğe ve maddi olmayan sermayeye dayanmaktadır. Bilişsel kapitalizm evresinde,
emeğin bilişsel ve zihinsel boyutları öne çıkarak, fiziksel sermaye ve maddi emeğin bir önceki
evredeki merkezi konumunu yerinden etmiştir (Fuchs, Chandler 2021: 21).
8
Bu bölümde büyük ölçüde neo-Schumpeter’ci yaklaşım tarafından şekillendirilen, endüstri
devriminin 4 aşamadan oluşan kavramlaştırılması aktarılacaktır. Çalışmamızda ilk olarak 18. yüzyılın
sonlarından itibaren İngiltere’de ilk kez buhar enerjisinin kullanımıyla karakterize olan Birinci
Endüstriyel Devrim, sonrasında Fordizm dönemi olarak da nitelendirilebilecek ve 20. yüzyılın
başından itibaren endüstriyel üretimde elektrik enerjisinin yaygın olarak kullanılmasını içeren İkinci
Endüstriyel Devrim; üçüncü olarak ise 1970’li yıllardan itibaren elektronik ve Enformasyon İletişim
Teknolojilerinde (EİT) yaşanan ilerlemelerin sonucunda, üretimde elektronik ve bilgi sistemlerinin
kullanılmasını içeren Üçüncü Endüstriyel Devrim ele alınacaktır
9
. Dördüncü Endüstriyel Devrim
olarak değerlendirilen “Endüstri 4.0” tartışmaları daha ayrıntılı işlenebilmesi için bir sonraki bölümde
ele alınacaktır. Bu dörtlü yapıyı içeren endüstri kavramlaştırmasında, diğer faktörlerin yanı sıra
teknolojik değişimin rolü dikkati çekecektir. Bu yüzden tüm bu tartışmalar, endüstriyel üretimin
teknoloji ile ilişkisi bağlamında ele alınacaktır. Öte yandan endüstriyel devrimlerinin nedenlerini
incelerken, olaya salt teknik ilerlemelerin doğal bir sonucu olarak bakmak doğru değildir. Endüstriyel
ve teknolojik devrimlerin arka planında, asıl olarak kapitalist sistemde sermaye birikiminde ortaya
çıkan krizleri aşma gereksinimleri bulunmaktadır (Öngen 2014: 132). Bu çerçevede her bir endüstriyel
8
Bilişsel kapitalizm konusu, üçüncü bölümdeki “yeni kapitalizm kuramları” başlığı altında ele alınacaktır.
9
Birinci endüstriyel devrimi “mülkiyet kapitalizmi” (proprietary capitalism), ikinci endüstriyel devrimi
“yönetimsel kapitalizm” (managerial capitalism) ve üçüncü endüstriyel devrimi kolektif kapitalizm (collective capitalism)
şeklinde değerlendiren görüşler bulunmaktadır (Lazonick 1991: 23-24).
29
devrim incelerken, birikim krizini aşmak için atılan adımların (sermaye süreçleri, emek süreçleri, vb.)
neler olduğuna kısaca da olsa değinilecektir. Çalışmamızın bundan sonraki bölümlerinde, endüstriyel
devrimleri dört evre halinde ele alan bu dönemselleştirme kullanılacaktır.
A. Buhar Enerjisinin Kullanımı ve Birinci Endüstriyel Devrim
Modern dünyanın şekillenmesinde en önemli pay sahibi olan gelişmelerin başında 18.
yüzyılda İngiltere’de başlayan ve ardından farklı düzeylerde Batı Avrupa’ya ve ABD’ye yayılan
Endüstri Devrimi’dir. Geleneksel tarım ve ticaretten uzaklaşılmaya başlanması, el zanaatları ve atölye
tarzı işletmeciliğin çözülmesi ve emek gücünün fabrikalarda toplanmaya başlaması ile karakterize olan
kapitalist üretim tarzının doğuşu; başta demir, fosil yakıtların (kömür) ve buhar gibi kaynakların
devreye sokularak üretimin mekanizasyonu, üretimin fabrika düzeninde daha büyük ölçekte yapılmaya
başlanması; ayrıca gerek üretilen ürünlerin satılması gerekse de hammadde ve ara mal tedarikinin
sağlanması için küresel pazarlama istemlerinin geliştirilmesi (Kagermann 2015: 32; McClellan III,
Dorn 2016: 323; Schwab 2016: 11; Alçın 2016: 20; Bartodziej 2017: 32) burada “Birinci Endüstriyel
Devrim” olarak adlandıracağımız Endüstri Devrimi’nin öne çıkan gelişmeleridir. İngiltere’de ortaya
çıkan Birinci Endüstriyel Devrim, sonrasında hızla Batı Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yayılmış, tüm
dünyada köklü bir toplumsal dönüşümün fitilini ateşlemiştir.
10
Özellikle pamuklu dokuma sektöründeki bir dizi icat ile fabrika sisteminin de ortaya
çıkmasına neden olan bu süreci karakterize eden üç temel ilkeden söz edilebilir. Bunlardan ilki insan
becerisi ve emeğinin (hızlı, düzenli, hassas ve yorulmak bilmeyen) makinelerle ikamesinin başlaması;
ikincisi canlı güç kaynaklarının (at, eşek, insan, vb.) yerine cansız güç kaynaklarının (başta buhar
enerjisi) kullanımı ve böylelikle neredeyse sınırsız bir güç kaynağına sahip olunması; son olarak da
bitkisel ve hayvansal hammaddelerin dışında mineraller, sentetik materyaller gibi yeni ve daha çok
sayıda hammadde kaynaklarının kullanılmaya başlanmasıdır. Ayrıca makinelerin kullanılmaya
başlanması ile aletin işçinin elinden alınıp makinelerin kontrolüne verilmesiyle üretici güçlerde de
değişimler yaşanmıştır. Bütün bu gelişmeler Endüstri Devrimi’ni ortaya çıkarmıştır (Landes 1988: 41;
Kaplinsky 1989: 11).
10
Feodalizmin tasfiyesi, Batı Avrupa’da tarım toplumlarının çözülmesi, topraksız köylülerin endüstrinin boy
verdiği kentlere göç etmek zorunda kalması, yeni bir sınıfın, proletaryanın (işçi sınıfının) doğuşu… Asıl odak noktamız
olmadığı için burada elbette oldukça kanlı ve sancılı geçen bu süreci ele almayacağız. Ancak konuyla ilgilenen okura, işçi
sınıfının oluşumunu salt ekonomik tarihin olduğu kadar politik ve kültürel tarihin bir olgusu olarak değerlendiren, bu
anlamda ekonomik indirgemeciliğe karşı çıkan şu kitabı önerebiliriz: Thompson, E.P. (2004), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu,
(Çev. U. Kocabaşoğlu), İstanbul: İletişim Yayınları.
30
Peki Endüstri Devrimi nasıl ortaya çıkmıştır? Burada Endüstri Devrimi’ni hazırlayan bir dizi
gelişmeye değinmek yararlı olacaktır. 15. yüzyılın sonundan itibaren, günümüzde Amerika kıtası
olarak adlandırdığımız Yeni Dünya’nın “keşfi”, yine bu yıllarda Hindistan’a ve Uzakdoğu’ya giden
yeni deniz yollarının Avrupalı denizciler tarafından bulunması, özellikle Atlantik Avrupa’sına yepyeni
bir dünya pazarı açmıştır. Bu sayede başta İngiltere olmak üzere Atlantik Okyanusu kıyısındaki
ülkeler, bütün dünyanın yiyecek stoklarını kendilerine çekme olanağı bulmuş, böylece özellikle tekstil
ürünleri olmak üzere artan miktarda ürettikleri mallarını satacakları bir pazar elde etmişlerdir.
Üretimdeki bu artış sayesinde ekonomi alanında yaşanan bu gelişme, beraberinde nüfus artışını da
getirmiştir. Nitekim 1750 ile 1800 arasında İngiltere’deki nüfus artışı keskin bir eğimle yükselişe
geçmiştir (Childe 2009: 38). Daha net niceliksel ifadeler kullanırsak, 1760 ile 1830 yılları arasında
İngiltere’nin nüfusu, o zamana dek Avrupa’da benzeri görülmedik biçimde 6,1 milyondan 13,1
milyona yükselmiş (Mokyr 2006: 2), Liverpool ve Manchester devasa kentler haline gelmiştir. Bu
dönemde Britanya’da iktisadi olarak da önemli gelişmeler yaşanmış, ulusal gelir artmış, tarımın ulusal
çıktı payı içindeki payı yüzde 50’lerden yüzde 15’lere inmiş, dokuma (tekstil) ve demir imalatı
buharla çalışan fabrikalara taşınmış, endüstrileşme süreci hız kazanmıştır (McCloskey 1981: 103).
Ancak Endüstri Devrimi’nin ilk yıllarını gelecekteki büyümenin temellerinin atıldığı bir kuluçka
dönemi olarak kabul etmek daha doğru olacaktır (Mokyr 2006: 14). Ama yine de Endüstri Devrimi ile
toplumsal yaşamda bir dönüşüm yaşanmaya başlandığından söz edilebilir. Endüstri Devrimi ile
yaklaşık 12 bin yıl önce yaşanan Neolitik Devrim ve yaklaşık 5 bin yıl önce yaşanan Kent
Devriminden sonra, gezegenimizde yaşanan en büyük değişim yaşanmıştır. Endüstri Devrimi ile
yaşamın toplumsal, politik, ekonomik, kültürel ve teknik temelleri, hemen her yerde dönüşüme
uğramıştır. Dönüşüm sadece kapitalist gelişimini büyük ölçüde tamamlamış, endüstrileşmiş ülkelerde
değil; feodal üretim biçiminin egemen olduğu geleneksel tarım toplumlarında, geriye kalan kırsal
göçebe gruplarda da gerçekleşmiştir. Kısacası İngiltere’de patlak veren Endüstri Devrimi ve modern
kapitalizmin ortaya çıkışı tüm insanlığı derinden etkilemiştir (McClellan III, Dorn 2016: 323-324)
Konuya bilim ve teknolojideki gelişmeler açısından bakarsak, bilimsel devrimin bu
dönemde ekonomik açıdan yararlı teknoloji üzerindeki doğrudan etkisi önemli boyutlarda değildir.
Ayrıntılarına biraz sonra değineceğimiz “uçan mekik”, “speedy Jenny”, vb. gibi Endüstri Devrimi’nin
önemli icatları, son derece gösterişsizdir ve pahalı ekipmanlara sahip laboratuvarlarda değil, zeki
zanaatçıların, ustaların, fabrika işçilerinin, vb. kendi atölyelerinde yaptığı denemelerle ortaya
çıkmıştır. Öyle ki devrimin bilimsel açıdan en karmaşık aleti olan Watt’ın buhar makinesi bile,
döneminin bilinmekte olan fizik bilgisinden daha fazlasını gerektirmemiştir. Bu yüzden Endüstri
Devrimi’nin teknik yenilikleri gerekli koşullar var olduğunda, kendi kendilerine ortaya çıkmıştır
31
(Hobsbawm 2005: 39-40). Ancak bu saptama bilimsel faaliyetlerin teknoloji üzerinde hiçbir etkisi
olmadığı, ayrıca ilk endüstricilerin bilimle hiç ilgilenmedikleri anlamına gelmemektedir. Nitekim
nicelleştirme, ölçme ve bilginin düzenli bir halde tasnif edilmesi, bu dönemde bilimin teknolojiye
verdiği en önemli armağanlardan birisi olmuştur (Mokyr 2006: 21). Bilim başta Fransa olmak üzere
Kıta Avrupası’nda daha gelişkinken, genelleştirilmiş bilgi, teknoloji Britanya’da daha yaygın hale
gelmiştir. Bu dönemde Britanya’da makinelerde ve süreçlerde kümülatif olarak pratik tamirler,
kurcalamalar ve yerinde ayarlamalar, en az büyük icatlar kadar önem kazanmıştır. Örneğin,
Cornwall’daki buhar makinesinin üretkenliği, daha yüksek basınca sahip olması için yapılan
müdahaleler ve bir dizi başka ayarlamalar ile 19. yüzyılın ilk yarısında neredeyse dört kat artmıştır
(Von Tunzelmann 1995: 120; Hudson 2014: 24). Öte yandan teknolojideki ilerlemelerin de katkısıyla
18. yüzyıldan itibaren üretimde görülmemiş artışlar yaşanmıştır. Üretimdeki bu artışın yaşanmasında,
demir, kömür ve buhar gibi kaynakların üretim alanında kullanılmasına olanak sağlayan teknolojik
gelişmelerin yarattığı zincirleme etkinin büyük payı olmuştur. Birçok yazar için İngiliz
endüstrileşmesinin kritik teknolojileri
11
, buhar gücü ve mekanize dokuma makineleridir (Bruland
2006: 118-119). Bu yüzden İngiliz Endüstri Devrimi tarım, gıda, cam üretimi gibi başka sektörlerde de
önemli teknolojik ilerlemeleri içerse de kritik teknolojileri oluşturan buhar gücü ve mekanize dokuma
tezgahları ve onlarla yakından etkileşim halindeki teknolojiler iktisadi anlamda hızlı büyümenin
öncüleri olmuşlardır. Örneğin toplam endüstri katma değeri içinde pamuklu dokuma endüstrisinin payı
1770’te yüzde 2,6’yken, bu oran 1801’de yüzde 17’ye yükselmiştir (Freeman, Soete 2003: 42). Bu
yüzden bu teknolojiler üzerinde daha detaylı biçimde durulacaktır.
Bu çerçevede Endüstri Devrimi’nde teknolojileri incelemeye demiri ele alarak başlayacağız.
Çeşitli aletlerin ve silahların yapımında demirin kullanılmasının geçmişi çok eskiye dayanmaktadır.
Demirin ilk olarak ne zaman kullanıldığı konusunda kesinleşmiş bir bilgi olmasa da Çorum’daki
Alacahöyük’te ortaya çıkarılan M.Ö. 2500-3000 yıllarına ait olduğu sanılan Erken Tunç Dönemi
mezarlığında bulunan kısa demirli bir hançer, ilk buluntu olarak kayıtlara geçmiştir (Collis 1984: 30).
İlerleyen yıllarda kullanımı yaygınlaşan ve Bronz Çağı’ndan sonraki döneme adını veren demirin
üretimi, uygarlık tarihi boyunca büyük önem taşımıştır. Nitekim M.Ö. 15. yüzyıldan itibaren demir
metalürjisi Kafkaslardan Eski Dünya’daki tüm uygarlıklara yayılmıştır (Braudel 2017: 340). Ancak
demiri ergitme için aşırı miktarda kereste gerekmesi ve birçok toplumda kerestenin kıtlığı demir
kullanımını sınırlamıştır. 11. yüzyılda Çinli demir ustaları yakıt olarak odun yerine kömürü kullanan
ergitme yöntemleri geliştirse de asıl radikal teknolojik dönüşüm 18. yüzyılda İngiltere’de yaşanmıştır.
11
Kritik teknolojiyi, belirli bir dönemin büyüme yörüngesi üzerinde, çıktı ve üretkenlik artışında doğrudan ya da
dolaylı etkiler yoluyla belirleyici bir rol üstlenen teknoloji olarak niteleyebiliriz.
32
Demir cevherinin istenilen sıcaklığa getirilmesi için 1709 yılında demir ustası Abraham Darby’nin kok
kömürünü kullanması ile başlayan, ama asıl olarak 1784’te İngiliz mucit Henry Cort’un kömür
kullanarak piki işlenmiş demire dönüştürmek için eriyiğin karıştırılmasını ve bir miktar karbonla
birleşmesini içeren süreci geliştirmesi ile devam eden gelişmeler, demir üretimini odundan dolayısıyla
ormandan bağımsız hale getirmiştir
12
. Böylece dünya yeni bir Demir Çağı’na girmiştir. 1780’lerde
Britanya’nın demir üretimi Fransa’nınkinden daha azken; 1848’de dünyanın geri kalanının
toplamından daha fazla, neredeyse iki milyon tonu bulmuştur. 18. yüzyıl boyunca İngiltere’de yılda 25
bin tondan az olan demir üretiminin, 1860’lara gelindiğinde 4 milyon tona fırlaması gelişimin
boyutlarını net biçimde sergilemektedir (Landes 1998: 94-99; McClellan III, Dorn 2016: 326-335)
Endüstri Devrimi’nin teknik anlamda bir başka kilit bileşeni kömür madenciliğidir.
İngiltere’de demir üretimindeki artış, kömüre olan ihtiyacın daha büyümesine yol açmıştır. Buna
karşın kömür madenciliği bir süre sonra darboğaza girmiştir. Yüzeye yakın alanlardaki kömür
yatakları tüketildikten sonra, daha derinlere inmek gerekmiş, bunun için oldukça derin maden kuyuları
açılmıştır. Ancak açılan kuyular derinleştikçe daha çok yeraltı suyuyla dolmuştur. Bu suların tahliyesi
için hayvan gücüyle çalıştırılan geleneksel pompalar yetersiz kalınca, daha güçlü pompalar bir ihtiyaç
olarak kendini dayatmıştır. Bu sorun için geliştirilen teknolojik çözüm, endüstriyel gelişmenin akışını
değiştiren bir yenilik olmuştur. Bir demir tüccarı olan Thomas Newcomen 1712 tarihinde ilk
atmosferik buhar makinesini geliştirmiştir. Newcomen ve yardımcısı sıhhi tesisatçı John Calley sezgi,
deneme ve biraz da şansla atmosfer basıncının bir pistonu itebilmesi için buharı silindir içinde
yoğunlaştırıp kısmi bir boşluk yaratma yöntemini bulmuştur. Newcomen makineleri kısa sürede kimi
yetersizliklerine karşın kömür ocaklarında, madenlerdeki su pompalama işlerinde yaygın bir kullanım
alanı elde etmiştir. Ancak yüksek kömür tüketimi ve verimsiz çalışmaları, Newcomen makinesinin
geliştirilmesi ihtiyacını dayatmıştır (Freeman, Soete 2003: 25; McClellan III, Dorn 2016: 326-335).
1765 yılında Newcomen makinesinin bu eksikliklerine yönelik Watt’ın geliştirdiği bir
çözüm, çığır açıcı bir gelişmenin habercisi olmuştur. Bir mucit olan, aletler üreten ve Glasgow
Üniversitesi’nde çalışan Watt, kendisine tamir için verilen küçük bir Newcomen makinesini
beğenmemiş ve bu makineyi inceleyerek uzun gözlemler yapmış ve bu makineyi iyileştirerek bir dizi
patent almıştır (Türkcan 2009: 127). Watt, Newcomen makinesinin aksine buharı silindirin dışında
soğuk olarak tutulan ayrı bir kapta yoğunlaştırmayı, bu sayede tüm çevrim boyunca silindiri sıcak
12
Burada söz konusu teknolojik buluşun, bilimsel bilgiyi görece içermediğinin altını çizmeliyiz. Bu dönemde
demir üretimi esasen bir tür aşçılıktı. Malzemeler için bir his, keskin bir orantı duygusu, tencerenin ocakta ne zaman
bırakılması gerektiğine dair bir “içgüdü” gerektiriyordu. Demir ustalarının neden bazı şeylerin işe yarayıp diğerlerinin
çalışmadığına dair hiçbir fikirleri yoktu; nitekim bunu çok da umursamadılar. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bilim
insanları, rasyonel teknik ve test performansına yönelik bir kılavuz sağlamak için cevheri metale dönüştürme süreci hakkında
yeterince bilgi edinmedi (Landes 1998, s. 92).
33
tutma fikrini geliştirmiştir. Özellikle ısıtma ve soğutma çevrimlerinin kaldırılmasıyla oluşan tasarruf
bu yeni makinenin, Watt’ın buhar makinesinin, Newcomen makinesine karşı üstünlük elde etmesini
sağlamıştır. 1775 yılında Birmingham’lı sanayici Matthew Boulton ile ortaklık kuran Watt, geliştirdiği
bu yeni makineyi üretip satmaya başlamıştır. Kömür madenciliği dışındaki endüstrilerde de uygulama
alanı bulan Watt’ın buhar makinesi büyük bir başarı elde etmiştir. 1800’de Britanya’da buhar
makinelerinin sayısı 500’ü bulmuştur, bu sayı ilerleyen yıllarda daha da artmıştır (von Tunzelmann
1995: 106; McClellan III, Dorn 2016: 329). Ancak buhar makinesinin bu başarısında etkili olan bir
dizi gelişmeyi aktarmak önemlidir. Bunlardan ilki Watt’ın beygirgücü (HP – horsepower) düşük olan,
dolayısıyla beygir gücü başı maliyeti yüksek olan makinesinin dezavantajını ortadan kaldıran daha
büyük buhar makinelerinin geliştirilmesi, böylece beygirgücü maliyetlerinin düşmesidir.
13
İkinci
gelişme ise özellikle Cornwall’deki maden endüstrisinde geliştirilen, yeni yüksek basınçlı buhar
makinelerinin beygirgücü başına kömür tüketimini azaltmasıdır. Son olarak buhar makineleri içeren
demiryolu lokomotiflerinin geliştirilmesi ve bunların 1825’ten sonra yolcu ve yük taşımacılığında
kullanımlarının yaygınlaşmasıdır (Freeman, Soete 2003: 25). Bu gelişmelerden sonra burjuvazinin
hizmetindeki Watt’ın buhar makinesi, Endüstri Devrimi’ne kapıları açmıştır (Tez 2005: 181). Ancak
daha da önemlisi buhar makinesi bir toplumsal dönüşümü simgelemiştir. Marx bu durumu şu sözlerle
ifade etmiştir: “(E)lle işletilen değirmen, size, derebeyli [feodal beyli] toplumu verir; buharla işleyen
değirmen, size sanayici, kapitalistli toplumu verir” (Marx 1966: 122). Bu anlamda buhar makinesi
kapitalizmin serpilip gelişmesinde bir pay sahibi olmuştur. Buhar makinesi gerçekten de ilk
kullanılmaya başladığı dönemde İngiltere’de sarsıcı bir etki yaratmış, nüfusu yoğun kitleler halinde bir
araya getirmiştir. 1842 yılında buhar makinesinin benzerinin görülmediğini dile getiren Cooke Taylor,
buhar dokuma tezgahı ve iplik eğirme makinesinin (spinning Jenny)
14
hazır bir mirasa konmadığını,
bunların “sanki Jüpiter’in beyninden çıkan Minerva gibi aniden ortaya çıktığını” yazmaktadır
(Thompson 2004: 244-245). Ancak buhar makinesi burada yapılan benzetmedeki gibi Watt’ın
beyninden doğmamıştır. Burada vurgulamak istediğimiz nokta, teknolojik gelişmelerin, icatların
geçmişten günümüze bir süreklilik içerdiğidir. Nasıl ki Watt’ın buhar makinesi Newcomen
makinesinden izler taşımaktaysa, aynı şekilde Newcomen makinesinin bazı mekanik öğelerinin
köklerini 13. yüzyıl Çin uygarlığında bulmak olanaklıdır (Basalla 2013: 61-63). Endüstri Devrimi ile
13
Başlangıçta bir Watt buhar makinesini çalıştırmak oldukça maliyetliydi. Bir Watt makinesi yılda 3.000 sterlin
değerinde kömür tüketirken, yapılan hesaplamalara göre aynı miktarda iş üretebilen 500 at ise 900 sterlin maliyetinde yem
tüketiyordu. Ancak ilerleyen dönemde Watt makinesinin, dolayısıyla buhar gücünün verimliliği artarken harcama maliyetleri
azaldı. 1769'un eski Newcomen buharlı motoru beygir gücü başına saatte 30 pound kömüre gereksinim duyarken, 1776'da
imal edilen bir Watt motoru 7,5 pound kömüre gereksinim duymuştur. Bu miktar 1850'de 2,5 pound düzeyine düşürülmüştür
(Greenwood 1999: 4).
14
18. yüzyılda İngiltere’de James Hargreaves tarafından icat edilen insan gücüyle çalışan iplik eğirme
makinesine verilen ad.
34
gelişen kapitalist üretim biçimi, sürekliliğin devamını sağlamış, ancak icatlar arasındaki süreyi
kısaltmıştır.
15
Endüstri Devrimi’ni simgeleyen üretim malı demirse, tüketim malı ise pamuklu
dokumalardır (McCloskey 1981: 108). Nitekim Birinci Endüstriyel Devrim’i karakterize eden bir
diğer teknolojik yenilik dokuma (tekstil) sektöründe yaşanmıştır. 18. yıldan itibaren John Kay’in
“uçan mekik”i, Richard Arkwright’ın su gücüyle çalışan iplik makinesi (waterframe), James
Hargreaves’in iplik eğirme makinesi (spinning Jenny), Samuel Crompton’ın dönen “katır”ı (the mule
Jenny), Richard Roberts’ın “otomatik katır”ı ve son olarak Edmund Cartwright’ın dokuma tezgahı,
tekstil endüstrisinin ekonomik büyümenin merkezinde yer almasını sağlamıştır (Bruland 2008: 136;
Basalla 2013: 50). Ancak bu icatların, eski zanaat uygulamalarına, bilime olduğundan daha fazla şey
borçlu olduğunu söylemek doğru olacaktır (Basalla 2013: 50). Endüstri Devrimi ile tekstil üretimi çok
aşamalı nitelik kazanmış, bağımsız yan teknolojilerin gelişimi ile hızlı bir biçimde büyümüştür
(McClellan III, Dorn 2016: 331). Burada dokuma sektörünün önemi sadece üretim hacminde büyüme
yaşaması değildir. İngiltere’deki pamuklu dokuma sektöründeki mekanik icatlar sayesinde yaşanan
teknik ilerleme süreci, fabrika sistemini bir zorunluluk haline getirmiştir. Dahası bu yeni tezgahların
bir buhar makinesiyle “evlendirilmesi” (Türkcan 2009: 129), toplumsal, ekonomik, politik, kültürel,
vb. sonuçları günümüze dek ulaşan kapitalist fabrika sisteminin doğuşunun ilanı anlamına gelmiştir.
İngiltere’de dokuma sektörünün gelişiminin tarihini ele alırsak, yün dokuma tezgahı 17.
yüzyılın ikinci yarısı ve 18. yüzyılın başında Hollanda’dan, ipekli dokuma teknikleri ise 17. yüzyılda
Fransız Protestanlarının (huguenots) göçüyle ülkeye gelmiştir (Türkcan 2009: 95-96; Basalla 2013:
133). İngilizler yünlü dokuma konusunda ustalaşsa da 17. yüzyılda İngiliz East India Company’nin
Hindistan pamuklu kumaşlarını ülkeye getirmesiyle bu ürünlere artan talebi değerlendirmek isteyen
bazı dokumacılar pamuklu dokumaya geçmeye başlamıştır. Pamuklu dokumaya olan talep, bu
sektörde bazı icatların geliştirilmesine yol açmış, teknik bir ilerlemenin yaşanmasını sağlamıştır.
Pamuklu dokumada mekanik icatları ilk başlatan ise 1733’te John Kay olmuştur. Kay’in bulduğu
“uçan mekik” ile hem insan kolunun ulaşabileceği mesafenin iki katı genişlikte kumaşlar
dokunabilmiş, hem de iki misli kumaş çok daha kısa sürede dokunabilir hale gelmiştir. Kumaş
üretimindeki bu artış ise iplik stoklarının hızla tükenmesine yol açmış, böylelikle iplik darboğazı
ortaya çıkmıştır. Dokuma sektörünün artan iplik talebine yanıt verilememesi, iplik eğirme
endüstrisinde teknolojik arayışlara neden olmuştur (Türkcan 2009: 140; McClellan III, Dorn 2016:
332; Mumford 2017: 143). Nitekim her iki endüstride bir etki-tepki düzeni içinde yapılan teknolojik
15
Bu konu ilerleyen bölümlerde enformasyon ve iletişim teknolojileri başlığı altında ele alınacaktır.
35
yenilikler, gelişmenin en önemli itici gücü olmuştur (McClellan III, Dorn 2016: 331). 1764 yılında
Lancashire, İngiltere’de Hargreaves tarafından icat edilen insan gücüyle çalışan iplik eğirme makinesi
olan “spinning Jenny” bu çerçevede yapılan icatlardan birisidir. Adını Hargreaves’in kimi kaynaklara
göre eşi kimi kaynaklara göre ise kızı olan Jenny’den alan bu makine, geleneksel iplik çıkrığının
çoğaltılması, dolayısıyla bir hareketle birçok çıkrığın çevrilmesi mantığına dayanıyordu. Böylece
güçlü ve becerikli bir operatör aynı anda birden fazla iğ ile çalışabiliyordu. Bu yüzden “spinning
Jenny”, bir konut içinde yaşayan aile üyelerinin emek gücüne dayanan ev endüstrisinde (domestic
industry)
16
sarsıntı yaratmamış, tam tersine basit ve ucuz makine olması nedeniyle buralarda
kullanılarak üretim hacmini artırmıştır (Bruland 2008: 136; Türkcan 2009: 132-133). Ancak aynı şey
1770’lerde geliştirilen bir diğer icat olan Arkwright’ın iplik makinesi söylenemez. İnsan gücüyle
çalışan “spinning Jenny”nin aksine suyla çalışan ve bir değirmen modelinden hareket eden
Arkwright’ın iplik makinesi çok daha büyük üretim hacmine sahip olmuştur. Nitekim su değirmeninin
sağladığı enerjiyle çalışan Arkwright’ın makinesi fabrika sistemine uyumlu olduğu için çok daha
başarılı olmuş ve girişimcilik yeteneği olan sahibini zengin etmiştir. Öte yandan Arkwright
makinelerinin birçok fabrikada kullanılmaya başlanmasıyla dokuma sektörünün gereksinim duyduğu
iplik talebi karşılanmış, bu sektördeki darboğaz aşılmıştır. Ama aynı zamanda Arkwright makinesini
kullanan fabrikaların çoğalmasıyla ev endüstrisi (home industry) büyük darbe almıştır (Türkcan 2009:
134-136). Arkwright’ın geliştirdiği ve yüzlerce işçinin çalıştığı tekstil makineleri dizisi ile modern
fabrikalar belirmeye başlamıştır (McClellan III, Dorn 2016: 332). 1779’da ise Crompton, önceki iki
iplik makinesinin bir bileşimi, melezi olarak niteleyebileceğimiz “dönen katır” ya da “katır Jenny”
(mule Jenny) adlı makineyi icat etmiştir. Sonraki 50 yıl boyunca üretim kapasitesini önemli ölçüde
artıran çok sayıda iyileştirmeye tabi tutulan bu makine, neredeyse bir yüzyıl boyunca baskın teknoloji
haline gelmiştir. Bu makineyi bu kadar baskın kılan ve sektördeki nihai icat haline getiren ise çok
güçlü ve son derece ince iplik üretmesi olmuştur (Bruland 2008: 136; Türkcan 2009: 135-136). 1825
yılında ise Roberts, dünyadaki ilk gerçek otomatik makine olan “otomatik katır”ı icat etmiştir (Bruland
20018: 136). Kendi kendine çalışan bir çıkrık olan “otomatik katır”, diğer iplik eğirme makinelerinin
aksine “abacı” olarak adlandırılan ve yüksek ücret karşılığında çalışan becerikli, usta işçilerin
çalışmasını gerektirmemiştir. Abacıların üretim sürecindeki güçlü konumunu ve denetim gücünü
kırmak isteyen pamuk imalatçıları, kendi kendine çalışan makine konusunda mucitleri teşvik etmiş,
Roberts da onların bu taleplerine yanıt vermiştir. Roberts’ın “otomatik katır”ı icadından sonra
16
Endüstri Devrimi sırasında çoğu sektörde teknolojik değişim, fiziksel güce dayalı cinsiyete dayalı iş
bölümünün yıkılması için pratik koşulları yaratmıştır. Ancak bu süreçte erkekler için daha prestijli ve daha iyi ücretli işlerin
elde tutulmasına hizmet eden toplumsal cinsiyet kavramlarının yeniden üretilmesi daha baskın hale gelmiştir. “Spinning
Jenny” bunun örneklerinden birisidir. Adından da anlaşılabileceği gibi bu makine kadınlarla ilişkilendirilmiş, büyük ölçüde
de kadınlar çalıştırmıştır. Oysa daha verimli çalışan, “dönen katır” makinesinin icadı ile pamuk eğirme endüstrisi tekrar erkek
işçilerin egemenlik alanına girmiştir. Kadınlar ilk “katır”ları çalıştırabilse de erkek işçilerin ve sendikaların baskısıyla
ilerleyen süreçte üretim sürecinin dışına itilmişlerdir (Hudson 2014: 229)
36
İngiltere’nin Hyde kasabasında, bütün pamuklu dokuma fabrikalarının kapanmasıyla sonuçlanan üç ay
süren bir grev yaşanmıştır. İlerleyen dönemde “otomatik katır”, abacıların tamamen üretim sürecinden
tasfiyesine yol açmasa da onların üretim süreci üzerindeki güçlerinin azalmasına, ücretlerinin
düşmesine ve grev yapma olanaklarının kısıtlanmasına yol açmıştır (von Tunzelmann 1995: 109-110;
Basalla 2013: 176). Bu makinelerin icadı kapitalist sınıfa özellikle iplik eğirmede çok büyük miktarda
emek gücü tasarrufu yapma olanağı sağlamıştır. İplik eğirme sektöründe, 100 libre
17
pamuğu işlemek
için gereken ve 1760 yılında 2000 saat olan toplam emek süresi, Roberts’ın otomatik katırıyla 1825’te
135 saate düşmüştür. Ayrıca 1797 ile 1850 arasında fabrika başına yıllık ortalama ham pamuk girdisi
yüzde 1000’in üzerinde artmış hem üretkenlikte hem de işletme büyüklüğünde bir artış yaşanmıştır
(Bruland 20018: 137). Bu süreç bize teknolojinin ideolojik olarak tarafsız olmadığını ve gücü elinde
bulunduran sınıfın yanında olduğunu bir kere daha göstermiştir.
Abacıların yaşadığı sürecin bir benzerini, hatta daha da kötüsünü ev endüstrisi yaşamış, bu
endüstri ortadan kalkmıştır. Ev endüstrisini ortadan kaldıran gelişme ise buhar makineleri
teknolojisiyle mekanik dokuma teknolojilerinin birleştirilmesi anlamına gelen buharlı fabrika
sisteminin doğması, bir bakıma buharla pamuğun evlenmesi olmuştur. Kışın donan ve debisi
mevsimden mevsime değişen akarsular nedeniyle güvenilir, sabit devir ve güçte bir hareket kaynağına
sahip olamayan su değirmenleri ile çalışan ve ağırlıklı olarak ahşaptan yapılmış dokuma tezgahları
karşısında, 1789’da Cartwright’ın geliştirdiği buhar makineleri ile çalışan ve tamamen metalden
yapılmış dokuma tezgahları büyük üstünlük sağlamış ve manüfaktür karşısında makineli üretime geçiş
yapan fabrika sisteminin bir bakıma zaferini ilan etmiştir (Türkcan 2009: 140). Öte yandan dokuma
sektöründe üretim süreci yalnızca teknik değişimle değil, aynı zamanda fabrika ve değişen yönetim
kontrolüyle ilişkili büyük organizasyonel yeniliklerle de şekillenmiştir. Fabrika sadece gücün
uygulanmasına ve yeni tekniklerin benimsenmesine değil, aynı zamanda emeğin örgütlenmesine ve
yoğunlaştırılmasına da izin vermiştir.
Endüstri Devrimi’nin daha uzun vadeli etkilerinden belki de en önemlisi, fabrikaların işçi
sınıfını bir araya getirmesidir (Bruland 20018: 137). Fabrika sisteminin zaferi, mekanik dokuma
tezgahları istatistiklerinde de sürülebilir. Mekanik dokuma tezgahlarının sayısı 1813’te 2.400’e,
1833’te ise 100 bine ulaşmış, mekanik dokuma tezgahları gerek el dokuma tezgahlarının gerekse de el
tezgahı dokumacılarının yerini almıştır. Buharlı fabrika sistemine geçişle birlikte, İngiltere’de
genellikle bir nehir kenarında yüksek bacalarıyla büyük fabrika binaları ve insan kalabalıkları ortaya
çıkmıştır. Dokuma üretiminin makineleştirilmesi ve endüstrileştirilmesi, İngiltere’de endüstriyel
17
Pound olarak da bilinen, 0,45359237 kilograma denk gelen ağırlık ölçüsü birimi.
37
uygarlığın gelişinin habercisi olmuştur (McClellan III, Dorn 2016: 332). Bu yüzden buhar makinesinin
ve mekanik dokuma tezgahlarının icadı, kömür gibi fosil yakıtların kullanılması, İngiltere’de doğan ve
bu ülkedeki gelişmelerin etkisini taşıyan Birinci Endüstri Devrimi olarak nitelediğimiz dönemin en
büyük simgesi haline gelmiştir.
B. Elektrik Enerjisinin Kullanımı ve İkinci Endüstriyel Devrim
Birinci Sanayi Devrimi’yle birlikte bilim ve teknolojideki ilerlemeler ve onların endüstriyel
üretim süreci üzerine etkileri hız kesmemiş, tam tersine daha da hızlanmıştır. 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren bilim ve teknolojinin birbirlerini diyalektik biçimde kucaklayıp gelişmesi ve yeni
teknolojilerin ortaya çıkması önemlidir. Bilimsel bilginin yeni teknolojilerle bütünleştirilmesi,
teknolojik yenilik ekonomisinin can damarı olmuştur (Harvey 2015b: 105). Bu dönemde petrol,
kömürle rekabet etmeye başlamıştır. Ayrıca motorları çalıştırmak, şehirleri aydınlatmak ve insanlar
arasında anında iletişim sağlamak için yeni bir enerji kaynağı olarak elektrik de ilk kez etkin bir
şekilde kullanılmıştır (Rifkin 1995: 60). Bu gelişmelerin sonucunda endüstriyel süreçlerde kullanılan
demirin ve kömürün yerini, çelik ve elektrik enerjisi almaya başlamıştır. Bu çerçevede çeliğin ve
elektrik enerjisinin kullanımı İkinci Endüstriyel Devrimi’ni karakterize etmektedir (Mokyr 2006: 18).
Bu alandaki ilerlemelere kömür-petrol ile çalışan içten yanmalı motorlardaki (dolayısıyla otomobil)
ilerlemeler de eklenebilir (Braverman 2008: 164; Rifkin 2019: 56). Ayrıca Birinci Endüstriyel
Devrim’in üretim alanındaki simgesi nasıl mekanik dokuma tezgahlarıysa, İkinci Endüstriyel
Devrim’in bu alandaki simgesi bant tipi üretim hattı ve seri üretimdir. Üretimin daha büyük ölçeklerde
fabrikalarda gerçekleştirildiği bu dönemin bir başka ayırt edici özelliği de iş bölümü ve uzmanlığın
giderek artmasıyla birlikte montaj hatlarının kullanılmaya başlanması ve kitlesel üretimin dolayısıyla
seri üretimin devreye girmesidir. Henry Ford’un Şikago’daki mezbahalardaki karkas zincirinden
esinlenerek Ford otomobil fabrikasında kurduğu bant tipi seri üretim, Taylorist yönetim ilkeleriyle
birleşerek bir çığır açmış, bu dönemin temel belirleyicisi olmuş, kapitalist üretim tarzı üzerinde önemli
etkilerde bulunmuştur (Bartodziej 2017: 32, Dyer-Witheford 2019: 56). Fordizm
18
olarak
adlandırabileceğimiz bu dönem, 1970’li yıllara kadar sürmüş, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım
sonrasında kapitalizmin görece istikrar ve ilerleme dönemi olarak tarihe geçmiştir. Keynesyen talep
artırıcı politikaların da eşlik ettiği bu dönem kitlesel üretim çağı olarak da nitelenmektedir (Alçın
2016: 20). Bu dönemde büyük ölçekli endüstriyel üretim (seri üretim), makine mühendisliği ve
otomotiv endüstrisinde olduğu gibi kimya ve elektronik endüstrisinde de artış göstermiştir (Bartodziej
18
Fordizm ile ilgili daha detaylı analiz üçüncü bölümdeki “Fordizmin Krizi ve Esneklik Politikaları” başlıklı alt
bölümde yapılacaktır.
38
2017: 32). Bant sistemin varlığı tek tipe dayanan kitlesel üretimi olanaklı kılmıştır. Ancak rekabetteki
yoğunlaşma ve tüketici tercihlerindeki çeşitlenme, tek tipe dayanan kitlesel üretimi zorlamaya
başlamıştır (Alçın 2016: 20-21). Bunun sonucunda 1973 petrol krizinden itibaren kitlesel üretimin
yanında ürün çeşitliğine dayanan ekonomi yaygınlaşmaya başlamış ve güç kazanmıştır. Kitlesel üretim
varlığını sürdürse de eski etkililiğini yitirmiş, tek biçim olmaktan çıkmıştır.
İkinci Endüstriyel Devrim’in icatları, tıpkı Birinci Endüstriyel Devrim’in icatları gibi,
ekonomik faaliyetin yükünü insandan makineye kaydırmaya devam etmiştir. Madencilik, tarım,
ulaşım ve imalat sektöründe, cansız güç kaynakları giderek daha fazla insan emeği ve hayvan gücünün
yerini almak için makinelerle birleştirilmiştir (Rifkin 1995: 60). Henry Ford’un birazdan ele
alacağımız “Model T”sinin seri üretimine başlanmasıyla otomobil sayısında yaşanan artış, bunun
sonucunda benzine artan talebi karşılamak için petrol sanayisinin geliştirilmesi, özellikle Amerika’da
dev asfalt otoyolların inşası, bu durumun yeni banliyö çevrelerini oluşturması ve yaygınlaştırması,
binlerce kilometrelik telefon hatlarının çekilmesiyle toplumsal hayatın biçimlenmesi bu dönemde
yaşanan zincirleme gelişmelerdir (Rifkin 2019: 56). Bu etkileyici buluşların ve gelişmelerin İkinci
Endüstriyel Devrim’e yol açtığını dile getirirken, bu durumun ancak geriye dönük bir bakışla
söylenebileceğini belirtmek gerekmektedir. Nitekim dönemin insanları için asıl buluşun buharın ve
demirin denenmiş teknolojileriyle sağlanan buluşlar olduğu söylenebilir (Hobsbawm 2003: 63). Çelik
ve elektriğin yarattığı dönüşüm ancak ilerleyen yıllarda fark edilmiştir. Üzerinde durulması gereken
bir diğer önemli nokta ise Birinci Endüstriyel Devrim’inin aksine, devrimin öncüsü ve merkez ülkesin
artık İngiltere değil, ABD olmasıdır. Zanaatçı dönemin bilgisinden bütünüyle yoksun, makineleşmeye
karşı direnç gösterebilecek işçi hareketlerine sahip olmayan ve böylesi iş gücünü ciddi anlamda
kısıtlayan ABD, bütün bu faktörlere ek olarak ölçek ekonomisinin avantajlarını kullanacak büyük bir
pazara sahip olmasıyla bu dönemde öne çıkmıştır (Kaplinsky 1989: 31). Bu anlamda bu dönemden
itibaren kapitalist üretim tarzının yeni hegemonik gücünün ABD olmaya başladığını söyleyebiliriz.
Endüstri devrimlerinin dörtlü kavramsallaştırmasında dikkat edilmesi gereken nokta, her bir
endüstri devriminin zincirleme olarak iç içe geçtiği, bir önceki devrimin bir sonraki devrimi hazırlayan
etkenleri ve koşulları içerdiğidir. Bu anlamda Birinci Endüstriyel Devrim’in de İkinci Endüstriyel
Devrim’i hazırladığını söylemek doğru olacaktır. İngiltere’de patlak veren Birinci Endüstriyel Devrim
ile demiryollarının, buharlı gemilerin ve fabrikaların yapımı çok büyük sermaye yatırımı ivmesi
getirmiştir. Bunun sonucunda sermaye birikimi daha da hız kazanmış, bilim ve teknolojideki hızlı
ilerlemeye paralel olarak de her icat ve yenilik, daha da yenilerini gerektirmiş, eskiler hızla silinmiş ve
bir kenara atılmıştır. Toplumsal, politik, kültürel ve ekonomik yansımaları da olan bu paradigma
39
değişimleri yeni kaynakların endüstride kullanımını sağlamıştır. Çeliğin kitlesel üretimi, petrolün
başlangıçta aydınlanma, ama daha sonra bir enerji kaynağı olarak üretimi, elektriğin hareket kaynağı
olarak kullanılmaya başlanması ve petrolün tamamlayıcı sektörü olarak içten patlamalı motorların
ortaya çıkması (Türkcan 2009, 181-182), sonrasında otomobil sektörünün ortaya çıkması bunlara
örnek gösterilebilir. Bu bölümde, aynı Birinci Endüstri Devrimi’ni ele alırken olduğu gibi, İkinci
Endüstri Devrimi’nin kritik teknolojileri olan ve 19. yüzyılda aynı zamanda hemen hemen bütün
sektörlerde sayısız kullanım alanına sahip olan çelik ve elektrik teknolojileri ele alınacaktır. Bu iki
teknolojinin üzerinde durmamızın bir başka nedeni ise İkinci Endüstri Devrimi ile dünya teknoloji
liderliğine yükselen ve ekonomik büyüme ve verimlilik artışında diğer ülkeleri geride bırakan
ABD’nin bu teknolojilerdeki öncü rolüdür.
Demirin işlenmesiyle elde edilen ve demire göre çok daha sert ve güçlü bir alaşım olan
çeliğin üretimi ve kullanımı çok eski tarihlere dayanmaktadır. Öte yandan çeliğin kitlesel üretimi,
dolayısıyla ucuz hale gelmesi 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. 1855’te İngiliz mucit Henry Bessemer,
olağanüstü uzun ve güçlü bir top gerektiren bir topçu mermisi tasarlamıştır. Ancak bu büyüklükteki bir
topta kullanılacak büyük parçalı çeliğin seri üretimi, ordunun bile karşılayamayacağı miktarda olduğu
için, Bessemer çalışmalarını yoğunlaştırmış ve 1856’da “yakıtsız çelik imalatı” (the manufacture of
iron without fuel) adını verdiği çelik üretiminde emek ve malzeme tasarrufu sağlayan yöntemi icat
etmiştir. Mucidinin adını alan Bessemer süreci ile çelik üretiminde köklü bir değişiklik yaşanmıştır.
Bu arada çelik üretiminde ikinci büyük ilerleme (daha sonraki yıllarda elektrikli haberleşme ve
mühendislik alanında söz sahibi olacak) Frederick ve William Siemens ile Pierre Martin tarafından
geliştirilen ve önemli bir yakıt tasarrufu ile çok daha yüksek sıcaklıklar elde edilmesini sağlayan
Siemens-Martin süreci olmuştur. 1857’de icat edilen Siemens-Martin süreci, ticari başarıyı 1864’te
elde etmiştir. Bu tarihten sonra Bessemer ve Siemens-Martin süreçleri birlikte uygulanmış ve ham
çeliğin gerçek maliyetini 1860’ların başları ile 1890’ların ortaları arasında yüzde 80 veya 90 oranında
düşürmüştür. Söz konusu maliyet avantajı üretim hacmine de yansımış, 1861’de 125 bin ton olan
İngiltere, Fransa, Almanya ve Belçika’nın birleşik üretimi, 1870’te 385 bin tona 1913’te ise yılda
ortalama yüzde 10,8 artışla 32 milyon 20 bin tona ulaşmıştır. Böylece çelik, yavaş yavaş dökme
demirin yerini almaya başlamıştır (Landes 1998: 219-259).
Ancak, gerek Kondratiev’in 3. dalgası (Şekil 1.2) olarak adlandırılan dönemin (Schumpeter
1939: 292), gerekse de günümüzde daha yaygın olarak kabul gören İkinci Endüstriyel Devrim olarak
adlandırılan dönemin kilit teknolojilerinden ve girdilerinden birisini çeliğin olmasını sağlayan asıl
gelişme, ABD’de yaşanmıştır. 19. yüzyılda ABD’nin önde gelen sanayicilerinden biri olan Andrew
40
Carnegie 1875’te, İngiltere’yi ziyaretinde gördüğü Bessemer sürecinin önemini fark etmiş ve bunu
kendi ülkesinde uygulamaya karar vermiştir. ABD’ye döndükten sonra, Bessemer sürecini
uygulayarak çelik raylar üreten bir fabrika kuran Carnegie, ölçek ekonomisi etkisiyle maliyetleri daha
da düşürmüş, ilerleyen yıllarda U.S. Steel adıyla dev bir tekele dönüşecek bu firmasıyla büyük bir
servet edinmiştir. 1913 yılına gelindiğinde ABD, dört ülkenin (İngiltere, Fransa, Almanya ve Belçika)
toplam çelik üretimine hemen hemen eşit miktarda üretime, 31 milyon 300 bin tonluk üretime
ulaşmıştır. Bu rakam 1929’a gelindiğinde 57 milyon 300 bin tona yükselmiştir (Freeman, Soete 2003:
69-71). Ancak ABD’de hızla gelişen çelik endüstrisi sadece nicel anlamda değil, nitel anlamda da
sektörde öncü bir rol üstlenmiştir. İngiliz ve Alman endüstrileriyle birlikte ABD çelik endüstrisi, özel
çeliklerin geliştirilmesi ve çelik için sayısız yeni kullanım alanlarının bulunması konusunda başarılı
olmuştur. Birçok ürünün ve üretim prosesinin yeniden tasarımı için rol modeli haline gelen çelik
endüstrisi, aynı zamanda özellikle makine üretimi, mühendislik ve inşaat sektörlerinde çok sayıda yeni
ürünün, aletin ve üretim sürecinin ortaya çıkmasını olanaklı kılmıştır. 1868’de Mushet’in vanadyum
ve tungsten kullanarak geliştirdiği çok daha sert çelik alaşımı; 1895’te Taylor
19
ve White’ın Bethlehem
Çelik Firması’nda icat ettiği ve çeliğin dış yüzeyine sertlik kazandıran ışıl işlem (heat treatment)
tekniği; 1890’da Sheffield’deki Hadfields firmasının üretmeye başladığı çok yüksek sürtünme
direncine sahip, inşaat, mühendislik ve silah üretimi sektörlerinde kullanılabilen manganez çeliği; ilk
olarak 1903-1910 yılları arasında Fransa’da L. Guillet tarafından geliştirilmeye başlanan, ancak ticari
başarısını 1913’te Sheffield’de Harry Brearley’in yaptığı çalışmalarla elde eden paslanmaz çelik, bu
sektördeki önemli yenilikler arasında sayılabilir (Freeman, Soete 2003: 73-74). Bu dönemde
paslanmaz çeliğin önemi, özellikle askeri savaş ekonomisi tarafından fark edilmiş, Birinci Dünya
Savaşı öncesindeki silahlanma yarışında bu teknoloji sıklıkla kullanılmıştır. Ancak çelik sadece ağır
sanayide, makine ve silah üretiminde değil, tüketici malı üretim sektöründe de kendine kullanım alanı
bulmuştur. Savaş yıllarında ve sonrasında hızla gelişen konserve gıda endüstrisinde, konserve
kutuların üretiminde demirin yerini çelik şeridin alması, levha haline getirilmiş sac malzemenin iki
yüzünün elektroliz yöntemiyle kalayla kaplanması, bu endüstride bir devrim yaratmıştır. Böylece
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde orduların ve sivillerin büyük miktarlarda kullanmasıyla
konservecilik bir kitle üretim endüstrisi haline gelmiştir. Konserve kutusunda kullanılan malzemenin
yüzde 98’inin çelik, yüzde 2’sinin kalay olması, çeliğin yaygın kullanım alanı bulmasını sağlamıştır.
Elbette ki konserve sektörü, çeliğin yaygınlaşan kullanım alanlarından sadece bir tanesidir. 1890’larda
ucuz ve kaliteli çelik sayesinde hızla büyüyen bir başka tüketim malı olan bisiklet; inşaları sırasında
19
Geliştirdiği “bilimsel yönetim” ilkeleriyle, işletme disiplininin kurucularından birisi olarak kabul edilen
Frederick Taylor. Taylorizm başlığı altında ilerleyen sayfalarda Taylor’un görüşlerini ve uygulamalarını analiz edeceğiz.
41
çelik kirişlerin kullanıldığı çok katlı yüksek binalar, gökdelenler çeliğin diğer yaygın yeni kullanım
alanları olmuştur (Freeman, Soete 2003: 74-75).
İkinci Endüstriyel Devrim’in bir diğer kritik teknolojisi ise elektriktir. Nitekim Schumpeter,
Şekil 1.2’de görebileceğimiz Kondratiev’in uzun dalgalarından yola çıkarak geliştirdiği kuramında,
elektriğin önemini vurgulamaktadır. Schumpeter’e göre, nasıl ki ikinci Kondratiev dalgası
demiryollarıyla ilişkilendiriliyorsa, üçüncü Kondratiev dalgası elektrikle ilişkilendirilebilir. Ancak
Schumpeter burada ilgili dönemdeki tüm değişikliklerin elektrikten kaynaklanmadığını, buna karşın
elektriğin burada ateşleyici işlev edindiğini ifade etmektedir (1939: 292-293). Elektrik ve
elektrifikasyonun önemine dair düşünceler başka yazarlar tarafından da paylaşılmaktadır (Rifkin 1995:
60; Freeman, Soete 2003: 76-77; Mokyr 2006: 18; Greenwood 1999: 9). Bu yüzden elektrik
teknolojisinin üretim süreçlerinde kullanımı üzerine ana hatlarıyla değinmekte yarar vardır. Elektrikle
ilgili ilk bilimsel çalışmalar ve icatlar Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Volta’nın elektrikli endüksiyon
makinesini, 1800’de ise ilk elektrik bataryasını (volta pili) icat etmesi, bu alanda bilimsel çalışmalara
yapılan önemli katkıdır (Türkcan 2009: 293) ve bu icatla elektrik enerjisi bilimsel laboratuvarların
dışında kullanılabilir hale gelmiştir. Ayrıca bilimsel anlamda elektrikle kimya arasında yeni ve derin
bağlantılar oluşmuştur (McClellan III, Dorn 2016: 349). Burada elektrik teknolojisinde çığır açan bir
dizi icat ve çalışma sıralanabilir. A. Marie Ampere’in 1826’da elektrodinamik kanunlarını keşfetmesi,
Georg Simon Ohm’un direnç yasalarını formüle etmesi önemlidir. Ancak Michael Faraday’ın, Hans
Christian Oersted’in 1820’de keşfettiği elektromanyetizmden hareketle 1830’da elektrikli motorun ilk
ilkelerini belirlemesi ve 1831’de elektromanyetik endüksiyonun keşfini açıklaması, ayrıca
transformatörün çalışmasını göstermesi önemli kilometre taşlarıdır. Faraday’in bu icatlarıyla İkinci
Endüstriyel Devrim’in en sağlam temellerinden birisi atılmıştır. Ayrıca telsiz haberleşmesinin önünü
açacak önemli bir buluş olan James Clerk Maxwell’in 1854-1879 tarihleri arasında geliştirdiği
“elektromanyetik alan teorisi” ilerleyen yıllarda yaşanacak Üçüncü Endüstriyel Devrim’in temellerini
atmıştır (Freeman, Soete 2003: 77; Türkcan 2009: 319; Basalla 2013: 155-156). Tüm bu saydığımız
çalışmaların ortak noktası ise elektrik bilimi ve yeni elektriksel aygıtların bir arada geliştirilmesi,
dahası bilimsel kuram ile teknolojik uygulamalar arasındaki birleşmenin başlaması anlamlarına
gelmesidir. Bilim ve teknoloji arasında Eski Yunan döneminden kaynaklanan ve daha önce ele
aldığımız ayrım, Endüstri Devrimi (özellikle İkinci Endüstriyel Devrim) ile kapanmaya başlamıştır.
Elbette ki bilim ve teknolojinin çoğunluğu ayrı kalmayı sürdürse de bu dönemdeki gelişmeler 20.
yüzyılda ortaya çıkacak tarihsel yönelişlerin belirleyicisi olmuştur (McClellan III, Dorn 2016: 351-
360). Nitekim bu dönemde başlayan bilim – teknoloji birleşmesi 20. yüzyılda daha da hızlanacak,
Manhattan Projesi ile yeni bir evreye girecektir.
42
Tekrar İkinci Endüstriyel Devrim’in yaşandığı döneme dönersek, üzerinde durmamız
gereken bir diğer konu elektrik teknolojisinin başlangıçta daha çok iletişim ve haberleşme sektöründe
ürünler vermesidir (1831’de elektrikli telgraf, 1877’de telefon, 1880’lerde evlerin aydınlatılması,
1895’ten itibaren tramvaylar gibi kentsel taşıma sistemleri, vb.). Ancak konumuz açısından elektriğin
önemi endüstride yeni alanlarda kullanılmaya başlanmasıdır. Elektriğin endüstri alanındaki ilk
uygulamaları elektro-metalürji ve elektrokimya alanlarında gerçekleşmiştir. Çelik endüstrisinde
kullanılan elektrikli fırın ve konserve endüstrisindeki elektroliz işlemi buna örnek olarak verilebilir.
Ancak elektriğin endüstrinin hemen her sektöründe kullanılmasını sağlayan asıl gelişme, elektrik
motorların gelişimi ve yaygınlaşmasıdır. Buhar gücüyle çalışan motorların aksine daha esnek, sağlam
ve güvenilir bir enerji kaynağına sahip olan elektrik motorları kısa sürede on binlerce adet üretilmeye
başlanmıştır. Elektrikli motorların sayısı hızla artarken, buna paralel olarak buharlı makinelerin sayısı
azalmıştır (Freeman, Soete 2003: 86-87). Şekil 1.3, 1890-1960 tarihleri arasında ABD’de elektrik gücü
ile çalışan fabrikaların ve elektrik bağlanan evlerin yüzdesini göstermektedir. Şekil, 20. yüzyılın
yarısına gelindiğinde elektrik enerjisinin ABD’de geldiği noktayı yoruma yer bırakmayacak biçimde
göstermektedir.
Şekil 1.3: ABD’de Elektrifikasyon
Kaynak: Freeman, C., Soete, L. (2003), Yenilik İktisadı, (Çev. E. Türkcan), Ankara:
TÜBİTAK Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1997): 86
Konuyu endüstriyel üretim açısından tekrar ele alırsak 1900’lü yıllardan itibaren elektrik
gücünün avantajının asıl olarak enerji tasarrufundan elde edilecek yararlar olmadığı, dolaylı yollardan
43
elde edilecek yararların (makine ve tezgahların ayrı birimler halinde çalıştırma olanağı; makineleri
aynı şaftta yerleştirme zorunluluğunun ortadan kalkması, dolayısıyla fabrika yerleşiminde sağlanan
esneklik, alan kullanımından sağlanan tasarruf; ayrıca bakım ve parça değiştirilmesi sırasında tüm güç
sistemini kapatma zorunluluğun ortadan kalkması; işyeri güvenliğinin artması) çok daha fazla olduğu
görülmeye başlanmıştır. Her ne kadar buhar makineleri elektrik motorlarından çok daha güçlü olsa da
elektrik motorunun taşınabilirlik özelliği onu avantajlı kılmıştır. Nitekim taşınabilir elektrikli aletler
üretim sistemlerinin esnekliğini arttırmış, daha temiz ve aydınlık biçimde kurulan fabrikalar hem
çalışma koşullarını hem de ürünün kalitesini yükseltmiştir. Elektrik gücünün ekonomiye sağladığı
genişletici etkilerin tamamı yeni bir paradigmanın, yeni bir biçimin ya da üretim ve tasarım
felsefesinin gelişmiş olmasına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde yönetim felsefesinde ve
örgütlenmesinde yaşanan gelişmeler en az diğer teknolojik buluşlar kadar önemlidir (Greenwood
1999: 9; Freeman, Soete 2003: 89-91; Basalla 2013: 70-71). Bu yüzden İkinci Endüstri Devrimi’nin
temel karakteristiklerinden birisini de üretim ve iş yönetimi organizasyonundaki bu değişmeler
oluşturmaktadır.
Tıpkı günümüzde enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan hızlı ilerlemelerin üretim
ve yönetim organizasyonunda radikal değişikliklere yol açması gibi, 2. Endüstriyel Devrim olarak
adlandırdığımız dönemde elektrik, telefon ve telgraf (ilerleyen yıllarda da radyo) gibi teknolojilerin
kullanım alanı bulmaya başlamasıyla bütün iş hayatı örgütlenmesinde, devlet idaresinde ve orduda
devrim niteliğinde gelişmeler yaşanmıştır. Denizaltı telgraf kablolarının kıtaları birbirine bağlaması ile
başlayan ve telefon hatlarının yaygınlaşması ile devam eden süreç binlerce kilometre uzaklıktaki
ticaret ve endüstri merkezlerini bir bakıma yakınlaştırmış ve küreselleşmeyi hayata geçirmiştir (Hirst
ve Thompson 2003: 8-9). Bu süreçle birlikte ortaya çıkan yeni haberleşme araçlarıyla farklı yerlerdeki
fabrikaları denetlemek, girdileri, parçaları ve makineleri uzak yerlerde üretmek, taşımak için gerekli
organizasyonu sağlamak olanaklı hale gelmiş ve çok daha karmaşık yönetsel yapıya sahip bazıları
sektörlerinde tekel haline gelen dev kapitalist firmalar ortaya çıkmıştır. Yeni teknolojilerin çok daha
büyük sermaye yatırımlarını gerektirmesi, bu yolda firmaların birleşmesi ve anonim şirketlere
dönüşmesi, tröstlerin ve kartellerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Demiryolu şirketleriyle başlayan bu
dalga, zamanla diğer sektörlere de yayılmış, ancak bu durum elektrik sektöründe teknolojik gelişme
diğer sektörlere kıyasla çok daha karmaşık ve pahalı bir süreçte ortaya çıktığı ve uzmanlaşmış
araştırma, tasarım ve geliştirme (Ar-Ge) bölümleri gerektirdiği için daha üst düzeyde gerçekleşmiştir.
Bu dönemde elektrik sektöründeki firmalar ya birleşme yoluyla tröstleşme yoluna gitmiş (ABD’deki
General Electric ve Almanya’daki AEG bunun örnekleridir) ya da sermaye ihtiyacı için finans
sermayesine ve borsaya (ABD’de Wall Street) başvurmuştur (Harvey 1997: 147; Freeman, Soete
44
2003: 91-92). Ulaşım ve haberleşme teknolojilerindeki ilerlemelerin bir başka sonucu, başta
ABD’dekiler olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerdeki dev firmaların hammadde sağlayıcılarıyla
dikey bütünleşmeye gitmesi, sahip olduğu finansman olanaklarıyla birçok ülkedeki üretim tesisleri ve
satış bayilerini denetlemeye başlaması, küresel ölçekte faaliyet göstermeye başlamalarıdır. Bu
dönemde başta çelik, petrol ve kimya sektörleri olmak üzere endüstriyel üretimde çok büyük
firmaların kurulması yönündeki eğilim ile ölçek ekonomileri önem kazanmıştır. Bu büyük firmalar
aynı zamanda üretim sürecinde profesyonel bir yönetici tabakasının ortaya çıkmasına yol açmıştır
(Freeman, Soete 2003: 93-94). Bu dönemde kapitalist üretim tarzı teknolojik gelişim sonucu ortaya
çıkan yeni üretim süreçlerine o döneme göre görülmemiş bir derinlikte iş bölümü dayatmıştır. Bir
yanda az sayıdaki profesyonel yönetici ve mühendisin üretim sürecinin tamamını kendi tekellerine
alması; diğer yanda üretimin genel bilgisi ellerinden alınmış, karmaşık bir aygıtın hizmetinde
emeğiyle basit ve akıl noksanı angaryaya dönüşen görevleri yerine getiren işçiler yer almaktadır. Hızla
büyüyen işletmelerin giderek karmaşıklaşan emek denetimi sorunlarını çözmek, bu noktada hem emek
piyasasında hem de emek sürecinde denetimi güçlendirmek için teknolojiler icat etmek, yenilikler
geliştirmek kapitalist sınıfın her zaman öncelikli gündem maddelerinden biri olmuştur (Braverman
2008: 106 ve 417-418; Harvey 2015b: 112). Emek denetimi “sorununu” çözmek ve iş bölümünü
sağlamlaştırmak için kapitalist sınıfın attığı önemli adımlardan birisi de Frederick W. Taylor
tarafından formüle edildiği için Taylorizm adını alan “bilimsel yönetim”dir
20
. 1895’te Taylor’un
hakkında ilk makalesini 1914’te ise “Bilimsel Yönetimin Temelleri” (The Principles of Scientific
Management) adıyla monografisini yayınladığı “bilimsel yönetim”; bir işletme içinde ortaya çıkacak
maliyetlerin ve tasarrufların geçmiş deneyimlere göre değil, ayrıntılı iş analizleri, zaman ve hareket
etütlerini içerecek şekilde “bilimsel olarak” belirlenecek standart bir zaman ve çıktıya dayanması
gerektiğini savunmaktadır. Bu sayede yüksek ücretlerle düşük işçilik maliyetlerinin
uzlaştırılabileceğini savunan Taylor, böylece hem işverenlerin hem de işçilerin gereksinimlerinin
karşılanabileceğini ileri sürmektedir. Ancak ortaya koyulacak hedefleri gerçekleştirilebilmesi için tek
başına işçilerin ve ustabaşıların yetersiz kalacağını savunan Taylor, bu hedefe ulaşabilmek için
fabrikanın bir bütün olarak yönetecek planlama departmanının oluşturulması gerektiği
düşüncesindedir. Bu çerçevede Taylor, profesyonelleşmeye vurgu yapmakta ve yönetimin çeşitli
işlevlerinde uzmanlaşmaya dayalı maliyet muhasebesi, üretim mühendisliği, satış yönetimi, tasarım ve
geliştirme, personel, halkla ilişkiler, pazarlama gibi birimlerin oluşturulmasını önermektedir. Böylece
20
Her ne kadar “bilimsel yönetim” kuramı Taylor ile anılsa da kuramın kökleri geçmişe dayanmaktadır.
Kapitalist üretim organizasyonu içinde emek organizasyonlarına ilişkin kuramsal anlamda ilk çalışmayı yapanlar klasik
iktisatçılar olmuş, bu çalışmalar sonrasında Birinci Endüstriyel Devrim döneminde Andrew Ure ve Charles Babbage
tarafından ileri götürülmüştür. Taylor bu anlamda yönetim yöntemleri ve emek organizasyonu gelişimi zincirinin bir
parçasını oluşturmaktadır (Braverman 2008: 105). Nitekim Taylor modelini mühendislikteki kendi pratik deneyiminden yola
çıkarak geliştirse de modelinin bireylerin yeteneklerine göre işleri ağır fiziksel ya da bireysel çalışma şeklinde ayıran
Babbage’ın dördüncü ilkesinin bir devamı, mantıksal bir gelişimi olarak kabul edilebilir (von Tunzelmann 1995: 235).
45
tüm olası zihinsel işler işyerinden uzaklaştırılacak ve bu departmanlar tarafından gerçekleştirilecektir;
artan iş bölümü yoluyla makine kurma, hazırlama, bakım ve onarım gibi doğrudan görevler dolaylı
görevlerden ayrılacaktır. Modern işletmeciliğin temelini oluşturan ve Weber’in “bürokratik
yönetim”inden de izler taşıyan bu yeni organizasyonlar, Taylorist yönetim ilkeleri İkinci Endüstriyel
Devrim ile gelen en önemli örgütsel yeniliklerdir (Kaplinsky 1989: 12; von Tunzelmann 1995: 235;
Chandler 1999: 275; Freeman, Soete 2003: 94). Endüstriyel verimliliği artırmaya yönelik “bilimsel
yönetim”in yaratıcısı olarak bilinen Taylorizm, çıkış noktası olarak kapitalist sınıfa telkinlerde
bulunduğu dört ilkeyi ortaya koymaktadır. İlk olarak sıradan kurallarla oluşan yöntemlerin yerine iş
süreçlerinin bilimsel incelenmesine dayanan yöntemler kullanılmadır. İkincisi çalışanlar bizzat
yöneticiler tarafından seçilerek eğitilmeli ve geliştirilmelidir. Üçüncüsü her çalışan için yaptığı
belirgin işteki performans yönelik ayrıntılı yönergeler düzenlenmeli ve gözetimi sağlanmalıdır. Son
olarak iş eşit biçimde yöneticiler ve işçiler arasında paylaştırılmalı, yöneticiler işi bilimsel biçimde
planlamalı ve işçiler de bunları yerine getirmelidir (İnan 2019: 209). Bu ilkelerden hareket eden
Taylorizm işçilerden daha fazla ne kadar iş çıkartılabileceği hedefine odaklanmakta, bu hedefe
ulaşmak için üç yöntem kullanmaktadır. Bu yöntemlerden ilki her işçiyi çalışma grubundan ayırarak
emek sürecinin denetimini ondan ya da çalışma grubundan almak (işçinin niteliklerinden
kopartılması); ikincisi her işlemi ‘zaman hareket çalışması’ analizleri çerçevesinde hareket eden, kesin
olarak ne yapılacağını ve ne kadar üreteceğini söyleyen yönetimin temsilcisine vermek (kavrayışın
uygulamadan ayrıştırılması); sonuncusu ise işçiyi daha fazla üretmeye teşvik etmek için, başta parça
başı ücret olmak üzere farklı ücret modelleri uygulamaktır (Landes 1988: 321); Hobsbawm 2003: 55;
Braverman 2008: 126-131). Bu yöntemleri özetlersek, birincisi emek sürecinin bilgisinin bir araya
getirilmesi, ikincisi söz konusu bilginin işçilerden kopartılarak yönetimde yoğunlaşmasının
sağlanması, üçüncüsü ise bilgi üzerindeki tekelin emek sürecinin her bir adımını ve uygulama
adımlarını kullanmak üzere denetlenmesidir. Denetim kuşkusuz tarihsel süreç boyunca yönetimin
temel niteliği olmuştur, ancak Taylor’un işçiye çalışmayı hangi kesin biçim altında gerçekleştirmesi
gerektiğinin dayatılmasının, başarılı bir yönetimin olmazsa olmazı olarak nitelemesi ile denetim
kavramı görülmemiş bir boyut kazanmıştır. Ayrıca emeğe tam anlamıyla mekanik bir üretim aygıtı
gözüyle bakan Taylor’a göre işçiler emek sürecinin kendisini denetlemeye devam ettikleri müddetçe,
emek sürecinin içinde yer alan potansiyelin tamamının gerçekleştirilmesine yönelik girişimleri de
köstekleyeceklerdir. Bu yüzden emek süreci içerisindeki her bir adımın denetimi ve belirlenmesi
yönetimin eline geçmelidir (Braverman 2008: 109-117 ve 132; İnan 2019: 209). Bütün bu yöntemler
uygulamaya sokulduğunda işçiler her yeni teknolojiye uyum sağlamaya ve bir üretim hattından diğer
üretim hattına serbestçe gönderilmeye hazır hale gelmekte, geleneksel zanaat üretiminden miras kalan
hünerlerinden “özgürleştirmekte”, dolayısıyla hızla niteliksizleşmektedir (Harvey 2012: 173-174).
46
Bilimin gelişmesiyle emek gücü işletmenin elinde yoğunlaşmakta, niteliksizleştirme süreci ile sermaye
emek gücü üzerindeki kontrolünü en uç sınırlara ulaştırmaktadır (Braverman 2008: 192-193).
Buna karşın işçinin üretimin genel bilgisinden kopartacak şekilde aşırı uzmanlaşması
anlamına gelen Taylorizmin “tüm iktidar planlama bölümüne” idealinin ise tam anlamıyla hiçbir firma
tarafından uygulanmadığını savunan görüşler bulunmaktadır (Chandler 1999: 276; Freeman, Soete
2003: 95). Ancak yine de sermayenin iş süreçleri ve çalışanlar üzerindeki kesin egemenliği anlamına
gelen Taylorizm, kendisine geniş bir uygulama alanı bulmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısında birçok
fabrika, Amerikan Makine Mühendisleri Birliği’nin (ASME - American Society of Mechanical
Engineers) başta Taylor olmak üzere Harrington Emerson ve Henry Robinson Towne gibi diğer önde
gelen isimlerinin belirlediği yöntemlerle organize olmuştur. Bu dönemde fabrika yöneticileri
organizasyon yapılarını, istatistik ve muhasebe kontrollerini mükemmelleştirirken, üretim teknolojisini
geliştirmeye devam etmiştir (Chandler 1999, s 277-279). Bu yöntemlerden öne çıkan ve teknolojide
yaşanan gelişmeler aracılığıyla işçi verimliliğini artırmayı
21
amaç edinen (Berber 2016: 121)
Taylorizmin temelinde ise İkinci Endüstriyel Devrim’le birlikte üretim süreçlerinde artan
mekanizasyon ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan aşırı uzmanlaşma bulunmaktadır. Taylor’a göre
insan, üretimi gerçekleştiren ve bunu gerçekleştirirken aklını en alt düzeyde kullanan bir araçtır (İnan
2019: 211). Bu noktadan hareket eden Taylorizme göre, birazdan ele alacağımız Fordist
22
üretim
modelinin mekanik bir hat üzerinde gerçekleştirilen seri üretim, emeğin türdeşleşmesini, çalışmanın
sürekliliğini ve işçilerin tam ve koşulsuz itaatini gerektirmektedir. “Bilimsel yönetim”in temel amacı
da bu koşulları sağlamaktır. Bu yüzden işin sürekliliğini ve kesin itaati sağlayan ve makineler arası iş
bölümünü de olanaklı kılan “zaman ve hareket etütleri” uygulanmakta, çalışanlar sürekli bir biçimde
katı denetime tabi tutulmaktadır (Öngen 2014: 36). Bu bağlamda Taylor bir işi bütünsel parçalara
bölmekte, sonrasında en verimli biçimde bu parçaları bir araya getirip, yeniden tasarlayıp,
bütünleştirmektedir. Burada yönetim işçinin sadece ne yapması gerektiğini değil, nasıl yapması
gerektiğini de göstermiştir (Dickson 1992: 79). Böylece zihinsel emekteki düşünme süreci el
emeğindeki uygulamadan sistematik bir biçimde ayrıştırılmış, el emeği parçalara bölünerek,
basitleştirilerek, “eğitimli bir gorilin” bile yapacağı duruma getirilmiştir. Bilim ve teknolojinin
sermayeye üretici güçleri geliştirebilme kapasitesi sunmasıyla, bunun da kol emeğini zihinsel emekten
21
Ford makinelerden maksimum verim isterken, Taylor ise aynısını bürokratik organizasyonda yer alan işçilerden
istemiştir (von Tunzelmann 1995: 235). Bu anlamda kapitalist üretim tarzında Fordist ve Taylorist modeller uzunca bir süre
el ele gitmiştir.
22
Fordizm kavramı ilk kez Antonio Gramsci tarafından “Hapishane Defterleri”nde “Amerikanizm ve Fordizm”
başlığında kullanılmıştır. Gramsci, Fordizmi “endüstri ve endüstriyel yöntemlere üstünlük atfedecek, baskıcı araçlarla
üretimde disiplin ve düzen artışını hızlandıracak, çalışma yükümlülüklerine kurallar uyarlayacak ‘irade’” olarak
nitelemektedir (2012: 235-240)
47
ayırma sürecini derinleştirmesiyle açıklanabilecek bu süreç, bilimsel işletmecilikte bir araya
geldiğinde emek süreci üzerindeki kontrolün işçilerden alarak bütünüyle işletme yönetimine geçmesi
anlamına gelmektedir (Harvey 2012: 175). Büyük eleştirilere konu olan, Taylorizm 19. yüzyılın
sonunda ABD’de mühendislik endüstrisinde gelişmiş, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birçok
ülke endüstrisinin egemen emek rejimini oluşturmuştur (Öngen 2014: 136)
23
.
Aşırı uzmanlaşmaya ve devasa bürokratik bir yapıya dayanan Taylorizmin “bilimsel
yönetim” uygulamasının en eksiksiz uygulanabileceği sektör ise metal endüstrisinin yüksek üretim
hacmine sahip en karmaşık ürünü olan otomobil olmuştur. Otomobil endüstrisinde, gelişmiş tesis
tasarımı ve mağaza organizasyonu ile çok amaçlı takım tezgahlarının, başta çelik olmak üzere
alaşımların, yeni güç aktarım biçimlerinin kullanımı, tek bir fabrikanın çıktı ve üretkenliğinde son
derece hızlı bir genişleme getiren üretim süreçlerinin entegrasyonunu olanaklı kılmıştır. Bu anlamda
otomobil endüstrisi, 2. Endüstriyel Devrim’in kritik teknolojilerinin bütününü içeren bir sektör olarak
ortaya çıkmıştır. Bu dönemde otomobil endüstrisinin simge üreticisi ise Henry Ford’un fabrikasıdır. O
döneme dek manüfaktür tarzı atölyelerde üretilen ve görece pahalı olan otomobillerin aksine (Türkcan
2009: 178) 1908’de Ford ve ortakları ülkenin oldukça ilkel görünümlü yollarında bile kullanılabilecek,
düşük fiyatlı “Model T”yi üretmişlerdir. Ford ve ortakları sağlam, güvenilir ve ucuz otomobillerini
dünya çapında pazarlayacak bir organizasyon kurduklarında ise yoğun bir taleple karşılaşmışlardır.
“Model T”ye olan bu talebi karşılamak için Detroit’teki Highland Park fabrikasının inşası, metal
endüstrisi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Ford’un en gelişmiş makineleri benimsemesi, en sert
alaşımlı çelikleri kullanması ve belki de en önemlisi makineler ile operatörlerin dikkatli bir şekilde
planlanmış bir operasyon dizisine yerleştirilmesinden oluşan hareketli “üretim bandı” teknolojisini
hayata geçirmesi (Chandler 1999, s 279-280) endüstriyel üretimde bir devrimin yaşanmasına neden
olmuştur
24
.
Fordizm öncesi dönemde, otomobil imalatının kişiselleştirilmiş otomobillerin üretildiği
nitelikli işçilerin istihdam edildiği bir zanaat olduğu söylenebilir. Ancak Fordizm ile bu geleneksel
zanaat ortadan kaldırılmış, Taylor’ın zihin işini kol işinden ayıran ve bu kol işini sürekli tekrarlanan
rutin işler derecesine indirgeyen yönetim teknikleri ABD çelik sanayisinde uygulanmaya başlanmıştır.
23
Ciddi eleştirilere konu olan ve bir dönem “gözden düşen” Taylorizm, günümüz dijital kapitalizminde “dijital
Taylorizm”, “yeni Taylorizm” adı altında kendisine uygulama alanı bulmuştur.
24
Her ne kadar modern üretim bandı / hattı teknolojisinin öncüsü olarak Ford otomobil fabrikaları kabul edilse de
bu teknolojinin öncüsü olan başka girişimler de vardır. 19. yüzyılın ilk bölümünde Amiral Sir Isaac Coffin'in İngiliz
Donanması'na bisküvi pişirmek için tasarladığı fırın, üretim hattının ilk örneklerinden biridir. Bisküvi yapımında kullanılan
makinelerin birbirleriyle ve doğru zamanlanmış el operasyonlarıyla koordine edildiği bu sistem birçok yönden modern ürün
montajının temel unsurlarının habercisi olmuştur (Bruland 2006, s. 138).
48
Söz konusu model yarı otomatik üretim hattına dayanmakta ve işin ve emeğin yoğunluğunu ciddi
biçimde artırmaktadır. Yüksek kapasiteli elektrik motorlar aracılığıyla emek süreci bölümlerinin
bütünleşmesi kolaylaşmakta, bireysel işçinin çalışma ritmi ve ürün normları sıkı sıkıya
izlenebilmektedir. Gerek nesnelerin hareketindeki zamandan gerekse de emek gücünden tasarruf
sağlayan bu hat, sermayenin organik bileşimini yükseltmiştir. Ayrıca işin mekanizasyonu ve emeğin
yoğunlaşmasıyla göreli artı-değerin oluşumu için elverişli koşulları sağlamıştır (Öngen 2014: 137-
138). Nitekim Ekim 1913’te ilk olarak denenen hareketli üretim bandı, kapitalist sınıf açısından hemen
başarılı olmuş, üretimdeki verim hızını arttırmıştır. Bu üretim yönteminin uygulanmasıyla bir
otomobilin üretilmesi için gereken emek süresi 12 saat 8 dakikadan 2 saat 35 dakikaya düşmüştür.
1914 baharına gelindiğinde ise Highland Park fabrikasında günde üretilen otomobil sayısı 1000’e
çıkmış, otomobil başına ortalama emek süresi ise 1 saat 33 dakikaya inmiştir. Maliyetlerdeki bu azalış
fiyatlara da yansımış 1908’de 850 dolar olan “Model T”nin fiyatı 1913’te 600 dolara 1914’te ise 360
dolara düşmüştür. Üretimdeki bu gelişmeye ayak uyduramayan ve fiyat konusunda dezavantajlı hale
gelen elektrikli otomobiller diğer bazı faktörlerin de etkisiyle hızla pazar paylarını kaybederken
(1913’te elektrikli otomobillerin fiyatları 2800 dolar civarındadır), “Model T” pazar payını 1921’de
yüzde 60’lara kadar çıkarmıştır. Bu durum net varlık üzerinden kârlılık oranlarına da yansımış, bazı
yıllarda bu oran yüzde 300’e kadar yükselmiştir. Tüm bu gelişmelerin ardından Ford otomobil
fabrikalarının uyguladığı bant tipi hareketli montaj hattı, modern seri üretimin en bilinen sembolü
haline gelmiştir (Chandler 1999, s 280, Freeman, Soete 2003: 166; Türkcan 2009: 178-179).
Fordizmin elde ettiği başarı, diğer ABD şirketlerini de benzer üretim hattı modelini uygulamak, küçük
özel (niş) üretici olarak kalmak ya da iflas etmek durumunda bırakmıştır (Freeman, Soete 2003: 171).
Ayrıca çeşitli motor ve gövde parçaları üreten yan sanayinin de gelişimiyle (1914’te yan sanayide
faaliyet gösteren firma sayısı 971’dir) (Schumpeter 1939: 311), otomotiv sektörü kapitalist üretim
tarzının en önemli itici güçlerinden biri haline gelmiştir. Özellikle Detroit’teki devasa otomobil
tesisleri, Fordist mekanizasyon ile Taylorist yönetim tekniklerini birleştirmesiyle bu dönemin sembolü
olmuştur. Bu endüstriyel mega komplekslerde işçiler, montaj hattının bir parçası olarak rutinleşmiş
görevleri yerine getirerek standart parçalardan oluşan otomobiller üretmeye başlamıştır (Dyer-
Witheford 2019: 56). Öte yandan bu dönüşüm hiç de kolay olmamıştır. İşçi sınıfı hareketinin,
örgütlenmesinin güçlü olduğu ülkelerdeki muhalefet, ayrıca bütünüyle ortadan kalkmayan zanaat
gelenekleri Fordist-Taylorist modelin üretimi kolayca ele geçirmesine izin vermemiştir. Yine de
bilimsel iş yönetiminin genel ilkeleri yaygın biçimde kabul görmüş ve hayata geçirilmiştir. Taylor’a
karşı rasyonelleştirilmiş yönetimin farklı bir modelini sunan, modern işletmeciliğin bir diğer kurucu
ismi Henri Fayol’un 1916’da yayımlanan “Genel ve Endüstriyel Yönetim” (Administration
49
industrielle et générale) adlı kitabı, özellikle Avrupa’da etkili olsa da Fordizmin Avrupa’da yayılması
ancak 1950’li yıllarda gerçekleşmiştir (Harvey 1997: 150-151).
Ancak Ford otomobil sisteminde uygulanan bu model salt endüstriyel üretime ilişkin teknik
bir gelişme olmaktan ötedir. İlerleyen süreçte Fordizm olarak adlandırılacak bu model sermayenin
yoğun birikim süreçlerinin doruk noktası haline gelmiştir. Standartlaştırılmış malları ucuza ve kitlesel
ölçekte sağlama konusunda benzersiz olan Fordizm (Kumar 2004: 60), Taylorizm ile yakın ilişkiler
içine girmiştir. Ama daha önemlisi gerek ölçek ekonomisi avantajından yararlanmak gerekse emek
gücünü çok daha fazla yoğunlaştırmak için Taylorizmin ilkelerini daha etkin bir biçimde uygulamaya
koymuştur. Yorucu, monoton, gürültücü ancak o dönem için görece yüksek ücretlerle
25
yeni
proleterleşen işçiler, binlerce kişinin çalıştığı bu fabrikalarda bir araya gelmiştir. Büyük ölçekli
sendikalarda örgütlenen ve Dyer-Witheford’un “kitlesel işçilik” olarak adlandırdığı bu işçiler,
haklarda ve yaşam standartlarında büyük kazanımlar sağlayan bir sınıf formunun bileşeni olmuştur
(2019: 56-57). Bu çerçevede Taylorizmin daha gelişkin bir türü olarak da değerlendirilebilecek
Fordizm, üretim hattının da ötesine uzanmış, kapitalizmin yapısal ve kurumsal örgütlenmesini yeniden
biçimlendirmiştir. Fordizmi, Taylorizmden ayıran şeyin vizyonu olduğu söylenebilir. Fordizm, olaya
salt bir üretim meselesi olarak bakmamakta kitle üretiminin öneminin net bir biçimde farkına
varmaktadır. Fordizm kitle üretiminde kitle tüketimi, emek gücünün yeniden üretiminde yeni bir
sistem, emeğin denetiminde ve yönetiminde yeni bir politika; bir bakıma rasyonelleştirilmiş,
modernleştirilmiş, popülist bir demokratik toplum görmüştür. Savaş sonrası Fordizm, sadece kitle
üretimi sistemi değil, bütünsel bir yaşam tarzı olarak değerlendirilebilir (Harvey 1997: 148-158).
Fordizmin, Keynesçi iktisat politikalarıyla ilişkileri bu çerçevede yorumlanmalıdır. Nitekim özellikle
İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanan Keynesçi talep artırıcı iktisat politikalarıyla bir arada
gelişen Fordist emek süreçleri, toplu pazarlık ve sendikal örgütlenmeler aracılığıyla sınıf
mücadelesinin kurumsallaşmasını sağlamıştır. İşçi sınıfı mücadelesinin ve sendikal hareketin yükselen
ivmesinin ve işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının üst seviyeye ulaşmasının da zorlayıcı etkisiyle refah
devleti uygulamaları devreye sokulmuş, bir bakıma zımni sınıf ittifakı kurulmuştur. İkinci Dünya
Savaşı’ndan 1973 yılındaki petrol kriziyle su yüzüne çıkan genel bunalıma kadar, kapitalizme altın çağ
olarak adlandırılan dönemi yaşatan bu politikalar, Fordist kitlesel üretiminin çıktıları olan ürünlerin
25
Henry Ford otobiyografisinde, sekiz saatlik bir gün için günde beş dolar ücret vermenin, o ana dek firma olarak
yaptıkları en güzel maliyet kesintisi olduğunu dile getirir (Braverman 2008: 155). Ancak Ford’u 5 Ocak 1914’te günde 5
dolar ücret ödemeye iten asıl faktör 1913’te iş gücü devir hızının, dolayısıyla işçi değiştirme hızının yüzde 400’leri bulması
olmuştur (Freeman, Soete 2003, s. 170). Nitekim Ford’un verdiği bu ücretler eski çiftçi ve göçmen emek gücünün
zorlamasına karşı verdiği bir ödün olarak değerlendirilebilir. Ford ücretleri yükselterek iş gücü devir hızını düşürmek istemiş
ve bunda da başarılı olmuştur (Dyer-Witheford 2018: 56). Ayrıca Ford, fabrikalarında günde 5 dolarlık ücrete ek olarak 8
saatlik işgününü de hayata geçirmiştir. Ford’un bu ücret ve çalışma saati uygulamaları sadece işçilerin montaj hattı sistemine
uymaları için disipline etmek olarak açıklanamaz. Bu uygulamalar aynı zamanda işçilerin, giderek artan bir hacme sahip kitle
üretimi ürünlerini tüketecek bir gelire ve boş zamana sahip olmalarını sağlamıştır (Harvey 1997: 148).
50
ücretli emek tarafından tüketilmesine, ücretli emeğin bu tüketim sürecine eklemlenmesine yol
açmıştır. Dolayısıyla sermayenin ücretli emek üzerindeki denetimi, sadece üretim ve emek süreçleriyle
sınırlı kalmamış, başta tüketim olmak üzere, yaşamın hemen her alanında yükselmiştir. Bu süreç
sermayenin boyunduruğun artması olarak değerlendirilmektedir (Aglietta 2015: 74-75; Öngen 2014:
136-137). Ayrıca Taylorist “bilimsel yönetim” ilkelerinin eşlik ettiği Fordizm 20. yüzyılın önemli bir
bölümünde emek sürecinin en gelişmiş kapitalist rasyonalizasyon biçimini temsil etme iddiasını
taşımıştır (Antunes 2013: 22).
Öte yandan Fordist sistem son derece özel ve tek amaçlı makinelere ve bu makineleri
çalıştıran ürünün bütünsel üretim bilgisinden kopmuş, eğitimsiz ve niteliksiz iş gücü
26
kullanımına
dayanmakta, makine ile işçi arasında sürekli ve değişmez bir ilişki kurduğu için ortaya çıkan çıktının
standart olmasını sağlamaktadır (Öngen 2014: 136-137). Ancak bu sistemde işçilerin tek tip ama
sürekli artan bir tempoda çalışması, azalan dinlenme süreleriyle birleştiğinde yorgunluğu büyük
ölçüde artırmakta, işçilerde giderek iyileşmesi olanaksız sinirsel yorgunluğu ortaya çıkarmaktadır.
Bunun sonucunda insan kapasitelerinin modern yıkımı olarak nitelenebilecek bu süreç 1960’lı yıllar
boyunca hızlanmış, beraberinde yüksek iş gücü devir oranları (turnover rate), sinirsel yorgunluğun
birikmesiyle artan geçici sakatlıklar, montaj hattında artan iş kazaları sonucunu getirmiştir. Bu
olumsuz gelişmelere ek olarak ağırlıklı olarak düşük vasfa sahip işçilerden salt önlerindeki hattın
kesintisizce sürdürülmesinin beklenmesi ve zamanı azaltarak, işin ritmini artırarak gerçekleşen seri
üretimin (Antunes 2013: 22) niceliksel anlamda büyük artışlar yaratmasına karşın niteliksel anlamda
sorunlara yol açması da kayda değerdir. Kalite kontrolünde yaşanan yetersizlik, kusurlu ürünlerin
sayısında artış, bunun sonucunda kalite kontrol maliyetlerinin artması Fordist/Taylorist modelin en
önemli sınırlılıklarından birisi olarak gösterilmektedir (Antunes 2013: 22; Aglietta 2015: 76; Dyer-
Witheford 2018: 68). Bu modelin sahip olduğu bir diğer sınırlılık ise dikey ve katı hiyerarşik şekilde
örgütlenmiş büyük şirketlere ait fabrikaların merkezileşmesinin yeterli yedek parça ve stoku hazırda
tutmak için sermaye ayrılmasını gerekli kılmasıdır (Dyer-Witheford 2018: 68), bu durumun
beraberinde hantallığı getirdiği yönünde görüşler bulunmaktadır. Ayrıca 1960’lı yılların sonlarından
itibaren rekabetteki yoğunlaşma ve tüketici tercihlerindeki çeşitlenme, Fordist kitlesel üretimin tek tip
ürüne olan talebi sorunlu hale getirmiştir (Alçın 2016: 20-21). 1973 petrol kriziyle birlikte tek tip
ürünün dışında ürün çeşitliliğine yönelik talebin artması, sistemi tıkanma noktasına getirmiştir. Öte
yandan işçi sınıfının endüstri ilişkilerindeki tarihsel kazanımları; “komünizm tehlikesi” nedeniyle
uygulanan ve sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımının bir yansıması olan sosyal politikaların
26
Henry Ford’un uyguladığı modelde otomotiv sektöründeki işçilerin yüzde 43’ünün bir günde, yüzde 36’sının
ise bir haftada eğitilebileceği konusunda övünmesi (von Tunzelmann 1995, s. 234), Fordist modelde emeğin gereken vasıf
düzeyini net biçimde sergilemektedir.
51
yarattığı “katılıklar”, en önemlisi artı-değer üretimi için sermayenin devasa fabrikaları, dolayısıyla
“kitlesel işçiyi” üretmesi, bu durumun da işçi sınıfı hareketine güç katması, bu dönemde sermaye
açısından aşılması gereken bir sorun haline gelmiştir. İşçi sınıfı hareketinin yükselişi, tarihsel
kazanımlarının üst boyuta ulaşması, sendikal mücadelenin ve örgütlenmenin artan ivmesi, sermayenin
krizini daha da derinleştirmiştir. Sermayenin yaşadığı krizi aşmak için bulduğu çözüm ise esnek
birikim, yalın üretim, esnek uzmanlaşma, Toyotizm gibi farklı isimlerle anılan (Dyer-Witheford 2019:
68) Fordizm sonrası politikaları devreye sokması olmuştur. Bu politikalar ise Üçüncü Endüstriyel
Devrim ile daha yaygın uygulama alanı bulmuştur.
C. Elektronik ve Bilgi Sistemlerinin Kullanımı: Üçüncü Endüstriyel Devrim
1970’li yıllardan itibaren Enformasyon İletişim Teknolojilerinde (EİT) yaşanan ilerlemelerin
sonucunda, üretim sistemlerinde önemli gelişmeler yaşanmış, kitlesel seri üretime dayanan Fordizm
yerini “esnek birikim rejimi”, “post-Fordizm”, “neo-Fordizm”, vb. gibi isimlerle anılan esneklik
politikalarına bırakmaya başlamıştır. Bu bağlamda 1969 yılında Modicon şirketi tarafından
fabrikalarda imalat hatları ve makinelerin kontrolünün denetimi için kullanılan ilk Programlanabilir
Mantıksal Denetleyici’nin (PLC) geliştirilmesi ile başlayan süreç, Üçüncü Endüstriyel Devrim olarak
nitelenmektedir. Söz konusu programlanabilir makinelerin kullanılmasıyla birlikte, üretimde mekanik
ve elektronik teknolojileri yerini dijital teknolojilere bırakmaya, endüstriyel robotlar kullanılmaya
başlanmıştır. Böylece bu teknolojileri kullanabilen ülke ve firmalar, çeşitlenen tüketici tercihlerine
yanıt verme esnekliğini gösterebilmiş ve avantaj elde etmiştir (Alçın 2016: 21). Bu dönem genellikle
bilgisayar devrimi dönemi olarak adlandırılır, çünkü yarıiletkenlerin, ana bilgisayarların (1960’lar),
kişisel bilgisayarın (1970’ler ve 80’ler) ve internetin (1990’lar) geliştirilmesi ile karakterize olmuştur
(Schwab 2016:11). Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri elektronik ve EİT’nin uygulanması ile
üretim sürecinde otomasyonun hız kazanması ve makinelerin kademeli olarak yüksek oranda emek
gücünün yerini almaya başlamasıdır. Bir bakıma “makineler” üretimde yer alan “beyin işinin” bir
parçasını ele geçirmektedir (Kagermann 2015: 32). Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel etkilere sahip
olan bu dönüşümün temel bir sonucu şirketlerde rasyonalizasyonun üst boyutlara ulaşmasıdır. Öte
yandan bu dönemde çok yönlü seri üretimin uygulanmasıyla, üretim süreçlerinin verimliliği artmıştır
(Bartodziej 2017: 32). Üretimin otomasyonu ve dijitalleşmesi olarak nitelendirebileceğimiz bu
dönemin günümüze kadar sürdüğü ve yerini Endüstri 4.0 olarak nitelenen Dördüncü Endüstriyel
Devrime bırakmaya başladığı iddia edilmektedir.
52
Üçüncü Endüstriyel Devrimi olarak adlandırılan dönemin, 1960’lı yıllardan itibaren başta
bilgisayarlar olmak üzere yarı iletkenlerin, elektronik teknolojisinin, bilgi sistemlerinin, ayrıca yeni
enerji kaynaklarının üretimde kullanılmasıyla başladığı kabul edilmektedir. 1969’da Modicon firması
tarafından fabrikalarda imalat hatları ve makinelerin kontrolünün denetimi için kullanılan ilk
Programlanabilir Mantıksal Denetleyici (PLC) geliştirilmesi teknik anlamda bu yönde atılan
adımlardan ilkidir. Elektronik ve enformasyon teknolojilerinin gelişimiyle bu makineler endüstriyel
robotlara dönüşürken, üretimde otomasyon sürecinin de başlangıcı olmuştur. Böylelikle artan
otomasyon sayesinde makineler giderek artan oranda emek gücünün yerini devralmaya başlamıştır.
Ayrıca programlanabilir makineler sayesinde Fordist modelin standartlaşmış tek tip ürünün aksine,
ürün çeşitliliği artmış, böylece tüketicinin çeşitlenen tercihlerine yanıt verme olanağı da ortaya
çıkmıştır. Bu süreç beraberinde çeşitli sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel dönüşümleri de getirmiştir.
Bu gelişmeler kimi yazarlarca üçüncü endüstriyel devrim olarak adlandırılmaktadır. Üçüncü
Endüstriyel Devrimi’nin henüz tamamlanmayan bir süreç olduğu konusunda genel bir kanı
bulunmaktadır. Ancak bu dönemin tanımlanması konusunda birbirinden farklı görüşler söz konusudur
(Lukac 2015: 835; Schwab 2016: 11; Stock, Seliger 2016: 536; Alçın 2016: 20-21; Bartodziej 2017:
32-33; Fuchs 2018, 281; Rifkin 2019). Öte yandan ilk iki endüstriyel devrimi şekillendiren İngiltere ve
ABD’nin ardından, Üçüncü Endüstriyel Devrimi’nin itici gücü Japonya olmuştur (Lazonick 1991: 23-
24; Janicke, Jacob 2013: 52).
Üçüncü Endüstriyel Devrim kavramlaştırmasını geliştiren isimlerden biri olan Rifkin,
tarihteki büyük ekonomik devrimlerin gerçekleşmesi için iki kritik alanda devrimsel nitelikte
gelişmenin aynı anda bir araya gelmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu alanlardan ilkinin iletişim
teknolojileri olduğunu, diğerinin ise yeni enerji sistemlerinin devreye sokulması olduğunu ileri süren
Rifkin; buna gerekçe olarak iletişim teknolojilerinin ekonomik organizmayı denetleyen, koordine eden
ve yöneten sinir sistemi olmasını; enerjinin ise ekonominin canlı kalıp büyümesi için ona besin
sağlayan, örgütlü toplum içinde dolaşan kana benzeyen bir işlev edinmesini gösterir. Bu görüşünü
tarihsel süreç içinde örnekleyen Rifkin, 1800’lü yıllarda buhar enerjili teknoloji ile matbaa
teknolojisinin bir araya gelip Birinci Endüstriyel Devrimi oluşturduğunu dile getirir. Buna göre
matbaa teknolojisinin gelişimiyle (gazete, kitap ve dergilerin sayısının çoğalması ve okur yazarlığın
artmasıyla) hem Avrupa ve ABD’de devlet okulları gelişmiş; bu sayede eş zamanlı olarak üretimde
buhar enerjisinin kullanımıyla birlikte ortaya çıkan demiryolu ve fabrika ekonomisinin karmaşık
işleyişini düzenleyebilecek bir iş gücü yaratılmıştır. Birinci Endüstriyel Devrimi hazırlayan da bu
olmuştur (Rifkin 2019: 36-37). Benzer bir ilişkiyi İkinci Endüstriyel Devrim açısından petrol ve diğer
fosil yakıtlar ile telefon, radyo, telgraf gibi iletişim teknolojileri üzerinden kuran Rifkin, bu dönemin
53
ve onun üzerine kurulu olduğu petrol devrinin artık sonunun geldiğine inanmaktadır. Bu çerçevede
günümüzde bir başka iletişim teknolojisi olan internet iletişim teknolojisi ile enerji rejimi, dolayısıyla
yenilenebilir enerjiler tekrar birbirine yakınlaşmanın, hatta birleşmenin eşiğindedir (Rifkin 2019: 57).
Petrol ve diğer fosil yakıtlara bağımlı ekonomik sistemin en uç sınırına ulaşılmıştır. İnsanlık derhal
yeni bir enerji sistemine ve endüstri modeline geçmelidir, aksi durumda uygarlığın çökme riski söz
konusudur. Bu çerçevede Rifkin, gelecek adına umutludur. 21. yüzyılda yüz milyonlarca insanın
enerjiyi evlerinde, işyerlerinde, fabrikalarında kendi kendilerine üretebileceğini, hatta iletişim
teknolojilerindeki ilerlemeyle birlikte, tıpkı internette bilgi paylaşır gibi, bu enerjiyi birbirleriyle
paylaşabileceklerini ileri sürmektedir (Rifkin 2019: 57). Diğer yazarların aksine Rifkin 3. endüstriyel
devrimi henüz filizlenmekte olan bir süreç olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda Rifkin’in
görüşleri, “enerji paylaşımı” örneğinde de görülebileceği gibi ütopik bir nitelik taşımaktadır. Ama yine
de Rifkin, üçüncü endüstriyel devrim kavramının geliştirilmesine özellikle yenilenebilir enerji
konusunda fazlasıyla katkı yapmıştır.
Rifkin’in aksine, Üçüncü Endüstriyel Devrim’in 1970’lerin başında başladığı, günümüzde
Dördüncü Endüstriyel Devrim’e (Endüstri 4.0) geçişin ön gününde olduğumuz yönünde daha yaygın
bir kanı bulunmaktadır. Çalışmamızın dördüncü bölümünde daha detaylı olarak ele alacağımız için
burada kısaca değineceğimiz, 1970’li yıllardan itibaren, başta bilgisayarlar olmak üzere
mikroelektronik teknolojilerinde yaşanan ilerlemeler ve geliştirilen ürünlerin üretim sürecine
uygulanması devrim niteliğinde sonuçlar doğurmuştur. Bilgisayarların her geçen süre daha güçlü
işlemcilere sahip olacağı ve giderek daha da hızlanacağını öngören Moore Yasası’nı
27
doğrulayan
gelişmelerin yaşanması, entegre devrelerin performansında sürekli üstel iyileşmelerin olması (Soete
2018: 29-30), diğer endüstri devrimlerinde olduğu gibi makinelerin insanların el emeğinin önemli bir
bölümünü değil, aynı zamanda zihinsel emeğinin bir kısmını da üstlenmesine, üretim süreçlerinde
artan otomasyona yol açmıştır (Kagermann, H., W. Wahlster, J. Helbig 2013: 14). Konuyu gelişmiş
kapitalist, Kuzey ülkeleri açısından ele alırsak 1960’lı yıllardan itibaren işletmeler için büyük hacimli
verileri sıralamak, depolamak, işlemek ve almak için kullanılmaya başlanan bilgisayarlar, 1960-1985
arasındaki dönemde maliyetlerdeki yıllık yaklaşık yüzde 25’lik düşüşle cazip hale gelmiş ve böylece
bilgi işleme faaliyetlerinde yer alan bazı ofis işçilerinden (katipler, sekreterler, vb.) “tasarruf
edilmesini” sağlamıştır. Ancak bu süreç aynı zamanda enformasyon teknolojilerini kullanan işçilerin
istihdamını arttırmıştır. Nitekim 1980’li yıllara gelindiğinde bu işçilerin sayısı, endüstriyel süreçte yer
alan işçilerin sayısının 1,13 katına ulaşmıştır (Greenwood 1999: 10). Üretimin dijitalleşmesini
27
Moore Yasası, dördüncü bölümde “Elektronik Teknolojisinin Doğuşu ve Silikon Vadisi” başlığı altında ele
alınacaktır.
54
başlatan, dijital ekonomi ile dijital emek formunun ve tüm bunların toplamında dijital kapitalizmin
ortaya çıkışını başlatan sürecin temelinin bu dönemdeki gelişmelere dayandığını söylemek olanaklıdır.
Bu tezde teknoloji, giriş bölümünde de ele alındığı gibi, dar kapsamda salt teknik bir
ilerleme olarak anılmamaktadır. Bu çerçevede teknolojiyi geniş anlamda, şeyleri, eylemleri, süreçleri,
yöntemleri ve sistemleri temsil edecek şekilde kullanırsak, Üçüncü Endüstriyel Devrim’e yol açan
teknolojik gelişmeleri üretim ilişkilerindeki gelişmeler ekseninde ele almak gerekmektedir. Bu
dönemin üretim alanındaki kritik gelişmesi bir önceki bölümde değindiğimiz Fordist modelin krize
girmesi ve Esnek Birikim Rejimi, Post-Fordizm gibi farklı adlarla anılan (Harvey 1997: 64) yeni bir
üretim sisteminin devreye girmeye başlamasıdır. İkinci Dünya Savaşı ile 1973 petrol krizine kadar
olan dönemde kapitalizme altın çağını yaşatan ve bir önceki başlıkta detaylı olarak ele aldığımız
Fordist model ve Keynesçi politikaların, kapitalizmin çelişkilerini denetim altına tutamaması
nedeniyle terk edilmeye başlanmasının altında yatan en büyük faktör “katılık”tır. Kitle üretim
sistemlerine, özel amaçlı makinelere yapılan uzun vadeli ve geniş ölçekli sabit sermaye yatırımları,
imalat sistemini daha hantal hale getirmiş, standart tek tip ürünün üretilmesine neden olmuştur. Bu
durum da endüstriyel tasarımda esnekliği büyük oranda engellediği ileri sürülmektedir (Kaplinsky
1989: 12-13; Harvey 1997: 167-168). Sermaye sınıfı açısından bir diğer sorun ise iş gücü
piyasalarında ortaya çıkmıştır. İş gücü piyasalarında, emek dağılımında ve iş sözleşmelerinde yer alan
katılıkları aşmak için yapılan her girişim, Fordizmin büyük ölçekli fabrikalarında örgütlenmiş işçi
sınıfının örgütlü direnişiyle (1968-72 dönemi büyük bir grev dalgasına sahne olmuştur) boşa
çıkarılmıştır. Bütün bunlara refah devleti politikalarının bir sonucu olan artan bütçeye sahip kamu
hizmeti programlarına (sosyal güvenlik, emeklilik, vb.) ilişkin devletin taahhütlerini ifade eden, işçi
sınıfı açısından bir kazanım olan, sermaye açısından ise “katılık” olarak ifade edilen uygulamalar
eklenince, esneklik sağlayacak tek araç olan para politikası devreye sokulmuş, ancak 1969-73
yıllarında ekonomiyi istikrarda tutmak için hızla para basılması, piyasalarda likidite fazlasının aşırı
düzeye ulaşmasıyla, dolayısıyla enflasyonun artmasıyla sonuçlanmıştır. 1973’te yükselen enflasyonu
frenleme yönündeki çabalar başarısız olmuş, emlak piyasası çökerken finansal sistem ağır hasar
almıştır. Bunun üstüne 1973’teki petrol krizi eklenince, 1973-75 yılları arasında deflasyon yaşanmış,
devletlerin maliyelerinin kaynaklarına oranla aşırı genişlediği anlaşılmış, sonrasında derin bir mali kriz
ve meşruiyet krizi ortaya çıkmıştır. Bu dönemde şirketlerin bu krizi aşmaya yönelik attığı adım ise
teknolojik değişimi hızlandırmak, otomasyonu artırmak, yeni ürünler ve pazarlar bulmak, üretimi
emek üzerindeki denetimin daha kolay olduğu bölgelere kaydırmak, birleşme hamleleri
gerçekleştirmek ve sermayenin devir süresini kısaltmak olmuştur (Harvey 1997: 167-168).
55
Makro ölçüde konuyu ele alırsak 1973 petrol kriziyle daha da şiddetlenen derin durgunluk,
ekonomik yeniden yapılandırmayı, toplumsal ve politik uyarlanmayı gündeme getirmiştir. Tümüyle
yeni bir birikim rejimine ve bununla ilişkili farklı bir politik ve toplumsal düzene geçiş süreci olarak
adlandırılabilecek bu gelişmeleri Harvey, “esnek birikim” olarak adlandırmaktadır. Fordizmin
“katılıklarıyla” açık bir biçimde çatışma içinde olan esnek birikimde, emek süreçleri, iş gücü
piyasaları, ürünler ve tüketim kalıpları bütünüyle esnekleşmekte; yepyeni üretim sektörleri, yeni
finansal yöntemler, yeni piyasalar ortaya çıkmakta, ama konumuz açısından daha da önemlisi başta
teknolojik olmak üzere, ticari ve örgütsel yeniliklerin temposu hızlanmaktadır. Hizmet sektöründe
istihdamın hızla yükselmesi, o döneme kadar az gelişmiş olarak kalan ülkelerde yepyeni endüstriyel
kümeler ortaya çıkarırken, enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemeler gerek kamusal
gerekse de özel karar verme süreçlerinin mekansal yayılma olanaklarını genişletmiş ve artırmıştır
(Harvey 1997: 170-171).
Konuyu bu kez teknik açıdan tekrar ele alırsak, 1960’larda mikro elektronik, nükleer fizik ve
enformasyon ve iletişim teknolojileri alanında ortaya çıkan yenilikler 1970’lerdeki birçok değişikliğin
kaynağı olmuştur (Öngen 2014: 139). Bu yeniliklerden özellikle mikro elektronik alanında
yaşananlar
28
endüstriyel üretim alanında kullanılmaya başlanmış ve bu hızla yaygınlaşmıştır.
Endüstriyel üretimde makineli imalat alanında basit takım tezgahlarıyla başlayan dijital kontrol süreci,
montaj robotlarının kullanılmasıyla üst boyuta evrilmiştir. Mikro elektronik teknolojilerinin endüstride
kullanıldığı bir diğer alan ise tasarım sürecidir. Bu alanda bilgisayar destekli tasarım (CAD -
computer-aided design) veya bilgisayar destekli imalat (CAM - computer-aided manufacturing)
yazılımlarının prototipler, hazır ürünler ve ürün üretim süreçleri tasarlamak ve üretmek için
kullanılmaya başlanması, Fordist modelin standartlaşmış, tek tip ürünün dışına çıkmayı, farklılaşmış
tüketici tercihlerine yanıt verebilecek çeşitlendirilmiş ürünleri üretmeye olanak tanımıştır. Bu
dönemde bilgisayarlar koordinasyon alanında da kullanılmaya başlanmıştır. Başlangıçta stok ve ücret
kontrolü olan bilgisayarların kullanım alanı, ilerleyen dönemde sözcük işleme ve son olarak da
elektronik baskıya kadar uzanmıştır. Makineli imalat alanındaki bu gelişmeler, üçüncü bölümde ele
alacağımız, esnek üretim sistemlerinin, esnek uzmanlaşmanın geliştirilmesine katkı sağlarken,
elektronik olarak kontrol edilen makinelerle de otomasyonunun önünü açmıştır. Ayrıca elektronik
olarak kontrol edilen makinelerin sıfırlanmasının, durdurulmasının öncüllerine göre daha kolay
olması, makine değişiklikleri sırasındaki bekleme sürelerini önemli ölçüde azaltmış, bu durum da
üretimin daha esnek hale gelmesine yol açmıştır (Kaplinsky 1989: 18-28). Konunun önemi,
28
Mikrolelektronik, dolayısıyla onun en önemli ürünleri olan Enformasyon ve İletişim Teknolojileri (EİT)
alanında yaşanan gelişmeler, çalışmamızın dördüncü bölümünde, “EİT’lerdeki Gelişim ve Yeni Emek Formları” başlığı
altında incelenecektir.
56
sermayenin en belirgin ve ayırt edici hedefinin toplumsal bazda kesintisiz sermaye birikimine ve
kapitalist sınıf iktidarının yeniden üretimine dönüştürülen kâr olduğu dikkate alınırsa daha iyi anlaşılır.
Kâr hedefine ulaşmak isteyen kapitalist sınıf, makineler ve bilgisayarları içeren teknolojik teçhizatı, bu
makinelerin programlanmasını sağlayan yazılım programlarını ve bunların başta emek kullanımına
ilişkin komuta ve kontrol mekanizmalarını içeren organizasyon biçimlerini yeni duruma uyumlu hale
getirmek istemiştir. Bu sayede verimliliği, üretkenliği ve kâr oranlarını artıran kapitalist sınıf, yeni ve
daha kârlı ürün yelpazeleri oluşturmuştur (Harvey 2015b: 102). Bu çerçevede taşerona iş verme, şirket
dışından tedarik gibi dikey ayrışma yönündeki organizasyonel değişikliklerin devreye sokulması, yine
üretim organizasyonunda en az stok, hatta yer yer sıfır stok anlamına gelen “just-in-time” (tam
zamanında) üretim sisteminin uygulanmaya başlanması, yeni elektronik denetim teknolojileriyle
birçok üretim sektöründe devir sürelerinin kısaltılması, emek süreçlerinde bir yeniden niteliksizleşme
(vasıfsızlaşma) ve yeniden niteliklileşme (vasıflılaşma) sürecinin hızlanmasına yol açmıştır (Harvey
1997: 317-318).
Üçüncü Endüstriyel Devrim, esneklik stratejilerini gerektirmiş, ideolojik ve politik planda bu
stratejiye eşlik eden “post-endüstriyel toplum” ve “enformasyon toplumu” teorilerinin doğuşuna
kaynaklık etmiş, esnek üretim sistemlerinin ve bilgisayarda tümleşik üretim sistemlerinin gelişimini
sağlayan mikro elektronik teknolojilerinin yaratıcısı olmuştur (Öngen 2014: 139). Üçüncü Endüstri
Devrimi ile sermaye, içinde bulunduğu birikim krizine karşı yeniden yapılanmaya gitmiştir. Bu
dönemde emek süreçlerinde, iş gücü piyasalarında, ürünlerde ve tüketim kalıplarında esnekliğe
yaslanılmış, ayrıca yeni üretim sektörleri, finans hizmetlerinde yeni yöntemler, yeni piyasalar ortaya
çıkmıştır. Esnek birikim olarak adlandırılan bu sistemle ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin
temposu büyük ölçüde hızlanmıştır (Harvey 1997: 170). Bu dönemdeki gelişmeleri farklı şekilde
yorumlayan yaklaşımlar da bulunmaktadır. “Post-Fordizm”, “neo-Fordizm”, “esnek uzmanlaşma”,
“yalın üretim”, “Toyotizm” gibi adlarla farklı şekillerde adlandırılan bu yaklaşımlar çalışmamızın
dördüncü bölümünde “Fordizm sonrası esneklik yaklaşımları” başlığı altında daha detaylı olarak
işlenecektir.
Öte yandan enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemenin bir sonucu olarak
dijitalleşmenin hız kazanması, dijital ağların yaygınlık kazanması sermayenin küresel hareketliliğini
en üst düzeye çıkarmış, 2010’lu yıllardan itibaren, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde (Kuzey)
Dördüncü Endüstriyel Devrimi’nin başladığı yönünde görüşlerin yaygınlık kazanmasına yol açmıştır.
Almanya’nın önerisiyle Endüstri 4.0 adını alan bu süreç, kısa zamanda birçok ülkenin önüne koyduğu
bir ilerleme hedefi haline gelmiştir. Bu sürecin yeni bir endüstriyel devrim olarak değerlendirilmesinin
57
nedeni, önceki üç endüstriyel devrimde yaşanan üretimin mekanizasyonu, elektrifikasyonu ve
otomasyonunun ardından, bu kez üretimde dijitalleşmenin gerçekleşmesidir. Endüstri 4.0 tartışmaları
ikinci bölümde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
58
İKİNCİ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ ENDÜSTRİYEL DEVRİM - ENDÜSTRİ 4.0 TARTIŞMALARI
Endüstri 4.0 olarak da adlandırılan ve çalışmamızın bu bölümünde detaylı biçimde analiz
edeceğimiz 4. Endüstriyel Devrim, günümüzde artı değer üretimini, dolayısıyla sermaye birikim
sürecini yeniden yapılandırmakta; dahası dijitalleşme, robotlaşma ve otomasyon süreçlerini daha da
devreye sokarak emek üzerinde önemli etkilerde bulunmaktadır. Ancak Üçüncü Endüstriyel
Devrim’in tamamlanıp Dördüncü Endüstriyel Devrim’e gerçek anlamda geçilip geçilmediği
konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Buna karşın özellikle 2010’lu yıllardan itibaren, enformasyon
ve iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemenin bir sonucu olarak dijitalleşmenin hız kazanması, dijital
ağların yaygınlık kazanması sermayenin küresel hareketliliğini en üst düzeye çıkarmış, bu durum
beraberinde Dördüncü Endüstriyel Devrimi’nin başladığı yönünde görüşlerin yaygınlık kazanmasına
yol açmıştır. Bu bölümde Endüstri 4.0 süreci detaylı biçimde analiz edilecek, bu konudaki tartışmalar
incelenecektir.
“Endüstriyel İnternet” olarak da anılan, ama “Endüstri 4.0” ifadesiyle sermayenin bir
ilerleme ülküsü haline gelen Dördüncü Endüstriyel Devrim, günümüzün popüler tartışma
konularından biri olmuştur. İlk olarak dünyanın en büyük endüstri fuarı olan Hannover Messe 2011’de
kullanılan bu kavram, kısa bir sürede yaygınlık kazanmış, enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki
gelişmelerle birlikte hızla dijitalleşen günümüz kapitalizmin, bir “ideal tipi” haline gelmiştir. Nitekim
tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Endüstri 4.0, kalkınmanın, ilerlemenin bir simgesi olarak
politik bir slogan haline dönüşmüştür.
29
Aslında Endüstri 4.0, imalat sektöründeki rekabetçi gücünü
29
Endüstri 4.0’ın böylesi simgesel bir ifadeye büründürülmesinin en tipik örneklerinden birisi de 24 Haziran
2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanya döneminde adaylardan Muharrem İnce’nin dile getirdiği “Endüstri 4.0 diyen bir
cumhurbaşkanı olacağım” ifadesidir. İnce’nin çok da detayına girmeden, nasıl hayata geçirileceğini anlatmadan, kampanya
sırasında “…endüstri 4.0 bu, kaçırırsan 250 yıl kaybedersin” ifadesiyle sık sık gündeme getirdiği bu kavram, o dönem
popülerleşmiş ve genel kitle üzerinde merak uyandırmıştır (“İnce: Endüstri 4.0 diyen bir cumhurbaşkanı olacağım”,
https://bit.ly/3bgt6cE, Erişim Tarihi: 8 Ağustos 2018). Burada İnce’nin amacının, özellikle teknoloji ile daha haşır neşir olan,
çoğunluğu gençlerden oluşan kesim üzerinde Endüstri 4.0 kavramının sahip olduğu olumlu algıyı harekete geçirmek, buradan
bu kitleleri mobilize etmek olduğu söylenebilir. Çünkü Endüstri 4.0, günümüzde kapitalizmi krizden çıkaracak, ilerletecek,
büyümeyi sağlatacak, her derde deva bir simge haline gelmiştir.
Benzer biçimde Endüstri 4.0 eğitim sektöründe de sıkça kullanılan bir slogan durumundadır. Birçok özel eğitim
kurumunun pazarlama çalışmaları sırasında “Endüstri 4.0’a uyumlu” olduklarını vurgulaması bunun bir göstergesidir.
Nitekim ülkenin ilerlemesinin Endüstri 4.0 stratejisinin hayata geçirilmesi ile olanaklı olduğu, bunun için de ulusal eğitim
politikasının bu stratejiye uygun hale getirilmesi gerektiğine yönelik bu düşünce, dönemin Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz
tarafından da şu sözlerle dile getirilmiştir: “Endüstri 4.0 temel olarak bilişim teknolojileriyle endüstriyi bir araya getirerek
daha rekabetçi, daha ekonomik bir o kadar da yüksek verimlilikle çalışan cihazların üretimini amaçlayan bir anlayışın genel
adı. Böylesine önemli bir sürecin başında bulunduğumuzun farkında olarak kendimizi ve siz gençlerimizi bu geleceğe
hazırlıyoruz. En önemli avantajımız, teknolojiyle iç içe yaşayan, araştıran, üreten, öğrenen, geliştiren bir genç neslimiz
olması. Dünyanın en genç nüfusuna sahip ülkelerden biri olan Türkiye'de köklü medeniyetimizden aldığımız güçle,
gençlerimizi bedenen ve ruhen iyi eğitim almış, her anlamda donanımlı bireyler olarak yetiştirmek istiyoruz. Şundan eminiz
59
yitirmeye başlayan, bu alanda pazar payını Çin, Güney Kore, Tayvan gibi ülkelere kaptırmaya
başlayan Almanya’nın 2025 yılında bu üstünlüğünü geri alması için ortaya koyduğu bir hedef, vizyon
olarak değerlendirilebilir. Nitekim benzer mantıkla ABD’nin geliştirdiği “Industrial Internet”, Çin’in
geliştirdiği “Made in China 2025”, Japonya’nın geliştirdiği “Toplum 5.0”, İtalya’nın geliştirdiği
“Industria 4.0” stratejileri de bulunmaktadır (Xu vd. 2021: 530). Ancak Endüstri 4.0 kavramı giderek
popüler bir hal almış ve kendisine üretim teknolojilerinde yaşanan tüm dönüşümü kapsayacak şekilde
bir rol atfedilmiştir. Öyle ki Endüstri 4.0 birçok ülkenin ulaşmak için önüne koyduğu bir hedef haline
gelmiştir. “Endüstri 4.0”ı kısaca özetlemek, endüstriyel devrimlerin güncel değerlendirmesine katkı
sağlayacaktır.
Endüstri 4.0’ı en basit ifadeyle başta dijital teknolojiler olmak üzere en ileri teknolojilerin
derinlemesine üretim içine yerleştirilmesi olarak tanımlamak olanaklıdır (Ansal 2018: 4). Endüstri 4.0
stratejisiyle, tedarik zincirleriyle Güney ülkelerine taşınan endüstriyel üretimin, yeni bir teknoloji
tabanında Kuzey ülkelerine geri getirilmesi hedeflenmektedir (Erdoğdu 2021: 129). Bu stratejinin
temel dayanağı olan teknolojiler ise siber-fiziksel sistemler olarak adlandırılmaktadır. Fiziksel dünya
ile siber dünyayı internet aracılığıyla birbirine bağlayan Siber Fiziksel Sistemler (CPS) (Alçın 2016:
23) bir dizi yeni teknolojiyi içermektedir. Kapitalizmi “dijital bir canavar”a dönüştüren (Sevgi 2021:
13) dijital kapitalizmin teknik altyapısını oluşturan bu teknolojileri dört grupta toparlamak
mümkündür. Duyusal bilişim (affective computing), artırılmış gerçeklik (augmenting reality – AR),
bulut-temelli sistemler (cloud-based system) ve insan-makine simbiyozu (human-machine simbiosis)
teknolojinin yeni ortaya çıkan dört görünümünü ifade etmektedir (Hall, Stahl 2014: 152). 21 yüzyılla
birlikte enformasyon ve iletişim teknolojilerinde hızlı bir ilerleme yaşandığı için genel olarak
endüstriyel sektörde bir hızlı yayılımdan söz edilebilir. Şekil 2.1 bize teknolojik yayılımın son
dönemde elde ettiği hız konusunda fikir vermektedir. Teknolojik değişimlerin özellikle emek gücü
açısından beraberinde belirli beceri setlerini geliştirme zorunluluğunu getirdiği açıktır. Geçmişte bu
beceri setlerinin gereksinimlerindeki değişiklikler kendilerini göstermek için yüzyıllar sürerken, dijital
çağda teknolojideki ilerlemeler bir gecede yeni beceriler gerektirir hale gelmiştir (World Bank 2018:
72-73). Bu çerçevede konuya endüstri ilişkileri açısından bakarsak, kilit kavramın iletişim olarak öne
çıktığı Endüstri 4.0’ı bu kadar önemli kılan ise, beraberinde “iş”in ve çalışmanın yapısında bir
dönüşümü getireceği, böylelikle istihdam alanında milyonlarca insanın yaşamını derinden etkileyeceği
kaygısıdır. Nitekim Boston Consulting Group’un (BCG) yaptığı bir araştırmaya göre 2025 yılında
araştırmanın yapıldığı tarihteki işlerin yaklaşık dörtte birinin akıllı yazılımlar ya da robotlar tarafından
gerçekleştirileceğini öngörülmektedir (2015: 6). Oxford Üniversitesi’nde yapılan bir başka çalışmaya
ki Türkiye'nin yarını, bugünden daha aydınlık olacak.” (“Milli Eğitim Bakanı Yılmaz’dan öğrencilere: Önce hayal edin,
sonra icat çıkarın.” https://bit.ly/3ObZJae, Erişim Tarihi: 8 Ağustos 2018)
60
göre ise 10 yıl içinde ABD’deki işlerin yüzde 47’si yok olma riski taşırken, İngiltere’deki işlerin ise
yüzde 35’inin 20 yıl içinde makineleşme olasılığı bulunmaktadır (Ansal 2018: 5). Ayrıca Endüstri
4.0’ın temel bileşenleri olan nesnelerin interneti, bulut bilişim, büyük veri, akıllı fabrikalar, robotlar,
sensörler, üç boyutlu yazıcılar alanında yaşanan gelişmelerin, insanların sadece nasıl çalıştığını ve
nasıl yaşadığını değil, nasıl olacaklarını da belirleyeceği ileri sürülmektedir. Özellikle imalat
sanayinde, petrol ve gaz, tarım, madencilik, ulaşım ve sağlık sektörlerinde dönüşümün yaşanacağı,
yeni iş türlerinin ortaya çıkacağı, toplumda dijital iş gücünün, emeğin giderek daha önemli hale
geleceği ve işin doğasının yeniden şekilleneceği öngörülmektedir (O’Halloran, Kvochko: 7).
Şekil 2.1:
Teknolojik Yayılma Hızının Gelişimi
Kaynak: World Bank (2018), World Development Report 2019: The Changing Nature of
Work. Washington, DC: World Bank: 73
Teknolojik gelişimin varılan evresinde üretim alanında Endüstri 4.0, Endüstriyel İnternet, vb.
gibi adlarla başta otomasyonun hız kazanması ve artan robotizasyon ile üretim alanında yaşanan ya da
yaşanacak olan gelişmeler, çalışmamız açısından bu yüzden önemlidir. Söz konusu akıllı fabrikaların
devreye sokulmasının, dolayısıyla otomasyonun bir üst seviyeye taşınmasının anlamının, buralarda
daha az işçi çalıştırılması olduğunu söyleyebiliriz. Daha az emek gücüne ihtiyaç duyulması ve kitlesel
işsizliğin ortaya çıkılacak olması literatürde yoğun biçimde tartışılmaktadır. Ayrıca üretim sisteminde
robotların daha yoğun kullanılmasıyla birlikte birçok işin / mesleğin tarihe karışacağı da ileri
sürülmektedir. Ancak bunun yanında, bu dönüşümle birlikte, ortadan kalkacak işler / meslekler kadar
61
olmasa da ileri düzey programlama bilgisine ve teknik bilgiye sahip, üst düzey planlama yapabilen bir
nitelikli emek gerekeceği de açıktır. İşte bu emek kesimi, ilerleyen bölümlerde de ele alacağımız gibi
dijital emeğin bileşenlerinden birisi olacaktır.
I. Endüstri 4.0 Kavramın İlk Kullanımı
Endüstri 4.0 kavramı, ilk olarak dünyanın en büyük endüstri fuarı olan Hannover Messe
2011’de Almanya’nın ekonomik ve endüstriyel politikasında merkezi bir stratejik hedef olarak ortaya
atılmıştır (Pfeiffer 2017:20; Narin 2018: 233).
30
Bu konuda başlatılan çalışmalar, başlangıçta kimi
büyük Alman şirketlerinin oluşturduğu Sanayi-Bilim Araştırma İttifakı (FU) tarafından yürütülmüştür.
İlk uygulama önerileri Ocak-Ekim 2012 arasında Endüstri 4.0 Çalışma Grubu tarafından Ulusal Bilim
ve Mühendislik Akademisi (Acatech) koordinasyonunda formüle edilmiştir (Bartodziej 2017: 33).
Kavram, 2016 yılında Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda, Almanya’nın önerisi
olarak ortaya konulmuş ve dünya gündemine oturmuştur. Endüstri 4.0 ile hemen hemen aynı dönemde
“Nesnelerin İnterneti” (IoT) (endüstriyel internet) projesi, üretimde bilişim teknolojilerini merkeze
alan bir öneri olarak ABD’de ortaya atılmıştır. Atlantik’in iki yakasındaki kapitalist rekabetin bir
görünümü olan bu iki öneri gerçekte birbirini kapsamaktadır (Narin 2018: 234). Ancak daha genel
kabul gören kavram Endüstri 4.0 olmuştur. Nitekim Endüstri 4.0 kavramıyla küresel değer zinciri
organizasyonunda bir devrim yaşandığı ileri sürülmüştür. Buna göre “akıllı fabrikaları” mümkün
kılarak Endüstri 4.0, sanal ve fiziksel üretim sistemlerin küresel olarak birbirleriyle esnek biçimde iş
birliği yaptığı bir dünya yaratmaktadır (Schwab 2016: 12). Bu kavram, daha önceki endüstriyel
devrimlere atıfta bulunmakta ve 4. endüstriyel devrimin yaşanmakta olduğu iddiasını taşımaktadır. Bu
anlamda Endüstri 4.0, ilerlemenin bir ülküsel ifadesi olarak muhataplarına görkemli bir gelecek sunma
iddiasını taşımaktadır. Nitekim kavramın temel düşüncesini geliştirenlerden biri olan Kagermann’a
göre Endüstri 4.0 bugün kaynak ve enerji verimliliği, kentsel üretim ve demografik değişim gibi
dünyanın karşı karşıya olduğu bazı zorlukları ele alacak ve bunları çözecektir. Endüstri 4.0’ın
getireceği akıllı destek sistemleri işçileri, rutin görevleri yerine getirmekten kurtaracak, böylece
onların yaratıcı ve katma değerli faaliyetlere odaklanmasını sağlayacaktır. Ayrıca Endüstri 4.0 ile
30
Endüstri 4.0 stratejisinin tanıtılmasının onuncu yılında, Avrupa Komisyonu Endüstri 5.0 stratejisini duyurmuş
ve Industry 5.0 - Towards a sustainable, human-centric and resilient European industry (Endüstri 5.0 - Sürdürülebilir, insan
merkezli ve esnek bir Avrupa endüstrisine doğru) başlıklı raporu yayınlamıştır. Teknoloji odaklı olan Endüstri 4.0’ın aksine
Endüstri 5.0 stratejisi insan odaklı olma iddiasını taşımaktadır. Artan otomasyonun endüstrinin iş sağlayıcı ve refahı
yükseltici işlevini baltalayacağını savunan Endüstri 5.0 yaklaşımı, Avrupa endüstrisinin geçen yüzyıl boyunca Chaplin'in
“Modern Zamanları”nda tasvir edilen fabrika işçilerinin içler acısı durumunu büyük ölçüde iyileştirdiğini iddia etmekte, bir
kez daha işçilerin makineler tarafından köleleştirilmesi korkularını hafifletmek için devam eden ve yaklaşan değişiklikleri
yönlendirmek gerektiğini, Endüstri 5.0’ın amacının da bu olduğunu ileri sürmektedir. Endüstri 5.0 stratejisi, insan merkezli
ve esnek bir Avrupa endüstrisine geçişi sağlayan araştırma ve inovasyon sağlayarak mevcut Endüstri 4.0 paradigmasını
tamamlayama iddiasındadır (European Commission Directorate-General for Research and Innovation 2021: 5-6). Endüstri
5.0 ile ilgili şu kaynaklar da incelenebilir: Xu, vd. 2021; Javaid vd. 2021;
62
uygulama konulacak esnek çalışma organizasyonu, işçilerin işlerini, özel hayatlarını ve sürekli mesleki
gelişimlerini daha etkin bir şekilde birleştirmelerini ve böylece daha iyi bir iş-yaşam dengesini teşvik
etmelerini sağlayacaktır (Kagerman et al., aktaran Pfeiffer 2017:22)
Yeni teknolojilerdeki ilerlemeler, günümüzde imalat endüstrisinde bir konsept değişiminin
önünü açmıştır. İmalat endüstrisindeki bu konsept değişimi sırasında rekabet ve liderlik avantajını
kaybetmek istemeyen gelişmiş kapitalist ülkeler, geliştirdikleri farklı programlarla bir yarış içerisine
girmişlerdir. Bu yarışa ABD, Smart Manufactiring Leadership Coalition (SMLC) tarafından
geliştirilen “Industrial Internet” programıyla, Çin ise devlet tarafından geliştirilen “Made in China
2025” programıyla dahil olmak istemiştir. Ancak bu “mücadelede” kazanan, şu an için, Almanya
tarafından geliştirilen “Endüstri 4.0” yaklaşımı olmuştur (Pfeiffer 2017: 21) Öte yandan üretimde
bilgisayar donanımı, yazılımı ve ağları olan dijital teknolojilerin kullanımı yeni değildir, ancak yeni
olan tüm bunların daha sofistike ve entegre olması, toplumu ve küresel ekonomiyi dönüştürmeye
başlamasıdır. Bu yüzden Brynjolfsson ve McAfee, dünyanın dijital teknolojilerin etkisinde tam güç
otomasyona geçileceği, benzeri görülmemiş şeylerin oluşacağı bir kırılma noktasında olduğunu öne
sürmüş ve bu dönemi “İkinci Makine Çağı” (Second Machine Age) olarak nitelemişlerdir
(Brynjolfsson, McAfee 2014).
Dördüncü Endüstriyel Devrim’in önceki endüstriyel devrimlerden bir diğer farkının ise
teknolojinin ve yeniliklerin yayılma hızının çok daha hızlı olması ve geniş bir alanı kapsaması olduğu
iddia edilmektedir. İkinci Endüstriyel Devrim’in yaşandığı dönemde, dünyanın yüzde 17’lik kısmının
bu deneyimden yararlanmamasını ve yaklaşık 1,3 milyar insanın elektriğe erişiminin olmamasını buna
örnek olarak gösterebiliriz. 1764 yılında Hargreaves tarafından geliştirilen ve ilk endüstri devrimine
damgasını vuran “spinning Jenny” adı verilen eğirme makinesinin, Avrupa dışına yayılması 120 yılı
bulmuştur. Benzer durum Üçüncü Endüstriyel Devrim için de geçerlidir, bu dönemde çoğu gelişmekte
olan ülkelerde yaşayan dünya nüfusunun yaklaşık yarısı olan 4 milyar kişi internet erişimine sahip
değildir. Ancak internetin on yıldan az bir sürede dünya geneline nüfuz etmesi
31
, içinde bulunulan
dönemin karakteristiği olarak gösterilebilir (Schwab 2016: 12-13).
31
Internet World Stats’ın 31 Ocak 2022 verilerine göre, tüm dünya nüfusunun yüzde 66,2’sinin internete erişimi
vardır. Bu ortalama Avrupa ve Kuzey Amerika’da yüzde 88,4 ile 93,4 arasında seyretmekte, ancak Afrika ve Asya’da yüzde
43,1 ile yüzde 64,1 arasında gerçekleşmektedir. Ancak 2000 ile 2022 arasındaki dönemdeki internet erişimi konusunda
yaşanan büyümeye baktığımızda, ortalama olarak yüzde 1.355 büyümenin yaşandığını görmekteyiz. Bu büyüme oranı
Afrika’da yüzde 13.220 ile en üst seviyededir (Internet World Stats, https://bit.ly/3HD5V8K, Erişim Tarihi: 22 Mayıs 2022).
Google’ın internet erişimi olmayan bölgelere balonlarla ücretsiz internet hizmeti sunma hedefiyle başlayan ancak 21 Ocak
2021’de sona erdiği duyurulan projesi “Project Loon” (Ayrıntılı bilgi için projenin kurumsal web sitesi https://loon.co
incelenebilir.) Proje, tam anlamıyla hayata geçtiği anda 4 milyar kişiye ücretsiz internet erişimi sunmayı amaçlamıştır.
Burada Google’ın amacını sosyal bir fayda olarak görmek yanıltıcıdır. 2017 yılında 110 milyar dolarlık gelire ulaşarak kendi
rekorunu kıran (“Google, geliriyle rekor kırdı”, https://bit.ly/3y6Bg0g, Erişim Tarihi: 22 Ağustos 2018) Google’ın amacı
63
II. Endüstri 4.0 Nedir?
Peki Endüstri 4.0 tam olarak nedir? Endüstri 4.0’ı en genel anlamıyla otomasyonun bir üst
düzeyi anlamına gelen yeni bir süreç olarak tanımlayabiliriz (Alçın 2016: 19). Kavramı ilk geliştiren
Acatech’in 2013 yılında yaptığı tanıma göre ise Endüstri 4.0, Siber Fiziksel Sistemlerin (CPS) üretim
ve lojistikle bütünleşmesi ve endüstriyel süreçlerde “Nesnelerin İnterneti”nin (Internet of Things -
IoT) kullanımıdır. Acatech’e göre Endüstri 4.0’ın değer yaratma, iş modelleri, alt hizmetler ve iş
organizasyonu için etkileri olacaktır (Bartodziej 2017: 34). Endüstri 4.0’ı karakterize eden ise çok
daha küçük ve daha güçlü algılayıcılar tarafından daha ucuz hale getirilmiş, yapay zeka ve makine
öğrenmesi (machine learning) ile çok daha yaygın kullanım alanına sahip mobil internettir (Schwab
2016: 12). Ancak daha genel bir tanımla Endüstri 4.0, Nesnelerin İnterneti (IoT), büyük veri (big
data), bulut bilişim (cloud computing), Yapay Zeka (AI – Artificial Intelligence), robotlar, sensörlerin
kombinasyonundan oluşan ve bu teknolojilerin üretim, dağıtım ve fiziksel malların kullanımına
uygulanması anlamına gelen bir kavramdır (Fuchs 2018: 281). Enformasyon ve İletişim Teknolojileri
(EİT), Siber Fiziksel Sistem (Cyber Physical System – CPS), Kurumsal Mimari (Enterprise
Architecture), Kurumsal Entegrasyon (Enterprise Integration – EI) teknolojileriyle yakından ilişkili
olan Endüstri 4.0, aynı zamanda bütün bu teknolojilerin birlikte çalıştığı bir süreç olarak da
değerlendirilebilir (Lu 2017). Endüstri 4.0 nesnelerin interneti ve sensörlerle, tedarikçiden tüketiciye
tüm bir süreci dijitalleştirip, otomatize etmekte ve elde edilen Büyük Veri’nin analizi ile yatay ve
dikey entegrasyonu öngörmektedir (Narin 2018: 235). Schwab’a göre ise dördüncü sanayi devrimi
olarak nitelenmesi gereken Endüstri 4.0, akıllı ve birbirine bağlı makineler ve sistemler anlamına
gelmemektedir, kapsamı çok daha geniştir. Eşzamanlı olarak gen dizilişinden nanoteknolojiye,
yenilenebilir materyalden kuantum bilgisayarına kadar uzanan alanlarda büyük bir atılım dalgası
yaşanmaktadır. Bu teknolojilerin birleşimi ve fiziksel, dijital ve biyolojik alanlardaki etkileşimler,
dördüncü sanayi devrimini önceki devrimlerden
32
farklı kılmaktadır (Schwab 2016: 12).
kuşkusuz interneti daha da yaygınlaştırarak pazarını genişletmek, daha doğrusu bu bakir alanları piyasalaştırmak, dijital
ekonomiye entegre etmekti. Nitekim bu iş modeli ekonomik anlamda yeterince kârlı olmayınca proje sonlandırılmıştır.
32
4. Endüstriyel Devrim, Dördüncü Endüstriyel Devrim gibi adlarla da anılan Endüstri 4.0, gerçekten bir devrim
midir? Bu konu akademik literatürde tartışılmaktadır. Söz konusu olanın üretim yöntemlerinde bir değişiklik, bir dönüşüm
olduğu, bunun da birkaç on yıl süreceği yönünde genel bir fikir birliği vardır. Ancak yaşananın “devrim” (revolution) mi
yoksa evrim (evolution) mi olduğu yönünde farklı görüşler bulunmaktadır (Alçın 2016: 21). “Evrim” yanlıları Üçüncü
Endüstriyel Devrim konusunu ele alırken gördüğümüz gibi, bu dönüşüm sürecini oluşturan unsurların zaten halihazırda
bulunduğunu, yaşananın bu unsurların daha da geliştirilmesinden ibaret olduğunu, dolayısıyla bu süreci “evrim” olarak
nitelemenin daha doğru olacağını savunmaktadır. “Devrim” görüşünü savunanlar ise, yaşananın üretimde bir paradigma
kaymasına yol açacak çığır açıcı (epochal) bir dönüşüm olduğunu, dijitalleşmeye doğru devrimci bir adım atıldığını ileri
sürmektedir (Bartodziej 2017: 33). Bu konuda konsensüse varılmış bir görüş olmasa da akademik literatürde daha yaygın
olarak kullanıldığı için, biz bu çalışmada “devrim” sözcüğüne yer vereceğiz. Elbette ki bu konudaki eleştirel bakış açımızı
kaybetmeden…
64
Bütün bu teknolojileri bir araya getiren Endüstri 4.0’da bu yüzden anahtar kelimeyi
“iletişim” oluşturmaktadır (Ansal, Yıldırım 2018: 219). Yapay zekanın kullanılmasıyla birlikte,
“akıllı” teknolojilerle donatılmış fabrikalar, Endüstri 4.0’ın en önemli bileşenleridir. Enformasyon ve
İletişim Teknolojilerindeki gelişimin, bu “iletişimi” sağlayıp, Endüstri 4.0’a temel oluşturduğunu
söylemek bu yüzden olanaklıdır (Ansal, Yıldırım 2018: 219). Endüstri 4.0’ın Akıllı Fabrikaları (Smart
Factories), sensörleri yardımıyla iş gereksinimini algılamakta, internet aracılığıyla uzaktaki diğer
üretim araçları ile iletişim kurmakta, gereksinim duydukları üretim sistemlerini bulut bilişim sistemi
içerisindeki büyük veriden (big data) çeken akıllı makineler ve sistemlere sahip olmaktadır (Alçın
2016: 20). Nitekim, Endüstri 4.0 ile gerek üretim gerekse dolaşım alanlarında iletişimin en üst boyuta
çıkacağı ileri sürülmektedir. Üretimde tam bir entegrasyonun gerçekleştiği, müşterinin siparişi verdiği
ve siparişin ona teslim edildiği ana kadar geçen süreçte, birbirleriyle iletişim halinde olan siber-fiziksel
sistemlerin bulunduğu anlatılmaktadır (Ansal, Yıldırım 2018: 219).
Daha önce aktardığımız gibi Endüstri 4.0, başlangıçta, Alman endüstrisinin gelecekteki
rekabet gücünü sağlama almak için Alman hükümeti tarafından başlatılan projeyi ifade eden bir
kavramdır. Endüstri 4.0 ortak bir program içinde iki gelişmeyi ele almaya çalışır. Bu çerçevede bir
yanda Alman endüstrisi için değişen çevre koşulları (küreselleşmenin etkileri, pazarların artan
oynaklığı (volatilitesi), inovasyon döngülerinin kısalması, yoğunlaşan rekabet ve artan karmaşıklık)
analiz edilirken, diğer yanda ilgili teknolojik gelişmeler (makineler, ürünler ve kullanıcılar arasındaki
otomasyon, dijitalleşme ve ara bağlantının kurulumu) incelenir. Bu anlayışa göre gelecekteki
endüstriyel üretim değişen çevre koşullarının yarattığı zorluklara yanıt vermek için esnek, verimli ve
uyarlanabilir olmalıdır. Ayrıca Endüstri 4.0 anlayışında teknolojik gelişmelerin temelini Nesnelerin
İnterneti (IoT) oluşturmaktadır (Müller, Voight 2017: 2; Lasi vd. 2014). Endüstri 4.0 yaklaşımında
Siber Fiziksel Sistemlerin önemli bir yeri vardır, ancak ileri teknolojik gelişmeler de merkezi bir
noktada yer almaktadır. Hafif, uyarlanabilen, iki kollu robotlar; üç boyutlu baskıyı da içeren eklemeli
üretim (additive manufacturing), giyilebilir teknoloji ürünleri, sosyal medya ve mobil cihazlar,
Endüstri 4.0 konsepti çerçevesinde akıllı fabrikalarda entegre edilecektir (Pfeiffer 2017: 22). Akıllı
fabrikalardaki tüm bileşenler (makineler, bilgisayarlar, sensörler vb.) birbirleriyle bilgi alışverişinde
bulunacak, emek gücünden neredeyse tamamen bağımsız olarak birbirlerini koordine ve optimize
ederek üretimi gerçekleştirecektir (Ege 2014: 27). Endüstri 4.0 projesinin ana ülküsünü de asıl olarak
işte bu oluşturmaktadır.
65
En uç durumda ise Endüstri 4.0, bir malın, internet üzerinden, farklı teknolojilerin ağları
aracılığıyla herhangi bir insan müdahalesi olmaksızın, tamamen otomatik olarak üretilmesini,
dağıtılmasını, kullanılmasını, onarılmasını ve geri dönüştürülmesini ifade etmektedir. Nitekim Alman
Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı, Endüstri 4.0’ı makinelerin, ekipmanların ve diğer tekil
bileşenlerin sürekli olarak birbirleriyle bilgi değişimi yapmaları, birçok üretim sürecinin büyük
mesafeler boyunca gerçek zamanlı olarak kontrol ve koordine edilebileceği bir süreç olarak
nitelemektedir (Fuchs 2018: 281). Bir yanda tüketicinin değişen gereksinimlerine anlık olarak uyum
sağlayan üretim sistemleri, diğer tarafta ise birbirleriyle sürekli iletişim ve koordinasyon halinde olan
otomasyon sistemleri bulunmaktadır (Alçın 2016: 20). Çıktısını akıllı fabrikalar ve akıllı ürünler
olarak özetleyebileceğimiz bu süreçte, eğer gerçekleşirse, emek gücünün işlevi sınırlı olacaktır.
III. Siber-Fiziksel Sistemler
Endüstri 4.0, günümüzün teknolojik gelişim seviyesine verilen bir tepki olarak
değerlendirilmektedir. Nitekim bu gelişimin bir sonucu olarak Siber Fiziksel Sistemler öne çıkmakta,
makineleri, depo sistemlerini ve işletim ekipmanlarını dünya çapında birbirine bağlayarak önemli bir
dönüşümü sağlamaktadır. Fiziksel dünya ile siber dünyayı internet aracılığıyla birbirine bağlayan
sistemlere Siber Fiziksel Sistemler (Cyber Physical Systems - CPS) denilmektedir (Alçın 2016: 23).
Endüstri 4.0 vizyonu gereği CPS sayesinde insanlar, nesneler, ürünler, tüm sistemler, bilişim
sistemlerinde ağa bağlanacak, bütün bu bileşenler birbirleriyle veri alışverişi yapabilecek ve ağ
üzerinden bilgi işlem sistemleri ile denetlenebilecektir (Narin 2018: 237). CPS’i, gerçek dünyadaki
nesnelerin ve davranışların bilgisayar ortamındaki simülasyonu, bir bakıma dijital ikizi olarak da
kısaca tanımlayabiliriz. Üretimin dijitalleşmesi ile CPS üzerinden üretim esnek biçimde gerçek
zamanlı olarak kontrol edilebilmektedir. Bu anlamda CPS’ler üzerinden üretim, merkezi bilgisayar
kontrollü üretimin yerini almaktadır (Kagermann 2015: 32).
CPS kavramı ilk kez 2006 yılında Edward A. Lee tarafından fiziksel dünya ile bağlantılı
bilgisayar sistemlerinin artan önemine vurgu yapmak için kullanılmıştır (Alçın 2016: 23). CPS,
endüstriyel olarak üretilen ürüne uygulanan gömülü bilgi işlem sistemleridir. İmal edilen ürünlere
yerleştirilen mikroçipler internet üzerinden ağa bağlanmakta ve diğer bileşenlerle iletişime girmektedir
(Fuchs 2018: 281). Nitekim endüstriyel internet olarak da adlandırılan bu vizyon, üretim sürecinde,
destek hizmetlerinde ve lojistikte yer alan fiziksel elementlerin bir dijital ağda bir araya gelmesini
içermektedir (Pfeiffer 2017: 22). Standart internet tabanlı protokoller kullanarak birbirleriyle
66
etkileşebilen bu yeni bağlaşık sistemler, verileri analiz ederek hataları öngörmekte, parametreler
tanımlamakta ve değişen şartlara uyum sağlamaktadır (Tansan vd. 2016: 20).
CPS’in bu kullanımının akıllı fabrikalar (smart factories) olarak adlandırılan yeni üretim
mekanlarında cisimleşeceği savunulmaktadır. Bu görüşe göre akıllı fabrikalar geleneksel kitlesel
üretimin “katılıklarını” aşacak, “akıllı hizmet dünyası”nın ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bireylerin
gereksinimlerine ve taleplerine hızlı biçimde yanıt veren özelleştirilmiş üretimde karakterize olan CPS
ile veri hacmi katlanarak büyüyecektir. Bu veri hacmi salt üretim sürecindeki öğeler tarafından sürekli
oluşturulan verileri içermemektedir, aynı zamanda dijital ağda yer alan tüm tesis ve makinelerin
sensörleri ve detektörlerinden gelen verileri de içermektedir. Bu veri akışı, siparişin verilmesinden,
ürünün müşterinin kapısına sürücüsüz araçları teslimine kadar olan tüm süreci içerebilecek şekilde
uzatılmaktadır (Pfeiffer 2017: 22).
Siber Fiziksel Sistemler’in üretim sistemleri içerisindeki uygulanmasına Siber Fiziksel
Üretim Sistemleri (Cyber Physical Production Systems - CPPS) ya da Akıllı Fabrika (Smart Factory)
denilmektedir (Alçın 2016: 26). Siber Fiziksel Üretim Sistemleri; dijital makineler, depolama
sistemleri ve dijital olarak geliştirilen ve uçtan uca EİT tabanlı entegrasyondan yararlanan, lojistikten
üretime, pazarlamadan servise kadar her şeyi birleştiren üretim tesislerini içermektedir. Akıllı
fabrikada, insanlar, makineler ve kaynaklar, tıpkı bir sosyal ağdaki gibi birbirleriyle iletişim
kurmaktadır. Akıllı fabrikada üretilen “akıllı ürünler” (smart products), üretim sürecini aktif olarak
desteklemektedir. “Metal levha, makineye nasıl işleneceğini anlat(maktadır)” (Kagermann 2015: 33).
Mevcut durumun ihtiyaçlarına göre kendilerini kontrol eden ve konfigüre eden otonom, dağıtık
makineler, robotlar, nakliye ve depolama sistemleri, herhangi bir anda kimin yedek kapasiteye sahip
olduğunu belirlemek için birbirleriyle anlaşmaktadır. Akıllı fabrikalar, dikey olarak tüm fabrikaların
ve şirketlerin operasyonel süreçleriyle bağlantılıyken, yatay olarak ise tüm dünyaya yayılan ve
siparişten teslimata kadar her şeyi birleştiren değer ağlarıyla bağlantılıdır (Kagermann 2015: 33).
CPS, endüstriyel olarak üretilen bileşene uygulanan gömülü bilgi işlem sistemleridir.
Mikroçipler, ağa bağlanabilecekleri ve internete bağlanabilecekleri şekilde imal edilen ürünlere
gömülüdür. İnsanların sosyal medya ve büyük veri üretme yoluyla ağ iletişimi, makinelere
genişletilerek iletişim ağları oluşturulmaktadır. CPS’nin nihai amacı akıllı izleme ve akıllı kontrolün
gerçekleştirilmesidir. 2000-2010 yılları arasında başta motorlu taşıt üreticisi firmalar olmak üzere
birçok firma, üretim süreçlerini takip amacıyla bir CPS bileşeni olan Radyo Frekansı ile Tanımlama
67
sistemini (RFID – radio frequency identification) kullanmaya başlamıştır (Alçın 2016: 25). Endüstri
4.0 ile CPS’lerin yaygınlaşması ve çeşitlenmesi beklenmektedir.
Endüstri 4.0’ın en önemli dayanak noktalarından birisi CPS’dir, ancak bu yaklaşımın
dayandığı başka teknolojiler de bulunmaktadır. Akıllı fabrikalar, büyük veri ve analitiği, yapay zeka,
akıllı robotlar, dikey ve yatay sistem entegrasyonu, nesnelerin interneti (endüstriyel internet),
sibergüvenlik, bulut bilişim, eklemeli üretim (3D baskı), artırılmış gerçeklik ve sanal gerçeklik
(simülasyon) Endüstri 4.0 yaklaşımına göre endüstriyel üretimi dönüştürecek teknolojilerdir
(Rüßmann vd. 2015: 4-7; Tansan, vd. 2016: 25-30) Yapay zeka haricinde tüm bu teknolojileri Şekil
2.2’de toplu halde görmek olanaklıdır. Tüm bu teknolojileri kısaca da olsa açıklamak çalışmamız
açısından yararlı olacaktır.
Şekil 2.2: Endüstriyel Üretimi Dönüştürecek Dokuz Teknoloji
Kaynak: Rüßmann, M., Lorenz, M., Gerbert, P., Waldner, M., Justus, J., Engel, P.,
Harnisch, M. (2015). Industry 4.0: The future of productivity and growth in manufacturing industries.
Boston: Boston Consulting Group: 3
68
A. Büyük Veri (Big Data)
Sosyal medyanın yaygınlaşması ve bir milyarı aşkın kullanıcı sayısına ulaşması, Nesnelerin
İnterneti’nın (IoT) gelişimi, birçok ağa entegre biçimde çalışan olan sensörlerin çoğalması ve akıllı
cihazların artan kullanımı ile multimedyanın artış göstermesi, kısacası üretilen ve paylaşılan veri
miktarındaki artış, günümüz dünyasında yeni bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu üretilen
ve paylaşılan verilerin bir şekilde şirketler, kurumlar, vb. tarafından toplanması, yapılandırılmış ya da
yapılandırılmamış verilerin hacim ve büyüklüğünü devasa boyutlara getirmiştir. Veri oluşumu rekor
hızda seyretmektedir. International Data Corporation’ın yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre
COVID-19 pandemisinin tüm dünyayı etkisi altına aldığı 2020 yılında tüm dünyada oluşturulan ve
çoğaltılan dijital veri miktarı rekor bir seviyeye ulaşmış ve 64,2 zettabaytı bulmuştur
33
. Büyük oranda
kaydedilmeyen bu verilerin (tüm verilerin yüzde 2’sinden azı kaydedilmiştir) miktarının 2020-2025
yılları arasında, dijital depolamanın ortaya çıkmasından bu yana oluşturulan veri miktarının iki
katından fazlasına çıkması beklenmektedir (IDC 2021). Büyük veri (Big Data) olarak adlandırılan bu
veriler gerek akademik çalışmaların gerek hükümetlerin gerekse endüstriyel sektörün dikkatini
çekmeyi başarmıştır. Artık günümüzde büyük verinin toplanması ve analizi oturmuş bir işkolu olarak
karşımıza çıkmakta, ondan kaçmak giderek zorlaşmaktadır. Bu işkolu veri toplayan (madenci), o
verinin ticaretini yapan (simsar) ve o veriyi reklam mesajı oluşturmak için kullanan (pazarlamacı)
şirketlerden oluşmaktadır (O’Shea 2021: 28-30). Büyük verinin geldiği bu noktayı “büyük veri
kapitalizmi” olarak niteleyen görüşler bulunmaktadır (Fuchs 2021; Chandler 2021; Jarrett 2021). Öyle
ki bir veri madenciliği konusuna dikkatleri çekmek isteyen organizasyon olan StopDataMining’e göre
endüstriyel çağda “çelik baronu” Andrew Carnegie’yi zengin eden hammadde demir cevheriyken,
internet çağının “baronlarını” besleyen kişisel verilerdir (Aktaran O’Shea 2021: 31). Kısacası büyük
veri günümüzde giderek önem kazanmaktadır.
Peki, büyük veri ne anlama gelmektedir? Büyük veri, geleneksel veritabanı teknolojileriyle
depolanması, işlenmesi ve analiz edilmesi zor olan veri hacmindeki artışa işaret etmek için kullanılan
bir terimdir. Büyük verilerin niteliği belirsizdir ve verileri yeni içgörülere tanımlamak ve tercüme
etmek için bir dizi önemli süreç gerekmektedir (Abaker vd. 2015: 99-100). Sadece büyük değil, aynı
zamanda yüksek boyutlu anlamına da gelen büyük veri, çok fazla sayıda açıklayıcı değişken ve çok
sayıda gözleme sahip veriler olarak nitelenmektedir (Çağlayan Akay 2018: 43).
33
1 zettabayt yaklaşık 1 trilyon gigabayta eşdeğerdir.
69
Dijital kapitalizmle birlikte büyük veri, endüstriyel sektörün de dikkatini çekmeyi
başarmıştır. Bilgisayar ve veri depolama sistemlerindeki ilerlemeler, benzeri görülmemiş boyuttaki
verilerin toplanıp depolanmasını ve işlenebilmesini olanaklı kılmıştır (Alçın 2016: 26). Nitekim büyük
veri gruplarından yararlanan analiz yöntemleri endüstride yeni yeni kullanılmaya başlanmış ve
üretimin kalitesinin yükseltilmesi, enerji tasarrufunun sağlanması, ekipman bakımının kolaylaştırması
gibi önemli kazanımlar sağlamıştır. Endüstri 4.0 süreci ile büyük veri analizlerinin sadece üretim
sistemlerinden gelen veriler değil, kurumsal ve müşteri bazlı yönetim sistemleri gibi birçok farklı
kaynaktan elde edilen verilerle birlikte kapsamlı biçimde değerlendirileceği ve bunun gerçek karar
verme süreçlerinde bir standart haline geleceği öngörülmektedir (Tansan, vd. 2016: 25)
B. Yapay Zeka
Endüstri 4.0’ın önemli özelliklerinden birisini de CPS’leri dinamik veri analiziyle
denetleyecek, yönetecek, otomasyona sokacak sistemleri içermesidir. Yapay Zeka (AI – Artificial
Intelligence), bu sistemlerin başında gelmektedir. İlk defa 1950’li yıllarda ortaya atılan “yapay zeka”
terimi, günümüzde günlük yaşamda da sıkça kullanılmaya başlayan bir kavram haline gelmiştir.
Yapay zeka, makinelerin insan zekasının gerektireceği şeyleri yapabilmesi olarak tanımlanabilir.
Yapay zeka sistemleri, makine öğrenmesine dayanmaktadır ve sadece programlandığı biçimiyle
davranmayan, öğrendikleri ile kendini programlayabilen sistemlerdir (Narin 2018: 239). Yapay zeka
araştırması, makineler tarafından simüle edilebilen insan zekasının yönlerini keşfetme ve tanımlama
çabasıdır.
Yapay zeka araştırmalarının kökleri, modern bilgisayarların gelişiminde büyük katkı sahibi
olan Alan Turing’in 1950 yılında Mind dergisinde yayınlanan “Computing Machinery and
Intelligence” başlıklı makalesinde dile getirdiği Turing Testi’ne dayanmaktadır (Jackson, Jr. 1985: 2-
4; Frankish, Ramsey 2014: 17; Say 2018: 83-84). Turing, bu makaleyle birlikte “makineler düşünebilir
mi” sorusunu ortaya atarak makine zekasını tartışmaya açmıştır. Yapay zeka kavramını ilk ortaya atan
ise John McCarthy olmuştur. 1956 yılında Dartmouth Üniversitesi’nde düzenlenen ve içlerinde
Marvin Minsky, Claude Shannon ve Nathaniel Rochester’ın bulunduğu 10 bilim insanının katıldığı
atölye çalışmasında bu kavram ilk kez dile getirilmiştir. Dartmouth Üniversitesi’ndeki bu atölye
çalışması, bu alandaki çalışmaları tetiklemiştir. Nitekim sonraki 20 yılda yapay zeka ile ilgili
çalışmalar, bu atölye çalışmasına katılanlar, onların öğrencileri ve çalışma arkadaşları tarafından
domine edilmiştir (Russell, Norvig 2003: 17-18; Frankish, Ramsey 2014: 18). Soğuk savaş yıllarında
ABD tarafından askeri ve casusluk amacıyla fonlanan bu çalışmalar, “yeterince başarıya ulaşmadığı
70
için” askıya alınmıştır. Ancak yapay zeka çalışmaları özel sektör tarafından sürdürülmüştür. Nitekim
1997 yılında IBM’in yapay zeka kullanan bilgisayarı Deep Blue, dönemin dünya satranç şampiyonu
Gary Kasparov’u altı oyunluk bir maç sonucunda yenerek, insanı satrançta yenen ilk makine olarak
tarihe geçmiştir. Şubat 2011’de ise yine IBM’in geliştirdiği Watson adlı bilgisayarın televizyonda
yayınlanan iki maçta eski Jeopardy!
34
şampiyonları Ken Jennings ve Brad Rutter’ı yenmesi, yapay
zeka çalışmalarında önemli bir dönüm noktasının aşıldığını gösterir niteliktedir. IBM, 2013 yılından
itibaren Watson sistemini kullanan bilgisayarlarını buluta taşıma kararı almış, bu sayede müşterisi olan
firmalara, bilişsel hesaplama teknolojisini bulut üzerinden kendi yazılım ve mobil uygulamalarına
entegre edebilme olanağı sunmuştur (Ford 2018: 123-127). Bu durum, bilgi işlerinin otomasyonunun
ve akıllı robotların üretilmesinin önünü aşmıştır.
Günümüzde yapay zekadaki ilerlemeler, ulaşım, sağlık, bilim, finans ve orduyu yeniden
şekillendirerek modern hayatı dönüştürmeye başlamıştır. Yapılan araştırmalar ise yapay zeka
uygulamaları ile çeviri yapılabileceğini (2024 yılına kadar), lise kompozisyonu yazılabileceğini (2026
yılına kadar), sürücüsüz bir kamyonun sürülebileceğini (2027 yılına kadar), perakende satış
mağazasında satış yapılabileceğini (2031 yılına kadar), çok satan bir kitap yazılabileceğini (2049
yılına kadar) ve cerrah olarak çalışılabileceğini (2053 yılına kadar) ileri sürmektedir. Bu araştırmayı
yürütenlere göre 45 yıl içinde Yapay Zeka ile tüm işlerde insanlardan yüzde 50 oranında daha iyi bir
performans sergilenecektir ve 120 yıl içinde tüm işlerin otomasyonu sağlanacaktır. (Grace vd. 2018:
731).
C. Akıllı Robotlar
Endüstri 4.0 ya da diğer adıyla dördüncü endüstriyel devrim projesinin dünya çapında
yaygınlaşmasında önemli bir pay sahibi kuruluşlardan birisi de Dünya Ekonomik Forumu’dur (World
Economic Forum – WEF). WEF’in 2016 yılındaki ana gündem maddesi Dördüncü Endüstriyel
Devrim’dir. Nitekim WEF’in 2016 yılında yayımladığı “The Future of Jobs” adlı raporunun giriş
cümlesi, “Bugün Dördüncü Endüstriyel Devrim’in başlangıcındayız” şeklindedir. Genetik, yapay
zekâ, robotik, nanoteknoloji, 3D baskı ve biyoteknoloji alanındaki gelişmelerin, gördüğümüz her
şeyden daha kapsamlı bir devrimin temelini oluşturduğu ileri sürülmektedir (WEF 2016: v). WEF’e
34
Türkiye’de 1994-1996 yılları arasında yayınlanan “Riziko!” ve 2012-2015 yılları arasında yayınlanan “Büyük
Risk” adlı yarışmaların orijinali niteliğindeki ABD’de bir hayli popüler olan yarışma programı.
71
göre devrimin itici güçlerinden birisini de robotlar
35
oluşturmaktadır. Yapay zeka uygulamalarıyla da
ilişkili olan ve bir bakıma yapay zekanın bir bedene bürünmesi anlamına gelen (Say 2018: 121),
gelişmiş duyulara, el becerisine ve zekasına sahip gelişmiş robotların, endüstriyel üretimde ve hizmet
sektöründe insan emeğinden daha pratik olabileceği şeklinde görüşler bulunmaktadır. Düzenlemelerin
izin vermesi durumunda, yakın bir gelecekte tamamen veya kısmen özerk olan otomobil, kamyon,
uçak ve teknelerin yapay zeka uygulamaları ile kontrol edilip, kullanılmasının ulaşımda devrim
anlamına geleceği ileri sürülmektedir (WEF 2016: 7).
Endüstriyel alanda kullanılan ilk robot ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında George DeVol
tarafından geliştirilmiştir. DeVol’ün 1960 yılında Joseph Engelberger ile kurduğu ve endüstriyel
robotlar üretmeyi amaçlayan Unimaton adlı şirket, ilerleyen yıllarda General Motors’un desteği ile
hafif montaj için tasarlanmış, montaj hattında sıcak parçaları kalıp döküm makinesinden taşıma işi için
tasarlanan ilk elektrikli motor olan PUMA’yı (Programmable Universal Machine for Assembly)
geliştirmiştir (Dyer-Witheford 2019: 67; Aydın 2021: 275). Ancak gerek sabit maliyetlerin yüksek
olması gerekse o dönem için sendikal anlamda güçlü olan işçi sınıfının tepkisinden çekinilmesi, bu
robotların kullanılması sürecini geciktirmiştir. Örneğin General Motors’un Ohio Lordstown’da inşa
ettiği, punta kaynak yapan 28 robot içeren otomotiv tesisiyle mevcut otomobil üretim miktarını iki
katına çıkarması, işçilerin ağır direnişiyle karşılaşmış; bir tür gayriresmi greve dönüşen ve işe
gitmeme, sabotaj gibi biçimlere de bürünen eylemler, sendikanın yönetimle gizli iş birliği ile zorlukla
bastırılmıştır (Dyer-Witheford 2019: 67). 1969’da “Standford Kolu”nun (Standford Arm)
geliştirilmesiyle, kullanımda olan endüstriyel robotlara daha fazla serbestlik derecesi (degree of
freedom) kazandırılmıştır (Aydın 2021: 275). 1974 petrol kriziyle, ilerleyen bölümlerde ele alacağımız
yalın üretim modelini (Toyotist) uygulamaya başlayan Japon otomobil endüstrisinin, Kuzey Amerika
otomobil endüstrisi ile rekabette öne çıkması ise tabloyu bütünüyle değiştirmiştir.
Nitekim endüstriyel robotların sayısında son dönemde yaşanan artış, WEF’in robotlara
atfettiği bu öneme sermayenin kayıtsız kalmadığını gösterir niteliktedir. Uluslararası Robotik
Federasyonu’nun (IFR – International Federation of Robotics) endüstriyel robotlara ilişkin 2022
yılında yayınladığı rapora göre, 2021 yılında Covid-19 pandemisinin olumsuz etkilerine karşın tüm
35
“Robot” kavramı ilk olarak 1921 yılında Çek yazar Karel Čapek’in “R.U.R. - Rossum'un Evrensel Robotları”
(Rossum's Universal Robots) adlı üç perdelik tiyatro oyununda kullanılmıştır. Çekçede “zorunlu çalışma”, “iş gücü” gibi
anlamlara gelen “robota” sözcüğünden türetilen kavram (Say 2018: 120; World Bank 2019: 18) hızla popülerleşmiş ve
“otomat” sözcüğünün yerine kullanılmaya başlanmıştır. Otomatları, canlı bir varlığın yapabileceği bazı eylemleri kendi
başına yapabilen, hareketleri ya da kendine verilen komutları tekrara dayalı bir şekilde gerçekleştiren, kopyalayan mekanik
ya da elektrikli araç olarak tanımlayabiliriz (Keskin 2019: 40). Bu çerçevede “robot” kavramı yerine zaman zaman “otomat”
kavramı da kullanılmaktadır. Nitekim Dyer-Witheford, otomatların robotları, diğer otonom teknolojileri ve yapay yaşamı
içerdiğini, dolayısıyla bütün bunların tümünü kapsadığını savunmaktadır (2019: 61). Ancak günümüzde gerek akademik
literatürde gerekse de günlük hayatta “robot” sözcüğü tercih edilir hale gelmiştir.
72
dünyada robotların satışı 383.545 birime ulaşıp yeni bir zirve yapmıştır. 2020 yılında endüstriyel
robotların operasyonel stoğu 3 milyon 14 bin 879 adet olarak hesaplanmıştır. Ama asıl dikkati çeken
robot satışında en büyük pazarın Çin olmasıdır. Nitekim Çin’de robot kurulumu 2011 ile 2016
arasında yılda ortalama yüzde 31 artış göstermiştir. 2020 yılında Çin’deki robot kurulumu ise 168,377
birime ulaşmıştır (IFR 2021). Bu durum oluşturduğu ucuz emek “tarlaları” ile endüstriyel üretimde söz
sahibi konumuna gelen Çin’in, robotların yükselişe geçtiği yeni dönemde bu üstünlüğünü yitirmemek
için, “Made in China 2025” stratejisi çerçevesinde geliştirdiği bir hamle olarak nitelenebilir
(UNCTAD 2016). En çok robot alan dördüncü ve beşinci ülke olan ABD ve Almanya’nın durumu ise
Endüstri 4.0 (ya da dördüncü endüstriyel devrim) stratejisi yolunda attıkları adımlar çerçevesinde
yorumlanabilir. “Robot yoğunluğu” olarak ifade edebileceğimiz 10 bin işçi başına düşen robot
sayısındaki yükseliş, özellikle Asya’da dikkat çekicidir. Tüm dünyada robot yoğunluğu ortalaması 126
birimken, bu rakam Avrupa’da 123 birim, Kuzey Amerika’da 111 birim, Asya’da ise 134 birimdir
(IFR 2021).
Şekil 2.3: Otomasyonun Maliyeti
Kaynak: Tilley, J. (2017), “Automation, robotics, and the factory of the future”, Blackwell,
E., Dhawan, R., Gambell, T., George, K., Marya, V., Singh, K., Schmitz, C. (Ed.), The great re-make:
Manufacturing for modern times, New York: McKinsey & Company: 68
Endüstriyel robotların sayısının artışını sağlayan bir başka faktör ise “bulut bağlantılı
robotlar”dır. IoT ve bulut bilişim teknolojisinin sunduğu olanaklarla, artık robotların yapması gereken
hesaplamaların çoğu devasa veri merkezlerinde halledilmekte ve tekil robotlara bu kaynağa erişim
73
hakkı verilmektedir. Bu durum robot üstünde bulunması gereken işlem gücü ve bellek ihtiyacını
azalttığından, robot maliyetlerini düşürücü işlev görmektedir (Ford 2018: 40-41). Şekil 2.3’te yer alan
McKinsey Danışmanlık firmasının sektörel raporundan yola çıkılarak hazırlanan grafik, her ne kadar
1992 yılında emek maliyetleri ile robot fiyatlarını 100 endeksi üzerinden varsayıp, bu tarihte her iki
kalemin eşit olduğu yanılsamasını yaratsa da ABD imalat sanayisinde robotların fiyatının 1990 – 2016
arasında azalışta olduğunu göstermektedir. Moore Yasası’nın iddiasını kanıtlarcasına bilgisayar
işlemcilerinin her geçen yıl daha da güçlenmesi, yeni yazılım geliştirme teknikleri ve ağ
teknolojilerindeki ilerlemeler, robotların montajını, kurulumunu ve bakımını daha az masraflı ve daha
hızlı bir biçimde gerçekleştirmeyi olanaklı kılmıştır (Tilley 2017: 68). Öte yandan söz konusu grafikte
emek maliyetlerindeki artışa vurgu yapılması, ancak emeğin üretkenlikteki artışa yönelik bilgi
verilmemesi, önemli bir eksikliktir, bu anlamda yanıltıcıdır.
Kısacası dünyada robot teknolojisi artık hem yetkinliklerini geliştirerek daha otonom, esnek
ve işbirliğine yatkın hale gelmekte hem de sahip olma maliyetini düşürmektedir.
36
İlerleyen dönemde
robotların birbiriyle etkileşimlerini artırması, insanlar ile yan yana daha güvenli bir şekilde çalışması
ve bir yandan da öğrenme kabiliyetlerini geliştirmesi beklenmektedir (Tansan, vd. 2016: 26; Narin
2018: 241) Endüstri 4.0 ile daha da hız kazanacağı düşünülen üretimde robotların kullanılmasının,
endüstri ilişkileri açısından emek üzerinde bir dizi olumsuz etkisi olacağı birçok araştırma tarafından
ortaya konulmaktadır. Akıllı robotlar ve emek üzerine etkileri konusu, üçüncü bölümde “Teknoloji ve
Emek: İşin Geleceği” başlığı altında detaylı biçimde ele alınacaktır.
D. Dikey ve Yatay Sistem Entegrasyonu
Endüstri 4.0 projesinin unsurlarından birisini de dikey ve yatay entegrasyon oluşturmaktadır.
Buna göre aynı sektörde yer alan, ancak farklı alt sektörlerde müşterisi olan firmaların birleşme şeklini
ifade eden dikey entegrasyon ile aynı sektörde yer alan ve müşteri tipi aynı olan firmaların
birleşmesini ifade eden yatay entegrasyon, Endüstri 4.0 ile aynı anda gerçekleşecek, bu sayede üretim
süreçlerinde yaşanan bir değişikliğe hızlıca yanıt verilip, olası bir soruna çözüm getirilebilecektir.
Dikey ve yatay entegrasyon için bu ortamı sağlayacak olan ise evrensel veri entegrasyon ağlarının
gelişimidir. Endüstri 4.0 savunucularına göre bu ağlar geliştikçe, firmalar, birimler ve yetkinlikler
birbirleriyle çok daha uyumlu hale gelecektir (Tansan, vd. 2016: 27).
36
Avrupa Komisyonu’nun geliştirdiği Endüstri 5.0 stratejisinde, emek gücü robotlardan ayrı değil, koordineli
hatta entegre olarak çalışacağı öngörülmektedir. Buna paralel olarak robotlara farklı bir rol atfedilmekte ve endüstriyel
robotlar cobot (collaborative robot – işbirlikçi robot) olarak adlandırılmaktadır. Cobot’ların diğer robotlardan farkı insanlarla
koordineli yani iş birliği içinde olmasıdır (Peshkin vd 2001: 377; Erdoğdu 2021: 130). Cobot’ların yaygınlaşmasıyla birlikte
işçilerin yeni vasıflar, ama özellikle dijital yetenekler geliştirmesi gerekeceği açıktır. Endüstri 5.0 stratejisinin hayata
geçirilmesi durumunda dijital emek sayısal olarak daha da büyüyecektir.
74
E. Nesnelerin İnterneti (İnternet of Things)
Akademik literatüre ilk kez 2000’li yılların başında MIT’deki Auto-ID Laboratuvarı’nda
RFID altyapıları ile ilgili yürütülen çalışmalar ile giren (Wortman, Flüchter 2015: 221) Nesnelerin
İnterneti (Internet of Things, IoT), günümüzde adından sıkça söz ettiren kavramlardan birisidir. O
günlerden bu yana Nesnelerin İnterneti’nin kapsamı genişlemiş ve RFID teknolojileri ölçeğinin çok
daha ötesine geçmiştir. Nesnelerin İnterneti kavramı üzerine tam anlamıyla ortaklaşılmış bir tanım
yoktur. The International Telecommunication Union (ITU), Nesnelerin İnternetini, “fiziksel ve sanal
şeyleri birbirine bağlayarak gelişmiş hizmetler sağlayan, var olan ve gelişen, Bilgi Toplumu için
küresel bir altyapı sunan, birlikte çalışabilir bilgi ve iletişim teknolojileri” olarak tanımlamaktadır
(ITU - Internet of Things Global Standards Initiative 2012). Bunun dışında fiziksel nesnelerin
birbirleriyle ya da daha büyük sistemlerle bağlantı kurmasına olanak veren iletişim ağı olarak kısaca
tanımlayabileceğimiz Nesnelerin İnterneti, Endüstri 4.0 uygulamaları için kritik öneme sahiptir. Bu
anlamda Nesnelerin İnterneti, akıllı fabrikalar, akıllı ürünler ve akıllı servislerin temelini
oluşturmaktadır (Alçın 2016: 25).
Enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişimin simgelerinden biri haline gelen
Nesnelerin İnterneti uygulamaları günümüzde hızla yaygınlaşmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre
2019 yılında Nesnelerin İnterneti uygulamalarıyla birbirlerine bağlı olan cihazların sayısı 35,7 milyara
ulaşmıştır. Bu sayının 2024 yılında 83 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir
37
(Juniper Research
2020). Sektörde faaliyet gösteren şirketlere yönelik büyük satın almalar da Nesnelerin İnterneti’ne
verilen önemi göstermektedir. Bu anlamda Google’ın dünyanın ilk akıllı termostatını üreten ve IoT
dünyasının örnek gösterilen firmalarından biri olan Nest’i 2014 yılında 3,2 milyar dolara satın alması,
aynı yıl içinde Google yönetimindeki Nest’in ev güvenliği için kamera üreten Dropcam’i 555 milyon
dolara satın alması, yine 2014 yılı içinde Samsung’un akıllı ev konsepti üzerine çalışmalar yapan
SmartThings’i satın alması, IoT’ye ve uygulamalarına verilen önemin göstergesidir (Wortman,
Flüchter 2015: 221).
37
Bu kadar cihazın yer aldığı sistemin çalışmasını sağlayacak altyapı şu ana kadar en geniş alana yayılmış olan
İnternet Katman Protokolü olan IPv4 (Internet Protocol Version 4) ile olanaklı değildir. Çünkü 32 bitlik adresleri kullanan
IPv4, adres uzayını yaklaşık 4,3 milyar (tam olarak 4,294,967,296) adresle sınırlamıştır. IPv4’ün ilk oluşturulmaya başlandığı
dönemde internetin bu kadar ilerleyeceğinin ve yaygınlaşacağının hesaba katılmamasından kaynaklanan bu sınırlılığı aşmak
için IPv6 geliştirilmiştir. IPv6 ile 3,4×1038 adet adres üretilebilmekte, dolayısıyla bu kadar cihazın sistemde çalışmasına
olanak sağlanmaktadır (Börteçin 2016: 29). Kısacası IPv6, IoT teknolojisinin sorunsuz işleyebilmesi için önemli bir altyapı
sunacaktır.
75
Nesnelerin İnterneti, Endüstri 4.0 konsepti açısından önemlidir. Çünkü günümüzdeki
endüstriyel yapı genellikle, sınırlı yapay zekaya ve otomasyon kontrol mekanizmalarına sahip sensör
ve saha cihazlarının, genel üretim kontrol sistemine bağlı olduğu dikey otomasyon piramitleri şeklinde
kurgulanmıştır. Nesnelerin İnterneti ile bu sınırlılığın aşılması, daha fazla sayıda cihazın, donanımın
standart teknolojilerle birbirlerine bağlanarak tümleşik veri işlemeden faydalanabilmesi, bu sayede
hem birbirleriyle hem de gerekirse merkezi kontrol sistemleriyle iletişim kurabilmesi
hedeflenmektedir. Nesnelerin İnterneti’nin sunduğu bu olanağın bir başka yansıması olarak ise analiz
ve karar alma süreçlerinin tek elden yapılma şartını ortadan kaldırması, gerçek zamanlı karar verme
süreçlerini olanaklı kılması beklenmektedir (Tansan, vd. 2016: 27).
F. Siber Güvenlik
İnternet teknolojisinin gelişimiyle birlikte bulut bilişim uygulamaların yaygınlık kazanması,
“siber güvenlik” konusunu önemli bir risk faktörü olarak gündeme getirmiştir. Ancak Endüstri 4.0’ın
temel bileşenlerinden biri olan Nesnelerin İnterneti uygulamalarıyla birlikte siber güvenlik sistemleri
daha da kritik hale gelmiştir. Fiziksel nesnelerin birbirleriyle ya da daha büyük sistemlerle bağlantı
içinde olduğu bir iletişim ağı oluşturması, kritik endüstriyel sistemleri ve üretim hatlarını siber
güvenlik tehditlerine açık hale getirmiştir. Ayrıca bulut bağlantılı robotların kullanımıyla emek
gücünün devre dışı bırakılması ve bunların ulaştırma, elektrik şebekesi, vb. gibi hayati altyapılarda ve
bir dizi endüstriyel makinelerde kullanılmasının planlanması, olası bir siber saldırı durumunda
yaşanabilecek felaketler konusundaki endişeleri körüklemiştir (Ford 2018: 42). Ek olarak Dassault
Systèmes şirketi ile BoostAeroSpace sisteminin ortak iş birliği platformu kurması örneğinde
görülebileceği gibi, tasarım ve imalata yönelik birlikte üretilen verilerin, özel bir bulut sisteminde
işbirliğine açık hale getirilmesi, verinin ve ürün tasarımının ortaklaştırılabilmesi için pek çok ortak
şirkete erişebilme yetkisi verilmesi, (Narin 2018: 247) rakip firmaların siber casusluk yöntemleri ile bu
verileri ele geçirmesinin önünü açmaktadır.
Tüm bu nedenlerden dolayı üretilen ürün ve hizmetlerin güvenliği açısından siber güvenlik
sistemlerine Endüstri 4.0’da büyük önem verilmiştir. Endüstriyel donanım tedarikçilerinin, endüstriyel
sistemleri ve üretim hatlarını siber güvenlik tehditlerine karşı koruyabilmek için, ortaklık ya da satın
alma yoluyla siber güvenlik şirketleriyle güçlerini birleştirmesi bir trend haline gelmeye başlamıştır.
(Tansan, vd. 2016: 28)
76
G. Bulut Bilişim
Endüstri 4.0’ın önemli bileşenlerinden birisini de bulut bilişim (cloud computing)
oluşturmaktadır. Bulut bilişim, veri yönetiminin ve bilişim uygulamalarının özel ve uzmanlaşmış
şirketler tarafından yürütülmesidir (Narin 2018: 239). Siber fiziksel sistemlerin birbirleriyle iletişim
kurması üzerine temellenen Endüstri 4.0’da, bu iletişimin altyapısını oluşturan faktörlerden birini de
bu bileşenler için istendiği zaman kullanabilen ve kullanıcılar arasında paylaşılan bilgisayar kaynakları
sağlayan, internet tabanlı bilişim hizmeti olan bulut bilişim oluşturmaktadır. Bulut bilişim, üretim
maliyetlerini düşürmesi, e-ticaretin gelişimine katkıda bulunması ve istihdama olan etkileri ile
sermaye kesiminin ve devlet yönetimlerinin bilgi politikaları arasında öncelikli olarak yerini almıştır
(Henkoğlu, Külcü 2013: 63). Bu durumun yaşanmasında büyük verinin yönetim sistemlerinde artan
önemi ve bulut bilişim yoluyla bu verinin yönetiminin emek gücünü yöneten tüm profesyonel
uygulamaların en önemli parçası olarak ortaya çıkmasının (OpenCloudManifesto.org 2015) payı
büyüktür.
Bulut bilişimi farklı şekillerde tanımlayabiliriz. Bu tanımlardan ilkine göre bulut bilişim,
hem internet üzerinden hizmet olarak sunulan uygulamaları hem de bu hizmetleri sağlayan veri
merkezlerindeki donanım ve sistem yazılımlarını ifade etmektedir. Bu hizmetler uzun zamandır
“Hizmet Olarak Yazılım” (SaaS - Software as a Service) olarak ifade edilirken, veri merkezi donanımı
ve yazılımı ise bulut olarak adlandırılmaktadır (Armbrust vd. 2010: 50). Bir diğer tanıma göre bulut
bilişim, büyük veri merkezlerindeki makinelerin, bilimsel araştırmadan video paylaşımına, e-postaya
kadar değişen ihtiyaçlar için ölçeklenebilir bir şekilde hizmet sunacak şekilde dinamik olarak
yapılandırıldığı ve yeniden yapılandırılabileceği yeni bir hesaplama modelini ifade etmektedir (Jaeger
vd. 2009). National Institute of Standards and Technology (NIST) ise bulut bilişimi, çok az yönetim
çabasıyla hızlı bir biçimde hazırlanabilen ve piyasaya sürülebilen, yapılandırılabilen bilgi işlem
kaynakları (ağlar, sunucular, depolama bileşenleri, uygulamalar ve hizmetler) havuzuna her yerde,
uygun, isteğe bağlı ağ erişimi sağlayan model olarak tanımlamaktadır. Bu bulut bilişim modeli 5 temel
karakteristikten (isteğe bağlı hizmet, geniş bant ağ erişimi, kaynak havuzu, hızlı esneklik, ölçülebilir
hizmet); üç hizmet modelinden (Servis Olarak Yazılım [SaaS - Software as a Service], Servis Olarak
Platform [PaaS - Platform as a Service] ve Servis Olarak Altyapı [IaaS – Infrastructure as a Service]
ve dört dağıtım modelinden (özel bulut, topluluk bulutu, genel bulut ve melez bulut) oluşmaktadır
(Mell, Grance 2011: 3-4).
Bulut bilişimin sağladığı teknik yararları ise donanım ve yazılım maliyetini azaltması,
uzaktan erişim kolaylığı sağlaması ve depolama kapasite sınırlamasını ortadan kaldırması olarak
77
sıralayabiliriz (Alçın 2016: 26). Ancak bulut bilişimin ortaya çıkardığı bazı sorunlar da bulunmaktadır.
Uygulamaların yavaş çalışması ve düşük hızlarda servis sorunları; uzaktan erişim ve güvenlik
sorunları; verilerin nerede olduğunu bilememe sorunu; hizmet alınan firmaların güvenilirliği,
yeterliliği ve denetlenmesi sorunları; hizmet sağlayıcıların bilgi güvenliği, veri bütünlüğü ve erişim
denetimi ile ilgili taahhütte bulunamamaları; hizmet sağlayıcıların kesintisiz hizmet garantisi
verememeleri; içeriğin kullanımı ve mülkiyet hakkı ile ilgili belirsizlikler ve son olarak (bir önceki
başlıkta gördüğümüz gibi) bulut alanlarının siber saldırıların hedefi haline gelmesi bu sorunlar
arasında sayılabilir (Henkoğlu ve Külcü 2013: 66-71). Özellikle siber güvenlik konusu büyük bir
endişe kaynağıdır. Çünkü gizli kalmayan ya da yok edilen veriler firmalar açısından bir belirsizlik
alanıdır (Alçın 2016: 26). Ayrıca bulut bilişim şirketleri şiddetli bir rekabet ile merkezileşmektedir.
Bunun anlamı ise tıpkı üretimin merkezileşmesi gibi, verinin, bilginin büyük şirketlerin elinde
merkezileşmesi ve sert rekabettir (Narin 2018: 247).
Ancak yaratacağı tüm potansiyel sorunlara karşın, günümüzde firmalar müşteri ilişkileri
yönetimi yazılımları (CRM - Customer Relationship Management), ofis yazılımları, veri saklama, veri
tabanı paylaşımı, ayrıca fazla işlemci gücü gereksinimi duyan yazılımlarına destek için bulut bilişim
hizmetinden yararlanmaktadır. Bulut Bilişim, Endüstri 4.0 yaklaşımında da önemli bir yer
edinmektedir. Endüstri 4.0 ile firmalar ile üretim, tasarım, vb. tesisleri arasında ürünlerle ilgili daha
fazla verinin paylaşılması gerektiği öngörülmektedir. Bulut teknolojinin performansının önümüzdeki
süreçte hızlı bir gelişim göstereceği ve tepki süresinin birkaç milisaniyeye düşeceği, bunun sonucu
olarak bulut platformda yer alan makinelere ait verilerin ve işlevlerin artacağı ileri sürülmekte, üretim
sistemlerine veriye dayalı daha fazla hizmet sunulacağı dile getirilmektedir (Tansan, vd. 2016: 29)
H. Eklemeli Üretim – 3D Baskı
Son dönemin önemli teknolojik buluşlarından birisi de üç boyutlu yazıcılardır. “3D baskı”,
“3D yazıcı” ve “3D printing” gibi terimlerle anılan bu teknolojiyi “eklemeli üretim” (katmanlı üretim)
(additive manufacturing) olarak nitelemek daha doğru bir kullanım olacaktır. Eklemeli üretimi ise üç
boyutlu (3B) geometrik verileri kullanarak malzemenin katman katman eklenmesiyle karmaşık
geometrili fiziksel parçaların hızlı bir şekilde imalatını içeren bir üretim tekniği olarak tanımlayabiliriz
(Özsoy, Duman 2017: 37).
Giderek yaygınlaşan ve görece ucuzlayan 3D yazıcılar, daha çok günlük hayatta kişisel
kullanıcılara sunduğu olanaklarla heyecan yaratsa da asıl olarak endüstriyel üretimde önemli işlevler
78
edinmeye adaydır. Nitekim endüstriyel firmalar üretecekleri parçaların prototipini oluşturmak ve
bunların üretimini yapmak için, üç boyutlu baskı gibi eklemeli üretim tekniklerini kullanmaya
başlamışlardır. Bu yöntemin, önümüzdeki dönemde, başta havacılık ve uzay sektörü olmak üzere,
özellikle karmaşık ve hafif tasarımlar gibi alanlarda, özel ürünleri az sayıda üretmek amacıyla daha da
yaygın kullanılmaya başlanacağı tahmin edilmektedir (Tansan, vd. 2016: 29) Öte yandan özellikle 3D
yazıcıların yaygınlaşmasıyla küresel tedarik zincirinin kısalacağı ve dış ticaretin sınırlanacağı yönünde
görüşler bulunmaktadır. Dijital bir dosyadan sağlam bir 3D nesne oluşturabilen firmaların, 3D
baskının ucuz hale gelmesiyle birçok malı lokal olarak kendi ülkelerinde üreteceği, daha önceden
Güney ülkelerine kaydırılan üretim ve montaj sektörünün bir kısmının, bu ülkelere geri döneceği ileri
sürülmektedir. Ayrıca bir araştırmaya göre 3D baskı, 2040 yılında küresel ticaretin yüzde 40’ını
ortadan kaldıracaktır. Ancak World Bank’a göre bu görüşü destekleyen yeterince kanıt
bulunmamaktadır (2019: 148).
İ. Artırılmış Gerçeklik
Günümüz teknolojisinin en çok ilgi gören, önümüzdeki dönemde gerek iş hayatın gerekse
günlük yaşamın önemli rutinlerinden birisi durumuna gelmesi beklenen uygulamalardan birisini
Artırılmış Gerçeklik (AR – Augmented Reality) uygulamaları oluşturmaktadır. Artırılmış Gerçeklikte,
kişiye monitör, projektör, akıllı gözlük, akıllı telefon, vb. gibi cihazlarla, eş zamanlı biçimde, kendi
gözleriyle görmeye alışkın olduğu gerçek dünyaya eklenmiş, veri işlemcileri ve yazılımlar tarafından
zenginleştirilmiş ek içerik gösterilmektedir (Artut 2014: 122). Gerçek boyutta izlediğimiz bir dünyanın
içine başka bir görüntünün eklenerek sunulması fikri olan AR, aslında uygulama açısından çok
eskilere, 15. ve 16. yüzyıla dayanmaktadır. Bu dönemde Athanasius Kircher’in bir ayna yardımıyla
yaptığı “metamorphosis aparatus” olarak ifade ettiği illüzyon aleti, AR’nin ilk örneklerinden biri
olarak gösterilmektedir. Bugün gelinen noktada ise Kircher’in tasarladığı illüzyon etkisi, bilgisayar
teknolojilerinin sunduğu çeşitli imaj işleme teknikleri yardımıyla dijital ortamda ekran üzerinde
gerçekleşmektedir (Artut 2014: 123-124).
Google’ın ilk prototipi 2013’te sınırlı bir kullanıcı grubu üzerinde denenen, ancak son
kullanıcıdan yeterince ilgi görmediği için, biraz da güvenlik endişesiyle ABD devletinin baskısıyla,
geliştirilme çalışması bir süre durdurulan ve sonunda Temmuz 2017’de yeni haliyle piyasaya sürülen,
üzerinde optik bir ekran bulunan gözlük şeklindeki giyilebilir teknoloji ürünü olan “Glass”, içinde
bulunduğumuz dönemin önemli AR ürünlerinden birisidir. Öte yandan “Glass” ürününde gözlenen
önemli değişiklik, ürünün artık son kullanıcılardan çok, işletmelere hizmet etmek için tasarlanıyor
79
olmasıdır. Glass’ın web sitesinde, ürünlerinin endüstriyel üretimde General Electric ve AGCO gibi
firmalarda, lojistikte DHL firmasında, sağlık hizmetlerinde ise Sutter Health firmasında kullanıldığı
anlatılmaktadır. “Glass” ürününün işçilerine işlerini daha hızlı, akıllı ve güvenli yapma olanağı verdiği
AGCO firması temsilcisi tarafından ifade edilmektedir. DHL firmasının temsilcisi ise bu ürün
sayesinde işçilerinin ürünleri daha hızlı seçebildiklerini ve oluşabilecek hata miktarını azalttığını ileri
sürmektedir.
38
Artırılmış Gerçeklik, Endüstri 4.0 stratejisinde bu ve benzeri nedenlerden dolayı kendine yer
bulmaktadır. AR teknolojisinden yararlanan sistemler henüz başlangıç aşamasında da olsa depoda
parça seçimi ve mobil cihazlara tamirat talimatları göndermek gibi çeşitli hizmetlerde
kullanılmaktadır. Gelecekte şirketlerin karar verme ve operasyon süreçlerini iyileştirmek ve
çalışanlarına gerçek zamanlı bilgi ulaştırmak amacıyla AR teknolojisinden daha fazla yararlanacağı
ileri sürülmektedir (Tansan, vd. 2016: 30)
J. Sanal Gerçeklik (Simülasyon)
AR’nin dışında günümüz bilgisayar teknolojilerinin önemli ürünlerinden birini de Sanal
Gerçeklik (VR – Virtual Reality) oluşturmaktadır. Gerek AR gerekse de VR teknolojileri bilgisayarlar
daha güçlü hale geldikçe daha da hızla ilerlemektedir.
39
AR’den farklı olarak VR’de, gerçek (fiziksel)
dünyadan bağımsız, kopuk şekilde, kişi hem keşfedip hem de etkileşime girebildiği, üç boyutlu
bilgisayar teknolojileriyle oluşturulmuş bir ortamda yer almaktadır. Sanal Gerçeklik, gerçek dünyadaki
izleyicilere bilgisayarlar tarafından yaratılan simüle edilmiş gerçekliği sunan bir teknolojidir (Artut
2014: 125). Simülasyon ise “gerçek dünyada var olan bir fiziksel sisteme ait verilerin sanal bir ortama
taşınmasıyla gerçek sisteme ait özelliklerin izlenmesine altyapı oluşturan bir modelleme tekniğidir”
(Çelen 2017: 10). Bilgisayar ve internet teknolojisinin gelişimiyle birlikte sanal dünya gerçek
dünyanın alanını kaplamaya, onun yerine geçmeye başlamıştır. Sanal gerçeklik, bir bakıma fiziksel
gerçekliğin yerine ikame edilmeye başlamıştır (Günay 2002: 10). VR ile hedeflenen, fiziksel dünyada
mevcut olmayan yapay olarak yaratılmış gerçekliğin, fiziksel gerçeklik kadar gerçek olmasının
sağlanmasıdır (Artut 2014: 125).
38
Ürün tanıtım sayfasından (https://x.company/glass/, Erişim Tarihi: 29 Ağustos 2018)
39
Moore Yasası’na göre her 24 ayda tümleşik devreler üzerine yerleştirilebilecek bileşen sayısı iki katına
çıkmaktadır. Bu yasa bilgisayar teknolojisinin gelecekte hangi noktalara ulaşabileceği konusunda fikir vermektedir.
Önümüzdeki dönemdeki artış hızının bu seviyede devam edip edemeyeceğini tam olarak bilemesek de gelecekte
bilgisayarların daha güçlü ve hızlı olacağını bunun da AR ve VR teknolojilerinin daha da gelişebileceği teknik bir ortam
yaratacağını söyleyebiliriz.
80
VR, son dönemde hızla büyüyen bir teknolojidir. 2017 yılında küresel VR piyasasının değeri
3,13 milyar dolara ulaşmıştır. 2023 yılında bu piyasanın 49,7 milyar dolara ulaşacağı tahmin
edilmektedir (Mordor Intelligence 2021). Simülasyon olarak da nitelendirebileceğimiz VR, ağırlıklı
olarak medya ve eğlence (ağırlıklı olarak bilgisayar, platform ve mobil oyunları), sağlık hizmetleri,
eğitim, telekomünikasyon, emlak, savunma ve havacılık sektörlerinde yaygın olarak yerini alsa da
endüstriyel amaçlarla da kullanılmaktadır. Nitekim günümüz endüstriyel üretiminde 3 boyutlu
simülasyondan özellikle ürünlerin, malzemelerin ve üretim süreçlerinin tasarım aşamasında
yararlanılmaktadır. Ancak Endüstri 4.0 ile VR uygulamalarının fabrika operasyonlarında daha da
yaygınlaşması beklenmektedir (Tansan, vd. 2016: 26). Endüstri 4.0 anlayışına göre geleceğin akıllı
fabrikalarında her alanda kısa zamanda doğru karar verebilme için çok disiplinli simülasyonun
kullanılması beklenmektedir. “Eş zamanlı simülasyon” olarak adlandırılan bu duruma göre,
simülasyonun başarılı olarak uygulanabilmesi için doğru dijital temsilin fiziksel kopyasına uygun
şekilde esnek değişim göstermesi beklenmektedir. Sanal ortamda mekatronik davranışı simüle
edilmekte ve zamana bağlı dinamik etkileri izlenmektedir. “Dijital ikiz” olarak nitelenen bu konsept
ile gerçek dünya içerisindeki performans tahminine olanak sağlayacak şekilde tüm fiziksel
elementlerin sanal kopyaları gerçek sistemin herhangi bir zamanındaki dinamik durumu
yansıtmaktadır (Çelen 2017: 17-18). Siberuzaydaki bu dijital ikiz sayesinde, tüm imalattan tedarik,
tasarım ve tüketime kadar tüm sürecin analizi, optimizasyonu ve gerekirse simülasyonu yapılabilir
hale gelmektedir (Narin 2018: 239). Hataları ortadan kaldırma potansiyeliyle kaliteyi artırması,
makine kurulum süresini kısaltması, üretim hattında takip eden ürün için makine parametrelerini
gerçekten ayarlamadan önce sanal dünyada test etme fırsatı vermesi nedeniyle simülasyon, akıllı
fabrikaların olmazsa olmazı konumundadır (Tansan, vd. 2016: 27).
Öte yandan Facebook CEO’su Mark Zuckerberg’in 2021’in son bölümünde Facebook’un
adının “Meta” olarak değiştirildiğini açıklamasıyla bir anda ilgi odağı olan “metaverse” kavramına da
değinmek gerekmektedir. Zuckerberg’in mobil internetin ardılı olarak değerlendirdiği (The Verge
2021) ilk olarak 1992 yılında Neal Stephenson’un “Snow Crash” adlı romanında kullanılan
“metaverse” kavramı, “meta” (ötesinde) ve “universe” (evren) sözcüklerinin birleştirilmesiyle
türetilmiş, üç boyutlu bir sanal dünyayı temsil eden bir ortamı ifade etmiştir (Lee 2021: 72). Ticaret ve
eğlencenin ötesinde sanal topluluklar yaratmaya olanak tanıyan bir konsept olan metaverse,
kullanıcıların sanal alanda avatarları aracılığıyla etkileşimde bulunduğu üç boyutlu sanal alanı
kapsayan yeni nesil bir internet olarak değerlendirilmektedir (Kuş 2021: 247).
81
İnternet, mobil teknolojiler, sosyal medya, artırılmış gerçeklik ve sanal gerçekliğin
bütünleşip yeni bir üst boyutta bütünleşmesi olarak da değerlendirebileceğimiz metaverse’in, dijital
kapitalizmin önemli bir mecrası olup olmayacağı önümüzdeki dönemde ortaya çıkacaktır.
IV. Endüstri 4.0’ın Arka Planı
Endüstri 4.0 kavramının arka planında, bu stratejinin Almanya’nın mekanik mühendislik ve
imalat sanayinde 90’lı yıllardan bu yana kaybetmeye başladığı avantajlı konumu geri alma çabası yer
almaktadır (Pfeiffer 2017: 23) Fuchs’a göre ise Almanya’nın bu yeni stratejiyi geliştirmesindeki temel
neden, AB’nin Lizbon Stratejisi’nde hedeflediği dijital teknolojilerin geliştirilmesinde 2010 yılına
kadar ABD’yi yakalama ve öne geçme fikrinin başarısız olmasıdır (Fuchs 2018: 282). Nitekim
Endüstri 4.0’ın arkasına bu denli güçlü politik destek almasında, sunduğu önemli potansiyel büyüme
vaadi vardır. Bazı analistler Endüstri 4.0’ın 2025 yılında Almanya’nın ekonomik büyümesine 78
milyar Euro katkıda bulunacağını ileri sürmektedir. Ancak Endüstri 4.0’ın getirisi olarak sunulan bu
rakamlar tartışmalıdır. Çünkü Endüstri 4.0 için yapılacak yatırımların miktarı, bu büyüme etkisini
ortadan kaldıracak denli büyük olacaktır (Pfeiffer 2017: 26). Almanya Federal Ekonomi ve Enerji
Bakanlığı 2015 yılında yayınladığı bir çalışmada ise, Almanya’da 10 yıllık periyotta Endüstri 4.0
teknolojilerinin (Nesnelerin İnterneti, yapay zeka, robotlar ve bulut bilişim) 45 trilyon euro’luk bir
pazar potansiyeline sahip olacağını öngörmektedir. Bu rakamlar sektördeki firmalarla yürütülen bir
anket çalışmasına dayanmaktadır. Böylesi anket çalışmalarında firmaların verdiği rakamların gerçek
karları azaltan yatırım ve bakım maliyetlerini içermediği söylenebilir. Ayrıca böylesi anketleri sektör
temsilcilerinin bir pazarlama aracı olarak görüp tahmin rakamlarını abarttığı gerçeği, değerlendirme
sırasında mutlaka dikkate alınmalıdır (Fuchs 2018: 281).
McKinsey danışmanlık şirketinin hazırladığı bir başka çalışma ise bu tahminleri daha da üst
boyutlara taşımaktadır. McKinsey’in 2015 yılında hazırladığı bir rapora göre ise Nesnelerin İnterneti
(IoT) uygulamalarının 2025 yılında dünya ekonomisine potansiyel etkisi 3,9 trilyon dolar ile 11,1
trilyon dolar arasında olacaktır. Bu da Nesnelerin İnternetinin dünya ekonomisine yüzde 11 katkı
sunacağı anlamına gelmektedir. Nesnelerin İnternetinin en büyük katkısı 1,21 trilyon dolar ile 3,7
trilyon dolar arasındaki değerle endüstriyel üretime (fabrikalara) olacaktır, bunu 930 milyar dolar ile
1,66 trilyon dolar arasındaki değerle akıllı kentler (kamu güvenliği ve sağlığı, trafik kontrolü, kaynak
yönetimi) ve 410 milyar dolar ile 1,16 trilyon dolar arasındaki değerle perakende sektörü (otomatik
ödeme sistemleri, akıllı CRM’ler, mağaza içi kişiselleştirilmiş promosyonlar) takip etmektedir
(McKinsey 2015: 2). Ancak bu çalışma temel varsayım olarak mikro-elektromekanik sistemler
82
(MEMS - micro-electromechanical systems) sensörleri gibi temel IoT bileşenlerinin fiyatlarının 30 ile
70 sent aralığına düşeceğini öngörmektedir (McKinsey 2015: 11). Fiyatlardaki bu düşüşün çevresel
etkileri ise azımsanmayacak boyutlarda olacaktır. Nitekim 2014 yılında küresel elektronik çöplüğün
42 milyon tonluk bir büyüme göstermesi bu konuda yeterince fikir verecektir (Pfeiffer 2017: 28)
Endüstri 4.0’ın kapitalist ekonomide muazzam bir büyüme yaratacağı beklentisi, Alman
makine mühendisliğinin ihracat ve inovasyondaki güçlü performansıyla yakından bağlantılıdır. Bir
bakıma Endüstri 4.0, ekonomik büyüme sözü veren bir ideolojidir. Öte yandan Endüstri 4.0 projesinin
kendisi de üretimi ağla birbirine bağlama, otomasyonu, yazılımı, bulut bilişimi ve yapay zekası ile
sürecin yazılım ve siber fiziksel mimarisini kurma şeklindeki bir pazarı ifade etmektedir ve Alman
imalat endüstrisi bu pazara üretimi hedeflemektedir. Nitekim Endüstri 4.0’ın en büyük destekçilerinin
bu pazara üretim yapan SAP, Siemens gibi Almanya merkezli şirketler olması anlamlıdır (Narin 2018:
235).
2009-2010 yılları arasında büyük danışmanlık firmaları yaptıkları çok sayıda çalışmada,
gelişmiş endüstriyel ülkelerin (Almanya, Japonya ve ABD), özellikle Asya’daki gelişmekte olan
endüstriyel ülkeler karşısında mekanik mühendislik alanındaki rekabet gücünde gerileme yaşadığını
ortaya koymuştur. Örneğin Deloitte’in hazırladığı Küresel Üretim Rekabetçilik Endeksi’nde 2009
yılında Almanya 129 ülke arasında ilk sıradayken, 2010 yılında 8. sıraya gerilemiştir. Almanya her ne
kadar teknik üstünlüğünü sürdürse de Çinli üreticiler özellikle rüzgar ve güneş enerjisi teknolojisinde
Alman rakiplerini geride bırakmaya başlamıştır (Pfeiffer 2017: 25). Ancak Almanya 2016 yılında
yayınlanan son raporda üçüncü sırada yer almaktadır. Endekste ilk sırada ABD, ikinci sırada ise Çin
bulunmaktadır (Giffi vd. 2016: 4). Endüstri 4.0 stratejisinin hayata geçirilmeye başlanmasında bunun
ne derece payı olduğunun sorgulanması ihtiyacı vardır.
40
40
Bu tahminlerde önümüzdeki dönemde Endüstri 4.0 sürecine paralel olarak imalat sektöründe otomasyonun ve
robotlaşmanın üst seviyelere ulaşması beklentisinin payı büyüktür. Geçmişte imalat sektörünün doğrudan yabancı yatırım,
serbest ticaret anlaşmaları ve sibernetik ağlar yardımıyla (Dyer-Witheford 2019: 72) gelişmiş kapitalist ülkelerden, emek
gücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere aktarılması sürecinin (offshoring) tam tersi bir süreç günümüzde yaşanmaya
başlandığı yönünde belirtiler bulunmaktadır. Daha çok “reshoring” olarak adlandırılan ancak kimi zaman “onshoring”,
“inshoring” ve “backshoring” olarak da adlandırılan bu süreçte, imalat sektörü başta ABD olmak üzere, Almanya, İngiltere,
vb. gibi diğer gelişmiş kapitalist ülkelere geri dönmeye başlamıştır (UNCTAD 2016; Marin 2014, Dyer-Witheford 2019: 75).
Buna bir örnek olarak 2012 yılında Hollanda kökenli çokuluslu teknoloji şirketi Philips Electronics’in, üretimini Çin'den
Hollanda'ya geri kaydırmasını verebiliriz (World Bank 2018: 20). Yalnız burada imalat sektöründe ağırlıklı olarak robotların
yer tuttuğunu, düşük vasıflı emek gücü yerine yüksek vasıflı, teknolojiye hakim, içinde dijital emek kategorisinin de yer
aldığı, nitelikli emek gücünün istihdam edilmekte olduğunu belirtmek gerekmektedir. Ayrıca otomobil sektörünü ele alırsak,
bu geri dönüşlerin geçmiş dönemlerde işçi sınıfının kalesi olarak adlandırılan Detroit gibi endüstri kentlerine değil, sendikal
hareketin zayıf olduğu küçük kasabalara gerçekleştiğini de söylemeliyiz (Dyer-Witheford 2019: 75). Zaten bu geri dönüşün
temel itici gücü, robotların ve siber fiziksel sistemlerin kullanılmasıyla birlikte, başta Çin olmak üzere eski “çevre” ülkelerin
ucuz emek gücü maliyetini yitirmeye başlamasıdır. Nitekim üretimde robotlaşmaya en çok yatırım yapan ülkenin Çin olması,
bu dev ülkenin yaşadığı bu avantaj kaybının kesinlikle farkında olduğunun göstergesidir (UNCTAD 2016). Öte yandan
offshoring süreciyle birlikte ABD işçi sınıfı sayıca azalmakla kalmamış, dönüşmüştür. Örneğin 2011’e gelindiğinde ABD’de
metal dökümcüsünden çok koreograf, tornacıdan çok kumarhanelerde kart dağıtan krupiyer, makinecilerin neredeyse üç katı
kadar da güvenlik görevlisi bulunmaktadır (Clemens 2011: 12). Öte yandan artan otomasyonun reshoring sürecine yol
83
Endüstri 4.0’ın bir başka önemli vaadi de kavramın yanıltıcı olduğunu ortaya koymaktadır.
Kavramı ortaya atanlara göre, bugün dünyamızın karşı karşıya olduğu kaynak ve enerji verimliliği
sorunu Endüstri 4.0 ile çözüme kavuşacaktır (Kagerman vd.’den aktaran Pfeiffer 2017: 27). Endüstri
4.0’ın dayandığı talep odaklı üretimle, doğal kaynaklar israf edilmeyecek, böylelikle çevreye zarar
verilmeyecektir. Bu bağlamda Endüstri 4.0 sloganının kapitalizmin küresel çapta faaliyet gösteren
ekonomik ve politik aktörler tarafından tasarlanan ve yayılan bir söylem olduğunu söyleyebiliriz.
WEF gibi uluslararası kuruluşlar ve küresel çapta faaliyet gösteren danışmanlık şirketleri (BCG,
McKinsey, vb.) Endüstri 4.0 tartışmalarını, Almanya hükümetinin resmi bir politikası olmaktan
çıkarmış ve kavrama diğer ülkelerde uygulanabilecek genel bir politika kimliği kazandırmıştır. Bu
tartışmalar aynı zamanda 2008 finansal krizi sonrasında küresel kapitalizmin ekonomik büyüme için
girdiği arayışta, endüstriyel üretimin yarattığı potansiyel değer zinciri üretimini yeniden keşfinin
ifadesidir.
Son olarak Endüstri 4.0, dijital altyapıların yardımıyla küresel malzeme ve finansal akışları
düzenlemeyi amaçlayan yeni bir küresel üretim rejiminin bir planı olarak değerlendirebiliriz. Bu
vizyonun merkezi ön koşulu ise emek gücünün bütünüyle esnekleşmesi ve küresel bir nitelik
kazanmasıdır (Pfeiffer 2017: 37). Öte yandan yoğun dijitalleşme sürecine paralel olarak Endüstri 4.0
stratejisi, başlangıçta imalat endüstrisindeki şirketler için kullanılırken, artık imalat endüstrisi
dışındaki sektörleri kapsayacak şekilde genişlemiştir (Erdoğdu 2021: 129). Bu yüzden Endüstri 4.0
stratejisinin yaşama geçirilmesiyle birlikte dijital emek gücünün niceliksel olarak genişleyeceği
söylenebilir.
V. Endüstri 4.0’ın Avantajları ve Dezavantajları
Endüstri 4.0 savunucuların temel argümanlarından birini, optimizasyon sayesinde üretim
süresinin kısalması, maliyetlerin azalması ve üretim için gereksinim duyulan enerji miktarının
azalması, buna karşılık üretim miktarı ve kalitesinin artması iddiası oluşturmaktadır (Ege 2014: 27).
Endüstri 4.0 ile etkinlik ve verimliliğin artacağı ileri sürülmektedir. Bu sayede şirketler artık yeni
konsept ile ölçeğe göre azalan gelirlere maruz kalmayacaktır. Örneğin uzunca yıllar endüstriyel
üretimin prototipi olan, ABD’de otomotiv endüstrisinin merkezi konumundaki Detroit ile dijital
açacağı yönünde kanıtların sınırlı olduğunu savunan görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşlere göre otomasyonunun artması
“küresel tedarik zinciri”ni ve uluslararası ticareti daha da geliştirecektir. Zengin Kuzey ülkelerinde otomasyonun
yaygınlaşması üretkenliği ve geliri yükseltecek, bu durum da ucuz iş gücü havuzlarına sahip Güney ülkelerinden girdi ve
nihai mallara olan talebi artıracaktır. Yani bu görüşün savunucularına göre Güney ülkeleri, otomasyon karşısında ucuz emek-
gücü “avantajını” kaybetse de bu kaybı farklı girdiler ve nihai ürünlerle ikame edecektir (World Bank 2019: 148).
84
ekonominin simgesi konumunda olan, dolayısıyla Endüstri 4.0 açısından da kritik öneme sahip
ABD’nin California eyaletindeki Silikon Vadisi karşılaştırması ilgi çekicidir. Buna göre 1990 yılında,
Detroit’teki en büyük üç şirket, 36 milyar dolar sermayeye, 250 milyar dolar gelire ve 1,2 milyon
çalışana sahipken, 2014 yılında Silikon Vadisi’ndeki en büyük üç şirketin piyasa değeri ise çok daha
yüksektir (1,09 trilyon dolar), bu şirketlerin gelirleri yaklaşık olarak Detroit’teki örneklerimizle
aynıdır (247 milyar dolar). Ancak Silikon Vadisi’ndeki bu üç şirketin toplam çalışan sayısı sadece 137
bindir ve bu sayı Detroit’teki şirketlerin çalışan sayısının onda birine denk gelmektedir. Bu örnekten
hareketle neredeyse sıfıra yaklaşan marjinal maliyetleriyle, dijital ekonomilerin çok daha az işçiyle
çok daha fazla sermaye birikimini sağladığı ileri sürülmektedir (Schwab 2016: 14). Üretim
koordinasyonunun eş zamanlı olarak gerçekleşmesi, gereksinim duyulan üretim bilgisinin dış
alanlardan çekilmesi, üretimdeki kayıp ve firelerin sensörlerin kontrolü yardımıyla büyük oranda
ortadan kaldırılması, ileri düzey robot kullanımı, dolayısıyla kaynak tasarrufu sağlanması Endüstri
4.0’ın üstün yanları olarak dile getirilmektedir (Alçın 2016: 20-22). Dijitalleşmenin aynı zamanda
otomasyon anlamına geldiği dikkate alınırsa, ölçek büyüse dahi, üretimdeki işçi sayısı artış
göstermemekte, tam tersine oransal olarak küçülmektedir (Ford 2018). Bunun emek açısından
anlamının olumsuz olduğu açıktır. Ancak sermaye açısından baktığımızda bazı teknoloji şirketlerinin
çok daha az sabit sermaye yatırımı ile yola çıkabilmesi, dijital ekonominin bir üstünlüğü olarak ortaya
konulmaktadır (Schwab 2016: 14).
Endüstri 4.0’ın bir başka olumlu noktasının ise birçok farklı disiplini ve buluşu
uyumlulaştırması ve entegre etmesi olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre farklı teknolojiler
arasındaki karşılıklı bağımlılıklara yol açan maddi yenilikler olanaklı hale gelmiştir, örneğin dijital
üretim teknolojileri biyolojik dünya ile artık etkileşebilmektedir. Mikro organizmalar, bedenlerimiz,
tükettiğimiz ürünler ve hatta içinde yaşadığımız binalar arasında etkileşimi içeren öncü sistemler,
Endüstri 4.0’ın bir parçasıdır. Nitekim bazı tasarımcılar ve mimarlar bu öncü sistemlerde dijital
tasarım, eklemeli üretim, malzeme mühendisliği ve sentetik biyolojiyi karıştırmayı başarmıştır. Bu
sayede bu tasarımcı ve mimarlar sürekli olarak değişebilen ve uyarlanabilir nesneler yapabilmişlerdir
(Schwab 2016: 15).
Tüketiciler açısından bakıldığında ise, Endüstri 4.0’ın neredeyse hiç maliyete katlanmadan,
kişisel hayatların verimliliğini artıran yeni ürünleri ve servisleri olanaklı kıldığı savunulmaktadır.
Herhangi internete bağlanabilen bir cihazdan yemek sipariş etmek, uçuş planlaması yapmak, tatil
paketi satın almak ya da Uber örneğinde olduğu gibi araç çağırmak artık uzaktan erişim ile yapılabilir
duruma gelmiştir. Teknolojinin tüketiciler için yararı inkar edilemez, nitekim internet, akıllı telefon ve
85
binlerce (mobil) uygulama, insanların yaşamlarını kolaylaştırmakta ve daha verimli hale getirmektedir.
Bu durumda günümüzde günlük hayatta kullandığımız bir tabletin, bundan 30 yıl önceki 5 bin
bilgisayarın işlemci gücüne sahip olması etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca bilgiyi depolamanın
maliyeti de neredeyse sıfıra yaklaşmıştır. Örneğin BİT’lerde 1 GB’lık depolama kapasitesinin
ortalama maliyeti 20 yıl önce 10 bin dolar iken, bu rakam günümüzde ortalama 0,03 dolar seviyesine
kadar inmiştir (Schwab 2016: 16).
Endüstri 4.0, elbette sadece Almanya’nın dünya endüstriyel piyasalarında kaybetmeye
başladığı etkin konumunu yeniden tesise yönelik bir hamle olarak nitelenemez. Bu kavramın hızla tüm
dünyaya yayılmasından da anlaşılabileceği gibi, bu projenin başka “vaatleri” de bulunmaktadır. Ürün
ve hizmetlerin esnekliği ve kişiselleştirilmesi, enerjinin etkin kullanımı ve minimum atık üretimi ile
yaşanacak ekolojik ve sosyal faydalar bu vaatler arasındadır (Müller, Voight 2017: 2). Endüstri 4.0,
günümüzde kapitalizmin tüm ekonomik (ve diğer) sorunlarını çözen her derde deva bir ilaç, hatta
“Tanrının dijitalleşmiş hali” olarak sunulsa da sürece kuşkucu yaklaşmak için birçok neden vardır.
Öncelikle sermaye birikiminin ve kapitalizmin içsel yapısal kriz potansiyeli taşıdığı bir evrede,
Endüstri 4.0 yaklaşımının ortaya getirdiği, endüstrisizleşme, yeniden endüstrileşme, teknolojik işsizlik
ve yeni işin yaratılması arasındaki karmaşık ilişkilerin olumlu bir yönde seyretmesi zordur (Fuchs
2018: 284). Ayrıca bunlara ek olarak iş gücünün niteliksizleşmesi, yeni iş gücünün eğitimi ve kadın
istihdamı gibi konular da tartışılmalıdır (Narin 2018: 235). Burada özellikle otomasyon üzerinde
durmakta fayda vardır. Kuşkusuz otomasyona sermayenin ve emek gücünün biçtiği anlamlar farklıdır.
İnsanlık dışı işlerin otomasyonu, işlerin insancıllaştırılması, daha fazla üreterek toplumsal zenginliğin
artırılması, üretimin evrensel ve kolektif kontrolünün en üst düzeye çıkarılması, herkes için iyi bir
yaşamın gerçekleştirilmesi emek gücünün otomasyondan beklentileri arasındadır. Sermayenin
otomasyondan beklentileri ise daha farklıdır. İş gücü maliyetlerini minimize etmek, kârları maksimize
etmek, robotlar yardımıyla ücretleri baskı altına almak, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarını
daha da geriletmek, otomasyonun sermayeye sunacağı katkılar arasındadır. Bu anlamda Endüstri
4.0’ın öngördüğü otomasyonun süreci sınıf mücadelesiyle şekillenecek çelişkili bir süreçtir. Bu
anlamda Endüstri 4.0 teknoloji alanında, sınıf mücadelesinin en yeni girişimi olarak nitelenebilir
(Fuchs 2018: 285). Bir diğer sorun, dijitalleşme sürecinin sonucunda üretimin ve üretilen malların ağ
üzerinden büyük veri akışlarına bağlanmasının, işçilerin ve tüketicilerin gözetimi ile ilgili birçok
sorunu ortaya çıkarması, sermayenin akıllı teknolojileri ve araçları kullanarak işçileri ve tüketicileri
kontrol etme kapasitesini yükseltmesidir. Üçüncüsü ise Endüstri 4.0 ile yeni risklerin ve kompleks etik
sorunların ortaya çıkmasıdır. Teknolojik sistemler kesinlikle hatasız değildir, hataya açıktır. İnsan
gözetiminin olmadığı bir durumda ortaya çıkacak kazalar, felaketler, vb. durumunda sorumluluğun
86
kime ait olacağı çözülmesi gereken bir sorundur (Fuchs 2018: 285). Endüstri 4.0 ile ilgili en önemli
potansiyel sorunlardan birisi de söz konusu teknolojik sisteme yapılması gereken yatırımın büyüklüğü
dikkate alınırsa, bu durumun sermaye yoğunlaşmasını ve tekelleşmesini en üst boyuta çıkarması
riskidir. Robotların 24 saat çalışabileceği ve onların denetimi zorunluluğu göz önüne alınırsa,
robotlarla çalışan işçiler için çalışma süresi ve iş yaşamı ile ilgili sorunların ortaya çıkması
kaçınılmazdır (Fuchs 2018: 285).
Bir diğer kritik konu ise, Endüstri 4.0 ile üretimin yeniden merkez, gelişkin kapitalist
ülkelere dönmesi olarak ifade edebileceğimiz “reshoring” sürecidir. Kapitalizmin bir önceki dönemde
küresel krizine çözüm olarak geliştirdiği, üretimin emek gücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre
ülkelere kaydırılması sürecinin (offshoring) tam tersi bir sürecin (reshoring) önümüzdeki yıllarda bir
trend olacağı konusu akademik çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır (Fratocchi vd. 2014; Marin 2014;
Kinkel 2014; Ancarani vd. 2015; Barbieri, Stentoft 2016; Whitfield 2017; Baroncelli, Belvedere, Serio
2017; Hartman vd. 2017; UNCTAD 2017; Fratocchi 2018; Ancarani, Di Mauro 2018; Grappi,
Romani, Bagozzi 2018). Endüstri 4.0 ile birlikte otomasyonun üst seviyeye çıkması, üretimde yapay
zeka uygulamalarının ve robotların yoğun olarak kullanılması, emek gücü faktörünün “ucuz” olduğu
ülkelerin üretim avantajını ortadan kaldıracağı yönünde görüşler bulunmaktadır (Alçın 2016: 22). Bu
süreç zengin kuzey ile yoksul güney arasındaki küresel eşitsizliği, önümüzdeki dönemde daha da
derinleştirmesi sonucunu doğurmaya adaydır. Endüstri 4.0’ın hedeflerinden birinin Almanya, ABD
gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde üretilen ve monte edilen malların çeşitliliği olduğu dikkate alınırsa,
bu durumun küresel güney ülkelerde endüstrisizleşme (sanayisizleşme) ve endüstriyel işin kaybı
anlamına geleceği açıktır (Fuchs 2018: 285). Ayrıca Endüstri 4.0’ın teknolojik bileşenlerine yapılması
gereken yatırımların ciddi bir sermaye birikimi gerektirdiği, bu birikime sahip olmayan gelişmekte
olan ülkelerin sürecin gerisinde kalacağı söylenebilir. Özellikle daha çok robota sahip olacak Kuzey
ülkelerinin rekabetçi üstünlüklerini sürdürecekleri, hatta pekiştirecekleri, buna karşın Güney
ülkelerinin Endüstri 4.0 sürecinin dışında kalarak küresel rekabette daha da geriye düşeceği, işgücü
maliyetlerini daha da düşürerek yaptıkları sosyal dampingin bile istihdam artışı yaratmayacağı tahmin
edilmektedir. Buna karşın robotları üreten ve bu robotları kullanan ülkelerde yeni işler yaratılarak
ortadan kalkan işlerin telafi edilebileceği, ancak robotları üretmeyen ya da kullanmayan ülkelerde bu
durumun söz konusu olmayacağı söylenebilir (Erdoğdu 2021: 136).
Ayrıca siber güvenlik başlığı altında incelediğimiz gibi, fiziksel ve diğer malların üretimi
internet üzerinden ağa bağlanması durumunda, endüstriyel casusluk, hack’lenme, siber-suç ve siber-
terörizm gibi yeni güvenlik tehditleri ortaya çıkacaktır. Son olarak Endüstri 4.0’ın gerektirdiği yüksek
87
teknoloji dijital makinelerin pahalı olması, sabit sermaye maliyetlerini artıracak, bu da kâr oranlarında
düşme eğilimine yol açabilecektir. Bu durumu tersine çevirmek için sermayenin, GSMH’deki
ücretlerin payını daha da aşağı çekmek için girişimlerde bulunacağı, bunun da halihazırda ortaya çıkan
kitlesel işsizlikle birleştiğinde emek gücü açısından daha da olumsuz sonuçlar doğuracağını söylemek
olasıdır (Fuchs 2018: 286). Nitekim geçtiğimiz birkaç yılda Çin gibi hızlı büyüyen ülkelerde emek
gücünün GSMH’den aldığı payda dramatik düşüşler yaşanmıştır (Schwab 2016: 16). Bu trend gelişmiş
kapitalist ülkelerde de yaşanmaktadır. ABD’de özellikle 2008 krizinden sonra emek gücünün
GSMH’den aldığı pay daha da azalmış, sonrasındaki yıllarda aradaki açıklık sermaye lehine
genişlemiştir (Ford 2018). Endüstri 4.0’dan asıl olarak faydalananlar yatırımcılar, hissedarlar ve
inovasyon sahipleri, kısacası sermaye sınıfıdır. Bu durum Endüstri 4.0 ile emek gücü ile sermaye
arasındaki zenginlikte yükselen uçurumu açıklamaktadır. Bunun dışında teknolojik varsayımların,
yatırımları belirli ekonomik sektörlere seferber etmeyi amaçlayan, ancak kapitalizmin kriz eğilimlerini
göz ardı eden salt ideolojiler olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası Endüstri 4.0 teknolojilerinin ekonomik
büyüme potansiyelleri hakkında sıkça konuşulsa da bunun sabit sermaye maliyetlerindeki etkileri
üzerinde pek durulmadığı dikkate çekmektedir (Fuchs 2018: 286)
Schwab ise 4. Endüstri Devrimi’nin etkili ve tutarlı olma potansiyelini sınırlayabilecek iki
temel kaygıdan bahsetmektedir. Bunlardan ilki dördüncü sanayi devriminin gereklerine yanıt vermek
için ekonomik, politik ve sosyal sistemlerde gerekli olan “liderliğin” eksikliğidir. Hem küresel hem de
ulusal düzeyde inovasyonun yayılımını düzenleyecek olan kurumsal çerçevenin eksik olduğundan söz
etmek olasıdır. Schwab’ın ikinci kaygısı ise dünyanın dördüncü sanayi devriminin fırsatlarını ve
zorluklarını çerçeveleyen tutarlı, pozitif ve ortak bir “anlatıya” sahip olmamasıdır. Ona göre bu anlatı
farklı bireyler ve topluluklar kümesini güçlendirmek ve halen devam etmekte olan değişikliklere karşı
gelişecek popüler tepkilerden kaçınmak için önemlidir (Schwab 2016: 18).
Endüstri 4.0 projesine getirilebilecek bir diğer eleştiri ise bu konuda hazırlanmış tüm
raporların ve çalışmaların, sistemin kapitalist üretimin krizli yapısı içinde işlemesini, dahası kâr için
emek sürecinde yaratacağı tahribatları dikkate almadan, tartışmadan, ideal bir büyüme ve gelişme
tablosu çizmeleridir. Her ne kadar bu çalışmaların bazılarında otomasyonun daha üst düzleme
geçmesiyle istihdam sorununun ortaya çıkacağı dile getirilse de teknolojik yeniliklerin yayılması ya da
artması ile sermaye birikiminin krizle yüklü dalgalı yapısından arındırarak pürüzsüz bir gelecek
önermeleri (Narin 2018: 242), bu projenin zaaflarını gizlemekten başka bir şey olmadığı şeklinde
değerlendirmenin yapılmasına olanak vermektedir. Nitekim Narin, Endüstri 4.0’ı kapitalist toplumda
bir ütopya olarak nitelemektedir. Çünkü bu altyapı, sınıfların, kişisel kâr amacının, çelişkili ve rakip
88
müdahalelerin olmadığı, toplumsal kaynakların planlandığı bir toplumsal sistemde olanaklıdır.
Entegrasyon, toplumsal ilişki ve toplum entegre olmadan olanaklı değildir (Narin 2018: 250).
Sonuç olarak Endüstri 4.0 ile üretim tarzı ve üretim ilişkilerinde yeni bir döneme girildiği
ileri sürülmektedir. Bu dönemin kristalize olması, önümüzdeki birkaç on yılda gerçekleşecektir.
Özellikle Endüstri 4.0’ın akıllı fabrikalarının nasıl bir üretim yapısı oluşturacağı, kâr oranlarının seyri
üzerindeki etkisinin ne olacağı, ancak daha da önemlisi emek gücü için ne gibi istihdam yapısı ortaya
çıkaracağı önemli bir tartışma konusudur (Alçın 2016: 28). Konuya dijital emek formu açısından
baktığımızda ise, teknoloji ile yakın olan ilgisi ve üretimin hızla dijitalleşmesiyle birlikte, bu emek
formunun ağırlığının ve öneminin önümüzdeki dönemde artacağını söylemek olanaklıdır.
89
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TEKNOLOJİ, ÜRETİM İLİŞKİLERİ VE EMEK
Teknolojideki ilerlemelerin diğer faktörlerle birlikte endüstriyel devrimlerin yaşanmasındaki
rolünü aktarıp ve tarihsel süreç içerisinde yaşananları inceledikten sonra, bu bölümde teknolojinin
üretim ilişkilerindeki etkileri üzerinde durulacaktır. Bu çerçevede teknolojinin üretim ilişkilerinde
yarattığı etkiler, özellikle emek süreçleri açısından daha detaylı olarak ele alınacaktır. Kapitalizmin
1970’li yıllarda patlak veren krizine çözüm bulmak için neoliberal ve esnek birikim politikalarını
uygulamaya sokması, endüstri ilişkilerinde köklü bir dönüşümün yaşanmasına neden olmuştur.
İstihdam güvencesinin ve sosyal güvenliğin “insan ruhuna aykırı ve yararsız” ilan edilmesi, bunun
sonucunda istihdamda güvencesizliğin, belirsizliğin, geçiciliğin öne çıkması, istihdamın eğretileşmesi
bu dönemin karakteristikleri arasında yer almıştır. Ayrıca başta dış kaynak kullanımı (taşeronlaştırma)
olmak üzere çeşitli esneklik yöntemlerinin uygulanmasıyla işgücünün görece yüksek ücretli ve
güvenceli çekirdek işgücü ile eğreti çalışma biçimlerinin yaygın olduğu çevresel işgücü olarak
parçalanması bu dönemde yaşanan diğer önemli gelişmeler arasındadır. Eğreti istihdamın toplam
istihdam içindeki payı artmaya başlamış, bu durum sendikal örgütlenmenin bir hayli zor olduğu
çevresel işgücünün genişlemesine yol açmıştır. Bütün bunlara dışsallaştırma stratejileriyle firma
ölçeğinin küçültülmesi eklenmiş, küçük ölçekli firmalarda sendikal örgütlenme güç olduğu için
sendikalaşma oranları hızla düşmüştür (Çelik 2007: 124). Toplu pazarlığın ve toplu eylenin
gerilemesine yol açan bu durum işçi sınıfının tarihsel kazanımları açısından aşındırıcı bir etkide
bulunmuş, sendikaların güç kaybetmesine neden olmuştur.
Öte yandan neoliberal politikalara eşlik edecek şekilde, kapitalizmin krize karşı yeniden
yapılanma stratejileri çerçevesinde enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişimi hızlandırması
da bu dönemde yaşanan bir başka önemli gelişmedir. Kapitalist sınıfın enformasyon ve iletişim
teknolojilerini üretim ve tüketim süreçlerine uygulayarak sermaye devir hızını kısaltması ve dijital
ağları yaygınlaştırması, beraberinde dijital kapitalizm olarak adlandırabileceğimiz bir dönemin
kapılarını açmıştır. Sermayenin gerek maddi gerekse ideolojik olarak kendini yeniden ürettiği
neoliberal politikalar ve dijital kapitalizm, toplumsal alanda da bir dönüşüme yol açmış ve dijital emek
olarak adlandırabileceğimiz yeni bir emek formunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Dijital emeğin
ortaya çıkmasıyla ilişkili oldukları için Fordizm, post-Fordizm, esneklik, prekarya, vb. şeklinde
oldukça geniş kapsama sahip olan, ayrıca akademik literatürde geniş bir yer tutan bu tartışmalar bu
bölümde özetlenecektir.
90
I. Sermayenin Krizi, Keynesyen Politikaların Terki ve Neoliberalizm
Dijital kapitalizmle birlikte dijital emek formunun ortaya çıkmasını sağlayan neoliberalizm
günümüz kapitalizminin hâkim ideolojisidir. Chicago’da üretilen
41
, Washington, New York ve Londra
gibi merkezlerde şiddetle pazarlanan neoliberalizm, küreselleşme ve modern devlet reformunun,
sermayenin yeniden yapılanmasının baskın rasyonalizasyon ideolojisi haline gelmiş, 20. yüzyılın son
çeyreğinden itibarendünyaya damgasını vurmuştur. Başlangıçta ütopik bir entelektüel hareket olarak
başlayan bu ideoloji, 1980’li yıllarda ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher ile
agresif bir politik harekete dönüşmüş
42
, 1990’larda ABD ve diğer G-8 ülkelerin öncülük ettiği
Washington Konsensüsü ile daha teknokratik biçim kazanmıştır (Peck, Tickell 2002: 380; İnsel 2021:
7). Reagan ve Thatcher yönetimi ile simgelenen neoliberalizmi, küresel kapitalizmi yeniden
örgütlemeyi amaçlayan “ütopik” bir proje ya da iktidarı ekonomi seçkinlerine iade ederek, sermaye
birikimine ilişkin koşulları yeniden oluşturmaya yönelik bir siyasi proje olarak değerlendirmek
olanaklıdır (Harvey 2015a: 27). Kolektif yapıları reddeden, bireyciliği ve rekabeti kutsayan, toplumsal
hayatın düzenlenmesini piyasaya terk eden, “serbest piyasa” ekonomisinin zaferi anlamına gelen bu
proje, IMF, Dünya Bankası ve WTO gibi sermaye kuruluşlarının aracılığıyla dünyanın geri kalan
ülkelerine dayatılmıştır. Neoliberalizmin içerdiği geniş kapsamlı ulusal ve yerel bağlamlarda devlet
yeniden yapılandırma ve yeniden ölçeklendirme programları, küresel kredi kuruluşlarının ekonomik
krizle boğuşan Asya, Afrika, Latin Amerika ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine borç vermesinin temel
kurallarını oluşturmuştur (Peck, Tickell 2002: 380). Ancak neoliberalizmi salt iktisadi açıdan
değerlendirmek eksik olacaktır. Politik hedef ve toplumsal örgütlenme tarzı olarak egemenliğini ilan
eden neoliberal ideoloji, refah devleti sisteminin müdahaleci ve paylaşmacı pratiklerinden radikal bir
kopuşun bayraktarlığını yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir (İnsel 2021: 7).
Neoliberalizm, Keynesyen iktisat paradigmasının bir reddi olarak ortaya çıkmıştır. 1929
Büyük Buhran’la ve aynı dönemdeki sosyalizm seçeneğinin ortaya çıkışıyla var olma savaşı veren
kapitalist sistem, II. Dünya Savaşı sonrasında uygulamaya konulan Keynesyen politikalarla kimsenin
ummadığı bir büyüme ve gelişme dönemi geçirmiş, 1960’lı yılların sonuna dek uzanan dönemde hızlı
bir sermaye birikimi ve genel büyüme yaşamıştır (Savran 1988: 25). Kapitalizmin “altın çağı” olarak
da anılan bu dönemin karakteristiği, bir bakıma kapitalist sınıf ile işçi sınıfını birbirine bağlayan
41
Burada Milton Friedman ve George Stigler’in öncülük ettiği “Chicago Ekonomi Okulu” (Chicago school of
economics) kastedilmektedir. Kent sosyolojisi alanına önemli katkılar yapan Robert Park, Roderick D. McKenzie, Ernest
Burgess ve Louis Wirth’ün önde gelen isimlerinin olduğu “Chicago Okulu” (Chicago school) ise ayrı bir ekoldür.
42
Her ne kadar neoliberal politikaların öncüsü olarak Reagan ve Thatcher gösterilse de bu politikalar gerçekte ilk
olarak Şili’de halkın oylarıyla seçilen Salvadore Allende’nin iktidarına karşı Augusto Pinochet diktatörlüğü tarafından
gerçekleştirilen askeri darbe ile uygulamaya sokulmuştur. Ancak yine de neoliberalizm en somut ifadesini Thatcher
yönetimindeki Muhafazakar Parti’nin “Seçenek yok” (There is no alternatifve) sloganıyla hayata geçirdiği politikalarla
bulmuştur.
91
“toplumsal uzlaşma” düşüncesinin ürünü, bir yeniden dağıtımcı kapitalizm türü olan sosyal refah
devletinin gelişmiş kapitalist ülkelerde kurumsallaşması ve güç kazanmasıdır (Robinson 2018: 79). Bu
dönemde işçi sınıfı, özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerine itiraz etmemenin ödülü olarak yeniden
dağıtımdan sorumlu bir sosyal devletine ve etkin bir toplumsal müzakere sistemine kavuşmuştur
(Rosanvallon 2004: 47). Ancak 1970’li yılların başından itibaren (Fordizmin kriziyle de ilişkili
biçimde) kapitalist sistemin içine girdiği kriz bu sistemi sorgulanır hale getirmiş, krizin Batı
toplumlarında yarattığı iktisadi ve toplumsal şok etkisi neoliberal ideolojinin güç kazanmasına ve
yayılmasına neden olmuştur. Ana akım iktisatçılar ve politikacılar bu krizin en büyük nedeni olarak
sistemin sahip olduğu “katılıklar”ı göstermiştir (Harvey 1997: 215-219). Ancak gerçekte krizin en
büyük nedenlerinden biri olarak ekonomik büyümedeki yavaşlamanın etkisiyle kâr oranlarının ve kâr
marjlarının düşmesi (Magdoff, Yates 2009: 51), dolayısıyla sermaye birikiminde yaşanan tıkanma
gösterilebilir. Enflasyonun ve işsizliğin birlikte arttığı, iktisadi büyümenin tıkandığı, Keynesyen
makroekonomik politikaların etkinliğine dair güvenin en aza indiği bu dönemde, daha önce
aktardığımız kapitalizm içi zımni sınıf ittifakları hızla bozulmuş, Batı toplumlarında sermaye ve emek
kesimlerinin temsilcilerinin savaş sonrası iktisadi büyümenin üzerine kurdukları ve yaklaşık otuz yıl
boyunca yürürlükte olan refah devleti rejimi etrafındaki toplumsal konsensüs yavaş yavaş ortadan
kalkmaya başlamıştır. Benzer bir gelişme, Batı toplumlarının dışında kalan gelişmekte olan Üçüncü
Dünya ülkelerinde de yaşanmış, ithal ikameci politikalar başta olmak üzere planlı ya da plansız bütün
kalkınma modelleri sürdürülemez hale gelmiştir. Finansman gereksinimleri hızla büyüyen kalkınmakta
olan ülkeler, 1970’li yılların sonralarında giderek büyüyen dış borç batağına girmiştir. Meksika’nın
1982’de kısmi moratoryuma girmesiyle, kalkınmakta olan ülkelere net kaynak girişi sıfırın altına
inmiş, bu ülkelere IMF ve Dünya bankası başka olmak üzere uluslararası mali kuruluşlar tarafından
yeni neoliberal dogmaya uygun “çözüm” önerileri dayatılmıştır (Kozanoğlu, Gür, Özden 2015: 68;
İnsel 2021: 8-9). Neoliberalizm böylece zaferini ilan etmiştir.
Kapitalist üretim tarzında paradigma değişimini ifade eden neoliberalizm, keskin bir
küreselleşme söylemiyle birlikte serbest piyasanın tam egemenliği altında malların, hizmetlerin ve
fiziki sermayenin önündeki tüm engellerin temizlenmesini, uluslararası planda da bunların serbest
dolaşımını amaçlamaktadır. Saf ve mükemmel bir pazar ütopyasına dayanan neoliberalizmin temel
iddiası, bütün bu politikaların uygulanmasıyla serbest piyasalarda oluşacak rekabetçi ortam sayesinde
kaynakların daha etkin dağıtılacağı, bu durumun da bütün tarafların yararına olumlu sonuçlar
yaşatacağıdır. Neoliberal ideolojiye göre piyasa devletten; özel mülkiyet ise kamu mülkiyeti ve
toplumsal mülkiyetten üstündür. Bu anlayış çerçevesinde dış ticaret, ülke içindeki finansal piyasalar ve
uluslararası finansal akımlar serbestleştirilmeli, devletin ekonomideki rolü ise en aza indirilmelidir.
92
Nitekim deregülasyon ya da kuralsızlaştırma olarak da bilinen neoliberalizmin en temel politikaları ile
çok uluslu şirketlerin hemen her sektöre, istedikleri gibi girmelerine olanak sağlayan “açık kapı”
politikaları uygulamaya sokulmuş, sermayenin ve finansal akımların önündeki tüm engeller
temizlenmiştir.
İşçi sınıfının somut kazanımlarını ifade eden Keynesyen dönemin “katılıklarını” ortadan
kaldırıp sermaye birikiminin önünü açma iddiasını taşıyan neoliberalizmin dikkat çekici
uygulamalarından birisi de yaşamın hemen her alanını metalaştırmasıdır. Burada kapitalizmin amacı,
sermaye birikimini sekteye uğratarak onu yok etmekle tehdit eden krizleri aşmaktır. Bu çerçevede
kapitalizmin yayılması ile ne zaman piyasaların doyması ve bunun sonucunda bir kârlılık bunalımı
yaşansa, sistem yeni piyasaların yaratılabileceği yeni metalarla hizmetlerin yeni üretim biçimlerini
oluşturarak kapsamına alacağı taze yaşam alanları bulmaktadır. Genellikle yeni teknolojilerin
yayılmasıyla ilişkili olan bu süreç ile kapitalizmin belli aralıklarla kendini tehdit eden krizleri
atlatmaktaki olağanüstü yeteneği dikkati çekmektedir (Huws 2018: 10). Nitekim bu çabalar
çerçevesinde yeni bir birikim alanı olarak görülen hizmetler sektörü, sermaye tarafından küresel ticaret
sistemine dahil edilmektedir. WTO’nun verilerine göre hizmet sektöründe küresel dış ticaret hacmi,
2018 yılında 5,83 trilyon dolara ulaşmıştır. Dünya ticaretinde hizmetler sektörüne ilişkin bu miktarın,
sadece 12 yıl önce, 2006 yılında 2,9 trilyon düzeyinde olduğunu söylemek (WTO 2017: 11; WTO
2019: 9), sermayenin bu alana olan yönelimini net bir biçimde gözler önüne sermektedir. Teknolojik
ilerlemeler nedeniyle daha çok mal ve hizmet zaman içinde ticarete konu olmaktadır (World Bank
2019: 137). Bu anlamda hayatın her alanının metalaşmasının yolunun açıldığı söylenebilir. Ancak bu
yeni metaların bir bölümünün yaşamın, daha öncesinde para ekonomisinin dışında ya da en azından
kapitalistler için kâr yaratan kısmın dışında kalan biyoloji, kültür ve sanat, kamu hizmetleri ve
sosyalliği de içeren yeni bir parçası olarak türetildiği dile getirilebilir (Huws 2018: 11).
Ancak neoliberalizm her ne kadar “serbestleşmeyi” savunduğunu iddia etse de emeğin
serbest dolaşımını büyük ölçüde engellemiştir. Fiyatlar üzerindeki devlet denetiminin azaltılarak iç
piyasadaki fiyatların dünya fiyatlarına ulaşımı amaçlanmış, bu amaç doğrultusunda esnek faiz ve kur
politikaları uygulanmıştır. Sermayenin krizine karşı yeniden yapılanma hamlesi olan neoliberal
politikaların bir diğer önemli unsuru devletin ekonomi alanından hızla çekilmesidir. Bu çerçevede
kamu işletmeleri, alt yapılarının özelleştirilmesiyle başlayan süreç, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik
alanlarına yayılmış, Keynesyen dönemin refah devleti uygulamaları ve kurumları büyük oranda tasfiye
edilmeye başlanmıştır. Yoksulların kamu yardımlarından yararlanması olabildiğine güçleştirilirken,
aynı anda sermaye kesiminin devlet yardımlarından yararlanması kolaylaştırılmıştır. “Serbest
93
piyasa”nın oluşturulması adına iş gücü piyasalarının esnekleştirilmesi, Fordizmin terk edilip esnek
birikimin (Fordizm sonrası politikaların) uygulanmaya başlanması emek süreçleri üzerinde yıkıcı bir
etkide bulunmuş, yeni bir dönemin kapısını açmıştır. Şirketlerin ve zengin kişilerin ellerindeki paranın
bollaşması durumunda, bunu yatırıma dönüştürecekleri, dolayısıyla ekonomiyi büyütüp istihdamı
artıracakları gerekçesiyle, firmaların sermaye kazançları ve genel olarak zenginlerin vergileri
azaltılmıştır. Ayrıca sendikaların piyasalarda rekabeti azalttığı iddiasıyla, işçilerin sendika kurmaları
ve sendikalara üye olmaları güçleştirilmiş, toplu pazarlık iyiden iyiye işlemez hale getirilmiştir. Bütün
bu politikalar sonucunda güvencesiz çalışanların oranı, yoksulluk ve işsizlik daha da artmış,
eşitsizlikler ise derinleşmiştir (Bourdieu 1998; Magdoff ve Yates 2009: 52-53; Kozanoğlu, Gür, Özden
2015: 67-70; Şenses 2017: 115-116).
Neoliberal politikalara eşlik eden bir başka gelişme, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin
gelişim hızında yaşanan olağandışı patlamadır. Bu patlama elbette tesadüfi değildir, bilinçli bir
çabanın ürünüdür. Enformasyon ve iletişim teknolojilerine (EİT) yapılan yatırımlar bunu açık bir
biçimde göstermektedir. 1970’li yıllarda enformasyon ve iletişim teknolojilerine yapılan yatırım, fiziki
altyapılara ve imalata yapılan yatırıma eş değer biçimde yüzde 25 dolaylarındayken, 2000’li yıllara
gelindiğinde bu oran yüzde 45’i bulmuş, imalat ve fiziki altyapıların tüm yatırımlardaki payı ise
düşmüştür (Harvey 2015b: 166). EİT’lerdeki ilerlemelerle birlikte finansal piyasaların küreselleşmesi,
sermayenin eşi görülmemiş hareketliliğini sağlamakta ve yatırımlarının kısa vadeli karlılığı konusunda
endişe duyan yatırımcılara, taahhüt edilen en büyük kârlılığı kalıcı olarak sağlama olanağı vermektedir
(Bourdieu 1998). Bu çerçevede Harvey, enformasyon ve iletişim teknolojilerini neoliberalizmin
ayrıcalıklı teorisi olarak nitelemekte, bu teknolojinin üretimi geliştirmekten çok, spekülatif
faaliyetlerin ve kısa vadeli piyasa sözleşmelerinin sayısının azamileştirilmesine yaradığını
savunmaktadır (2015: 166-168). Kapitalist sınıf açısından neoliberalizmin başarıya ulaştığını dile
getiren Harvey, bu politikaların uygulanmasıyla servet ve gelirin yeniden dağıtıldığını söylemekte ve
bunu sağlayan ana mekanizmanın “mülksüzleştirme yoluyla birikim” olduğunu dile getirmektedir.
Toprağın metalaştırılıp özelleştirilmesi ve köylü nüfuslarının topraklarından kopartılması; müşterek,
kolektif ve kamusal mülkiyet biçimlerinin özel mülkiyet haklarına dönüştürülmesi; emek gücünün
metalaştırılması ve alternatif üretim ve tüketim biçimlerinin baskı altına alınması; sömürgeci, yeni
sömürgeci ve emperyalist varlık gaspı süreçleri; vergilendirmenin ve alışverişin paraya dökülmesi;
köle ticaretinin kullanılması; tefecilik ve en önemlisi kredi sisteminin genişletilmesi mülksüzleştirme
yoluyla birikimin temel araçları olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda mülksüzleştirerek birikim dört
ana özelliği bünyesinde barındırmaktadır. Kamuya ait varlıkların özelleştirilmesi, yaşamın hemen her
alanının metalaştırması neoliberal projenin, mülksüzleştirerek birikimin ana özelliklerinden ilkidir.
94
1980’li yıllardan itibaren başlayan güçlü finansallaşma dalgası bu mekanizmanın ikinci temel
özelliğidir. Neoliberal politikaların yaygınlık kazanmasıyla finans sistemi spekülasyon, yağma,
dolandırıcılık ve hırsızlık yoluyla yeniden dağıtımın ana merkezlerinden biri haline gelmiştir. Üçüncü
temel özellik ise kriz yönetimi ve manipülasyonudur. Dünya genelinde kriz yaratımı, yönetimi ve
manipülasyonu evrilmekte, yoksul ülkeler borç tuzağına çekilmekte, bu ülkelerdeki servet zenginlere
bilinçli olarak aktarılmaktadır. Son olarak neoliberalleşen devlet gelir dağılımı politikalarının birinci
aktörü haline gelmektedir. Özelleştirmeler, kamu harcamalarındaki kesintiler, vergi yasalarındaki
değişiklikler yoluyla devlet; servet ve geliri alt sınıflardan üst sınıflara aktarmaktadır (Harvey 2015a:
167-174).
Öte yandan iletişim alanı bu dönemde sermaye tarafından metalaştırma sürecinin konusu
olmuştur. Öyle ki dünya genelinde EİT ihracatı 2008’de 314,5 milyar dolar düzeyindeyken, 2018’de
606,5 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. 2018 yılında ise küresel bazda bir önceki yıla göre en çok artış
gösteren sektör, yüzde 15 ile EİT (telekomünikasyon, bilgisayar ve enformasyon) hizmetleridir (WTO
2019: 40). Dünya ticaretinde EİT’lerde cisimleşen bu yönelim elbette tesadüf olarak nitelendirilemez.
Hizmetler sektörünün önemli bir parçası olarak EİT’lere yönelimin asıl nedenini, bu teknolojilerdeki
yeniliklerin / gelişimin sermayeye üretim, dolaşım ve tüketimi daha esnek ve küresel ölçekte
örgütleyebilmesi olanağı sunması oluşturmaktadır. Nitekim kapitalizmin dijital nitelik kazanması tam
da bu süreç ile gerçekleşmeye başlamıştır (Kıyan 2015: 31).
Görüldüğü gibi sermayenin krizine karşı yeniden yapılanma hamlesi olarak devreye soktuğu
neoliberalizm, ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, vb. alanlarda önemli dönüşümlere yol açmıştır.
Keynesyen zımni sınıf ittifakı politikalarının terk edilmesi anlamına da gelen neoliberalizm,
deregülasyon politikalarıyla Fordizmin krizini ve “katılığı” aşmak adına emek süreçlerinde yeniden
yapılanma sürecini hızlandırmıştır. Sermaye dolaşım hızını tüm evrelerinde artırma ve bu dolaşımı
kolaylaştırma, dolayısıyla zaman yoluyla mekanı ortadan kaldırma gibi sonuçları olan bu politikaların
hayata geçirilmesinde enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin de önemli bir katkısı
olmuştur.
II. Emek Sürecinin Yeniden Yapılanması: Fordizmin Krizi ve Esneklik
Politikaları
Teknolojiyi toplum ve sermaye ile olan ilişkisi açısından değerlendirdiğimizde, teknolojideki
ilerlemelerin üretim sürecinde değişiklikler yarattığını ikinci bölümdeki “Teknoloji ve Endüstriyel
95
Gelişim” başlığı altında ele almıştık. Bu değişiklikler emek örgütlenmelerini etkilemekte, ama aynı
zamanda yeni çalışma ilişkileri, yeni pazar stratejileri ve yeni toplumsal uyumlanma süreçleri gibi
sonuçları da ortaya çıkarmaktadır. İş gücünün istihdamı, çalışma biçimleri, yaşam düzeyleri ile
tüketim kalıpları üzerinde etkide bulunan bu değişimler hem sınıf ilişkilerini hem de sınıf
mücadelesini yeniden biçimlendirmektedir (Öngen 2014: 128-129). Sermayenin 1970’li yıllarla
birlikte içine girdiği krizi aşmak için gerçekleştirdiği teknolojinin de yardımıyla uyguladığı yeniden
yapılanma stratejileri bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu stratejilerin emek süreci açısından karşılığı,
ölçek ekonomisinin avantajlarını kullanmaya odaklı, kitlesel seri üretim gerçekleştiren büyük ölçekli
fabrikaları içeren Fordist-Taylorist modelin terk edilmesi; bunun yerine büyük oranda daha küçük
ölçekli üretim gerçekleştiren, az sayıda nitelikli iş gücüne gereksinim duyan ve kitlesel üretimden
giderek uzaklaşan yeni iş örgütlenmelerinin devreye sokmasıdır. Esneklik politikaları olarak
niteleyebileceğimiz bu yeni stratejilerin uygulamaya sokulmasıyla yaşamın her alanında ekonomik,
toplumsal, politik ve ideolojik dönüşümler ortaya çıkmıştır. Bu alt bölümde “esnek birikim rejimi”,
“post-Fordizm”, “neo-Fordizm”, “Toyotizm”, “esnek uzmanlaşma” ve “yalın üretim” gibi farklı
adlarla anılan ve farklı biçimde yorumlanan Fordizm sonrası süreç ele alınacaktır.
A. Fordizm Sonrası Esneklik Yaklaşımları
Daha önceki bölümlerde kısmen değindiğimiz Keynesyen makro iktisat politikalar ve ona
eşlik eden Fordist kitlesel üretim, İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’li yıllara kadar uzanan
dönemde istikrarlı biçimde seyreden büyüme oranları ve büyümenin getirdiği refah artışının sermaye
ile işçi sınıfı arasındaki zımni sınıf ittifakıyla bölüşülmesiyle kapitalist sisteme “altın çağ”ını
yaşatmıştır. Ancak 1970’li yıllara gelindiğinde Fordist seri üretimin Taylorist zaman tutma ile
birleşimi olarak adlandırabileceğimiz Fordizm/Taylorizmin bazı sınırlılıkları, bu modelin ilerleyen
dönemde sermaye tarafından terk edilmeye başlanmasına yol açmıştır (Dyer-Witheford 2018: 68). Bu
sınırlılıklardan ilki ağırlıklı olarak düşük vasfa sahip işçilerden salt önlerindeki hattın kesintisizce
sürdürülmesinin beklenmesidir. Zamanı azaltarak, işin ritmini artırarak gerçekleşen seri üretim
(Antunes 2013: 22) niceliksel anlamda büyük artışlar yaratsa da niteliksel anlamda sorunlara yol
açmıştır. Kalite kontrolünde yaşanan yetersizlik, Fordist/Taylorist modele getirilen en önemli
eleştirilerden biridir. Bu modelin sahip olduğu bir diğer sınırlılık ise büyük dikey ve katı hiyerarşik
şirketlere ait fabrikaların merkezileşmesinin yeterli yedek parça ve stoku hazırda tutmak için önemli
bir sermaye ayrılmasını gerekli kılmasıdır (Dyer-Witheford 2018: 68), bu durumun beraberinde
hantallığı getirdiği yönünde görüşler bulunmaktadır. Bir diğer eleştiri, Fordist modelin aşırı
mekanizasyona dayalı iş örgütlenmesinin emeği yoğunlaştırdığı, bunun da işçilerin fiziksel ve zihinsel
96
dengelerini olumsuz yönde etkilediği, insan kapasitesinin yıkıma uğratıldığı yönündedir. Sinirsel
yorgunluk nedeniyle iş kazalarındaki artış, çatışmaları derinleştirmiştir (Aglietta 2015: 183-184).
Fordist modelin uygulandığı dönemde her ne kadar refah devleti uygulamalarıyla zımni bir sınıf
uzlaşmasının varlığından söz edilebilse de sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımı ortadan
kalkmamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen işten ayrılmalar, iş
devamsızlığı ve artan grevler, Fordizmin, göreli artı değer elde edilmesi yönündeki etkinliğini ortadan
kaldırmış, kapitalizm açısından yeni bir “birikim rejimi”ni zorunlu kılmıştır. Fordizmin karşılaştığı bir
başka sorun, pazarlamanın gelişimiyle birlikte kitlelerin tüketim tercihlerine yeterince yanıt
verememesidir. Standartlaşmış malları çok daha ucuza üstelik kitlesel ölçekte sağlama konusunda
benzersiz olan Fordizm, müşterilerin isteklerini daha fazla karşılayan, çeşitlendirilmiş, kısa seriler
halindeki malları üretmekte zorlanmıştır (Kumar 2004: 60). Sermaye sınıfının 1970’li yıllardan
itibaren EİT’lerde yaşanan hızlı ilerlemelerle birlikte kapitalist üretim çevriminin dolaşım alanının
süresini kısaltmak, dolayısıyla artı değer üretimini hızlandırıp, sermaye birikimini artırmak yolundaki
politikalarını Fordizm yeterince karşılayamamıştır. Son olarak Fordizmin işçi sınıfının tarihsel
kazanımları ve ayrıca “komünizm tehlikesi” nedeniyle uygulanan ve burjuvazi ile proletarya
arasındaki sınıf savaşımının bir yansıması olan sosyal politikaların yarattığı “katılıkları”, ama en
önemlisi artı-değer üretimi için sermayenin devasa fabrikaları, dolayısıyla “kitlesel işçiyi” üretmesi,
bu durumun da işçi sınıfı hareketine güç katması, sermaye açısından aşılması gereken bir sorun
yaratmıştır. Bu yüzden sermayenin bu tıkanıklıkların aşmak için yeni bir üretim paradigmasını
devreye sokması gerekmiştir (Dyer-Witheford 2019: 68). Bu üretim paradigmasının önemli
unsurlardan birisini üretimin küresel ölçekte yeniden yapılandırılması oluşturmaktadır.
Başlangıçta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sanayi sektörünün emek gücü maliyetlerinin daha
ucuz olduğu çevre ülkelere kayması (Fröbel, Heinrichs ve Krey 1982) olarak gerçekleşen yeni
uluslararası iş bölümü, günümüzde kapitalist üretim sürecinin bütününü kapsayacak şekilde
genişlemiştir. Bu süreci “değer zinciri”, “meta zinciri”, “üretim ağı”, “tedarik zinciri”, “küresel tedarik
zinciri” gibi adlarla değerlendiren çalışmalar bulunmaktadır. Tedarik zinciri yaklaşımına göre
kapitalist girişimci metalaşma sürecini yeniden organize etmiştir. Buna göre üretim, emek gücü
maliyetlerinin düşük olduğu, hammaddeye kolayca erişilebilen, ayrıca hedef pazarlara yakın farklı
coğrafyalara dağıtılmakta, tedarik zinciri sürekli ve entegre tutulacak şekilde bağlantılandırılmaktadır
(Dyer-Witheford 2019: 109). Dördüncü bölümde ele alacağımız gibi enformasyon ve iletişim
teknolojilerindeki önemli ilerlemeler, kapitalist sisteme üretimi tedarik zincirleri ile organize edebilme
fırsatı sunmuştur. Üretim süreci tekil bir fabrika ekseninden ayrılmış, küresel ölçeğe yayılmıştır.
Bunun emek açısından anlamı, Fordist modelin kitlesel üretimi gerçekleştirdiği büyük ölçekli
97
fabrikalarda emek gücünü bir araya getirip kitlesel işçiyi yaratması gibi, bu modelin enformasyon ve
iletişim teknolojilerinin de katkısıyla üretimi parçalara ayırıp dünya genelinde örgütleyerek küresel
proletaryayı yaratması (Dyer-Witheford 2019), sermayeye karşı mücadeleyi küresel ölçekte yürütmeyi
bir zorunluluk haline getirmesidir.
43
Öte yandan sermaye, birinci bölümde “Teknoloji ve Endüstriyel Gelişim” başlığı altında
detaylı bir biçimde ele aldığımız üçüncü endüstriyel devrim ile elektronik, nükleer fizik ve EİT’lerde
gerçekleşen yenilikler, “esnek üretim sistemlerinin” ve “bilgisayarla tümleşik üretim” biçimlerinin
ortaya çıkmasını sağlamış, böylece esnekleştirme stratejilerinin uygulanabilmesi için zemin
oluşmuştur (Öngen 2014: 138-139). Bu gelişmelerin sonucunda üretim süreçlerinde esnek imalat
sistemleri, esnek organizasyon biçimleri, esnek uzmanlaşma, yalın üretim, post-Fordizm gibi farklı
şekillerde ifade edilen bir teknolojik dönüşüm ortaya çıkmıştır (Ansal 1996: 11). Fordizm sonrası
dönemi açıklamak için geliştirilen bu yaklaşımların hepsi sıklıkla hatalı biçimde “post-Fordist” olarak
adlandırılmaktadır. Ancak bu yaklaşımlardan her biri diğerlerinden ciddi farklılıklar içermektedir.
Amin’e göre post-Fordist tartışmanın merkezinde esnek uzmanlaşma, düzenleme okulu ve Yeni
Schumpeter’ci olmak üzere üç yaklaşım bulunmaktadır (1994: 6). Bu yaklaşımlara Harvey’in
geliştirdiği esnek birikim rejimini, yalın üretim yaklaşımını ve İngiltere’de bir dönem etkili olan “yeni
zamanlar” grubunu da ekleyebiliriz. Fordizm sonrası bu yaklaşımların genel karakteristiği ise
Fordizmin katılıklarıyla açıktan çatışma içine girmeleri ve “esneklik”
44
politikalarını içermesidir.
Bütün bu yaklaşımlar kısaca da olsa bu bölümde ele alınacaktır.
Esnek Uzmanlaşma (Flexible Specialization): Fordizm sonrası öne çıkan yaklaşımlardan ilki
“esnek uzmanlaşma”dır. Amerikalı sosyal bilimciler Piore ve Sabel (1984) tarafından geliştirilen,
sonrasında Hirst ve Zeitlin tarafından katkı sunulan esnek uzmanlaşma yaklaşımını; teknoloji,
kurumlar ve politikalar arasında karmaşık ve çeşitlenmiş ilişkileri tanımlayan, toplumsal ilişkiler
arasındaki karmaşıklığı vurgulayan ve endüstriyel değişmeyi daha çok stratejik tercihler ve varoluş
bağlamında değerlendiren kurumsal bir bütün olarak değerlendirebiliriz (Öngen 2014: 140).
43
Üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise tedarik zinciri sistemiyle birlikte işçi sınıfı coğrafyasında
yaşanan önemli değişimlerdir. Kuzey’in endüstrisizleşmesi ile Güney’in endüstriyelleşmesi, bu coğrafyalarda işçi sınıfı
bileşimlerinde dönüşümler yaratmıştır. “Enformasyon toplumu”, “post Fordist toplum” teorilerini ele alırken görebileceğimiz
gibi bu teorilerin en önemli sorunu, bir bakıma etnosantrik bakış açısıyla, analizlerine Kuzey ülkelerini temel almaları,
endüstrinin Güney ülkelerine kaydığını gizleyerek işçi sınıfının ortadan kalktığını iddia etmeleridir. Oysa işçi sınıfı ortadan
kalkmamıştır, Güney’de yeni proleterleşen milyonlarca kişi bunun kanıtıdır. Küresel işçi sınıfının ortaya çıkışı ve üretim
alanındaki mücadelenin Güney yarımküreye taşınması ile ilgili olarak şu çalışma incelenebilir: (Ness 2018)
44
Esneklik (flexibility) sözcüğü İngilizcede sert bir rüzgara maruz kalan ağacın eğilip düzelme gücünü, ağacın
biçiminin rüzgarda sınanmasını ve tekrar eski haline dönmesini ifade etmektedir. Esnek insan davranışının da aynı elastik
güce sahip olması, değişen koşullara uyum sağlayarak zarar görmemesi beklenmektedir. Ancak günümüzde esneklik
uygulamaları sıklıkla kişiyi eğen güçler üzerine yoğunlaşmaktadır (Sennett 2002: 47).
98
Fordizmin, dolayısıyla kitle üretiminin artık yerini yeni bir üretim paradigması olan esnek
uzmanlaşmaya terk ettiğini ileri süren bu yaklaşım, yüksek teknoloji ve zanaatların sahip olduğu
potansiyellere dayanan yeni bir endüstriyel organizasyon biçiminin ortaya çıktığını savunmaktadır.
Buna göre esnek uzmanlaşma sadece üretim organizasyonuyla sınırlı kalmayacak, piyasaların
özelliklerini; işletmeler arası, endüstri ve devletler arası ilişkilerin niteliği gibi ekonomik faaliyetin pek
çok boyutunu değiştirecektir (Parlak 1999: 84). Esnek uzmanlık biçiminin ilk ortaya çıkışı ise 1970’li
yılların başında “Üçüncü İtalya” (La Terza Italia) olarak adlandırılan bölgede gerçekleşmiştir. Torino,
Milano ve Cenova üçgenindeki büyük ölçekte kitlesel üretimin yoğunlaştığı “Birinci İtalya”dan ve
ekonomik açıdan az gelişmiş güney bölgesini oluşturan “İkinci İtalya”dan ayrılan “Üçüncü İtalya”
ülkenin orta ve kuzeydoğu bölgesinde yer alan küçük firmalar ve atölyelerden oluşan dinamik alanı
adlandırmaktadır. Genellikle 10-50 arasında işçi istihdam eden küçük atölyeler ve fabrikalar,
zenginleşmekte olan endüstrinin çekirdeğini oluşturmuş, üretimi ademi merkezileştirmiştir. Birbiriyle
gevşek biçimde bağıntılı bir ürün dizisinde uzmanlaşan (Toscana’da tekstil ve seramik; Emilia-
Romagna’da dayanıklı çiniler, otomatik makineler ve tarım makineleri; Marche’de ayakkabı,
Veneto’da seramik ve plastik mobilya) bu bölgede zanaatçı gelenekler varlığını sürdürmüştür. Ancak
bu bölgedeki atölyeler ve fabrikaların yeniliği ve yüksek teknolojiye dayanan en yeni aletlerin
kullanılması, ürünlerin gelişkin ve bilinçli tasarıma dayanıyor olması dikkat çekicidir (Kumar 1999:
54-55). Gerçekte yaşanan ise İtalyan sermayesinin, İtalya işçi sınıfı hareketinin güçlü mücadelesine
çözüm olarak geliştirdiği ademi merkezileştirme ve taşeronlaştırma pratiğidir. Nitekim “Üçüncü
İtalya” örneğinde de görebileceğimiz gibi İtalyan sermayesi fason üretimle hem maliyetleri düşürmüş
hem de Fordist dönemin kitlesel üretiminde büyük fabrikalarda örgütlenmiş emekle doğrudan
çatışmaya girmekten kurtulmuştur. Böylece “çekirdek” konumundaki büyük şirketlerin ve etrafındaki
halkalar oluşturan “uydu” konumundaki küçük tedarikçi firma ağlarının oluşturduğu bir üretim
organizasyonu ortaya çıkmıştır (Ansal 1996: 16). Bu organizasyonda çekirdek iş gücü yüksek vasfa,
görece yüksek ücrete ve yine görece iş güvencesine sahip olurken, çevresel iş gücü ise belirsiz çalışma
koşullarına sahip eğreti istihdamın bir parçası haline gelmiştir (Çelik 2007: 124). Günümüzde sayıları
düzenli olarak azalan çekirdek iş gücü, “tam zamanlı çalışan, sürekli statüye sahip ve kurumun uzun
vadeli geleceği için merkezi önem taşıyan” çalışanlardan oluşmaktadır. Göreli cömert emeklilik ve
sigorta haklarına sahip bu grubun, iş güvencesi, yükselme ve yeni beceri edinme şansı daha yüksektir.
Bu gruptan kendini koşullara uydurma kapasitesini artırması, esnek olması ve gerekirse coğrafi
akışkanlığa açık olması beklenmektedir. Çevre iş gücünü ise iki farklı alt grup olarak
değerlendirebiliriz. Birinci alt grupta iş gücü piyasasında her an bulunabilecek vasıflara sahip, büro işi,
rutin işler, vb. gibi işlerde yer alan ve mesleki yükselme olanakları daha düşük olan, ayrıca yüksek bir
iş gücü devir hızı özelliğine sahip çalışanlar yer almaktadır. İkinci alt grup ise ilk çevresel gruptan
99
daha düşük iş güvencesine sahip olan, yarı-zamanlı çalışanları, gereksinim oldukça istihdam edilenleri,
sabit süreli sözleşmeyle çalışanları, geçici işçileri, taşeron işçilerini ve stajyerleri içermektedir. Bazı
araştırmacılar tarafından “prekarya”
45
olarak da adlandırılan bu grubun sayısı, istihdamın eğretileştiği
esnek birikim döneminde hızla çoğalmaktadır. Nitekim günümüz sermayesinin temel istihdam
stratejilerinden birisini “çekirdek” işçilerin sayısını azaltmak ve artan ölçüde, süratle işe alınabilen ve
işler bozulduğunda yine aynı süratle ve masrafsız biçimde işten çıkarılabilecek bir iş gücüne
yaslanmak oluşturmaktadır (Harvey 1997: 174). Emek gücünde tabakalaşmayı derinleştiren bu
stratejinin ekonomik, politik ve sosyal sonuçları ise ilerleyen dönemi belirlemiştir.
Konuyu üretim süreci açısından tekrar ele alırsak, esnek uzmanlaşma, küçük ve orta
büyüklükteki firmaların endüstriyel alanlarına ve yerinden yönetim ilkesine göre işleyen şirketlere
dayanmaktadır (Ansal 1996: 15; Öngen 2014: 141). Piore ve Sabel kapitalizmin içine girdiği krizle
birlikte, zanaat esaslı üretim paradigmasının yeniden ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Buna göre
Fordizmin, dolayısıyla kitle üretiminin kafa emeği ile kol emeğini ayıran, vasıfsız işçinin vasıflı işçiyi,
özel amaçlı makinenin genel amaçlı makineyi ikame eden sisteminin yerine; bunun tam tersi şekilde
tasarımcıyla vasıflı üreticinin genel amaçlı makineler kullanarak çok çeşitli makineler yaptığı bir
model gelmektedir (Piore ve Sabel 1984’ten aktaran Parlak 1999: 85). Enformasyon ve iletişim
teknolojilerinin gelişiminin ürünü olan dijital olarak denetlenen makineler gerek üretici gerekse
tüketici piyasalarının özel bölümlerine yönelik malların küçük takımlar halinde ekonomik olarak
üretilmesine izin vermekte, yeni aletler yeni fırsatlara ve yeni ihtiyaçlara yanıt olarak üretimde hızla
değişiklik yapılmasını olanaklı kılmaktadır. Üstelik dijital olarak denetlenen bu aletler, herhangi bir
uzmanlaşmayı gerektirmeyen evrensel makinelerdir. Üretim teknolojilerinin doğurduğu bu esneklik,
beraberinde esnek uzmanlaşmayı getirmektedir. Makinelerin esnekleştiği böylesi bir evrede, işçilerin
vasıflı ve esnek olması beklenmektedir. Bu bağlamda esnek uzmanlaşmayı zanaat üretiminin yeniden
doğuşuna yol açacağı şeklinde değerlendiren görüşler bulunmaktadır (Kumar 1999: 60-61). Büyük
oranda Piore ve Sabel’in dile getirdiği bu görüşler; kitle üretimiyle, zanaata dayalı üretim arasında
yanlış bir kutuplaşma üzerine kurulduğu; esnek uzmanlaşma tezinin merkezi hipotezlerinden biri olan
kitle üretim endüstrilerinde teknolojik değişmenin gereğinden fazla abartıldığı; yeni teknolojiler
nedeniyle ölçek ekonomilerinin artık önemini yitirdiği iddiasının doğru olmadığı, başta otomobil
olmak üzere bazı sektörlerde ölçek ekonomisinin önemini koruduğu; iş organizasyonun oluşumunda
teknolojiye son derece önemli rol atfedildiği için teknolojik belirlenimci bir bakış açısına sahip olduğu
gerekçeleriyle eleştirilmektedir (Parlak 1999: 86-87). Emek süreçleri açısından ele aldığımızda ise
esnek uzmanlaşmanın pratikte emek gücü üzerinde çok sayıda olumsuz sonuç doğurduğundan söz
45
Prekarya kavramı, bu bölümde “2000’lerde Teknolojinin Emek Üzerine Etkisi: Eğretileşme (Prekaryalaşma) ve
Tabakalaşma” başlığı altında detaylı olarak ele alınacaktır.
100
etmek olanaklıdır (Öngen 2014: 145-146): Esnek uzmanlaşmada sistemin üretim sürecinin denetimini
daha üst boyuta taşıması, çalışanların büyük bir bölümünün iş süreçlerine doğrudan ve kesin bir
biçimde bağlanmasını doğurmuştur. Bu durum işçileri makinenin bir dişlisi yapmaya çalışan Fordist
dönemi
46
bile geride bırakmış, özellikle rutin olmayan süreçlerde emek gücünün yaratıcı kapasitesini
büyük ölçüde sınırlamıştır. Bir diğer olumsuz sonuç, mikroelektronik teknolojisinin üretim alanına
uygulanmasıyla otomasyonun artması ve bu durumun büyük ölçüde istihdamı daraltmasıdır. Karmaşık
görevlerin makinelere geçmesiyle, insanın makinenin bir izleyicisi haline gelmesi, dolayısıyla
niteliksizleşmesi (vasıfsızlaşması) bir diğer olumsuz sonuçtur. Öte yandan süreç ikili bir yön
taşımakta, emek gücünün büyük bir bölümü niteliksizleşirken, emek gücünün görece küçük bir kesimi
nitelik kazanmaktadır. Ayrıca birçok örnekte esneklik, işçilerin ırk, cinsiyet ve vasıf düzeyine dayanan
ayrımcılıkla karşılaşmasını ve sonuna kadar sömürülmesini içermektedir. Esnek uzmanlaşmayla
birlikte ölçek ekonomilerinin yanı sıra büyük atölyelerin görece küçük ya da bölünmüş birkaç pazara
yönelik üretim yapmak üzere esnek üretim teknolojilerini kullandığı “kapsam ekonomileri”nin
47
ortaya çıkması, ama daha da önemlisi taşeron sisteminin güç kazanması da önemlidir. Daha önce
“Üçüncü İtalya” örneğinde gördüğümüz gibi birçok sektörde büyük firmalar, bu sayede üretimi
parçalara ayırarak Taylorist türde büyük ölçekli, merkezileşmiş, hiyerarşik olarak koordine edilmiş
birer örgüt görüntüsünden çok giderek birer küçük firma konfederasyonları görüntüsü verecekleri bir
yapıya bürünmüşlerdir (Kumar 1999: 61-63). Emek organizasyonlarını da derinden etkileyen bu
gelişmeler, endüstriyel üretimin işçi sınıfı hareketinin ve kazanımlarının güçlü olduğu, Fordist
dönemin “katılıklarını” taşıyan gelişmiş kapitalist ülkelerden, yeni endüstrileşen ve işçi sınıfı
hareketinin görece güçsüz olduğu güney ülkelerine kaydırılması anlamına gelen offshoring sürecini de
başlatmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda ise, çalışmamızın dördüncü bölümünde dijital emeği
değerlendirirken görebileceğimiz gibi tabakalaşmış bir emek piyasası ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu
politikalardan son derece zayıf konumda bulunan kadın işçiler de son derece olumsuz biçimde
etkilenmiş, kadın işçilerin emek gücü, aşırı derecede düşük ücret ve bütünüyle güvencesiz çalışma
koşullarıyla sömürüye açık hale getirilmiştir (Harvey 1997: 177). Öte yandan arada sırada iş bulan,
hiçbir sosyal güvencesi olmayan küçük işyerlerinde kolayca işe alınıp atılabilen vasıfsız bir emek
46
Fordist üretim modelini ele alırken, sermayenin tek bir iradeymiş gibi sürece müdahale ettiği, işçi sınıfının bir
direnç göstermediği şeklinde bir yorum geliştirmek hatalıdır. Böylesi bir düşünce, sermayenin tüm dünyayı en rasyonel
olacak şekilde kurguladığını empoze eden bir ideolojik kabuldür (Ruben 2017: 24). Oysa işçi sınıfı mücadeleleri tarihi bunun
tam tersini söylemektedir. Fordist dönemde sermayenin uygulamak istediği politikalar, zaman zaman işçi sınıfı ve sendikal
hareketin sert direnişiyle karşılaşmıştır. Kuzey ülkelerinde Fordist modelin uygulanmasıyla elde edilen yüksek büyüme
oranları ve büyümenin getirdiği refahın Keynesyen refah devleti politikaları aracılığıyla sermaye ve işçi sınıfı arasındaki
zımni sınıf ittifakı yoluyla bölüşüldüğünü söylemek bu dönemde işçi sınıfı ve sendikal hareketinin mücadelesinin askıya
alındığı yorumunu getirmemelidir. Dünya genelinde sendikal hareketin güç kazandığı ve grevlerin yoğunlaştığı bu döneme
ilişkin şu çalışmalar incelenebilir: Hyman 1991; Seidman 1994; Ebbinghaus, Visser: 2000; Silver 2003.
47
Kapsam ekonomisi, iki ürünün birlikte üretilmesinin maliyetinin, yalnızca x ürününü üreten bir firmanın
maliyeti ile yalnızca y ürününü üreten bir firmanın maliyetinin toplamından küçük olmasını ifade etmektedir. Bir başka
anlatımla, bir firmada birden fazla ürünün üretilmesinin birim maliyetinin, aynı ürünlerin başka firmalarca ayrı ayrı
üretilmesinden daha düşük olması durumunda kapsam ekonomisi söz konusu olmaktadır (Kibritçioğlu 1998: 55; Rekabet
Kurulu 2019).
101
kitlesi ile daha çok sürekli istihdam olanağına sahip nitelikli, çekirdek iş gücü bir arada varlığını
sürdürmektedir (Ansal 1996: 17). Bu durum işkolu sendikacılığını olumsuz yönde etkilemiştir. Son
olarak, emeğin kendi içinde bölünmesi ve çalışanların emek süreci içinde yoğunlaşmasının
önlenmesine paralel olarak, üretim noktasındaki çatışmalar sermaye tarafından daha rahat kontrol
altına alınmakta, bu durum sendikal mücadeleyi zayıflatmaktadır.
Düzenleme Okulu (L’école de la régulation): Fordizm sonrası dönemi açıklamak için
geliştirilen yaklaşımlardan bir diğeri Düzenleme Okulu’dur. İlk olarak 1970’lerde Fransa’da filizlenen
ve 1980’li yıllarda kapitalizmin krizine Marksist pencereden getirdiği açıklamalarla daha rafine bir hal
alan “Düzenleme Okulu” bir dönem oldukça etkili olmuştur, günümüzde önemini görece
sürdürmektedir (Jessop 1990: 154; Amin 1994: 7). Aglietta, Berger, Mistral, Lipietz, André, Delorme
ve Boyer gibi yeni Marksist Fransız iktisatçılar öncülük ettiği için Fransız Düzenleme Okulu olarak
anılan bu yaklaşım, sonrasında Jessop, Amin, Dunford, Hirst gibi İngilizce yazan yazarların
katılımıyla sadece Düzenleme Okulu adını almıştır
48
(Dikmen 2017: 222). Okul, sermaye birikim
süreçlerinin gelişimini kapitalizmin ilerlemesinin ekseni olarak görmekte, emek süreçlerinin
dönüşümünü de sermaye birikim rejimlerindeki krizler kapsamında ele almaktadır. Bu çerçevede
Düzenleme Okulu, emek rejiminde yaşanan dönüşümü krizden çıkışın bir yolu olarak görmektedir
(Öngen 2014: 146-147). Kapitalist gelişmenin aşamalarının sistemik tutarlılığını ifade etmek ve
açıklamak için, Düzenleme Okulu, “birikim rejimi” (regime of accumulation) ve “düzenleme tarzı”
(mode of regulation) şeklinde iki anahtar kavramdan yararlanmaktadır.
49
“Birikim rejimi”, tüm
ekonomi düzeyinde, az çok tutarlı bir sermaye birikimi sürecini mümkün kılan bir dizi düzenliliğe
atıfta bulunmaktadır. Kavram, sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlayacak şekilde toplumsal
ürünün üretim yöntemini, tüketim ve birikim arasında paylaşılmasını (dağıtım mekanizmasını)
anlatmaktadır. “Düzenleme tarzı” ise kapitalist yeniden üretimi, daha doğrusu sermaye birikimini
güvence altına alan kurumsal topluluğa (yasalar, anlaşmalar, vb.) ve kültürel alışkanlıklar ve normlar
kompleksine atıfta bulunmakta, temel sosyal ilişkileri kodlayan bir dizi resmi veya gayri resmi
48
Düzenleme Okulu monolitik bir yapıya sahip değildir, kendi içinde 7 ana okuldan, yaklaşımdan oluşmaktadır.
Bu okullar Grenoble, Paris, FKP-Tekelci devlet kapitalizmi, Amsterdam okulu, Batı Almanya okulu, İskandinav ve Kuzey
Amerika yaklaşımlarıdır. Bir başka sınıflandırmaya göre (ekonomik ve toplumsallaşma odakları, göreceli teorik
karmaşıklıkları açısından) ise Düzenleme Okulu’nu ulusal birikim rejimlerine büyüme biçimine odaklananlar; düzenlemenin
uluslararası ekonomik boyutlarına odaklananlar; ulusal düzeyde karmaşık toplumsallaşma (Vergesellschaftung) veya
'toplumsal birikim yapıları' modellerini inceleyenler ve son olarak uluslararası toplumsallaşmayı (uluslararası yapılar ve
stratejiler arasındaki tamamlayıcılıkları) ve/veya uluslararası rejimler aracılığıyla küresel bir düzen kurma girişimlerini
inceleyenler olmak üzere dört başlık altında ele alabiliriz (Jessop 1990: 155-162). Çalışmamızın ana konusunu oluşturmadığı
için bu yaklaşımlar arasındaki farklara değinilmeyecektir.
49
Ayrıca Nielsen tarafından geliştirilen “baskın endüstriyel paradigma” (dominant industrial paradigm), Lipietz
tarafından kullanılan “kalkınma modu” (mode of development) ve Jessop ile Lipietz tarafından önerilen “toplumsallaşma
modu” (mode of societalization) kavramları Düzenleme Okulu yaklaşımlarında önem taşımaktadır (Amin 1994: 8).
102
“kurallardan”, kurumsal biçimlerden oluşmaktadır (Amin 1994: 7-8: Öngen 2014: 147; Dikmen2017:
223). Düzenleme Okulu’na göre ücret, sermaye ve emek arasındaki en önemli kurumsal biçimlerden
birisidir. Ancak buradaki ücret ilişkisi, işçiye emeği karşılığında ödenen paradan öte, işçinin
denetimini, teknik ve toplumsal iş bölümünü, çalışmanın süreklilik derecesini, toplumsal ücretlerin
belirlenmesini ve ücretlilerin yaşam düzeyini gösteren bir makro kavram olarak değerlendirilmektedir.
Konuyu emek süreçleri açısından ele alırsak, Düzenleme Okulu yaklaşımları, her bir birikim rejiminin
kendi iç çelişkileri sonucunda krize girdiği, emek süreçlerinde yaşanan dönüşümlerin de bu krize karşı
verilen fonksiyonel bir yanıt olduğunu savunmaktadır (Öngen 2014: 147). Kapitalist gelişmeyi
dönemselleştirmeye, göreli istikrarı ve sistemik tutarlılığı açıklamaya ve yapısal krizi yorumlamaya
çalışan Düzenleme Okulu, kapitalizmin 1950’ler ve 1960’larda en parlak dönemini yaşadığını savunur
ve bu dönemi Fordizm olarak niteler. Fordizmi, ekonominin “tekelci düzenlemesi” ile “yoğun birikim”
çağı olarak özetler. Fordist “yoğun birikimin” itici gücünün, öncülüğünü ABD’nin yaptığı ve işin
yoğunlaştırılmasına, üretkenliği artırmak için ayrıntılı görev dağılımına ve mekanizasyona ve çeşitli
“tekelci” düzenleme biçimlerine dayanan seri üretim dinamiği olduğu savunulur. 1970’lerin
ortalarından itibaren büyüme yavaşlamış ve tekrarlayan durgunluklar, Fordizm’in farklı örgütlenme
düzeyleri arasındaki uyumsuzluklar ve dengesizliklerle desteklenen krizi ortaya çıkarmıştır (Amin
1994: 8-9). Fordizmin toplumsal ve teknolojik sınırlarına ulaşması sonucunda üretkenlikte yaşanan
azalmalar; kitlesel üretimin genişlemesi sonucunda ekonominin küreselleşmesinin hız kazanması,
bunun da ulusal düzeyde ekonomi yönetimini zorlaştırması; kamusal harcamalardaki büyük artışın
enflasyonist etkisinin tüketimin göreli maliyetlerini yükseltmesi, dolayısıyla bir tüketim modeli krizine
yol açması; son olarak tüketim kalıplarındaki değişmeye paralel olarak, ölçek ekonomisinin
avantajlarından yararlanmak isteyen Fordist modelin standart, kitlesel ürününü tüketicilerin
çeşitlendirilmiş ürün talebine yanıt verememesi
50
Düzenleme Okulu’na göre Fordist üretim ve birikim
rejiminin yerini post-Fordizme bırakmasına yol açmıştır. Nitekim günümüzde esneklik ve esnek
üretim yöntemleri daha çok kabul görmektedir (Amin 1994: 10; Dikmen 2017: 222).
Yeni Schumpeter’ci Kuram: Fordizm sonrası yaklaşımlardan bir başkası olan ve 1980’li
yıllardan itibaren Sussex Üniversitesi’ndeki Bilim Politikası Araştırma Birimi’ndeki (SPRU - Science
Policy Research Unit) araştırmacıların çalışmalarıyla şekillenen bu kuram, Schumpeter’in yenilik
(inovasyon) çalışmalarıyla yakından ilişkilidir (Freeman, Perez 1988). Düzenleme Okulu’yla kapitalist
gelişmenin sistemik ve döngüsel doğası; Fordizm dönemselleştirmesi ve genel dinamiği; tekno-
50
Fordizm sonrası dönemde çeşitli malların küçük desteler halinde ucuzca imal edilebilmesi anlamına gelen
çeşitlilik ekonomilerinin, ölçek ekonomilerini yenilgiye uğrattığı savunulmaktadır. Bu görüşe göre küçük deste üretimi ve
taşerona iş verme gibi uygulamaları içeren bu sistem, Fordizmin “katılıklarını” devreden çıkarma ve piyasa ihtiyaçlarının çok
daha geniş bir yelpazesini tatmin etme gibi üstünlükleri taşımaktadır (Harvey 1997: 179).
103
ekonomik paradigma (birikim rejimi) ile sosyo-kurumsal çerçeve (düzenleme tarzı)
kavramlaştırmaları; ekonomik gelişmenin “uzun dalga” (long wave” ve “uzun döngü”lerinin (long
cycle) istikrarı konularında geniş bir düşünce birliği bulunmaktadır (Amin 1994: 11-12). Yeni
Schumpeter’cilere göre 1970’lerin krizi ile başlayan ve 1980’li yıllarda netleşen yeni ekonomik
durum, gerçekte Fordist kitle üretimi dönemi dönemini ifade eden Dördüncü Kondratiev Dalgası’nın
söndüğü bir tekno-ekonomik paradigma değişimidir. Bu çöküşün nedeni kurumsal yapıların teknolojik
ve ekonomik gelişmelere uyum sağlayamamasıdır. Bu dönemin ölçek ekonomisine dayanan standart
kitlesel üretiminin yerine, daha talep odaklı, küçük, esnek ve siparişe göre yapılan üretime geçiş
yapılmıştır. Enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin bunda payı büyüktür.
Nitekim bu yüzden yeni Schumpeter’ciler 1980 ve 1990’larda başladıklarını savundukları bu dönemi
Beşinci Kondratiev Dalgası “enformasyon ve iletişim Kondratiev’i” olarak adlandırmaktadırlar
(Freeman, Perez 1988: 47-49; Dikmen 2017: 218).
Esnek Birikim (Flexible Accumulation): Ele alacağımız yaklaşımlardan bir diğeri Harvey
tarafından geliştirilen “esnek birikim”dir (flexible accumulation). Esnek birikim ile emek süreçleri, iş
gücü piyasaları, ürünler ve tüketim kalıpları esnekliğe yaslanmaktadır (Harvey 1997: 170). Yeni
dönemde Fordist modelin aksine, küçük ölçekli, az sayıdaki çok nitelikli iş gücü talep eden ve kitle
üretiminden uzaklaşan yeni iş örgütlenmeleri öne çıkmaktadır (Öngen 2014: 140). Bu çerçevede, kitle
üretimine, zanaat üretiminin karakteristikleri olan esneklik, kalite ve vasıf gibi özelliklerin
eklenmesiyle, Fordizmin kimi boyutlarının tersine çevrildiği, vasıf ve otonominin kitle üretimi yapan
işletmelere geri getirilerek bir bakıma işçi sınıfına saygınlıklarını iade edildiği ileri sürülmektedir
(Parlak 1999: 83-84). Öte yandan esnek birikim, salt bir üretim organizasyonundaki değişiklikten
ibaret değildir. Yepyeni üretim sektörlerinin ortaya çıkmasının dışında, finans hizmetlerinde yepyeni
sektörlerin ve piyasaların oluşturulması, ama daha da önemlisi teknolojik ve örgütsel yeniliklerin
temposunun ciddi anlamda artması bu dönemin özellikleri arasındadır. Bu dönemde gerek sektörel
bazda gerek coğrafi bölgeler arasında eşitsiz gelişme kalıplarında hızlı değişimler yaşanmıştır.
Nitekim hizmet sektörü, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde hızla büyümüş, o döneme dek
azgelişmiş olarak kalmış bazı bölgelerde (Üçüncü İtalya, Belçika’nın Flaman bölgesi, vb.) yeni sınai
kümelenmeler ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak, EİT’lerdeki devrimsel nitelikteki
ilerlemelerle birlikte kapitalist dünyada “zaman-mekan sıkışması”nın yeni bir evresine girilmiştir.
Yeni giderek maliyetleri düşen EİT’lerin sayesinde karar verme süreçleri kısalmış ve bu kararları artan
ölçüde genişleyen ve çeşitlenen bir mekana yayma olanakları artmıştır. “Offshoring” ile endüstriyel
üretim, gelişmiş kapitalist ülkelerden, emek gücü maliyetlerinin düşük olduğu, dahası sendikal
gelenekleri olmayan “güney” ülkelerine kaydırılması, esnek birikim odaklarının kurulması söz konusu
104
olmuştur. Üretimin bu ülkelere kaydırılması, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi hareketlerini olumsuz
yönde etkilemiştir. Esnek üretimin yüksek yapısal işsizlik düzeyleri, vasıfların hızla geriletilmesi,
gerçek ücretteki artışların en alt düzeye inmesi, Fordizmin temel direklerinden biri olan sendikaların
gücünü geriletmiştir. İş gücü piyasalarında radikal bir yeniden yapılanmaya da yol açan bu
gelişmelerin sonucunda, yoğunlaşan rekabet, piyasaların dalgalanması ve azalan kâr marjlarıyla
karşılaşan işverenler, sendikaların zayıf düşmesinden ve artan iş gücü fazlasından yararlanarak daha
esnek çalışma rejimlerini ve iş sözleşmelerini dayatmıştır (Harvey 1997: 170-171). Neoliberal
ideolojinin egemen olduğu bir iklimde bunda da fazlasıyla başarılı olmuşlardır.
Görüldüğü gibi bu yaklaşımda “esneklik” kavramı kilit öneme sahiptir. Esneklik; emek
süreci, emek piyasası, devlet müdahalesinin azalması ve coğrafi hareketlilikle yakından ilişkili çok
boyutlu bir süreçtir. Bu yaklaşımların bir diğer ortak özelliği ise yeni zanaat ya da yeni manüfaktür
olarak da değerlendirilebilecek, kitlesel olmayan üretim stratejisine sahip iş organizasyonlarını
içermesidir. Bu iş örgütlenmesinin ortaya çıkışında, teknolojide yaşanan bir dizi gelişmenin de katkısı
bulunmaktadır. Üçüncü endüstriyel devrimle birlikte üretimde ve yönetimde bilgisayarların
kullanılmaya başlanmasıyla yaşanan gelişim bunlardan ilkidir. Bir diğer gelişme, üretim teknolojisinde
yaşanan değişimler sonucunda emek gücünün bileşiminde ortaya çıkan farklılaşmadır. Yeni dönemde
eğitime ve vasıflı (nitelikli) iş gücüne duyulan gereksinim artmakta, zihinsel emek yoğun sektörler öne
çıkmakta, kas gücüne dayanan geleneksel iş gücü giderek ortadan kalkmaktadır. Son olarak gelişen
üretim teknolojisiyle endüstri örgütlenmesi değişikliğe uğramış ve yeni bir yönetici elit ortaya
çıkmıştır. Bunun sonucunda ekonominin ve devletin politik aygıtının denetimi girişimcilerden ve
sermaye sahiplerinden oluşan bir teknokrasinin eline geçmeye başlamıştır (Öngen 2014: 142-143).
Yalın Üretim (Lean Manufactring, Lean Production): Fordizm sonrası geliştirilen
yaklaşımlardan bir diğeridir. Taichi Ohno’nun geliştirdiği “Toyota Üretim Sistemi” (Toyotizm), yalın
üretim sisteminin doğuşuna kaynaklık etmiştir (Womack, Jones, Ross 1990: 49). Japon üretim
sisteminin yaptığı gibi hantallık yaratan, gereksiz tüm öğelerden kurtulmuş olmak anlamına gelen
yalın üretim, esnek uzmanlaşmanın aksine, kitle üretimine dayanmaktadır (Ansal 1996: 11). Bu
bağlamda yalın üretim anlayışı daha basık organizasyonel yapılarını, takım çalışmasını, sürekli
iyileştirmeyi, israfın önlenmesi ile kaynakların etkili kullanılmasını, bütünsel kalite kontrolünü ve
“tam zamanında” (JIT – just-in-time) üretim esaslı malzeme tedarikini içermektedir. Yalın üretim hem
kitle üretiminin hem de zanaat üretiminin güç merkezlerinin yerini almakta ve 21. yüzyılın standart
küresel üretim sistemi olma iddiasını taşımaktadır. Fordizmin parça parça çalışmasının aksine, çapraz
fonksiyonlara dayalı ekip çalışması söz konusudur. Yalın üretim çerçevesinde özel amaçlı makine ve
105
teçhizat yerini bilgisayar destekli makine ve teçhizata bırakmakta, böylelikle yüksek düzeyde
verimlilik ve etkinlik sağlanmaktadır. Ayrıca bu sistemde tedarikçi işletmelere ürünün tasarım ve
kalitesi konusunda daha fazla sorumluk verilmekte, ana sanayi ve yan sanayi arasında uzun dönem iş
birliğine dayalı ilişkiler geliştirilmektedir. Fordizmde üretimin yaklaşık yüzde 75’i tek bir fabrikada
gerçekleştirilirken, yalın üretimin uygulandığı Toyota fabrikası üretimin sadece yüzde 25’inden
sorumludur. Bu modelde ana firma taşeron firmaları da içerecek şekilde yatay olarak örgütlenmiştir.
Bu çerçevede yalın üretim sisteminin önemli bir özelliği olarak “tam zamanında” parça ve malzeme
teslimatı etrafında yapılandırılmış yalın tedarik sistemi öne çıkmaktadır. Nitekim JIT sisteminde
stoklar minimum düzeyde tutularak, ana ve tampon stoklar kaldırılarak maliyetler büyük ölçüde
düşürülmüştür. Öte yandan hem üretim hattında akışkanlık sağlanmış hem de üretim sırasında ara
mallarda ve hammaddelerde defolu olanlar ya da hatalı üretim anında tespit edilebilmiştir.
Bu çerçevede sıfır hatalı üretimin gerçekleştirilmesi ve üretim akışının kesintiye
uğramamasında işçiye büyük pay düşmektedir. Bu yüzden yalın üretimin bir diğer önemli unsuru
işçilere çok çeşitli vasıflar öğretilmesi, böylece gerek iş rotasyonunun uygulanması gerekse de
işçilerin birbirlerinin yerine ikame edilebilmesidir. Ayrıca akıllı makinelerin kullanılması, otomasyona
başlanmasıyla iş gücünde küçülmeye gidilmiştir. Bu azalmadan kaynaklı eksiği kapatmak için
işçilerden aynı anda birden fazla makineyi çalıştırabilmeleri (Toyota fabrikalarında bu sayı ortalama
5’tir) beklenmektedir. Bu bağlamda üretim insan-makine ilişkisini değiştiren esnek bir üretken süreç
içerisinde değiştirilmiştir. Yalın üretim sisteminin getirdiği yenilikler bunlarla sınırlı değildir. Sistem
işçilerden, sorunlar daha da kökleşmeden, ciddi hale gelmeden çözüm geliştirmelerini ve proaktif
davranmasını istemektedir. Öyle ki, Fordist dönemde en büyük “kabahat” montaj hattını
durdurmakken; Kaizen sisteminde üretim sürecini maksimum hıza tekrar ayarlayabilmek için
işçilerden hızına yetişemedikleri noktada montaj hattını durdurmaları istenmektedir. Şirketlerin
üretkenliğini artırmak amacıyla kalite çemberleri kurulmuş, kurulan ekiplerde grup içi baskı devreye
sokularak işçilerin etkinliği ve verimliliği artırmak için öneriler getirmesi istenmiştir. Bu yaklaşımın
Fordizmden önemli bir farkı da üretim ile dolaşım süreçlerinin iç içe girmesi
51
, dolayısıyla üretimin
taleple sıkı sıkıya bağlı hale gelmesidir. Bu yüzden aynı tip üründen çok sayıda ürün üretmeyi içeren
51
Üretimde yeni teknolojilerin kullanılmasıyla robotlaşma ve otomasyona hız verilmesi, ayrıca JIT gibi yeni
örgütlenme biçimlerinin kullanılmaya başlanması, kapitalist kârlılığın önemli bir değişkeni olan devir hızını ciddi biçimde
yükselmiştir. Ancak kârlığın gerçek anlamda artması için üretimdeki devir hızının artışına tüketimdeki devir hızının artışının
eşlik etmesi gerekmiştir. Standart Fordist ürünün yarı-ömrü beş ile yedi yıl arasındayken, esnek birikim döneminde
tüketimdeki devir hızının artırılmasıyla bu süre bazı sektörlerde yarı yarıya azalmış, dijital ürünlerde ise bu süre süre on sekiz
ayın altına inmiştir. Bu ürünlerin yarı-ömürlerinin düşürülmesinde ürünlerin özellikleri kadar, kültürel biçimlerin
metalaştırılmasını, farklılığı, gelip geçiciliği, gösteriyi ve modayı yücelten postmodernist estetiğin de payı bulunmaktadır.
1970’lerin başından itibaren hizmetler alanında görülen dikkat çekici oransal istihdam artışının gerisinde yatan etkenlerden
birisini de tüketim cephesinde yaşanan bu değişiklikler oluşturmaktadır (Harvey 1997: 180).
106
homojen Fordist seri üretimin ürünlerinin aksine
52
, yalın üretimin ürünleri çeşitlidir ve heterojendir.
Bunun anlamı üretim düzenlemelerin kısa dönemli olarak yapılması, sık sık tezgahların değişmesi ve
esnek iş gücüdür. Son olarak yalın üretimin uygulandığı büyük şirketlerdeki işçilerin bir kısmı için
(kadınlar hariç çalışan nüfusun yaklaşık yüzde 25 ile 30’u) “ömür boyu istihdam” sağlanmış ve
üretkenlik kazanımlarına uygun olarak ücretler artırılmıştır (Ansal 1996: 18; Parlak 1999: 89-90;
Antunes 2013: 38-39).
Yeni Zamanlar (New Times): Bir diğer Fordizm sonrası yaklaşım ise “Yeni Zamanlar” olarak
adlandırılmaktadır. İngiliz politika dergisi Marxism Today yazarlarının öncülük ettiği bu yaklaşım, 20.
yüzyılın ekonomik ve toplumsal kalıplarından köklü biçimde kopuşu simgeleyen “yeni zamanlar”
(new times) dönemine girildiğini ileri sürmüş ve yeni bir sol politika çağrısında bulunarak, bu
politikalara duyulan gereksinimi anlatmak için “post-Fordizm” kavramını kullanmıştır (Hirst, Zeitlin
1991: 8; Öngen 2014: 148). Post-Fordizm yaklaşımı, Gramsci’nin daha önce ele aldığımız büyük
ölçekli ekonomilerin etkin olduğu, yığın pazarlarına ve standartlaşmış ürünlere dayanan
“Amerikanizm” ve “Fordizm” dönemselleştirmesinin tümüyle sona erdiğini savunmuş, “yeni
zamanlar”da kolektivizmden bireyciliğe, üretimden tüketime, imalattan hizmet sektörüne ve özden
biçime doğru kayan bir ekonominin geçerli olduğunu savunmuştur (Öngen 2014: 148-149). “Yeni
zamanlar” grubu, toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretimiyle olduğu kadar bizzat üretim
sistemiyle de ilgilenmektedir. Bu çerçevede “yeni zamanlar” grubu, eğitim ve toplumsallaşmadaki
değişikliklere, devlete düşen yeni role, enformasyon sanayilerinde kitle iletişim araçlarının yeniden
yapılandırılmasına ve yeni tüketim ve tüketici davranış biçimleri ve örüntülerine dikkat çekmektedir.
Öte yandan “yeni zamanlar” grubu post-Fordizmin meydan okuyuşunu kabul etmekte, kapitalist
sistem her ne kadar küresel evresinde çok daha derinlemesine tahkim edilse de kapitalizme meydan
okumanın yeni fırsatları bulunduğunu savunmakta, küreselleşmenin bir tehdit olduğu kadar fırsatlar da
içerdiğini ileri sürmektedir (Kumar 1999: 70-71).
Görüldüğü gibi Fordizm sonrası bu yaklaşımlarda, Fordist-Taylorist modelin işçileri
vasıfsızlaştırarak üretimin bilgisinden koparmasının aksine, vasıf ve becerinin işyerine tekrar
getirilmesi, böylece işçilerin, işyerine ve işverene bağlığının artması ve iş birliğine dayalı istihdam
ilişkilerinin geliştirilmesi iddiası söz konusudur. Ancak tersine zanaatkarlaşma, daha doğrusu
zanaatkarlığın yeniden doğuşu iddiası çok gerçekçi değildir. Buna karşın, çalışmamız büyük ölçüde
Harvey’in “esnek birikim” yaklaşımını benimsemektedir. Nitekim bu yaklaşımın da ortaya koyduğu
52
Henry Ford’un “Model T” için dile getirdiği, “Herhangi bir müşteri, siyah olduğu sürece istediği renge
boyanmış bir araca sahip olabilir” (Ford and Crowther 1923: 72) sözü, Fordist modelin homojen ürününü tanımlayan en
meşhur ifadelerden birisidir.
107
gibi özellikle 3. Endüstriyel Devrimden itibaren bilgisayarlı üretim tekniklerinin kullanılmaya
başlanması, artan otomasyon ve bazı sektörlerde büyük ölçekli üretimin (kitle üretiminin) varlığını
sürdürmesi tam tersine zanaatkarlaşmayı imkansız hale getirmekte, dahası emek gücünün büyük bir
bölümünü daha da vasıfsızlaştırmaktadır. Nitekim esnek birikim olarak adlandırabileceğimiz, Fordizm
sonrası dönemde emek gücünün geniş bir kesimi eğretileşmekte (prekarlaşmakta), daha vasıf sahibi
olan küçük bir kesimin de olduğu tabakalaşmış bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bir sonraki bölümün
konusunu işte bu oluşturacaktır.
B. 2000’lerde Teknolojinin Emek Üzerine Etkisi: Eğretileşme (Prekaryalaşma)
ve Tabakalaşma
Kapitalizmin krizine karşı geliştirdiği yanıt olarak değerlendirilebilecek neoliberal politikalar
ve ona eşlik eden esnek birikime geçiş şeklindeki paradigma değişikliğini bir önceki bölümde ele
almıştık. Söz konusu süreç bu bölümde emek açısından değerlendirilecektir. Öncelikle neoliberalizmin
dünyanın geneline egemen olmasıyla birlikte istihdam güvencesi ve sosyal güvenliğin insan ruhuna
aykırı ve yararsız olarak kabul edilmeye başlandığını söyleyebiliriz (Çelik 2007: 122). Bu durumun
yaşanmasında esnekliğin ve akışkanlığın gücünü arkasına alan sermayenin, 1970’li ve 1980’li
yıllardaki iki deflasyonist kriz sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerde (Japonya hariç), görülmemiş
düzeylere ulaşmış işsizliğin zayıflattığı emek üzerindeki denetim baskısını uygulama olanağı elde
etmesinin payı büyüktür. Böylece sendikaların zayıf düşmesinden ve işsizlik ve eksik istihdam
nedeniyle oluşan iş gücü fazlasından yararlanan sermaye, çok daha esnek çalışma rejimlerini ve iş
sözleşmelerini kabul ettirmeye çalışmış, iş gücü piyasalarını yeniden yapılandırmıştır (Harvey 1997:
171).
Bu yapılanma çerçevesinde kitlesel üretimin gerçekleştirildiği büyük ölçekli fabrikalara
dayanan Fordist modelin aksine üretim, mekânsal sınırlamaları aşacak şekilde parçalara ayrılmış,
küresel (ya da çevresel) Fordizm olarak da adlandırılabilecek şekilde dünyanın farklı noktalarında
eşgüdümlü gerçekleştirilebilecek şekilde organize edilmiştir. Taşeronlaşma olarak da ifade
edebileceğimiz bu dönemde güvencesizlik, belirsizlik, geçicilik ile istihdam ve çalışma yaşamı büyük
oranda eğreti hale gelmiştir (Çelik 2007: 123). Öyle ki esnek birikim döneminde belirsizlik
kapitalizmin gündelik işleyişine sinmiş, istikrarsızlık normal bir durum olarak kabul edilir olmuştur.
Bu dönemi özetleyen “uzun vade yok” mottosu, uzun vadede kişinin davranışını yolundan
saptırmakta, güven ve sadakat bağlarını zayıflatmakta, iradeyle davranışı birbirinden koparmaktadır.
Bu gelişmeler bireyin karakterini aşındırmaktadır (Sennett 2002: 30). Nitekim Uluslararası Çalışma
108
Örgütü’nün (ILO), öncelikli hedeflerinden birinin tüm çalışanlara insana yakışır / düzgün işin (decent
work) sağlamak olması, bireyin çalışma hayatındaki bu yöndeki deneyimleriyle ilişkilidir.
53
ILO’ya
göre insana yaraşır / düzgün iş, kadınların ve erkeklerin hakların korunduğu, yeterli gelir ve yeterli
sosyal korumanın sağlandığı üretken çalışma anlamına gelmektedir. Kavram aynı zamanda herkesin
gelir getiren fırsatlara tam erişime sahip olması hedefini de içermektedir. İşçi hakları ve sosyal
standartlardan ödün vermeden istihdam, gelir ve sosyal korumanın sağlanması anlamına gelen bu
hedef, aynı zamanda ekonomik ve sosyal kalkınmaya da yol açacaktır (ILO 1999). Burada da
görülebileceği gibi ILO’nun insana yaraşır iş yaklaşımında en önemli unsuru çalışanın iş güvencesine
sahip olması ve geçersiz nedenlerle işten çıkartmaya karşı korunmasıdır. Ancak bu hedefin yaşama
geçirildiğini söylemek güçtür. Neoliberalizmin hegemonyası ile iş gücünün yeniden yapılandırılması
süreci hız kazanmış, Fordist dönemin standart istihdam ilişkileri terk edilmeye başlanmış, kısmi süreli
çalışma, geçici çalışma, mevsimlik çalışma, çağrı üzerine çalışma, iş paylaşımı, kayan iş süreleri, çok
taraflı istihdam ilişkisi (taşeron işçilik), örtülü istihdam (platform ekonomisi), evde çalışma, tele
çalışma ve kendi hesabına çalışma gibi standart dışı istihdam biçimleri ortaya çıkmış ve
yaygınlaşmıştır. Öte yandan gelişmiş ülkelerde eğreti istihdam daha çok kısmi süreli, belirli süreli ve
geçici çalışma şeklinde öne çıkarken, gelişmekte olan ülkelerde bu süreç kayıt dışı istihdamın
genişlemesi şeklinde yaşanmıştır (Temiz 2004: 55-56; Çelik 2007: 7; ILO 2011: 7-11). Bu arada
standart dışı istihdam kimi zaman eğreti (precarious) istihdam ile eş anlamlı olarak kullanılsa da iki
kavram arasında farklar bulunmaktadır. Tüm eğreti işler standart dışı niteliğe sahipken, tüm standart
dışı işler ise eğreti bir nitelik taşımamaktadır (Temiz 2004: 57). Bir işin eğreti (precarious) olarak
değerlendirilmesi için ise çeşitli nitelikleri taşıması gerekmektedir. Özellikle yoksulluk düzeyinde
veya altında ve değişken kazançlarla ilişkili olması, genellikle düşük ücretli iş olarak anlaşılması
bunlardan ilkidir. Bir diğer nitelik güvencesizlik, istihdamın sürekliliği konusunda belirsizliğin
bulunması ve işini kaybetme riskinin yüksek olmasıdır. İşçinin bireysel veya toplu olarak çalışma
koşulları, ücretleri veya çalışma temposu hakkında hiçbir söz hakkının, dolayısıyla iş üzerinde
denetiminin olmaması bir başka niteliktir. Son olarak işçinin iş sağlığı ve güvenliği, sosyal koruma,
ayrımcılık ve diğer haklar bakımından yasalar veya toplu sözleşmelerle korunmaması eğreti
çalışmanın karakteristikleri arasındadır. Bu tür çalışmada iş ile ilgili riskleri işveren değil işçi
üstlenmektedir. Ayrıca işçinin cinsiyeti, etnik kökeni ve hangi ülkenin yurttaşı olduğu onu eğreti
çalışmaya zorunlu kılabilmektedir (ILO 2011: 18). Görüleceği gibi eğreti istihdam kategorisi altında,
işten çıkarılma riski taşıyan işçilerin dışında, yüksek düzeyde istihdam belirsizliği yaşayan, düşük
ücret düzeyinde çalışan ve sürekli kötü istihdam koşulları altında çalışan işçiler de bulunmaktadır
53
ILO’nun “insana yakışır / düzgün iş” (decent work) çalışmalarının arka planındaki önemli isimlerden birisi de
“prekarya” konusunu ele alırken görüşlerini yakından inceleyeceğimiz Guy Standing’dir. Standing’in “prekarya” kuramı,
ILO’daki bu çalışmaların devamı niteliğindedir (Munck 2013: 757).
109
(Sapancalı 2005: 149). Bu çerçevede eğreti istihdamın çok boyutlu olduğunu ve bunların zaman
(istihdamın süresi ve sürekliliği), ekonomik (gelir güvencesi), sosyal (sosyal haklar ve sosyal koruma)
ve çalışma koşulları boyutları olduğundan; bunlardan birinin ya da birkaçının eğretiliği
oluşturduğundan söz edilebilir (Çelik 2007: 123). Bütün bunların özeti olarak eğreti istihdamı,
istikrarsızlık, güvencesizlik, belirsizlik, korunmadan yoksunluk, ekonomik ve sosyal kırılganlık, kötü
çalışma koşulları, bedensel ve ruhsal sağlığa yönelik yüksek riskler içeren istihdam biçimi olarak
tanımlayabiliriz (Temiz 2014: 58-59). Günümüzde eğreti istihdamın yaygınlık kazanmasını sağlayan
ise neoliberalizmin kuralsızlaştırma (deregülasyon) politikaları ile bir önceki bölümde ele aldığımız
esneklik politikalarının bir arada uygulanması olmuştur. Bütün bunların sonucunda eğreti çalışma
biçimlerinin toplam istihdam içindeki payı artmış, “Fordizm Sonrası Esneklik Yaklaşımları” başlığı
altında ele aldığımız çevresel iş gücü ise düşük vasfı nedeniyle kolaylıkla ikame edilebileceği için
sendikasız ve kayıt dışı olarak varlığını sürdürmeye başlamıştır. EİT’lerin gelişiminin sunduğu
olanakların da etkisiyle üretimin parçalanarak dış kaynak kullanımı (outsourcing) stratejilerinin
uygulanmasının kolaylaşmasıyla, firma ölçekleri küçülmüş, KOBİ olarak adlandırılan üretim birimleri
yaygınlaşmıştır. Esneklik uygulamaları sayesinde üretimin daha önceden sendikal gelenekleri olmayan
bölgelere kaydırılması ve bu yeni bölgelerde yerleştirilen geriletici norm ve uygulamaların eski
merkezlere ithali, örgütlü işçi hareketinin altındaki zemini kaydırmaya başlamıştır. Esnek üretim
sonucunda ortaya çıkan yüksek “yapısal” işsizlik düzeyleri, vasıfların hızla yok edilmesi ve yeniden
oluşması, gerçek ücrette yaşanan mütevazı artışlar, Fordist rejimin ana direklerinden biri olan
sendikaların gücünü geriletmiştir. Geçmişte Fordist dönemin kitlesel üretim yapan fabrikalarında
örgütlenme pratiği geliştiren sendikalar, bu küçük işletmelerde faaliyet göstermekte zorlanmış,
dolayısıyla esnek üretimle birlikte eğreti çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla sendikalaşma oranları
düşmüştür (Harvey 1997: 171; Çelik 2007: 124). Bu stratejinin izini 1990’lı yıllarda ABD’de yazılan
bir danışman raporunda da görebiliriz. Bu rapor ABD’li kapitalistlere sendikalaşmayı önlemek için
emek süreçlerini hiçbiri elli işçiden fazla istihdam etmeyen bileşenlere bölmelerini ve birimleri
birbirinden en az iki yüz mil uzaklığa yerleştirmelerini tavsiye etmektedir. Nitekim esnek üretim
koşulları, sermaye sınıfına bu raporda sunulan önerileri hayata geçirmelerini olanaklı kılmaktadır
(aktaran Harvey 1997: 265). Bu ve benzeri stratejilerin hayata geçirilmesi ile günümüzde işçi sınıfı
parçalanarak bir tarafta standart istihdam biçimlerinde yer alan görece ayrıcalıklara sahip ve sendikal
örgütlülüğe sahip olanlar, diğer tarafta ise eğreti istihdam biçimlerinde yer alan ve güvencesiz olanlar
olmak üzere tabakalı bir yapıya sahip hale gelmiştir
54
. Öyle ki bu farklı işçi tabakalarının dünyaları da
54
“Serbest çalışma” (freelance çalışma) ise bu istihdam biçimleriyle belirli noktalarda kesişen bir biçim olarak
değerlendirilebilir. “Serbest çalışma” da tabakalı bir istihdam biçimidir. Kimi durumlarda “serbest çalışma” çalışanın bir
tercihi olarak gerçekleşmekteyken kimi durumlarda işverenin dayatması sonucu bu biçim uygulanmaktadır. Ofis ortamından
ve mesai saatinden bağımsız olma kimi çalışanlar için “özgürlük” ya da “kendi işinin patronu olma” olarak algılanırken,
işverenler açısından ise işletme maliyetlerinin (sigorta, ofis, vb. giderleri) azalması, hem mutlak ham da göreli artı değer
110
farklılaşmakta, hatta birbirlerinin rakibi haline gelmektedir. Bu yüzden Fordist dönemin geleneklerini
sürdüren sendikalar sınıf içinde bir tabakanın çıkarlarını savunan dar çıkar örgütleri konumuna
dönüşmektedir (Çelik 2007: 128-129). Güvencesiz çalışmanın 1980’li yıllardan itibaren hem Kuzey
hem Güney ülkelerinde hızla artması, çalışma yaşamında bir istisna olmaktan çıkıp bir norm hale
gelmesi (Oğuz 2011: 8), sendikal hareketin zayıflamasına neden olmuştur. Sendikalı sayısının
sendikalaşabilir işçi sayısına bölünmesiyle hesaplanan sendikalaşma oranlarının (DİSK-AR 2020: 70)
düşük seyretmesi
55
, sendikaların eğreti istihdamı örgütlemede başarılı olamadığını göstermektedir.
Eğreti istihdam yöntemlerinin uygulanması ve güvencesizliğin yaygınlaşmasıyla emek
gücünde ortaya çıkan tabakalaşmayı ele alırken, 2000’li yıllarla birlikte Avrupa’da güvencesiz
çalışmaya karşı verilen toplumsal mücadele deneyimlerinde ortaya çıkan “prekarya” kavramına
değinmekte yarar bulunmaktadır. “Precarious” (güvencesiz) ve “proleteriat” (proleterya) sözcüklerinin
birleşmesinden türetilen “prekarya kavramını, ilk kez Fransa’da bir grup sosyolog işsiz ve düzensiz
çalışanların mücadelelerindeki ortaklıkları vurgulamak için kullanılmıştır. Latince “precarious” ya da
“precor” sözcükleri dua etmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla “precarious” durumu ancak dua
etmek ile çözülebilecek belirsizlik ve çaresizlik içeren durumu ifade etmektedir. L’homme précaire et
la littérature (Düşünen İnsan ve Edebiyat) adlı kitabında kavramı kullanan André Malraux, sanatsal ve
imgesel açıdan insanın güvencesizliğini tahayyül etmiş ve günümüz uygarlığının “güvencesiz insanı”
(l’homme précaire) doğurduğunu ileri sürmüştür. Bununla birlikte kavramı çalışma yaşamıyla ile ilgili
olarak ilk kullanan Pierre Bourdieu olmuştur. 1963’te Cezayir’deki çalışma koşullarını analiz eden
Bourdieu düzenli işlerde çalışan ile düzensiz işlerde çalışan işçilerin yaşam koşullarının
farklılaşmasının doğurduğu toplumsal bölünmeye dikkati çekmiş ve ikinci kategoride yer alanları
vurgulamak için “précarité (güvencesizlik) kavramını kullanmıştır. Bu çerçevede çalışma
koşullarından kariyer olanaklarına, bireysel ilişkilerden estetik anlayışına kadar yaşamın her alanında
esneklik politikaları ile belirsizliğe mahkum edilen kitleyi prekarya olarak adlandıran görüşler dile
getirilmiştir (Barbier 2004: 7; Oğuz 2011: 11; Vatansever 2013: 2; Standing 2017a: 21; Çakır 2018:
71). Neoliberal politikalara eşlik eden esneklik politikaların devreye sokulmasıyla bireyin, yaşanan
acımasız rekabet nedeniyle iş gücü piyasalarının dışına itilme korkusu nedeniyle, hak gasplarına ve
vasıflarının önemsizleştirilmesine sessiz kalması, sömürüyü içselleştirmeye razı gelecek derecede
sömürüsünün yoğunlaştırılması ve esneklik anlamına gelmektedir. Bu noktada kimi durumlarda yüksek gelir düzeyiyle
ayrıcalıklı bir çalışma biçimi olarak değerlendirilebilecek serbest çalışma, çoğunlukla eğreti istihdam biçimlerine
yaklaşmaktadır. Dijital emeğin bir kesimini oluşturan yazılım işçilerinin bir bölümü de serbest çalışan (freelance) olarak
istihdam edilmektedir.
55
OECD verilerine göre 2017 itibarıyla Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 8,6, toplu iş sözleşme kapsamı ise
2016 itibarıyla yüzde 7’dir. Türkiye OECD ülkeleri arasında sendikalaşma oranının ve toplu iş sözleşmesi kapsamının en
düşük olduğu ülkelerden birisidir. Sendikalaşma oranı her ne kadar İskandinav ülkelerinde yüksek seyretse de (İzlanda yüzde
85,2, Danimarka yüzde 67,2, İsveç yüzde 66,1, Finlandiya yüzde 64,5), güçlü bir işçi sınıfı geleneği olan bazı gelişmiş
kapitalist ülkelerde bir hayli düşüktür: Fransa yüzde 7,9; ABD yüzde 10,3; Almanya yüzde 17; İngiltere yüzde 23,7 (Çelik
2019: 43-44).
111
sindirilmesi sürecine ise prekarizasyon denilmektedir. Esnek birikim döneminde giderek daha geniş
bir kesim prekarize olmakta, bu kesimlerin hem kişisel ve mesleki vasıfları hiçleşmekte hem de
gelecekleri belirsizleşmektedir (Vatansever 2013: 7).
İçinde bulunduğumuz dönemde küreselleşme süreciyle birlikte eşitsizliklerin daha da
artması, uluslararası göç hareketlerinin yaygınlaşması, eğreti istihdamın genellik kazanması ve dijital
emek örneğinde olduğu gibi yeni emek formlarının ortaya çıkmasıyla birlikte işçi sınıfı daha parçalı
bir görünüme sahip olmuştur. Orta sınıfların çözülüşü ile de sayıları hızla artan güvencesiz çalışanları,
Standing proletaryanın altında yeni filizlenen, oluşum içindeki bir sınıf olarak değerlendirmiş ve bu
yöndeki görüşlerini Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf ve Prekarya Bildirgesi – Hakların Kısılmasından
Yurttaşlığa adlı kitaplarında detaylı biçimde ele almıştır. Standing’e göre günümüz kapitalist
toplumunda yedi sınıf bulunmaktadır. Bu sınıflar elitler, maaşlılar, “profisyenler”
56
(profesyonel
teknisyenler), geleneksel işçi sınıfı (proletarya), prekarya, işsizler ve sınıf-altı kesim olarak da
değerlendirilebilecek lümpen-prekaryadır (Standing 2017a: 21-24; Standing 2017b: 22-23). Bu
yaklaşım büyük ölçüde Weber’in sınıf kuramından da etkilenmektedir. Bu yüzden kısa da olsa
Marx’ın ve Weber’in sınıf kuramına değinmek yararlı olacaktır.
Toplumsal sınıf kategorisinin kullanımına dair ilki Marx’ın diğeri Weber’in olmak üzere iki
temel kuram bulunmaktadır (Scase 2000: 10). Marx, sınıfı insanların sermaye sahipliğine ve üretim
araçlarıyla olan ilişkisine göre tanımlamaktadır (Turner 1997: 59; Edgell 1998: 12-15; Giddens 2000:
285; Gülalp 1993: 19). Toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler ise sömürüye dayanmaktadır. Nitekim
bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür yurttaş ile köle, patrisyen
ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, dolayısıyla ezen ile ezilen arasında dur durak bilmeyen bir
mücadele, sınıf mücadelesi vardır (Marx, Engels 1998: 33). Kapitalizmde iki temel sınıf söz
konusudur: Burjuvazi ile emek-güçlerini satmak zorunda olan proletarya, işçi sınıfı. Kapitalizmde
emek-gücü meta haline getirilmekte ve artı-değer yoluyla işçi sınıfı sömürülmektedir. Marx’a göre
elbette ki bir toplum yalnızca bu sınıflardan oluşmayacak, orta sınıflar da var olacaktır. Kendi küçük
işlerinde çalışan kesimlerden olan küçük burjuvazi (Turner 1997: 59), orta sınıfların en önemli
kesimini oluşturmaktadır. Analize küçük burjuvazinin dahil edilmesi, kapitalizmin sınıf sistemini
karmaşıklaştırmaktadır. Ancak Marx, kapitalizmin gelişimi ile keskinleşen sınıf mücadelesinin ve
üretimde tekelleşmenin orta sınıfların toplumsal temellerini sarsacağını, onları proletaryanın saflarına
iteceğini savunmuştur. Böylelikle orta sınıflar ortadan kalkacak, toplumun kutuplaşması
derinleşecektir (Edgell 1998: 20).
56
Standing bu kavramı, profesyoneller ile teknisyenler sözcüklerini birleştirerek türetmiştir (2017a: 22)
112
Weber ise Marx’ın sınıfın nesnel olarak belirli ekonomik koşullara dayandığı görüşünü kabul
etse de sınıfın oluşumunda ekonomi dışı etkenlerin de belirleyici olabileceğini ileri sürmektedir
(Giddens 2000: 285). Burada önemli bir nokta, Weber’in sınıf konumunu piyasadaki yaşama şansına
göre belirlemesidir. “Toplumsal tabakalaşma teorisi” olarak da bilinen Weber’in teorisine göre sınıfsal
konum, son noktada piyasadaki konumla özdeştir. Ayrıca kişinin sınıfsal konumu mülk sahipliğiyle
belirlenir. Mülk sahibi olmak ya da mülksüzlük tüm sınıfsal konumların en temel kategorileridir
(Weber 1986: 178). Weber ayrıca ayrıcalıklı sınıfları mülkiyetçi ya da mülk sahibi sınıf ile edinimci ya
da ticari sınıf olarak birbirinden ayırmaktadır (Edgell 1998: 30). Peki, sınıf kavramı kapitalist piyasa
ile ilişkilendirilecekse, piyasanın söz konusu olmadığı kapitalizm öncesindeki eşitsizlikleri hangi
kavramla açıklamak gerekmektedir? Burada toplumsal tabakalaşma kuramları açısından, Weber’in
Marx’a göre en büyük farklılığı açığa çıkmaktadır. Weber, eşitsizlikleri açıklamakta sadece sınıf
kavramından yola çıkmamakta, bunlara statü ve partiyi de eklemektedir. Buradan hareketle Weber,
kölelerin, serflerin birer statü grubu olduğunu savunmakta, kapitalizm öncesi toplumsal tabakalaşmayı
ise statü düzeninin belirlediğini söylemektedir. Bu bağlamda Weber’in kuramı ekonomik tabakalaşma
ile statüye dayalı toplumsal tabakalaşma olmak üzere farklı tabakalaşma biçimlerini birleştirdiği için
“çok boyutlu” olarak ele alınmaktadır (Gülalp 1993: 18-19). Weber, ekonomik tabakalaşmanın
gerilediği yerlerde statü çatışmasının büyüdüğü ve güçlendiği düşüncesindedir. Ayrıca Weber’in
sosyolojisinden çıkartabileceğimiz önemli bir sonuç da statü gruplarının toplumsal sınıflarla bir arada
ortaya çıkabileceği, statü grubu kimliğinin ise sınıf üyeliği duygusunu ve sınıf bilincini
zayıflatabileceğidir (Turner 1997: 64-65). Öte yandan statü bir kişinin mesleğiyle de
ilişkilendirilmekte, yönetime yakın, işletmeye ve profesyonel gruplara yakın olan meslekler yüksek
statülü olarak değerlendirilmektedir. Standing’e göre ise, sınıf ve statü açısından kendine özgü bir
durum söz konusudur. Standing’e göre sınıfsal açıdan “prekarya”, proletaryanın sahip olduğu (refah
devleti anlayışının egemen olduğu Fordist dönemde en üst seviyeye ulaşan) toplumsal sözleşme
ilişkilerinin dışındadır. Refah devletlerinin yazılı olmayan kurallarına göre proletarya, kendisine
verilen güvenceler karşısında sermaye ile itaat ilişkisine girmektedir, oysa herhangi bir güven ya da
güvenlik bulamayan prekarya için itaat ilişkisi söz konusu değildir. Statü açısından ele aldığımızda ise
prekarya, parçalı statüye sahiptir. Çünkü prekarya yüksek statülü profesyonel ya da orta statüdeki
zanaat mesleklerine tam olarak denk gelmemektedir. Sonuç olarak Standing, “prekarya”nın eskiye
dayalı sınıf ya da statü (meslek) kavramlarıyla kolay kolay örtüştürülemediğini savunmaktadır (2017a:
23).
113
Standing’e göre prekarya, İkinci Dünya Savaşı sonrası izlenen “endüstri vatandaşlığı”
(Keynesyen refah devleti politikaları kastedilmektedir) gündemi çerçevesinde işçi sınıfı ya da endüstri
proletaryası kapsamına giren emeğe verilen yedi tip güvenden yoksun kişileri içermektedir. Bu
güvence tipleri ise tam istihdam politikasına bağlı olarak yeterli gelir getirici fırsatların sunulması
anlamına gelen emek piyasası güvenliği; keyfi işten çıkarmalara karşı korumayı ve çeşitli
düzenlemeleri içeren istihdam güvenliği; statü ve gelir açısından dikey mobilitenin sağlanmasına
yönelik fırsatları içeren iş güvenliği; çalışma koşullarının iyileştirilmesini, çalışma saatlerinin
sınırlandırılmasını, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanmasını amaçlayan çalışma güvenliği; işçilerin
sahip olduğu becerilerin kullanılabilmesini içeren vasıfların yeniden üretiminin güvenliği; asgari ücret,
kapsamlı sosyal güvenlik, ilerici vergi sistemi gibi uygulamaları içeren gelir güvenliği ve son olarak
sendikal örgütlenme ve grev hakkını içeren temsil güvenliğidir. “Prekarya” olarak adlandırılan kesim
bu yedi tip güvenceden yoksundur (Standing 2017a: 26-30; Standing 2017b: 26-28). Öte yandan
“prekarya” homojen bir yapıya sahip değildir. Genel olarak prekaryayı bir kalıba sokmak güç olsa da
üç farklı gruptan söz edilebilir
57
. Bu gruplardan ilki işçi sınıfı topluluklarından ya da işçi sınıfı
ailelerinden atılan, işçi sınıfından kopan, göreli bir mahrumiyet yaşayan, kısmen eğitimsiz ve sağ
popülizm ile neo-faşist hareketten etkilenmeye fazlasıyla açık olan kesimdir. İkinci kesimi ise
geleneksel kısmi yurttaşlar-göçmenler (denizen), yaşadıkları toplumun en ayrıcalıksız katmanını
oluşturan etnik azınlıklar, durumu belirsiz sığınmacılar, kısacası az da olsa bazı hakları güvence altına
alınmış insanlar (“sessizler” ve “ötekiler”) oluşturmaktadır. Gittikçe büyüyen üçüncü kesim ise parlak
bir kişisel gelişim kariyeri hedefleri olmalarına karşın güvencesiz bir varoluşa saplanan, göreceli
mahrumiyet ve büyük bir hüsran duygusuna sahip eğitimli insanları içermektedir. Sonuç olarak birinci
kesim hayali bir geçmişe dayalı mahrumiyet yaşarken, ikinci kesim mevcut durumda bir “evin”
olmamasından kaynaklı yoksunlukla karşılaşmakta, son grup ise içinde bulunduğu durumu bir
geleceksizlik duygusuyla ilişkilendirmektedir. Birbirinden farklı bu üç kesimi ortak bir grup kimliği
altında toplamak ise en büyük zorluktur (Standing 2017b: 38-40). Standing’e göre pek çok ülkede
yetişmiş nüfusun yaklaşık dörtte biri bu kategoride yer almaktadır. Bu kitlenin özelliği içinde
bulundukları güvencesizlikle yakından ilişkili yabancılaşma, dışlanma, kaygı ve hiddete eğilim gibi
duygulara sahip olmasıdır. Ancak prekarya, Marksist terminolojiyi kullanırsak, “kendisi için bir sınıf”
değildir. Bunun nedeni ise kendisiyle savaş içinde olması, gerilimler yaşamasıdır. Düşük ücrete sahip
bir işçinin, yaşadığı bölgeye gelen göçmen işçileri suçlaması örneğinde olduğu gibi prekarya olarak
adlandırılan grubun içinde yaşadığı çatışmalar, yaşadıklarının sorumlusunun mevcut ekonomik ve
57
Standing, 2011 tarihinde ilk kaleme aldığı “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf” adlı çalışmasında dört kesimden
bahsetmektedir. Geçici işlerde çalışmak durumunda olanlar; yarı-zamanlı istihdam edilenler; çağrı merkezi çalışanları ve
stajyerler bu dört grubu oluşturmaktadır (Standing 2017a: 33-35). Ancak Standing 2014 tarihli Prekarya Bildirgesi adlı
kitabında bu sınıflandırmayı değiştirmiş ve prekaryanın üç gruptan oluştuğunu savunmuştur.
114
sosyal yapı olduğunu görmelerini engellemekte, bu durum onları popülist politikacıların ve neofaşist
mesajların etki alanına girmelerine yol açmaktadır. Yaşananlar bu kesimin korkularına, güvencesizlik
durumuna ve arzularına yanıt verecek bir politikayı zorunlu kılmaktadır (Standing 2017a: 50). Ancak
prekarya olarak adlandırılan bu kesimin sürekli bir belirsizlik ve oturmamışlık durumu içerisinde
yaşamak zorunda kalması; dünyaya ve topluma karşı uzun vadeli sorumluluk hissi ve bir iradeyi
ortaya koyup bunu davranışa çevirecek dirayet şeklinde bir toplumsal hareketin sahip olması gereken
iki unsurdan yoksun olmasına yol açmaktadır (Vatansever 2013: 12).
Eğreti istihdamın genelleştiği esnek birikim döneminde prekarya kavramı akademik ve
politik literatürde oldukça popüler hale gelmiştir. Kasım 2018’de Fransa’da patlak veren “sarı
yelekliler” hareketiyle
58
birlikte kimileri prekaryanın politik olarak harekete geçmiş bir sınıfa
dönüştüğünü (Telek 2018) ileri sürse de önemli çelişkiler söz konusudur. Prekarya kuramına göre
EİT’lerde yaşanan ve dördüncü bölümde ele alacağımız devrim niteliğindeki gelişmelerle birlikte
sınıfsal ilişkiler dönüşüme uğramış, hatta eski sınıf ilişkileri ortadan kalkmış; proletaryanın yerini
yepyeni bir sınıf olan prekarya almaya başlamıştır. “Prekarya sınıfı”nın temel karakteristikleri ise
esnek çalışmaya dayanması, güvencesiz olması ve sosyal güvenceleri önemsememesi, kimilerinin
eğitimsiz kimilerinin ise yüksek eğitimli, hatta ikinci bir dil bilen olması, birbirinden çok farklı
kesimlerin bir araya gelmesidir (Çakır 2018: 21). Ancak prekarya kuramına yönelik çok sayıda eleştiri
vardır. Prekarya kuramına getirilen en önemli eleştiri, üretim sürecindeki konumları ve ekonomik-
toplumsal gereksinimleri çok farklı olan kesimleri tek bir kategori altında birleştirmek istemesidir.
Walmart, Starbucks, McDonalds gibi yerlerde çalışan zincir işçileri ile vasıflarını kullanarak bilgisayar
progamları, filmler, reklam müzikleri gibi metalar üretmeleri için istihdam edilen kafa işçileri buna
örnek olarak gösterilebilir. Hem zincir işçileri hem de kafa işçileri parça başı çalışmakta, esnek ve
güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle prekarya kapsamında değerlendirilmektedir. Ancak dijital
emeği de içinde barındıran kafa işçilerinin ücretleri hem zincir işçilerine göre çok daha yüksektir hem
toplumsal konumları daha yüksektir hem de çalışma koşulları üzerinde daha fazla kontrole sahiptir.
Çalışma zamanını kendileri belirleyebildikleri için bu çalışma türü kafa işçileri için bir tercih nedeni
olabilmektedir. Oysa zincir çalışanlar için böylesi bir durum olanaksızdır. Zincir çalışanlar Fordist
fabrikanın seri üretim hattının disiplinine bütünüyle tabidirler, üstelik buna karşı mücadele etmenin
araçlarına sahip değildirler (Oğuz 2011: 15-16). Bu çerçevede prekarya net bir kavram değildir,
heterojen grupları içermektedir. Nitekim Standing’in prekaryanın bileşenlerini sayarken dile getirdiği
üç grubu ele aldığımızda, her ne kadar bunların hepsini birleştiren güvencesizlik ve belirsizlik gibi bir
ortak payda bulunsa da gerek Marx’ın gerekse de Weber’in sınıf kuramı açısından bir sınıftan söz
58
“Sarı yelekliler” hareketiyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bkz. Genestier 2019.
115
etmek olanaklı değildir. Bu eleştirilere karşı Standing, prekaryanın bir sınıf olduğu yönündeki
iddiasını Weber’in sınıfsal konumunun son noktada piyasadaki konumla özdeş olduğu (1986: 178;
Day 2001: 10) şeklindeki görüşüne dayandırmak istese de söz konusu kesimin neden işçi sınıfının bir
parçası olmadığı yönünde ikna edici bir kanıt sunamamaktadır. Oysa sınıf konumları, üretim ve
yeniden üretim ilişkisindeki rollere göre belirlenmektedir. Sosyal sınıflar ilişkiseldir, kendi başlarına
ortaya çıkmazlar ve dayandıkları üretim ilişkileri üzerinden belirlenirler. Buna karşın prekarya
kuramını savunanlar, bu “sınıfa” kapitalizmin üretim ilişkileri açısından yeni bir rol tanımlasa da bir
bütün olarak bu sınıfın sosyal sistemin yeniden üretimi için nasıl bir temel olabileceğine dair herhangi
bir şey söylememektedir (Munck 2013: 752).
Prekarya kuramına getirilen bir diğer önemli eleştiri neredeyse tamamen Batı Avrupa
(Kuzey) merkezli olmasıdır. Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip olan kuram, buradaki gelişmeleri
tüm dünyada geçerli olan bir norm olarak kabul etmektedir. Oysa ‘prekarite’ terimiyle tanımlanan
çalışma türünün küresel Güney’de ilk defa norm olduğu söylenemez, çünkü bu ülkelerde çalışma her
zaman güvencesiz olmuştur, bu anlamda yaşananlar yeni olarak değerlendirilemez. Standing’in
“tehlikeli sınıf” benzetmesi de sorunludur. Victor Hugo’nun ünlü yapıtı Sefiller’de çalışan yoksulların
potansiyel katiller ve gaspçılar değil, sömürücü bir sistemin kurbanları olduğunu göstererek,
zamanının “tehlikeli sınıf” söylemine yanıt vermesinden yaklaşık 150 yıl sonra, Standing’in yeni
oluşan bir sınıf olarak nitelediği prekaryayı “tehlikeli sınıf” nitelemesi siyasi olarak sorumsuzluk
olarak değerlendirilmektedir (Munck 2013: 759).
Son olarak proletaryanın tarih sahnesinden çekildiği, yerini prekaryaya bıraktığı yönündeki
iddia da eleştiri konusudur. 1980’li yıllardan itibaren uygulanan neoliberal politikalar ve esnek birikim
rejimiyle birlikte endüstriyel emeğin küreselleşmesi, Kuzey ülkelerinde azalırken Güney ülkelerinde
yoğunlaşması, küresel iş gücünün cinsiyet bileşiminin değişmesi, kadınların iş gücüne katılımının
yüzde 50’yi aşması gibi gelişmeler yaşanmıştır. Dünya genelinde 1995-2019 arasındaki dönemde
endüstriyel işçilerde yaşanan niceliksel değişim Tablo 3.1’de görülebilir. Buna göre “Yüksek Gelir
Grubu Ülkeler” olarak sınıflandırılan Kuzey ülkelerinde 1995 yılında yaklaşık 151 milyon olan
endüstriyel işçi sayısı 2019 yılına gelindiğinde yaklaşık 144 milyona gerilemiştir. Öte yandan aynı
dönemde dünyanın geri kalanını oluşturan (düşük gelir grubu, alt-orta gelir grubu ve yüksek-orta gelir
grubu) Güney ülkelerinde
59
endüstriyel işçi sınıfının sayısında ciddi bir artış söz konusu olmuş,
59
Ülkelerin Kuzey – Güney şeklinde sınıflandırılması uluslararası kuruluşlar tarafından üretilmiştir, sosyal
bilimcilere analiz kolaylığı sağlamaktadır. Kuzey’i ve Güney’i hangi ülkelerin oluşturduğu ise tartışma konusudur. Bu
konuda çeşitli yaklaşımlar bulunmaktadır (Cengiz 2019: 24-29). Burada Dünya Bankası’nın ülkeleri yüksek, üst-orta, alt-orta
ve düşük gelir grubu olmak üzere 4 gruba ayıran sınıflandırması kullanılmıştır. Listede Türkiye, üst-orta gelir grubu ülkeler
arasında yer almaktadır (World Bank 2022, 1 Temmuz). Bu sınıflandırmada yüksek gelir grubu ülkeleri Kuzey ülkelerini
116
1995’te yaklaşık 393 milyon olan sayı 2019 yılına gelindiğinde 639 milyona çıkmıştır. Dünya
genelinde ise endüstriyel işçi sayısı aynı dönemde yaklaşık 544 milyondan, yaklaşık 783 milyona
yükselmiştir. Bu çerçevede endüstriyel işçi sınıfının tarihte hiç olmadığı bir büyüklüğe eriştiğinden
söz edilebilir.
Tablo 3.1
Küresel Endüstriyel İşgücü (kişi)
Ülke
Grupları
1995
2000
2005
2010
2015
2019
Yüksek
Gelir Grubu
Ülkeler
150.869.836
148.034.844
143.138.473
138.260.739
139.620.516
143.598.416
Düşük Gelir
Grubu
Ülkeler
12.892.024
13.868.482
16.158.900
20.027.344
23.927.835
26.774.878
Alt-Orta
Gelir Grubu
Ülkeler
132.158.994
149.881.036
184.619.140
218.475.362
254.788.369
278.918.995
Üst-Orta
Gelir Grubu
Ülkeler
248.242.963
256.287.771
282.867.335
326.543.233
344.813.408
333.614.282
Güney
Ülkeleri
393.293.981
420.037.289
483.645.375
565.045.939
623.529.612
639.308.155
Dünya
Geneli
544.163.817
568.072.133
626.783.848
703.306.678
763.150.128
782.906.571
Kaynak: World Bank Open Data (2022), “Employment in industry (% of total
employment)”, https://bit.ly/3BJ8Zi7, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2022); World Bank Open Data
(2022), “Labor force, total”, https://bit.ly/3R1o1EB, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2022)
Buna karşın proleterleşmenin kitlesel genişlemesi, işçi sınıfının 1950’lerde veya 1960’larda
olduğu gibi aynı öncü sektörlerle olduğu gibi kaldığı anlamına gelmemektedir. Kuzeydeki sendikalar
endüstriyel üretimden çok hizmetler sektörüne dayanmaya başlarken, Güney’de (örneğin Bolivya’da)
madenciler ve diğer geleneksel işçi sektörleri, işçi sınıfının bileşimi daha karmaşık hale geldikçe öncü
oluşturmakta, geri kalan ülkeler ise Güney ülkeleri olarak kabul edilmektedir (IOM 2013: 43). Dolayısıyla Türkiye Güney
ülkeleri arasında bulunmaktadır.
117
bir rol oynamayı bırakmıştır (Munck 2013: 755; Ness 2018: 19-39). Kısacası işçi sınıfı ortadan
kalkmamakta, yeni emek formları ortaya çıkmaktadır. Güvencesizliğe karşı emeğin farklı kesimlerini
bir araya getirme ve politik bir hareketi tetikleme konusunda prekarya yararlı bir işlev edinse de onu
yeni bir sınıf tanımlamasının temeli olarak değerlendirmek yanıltıcı olacaktır (Oğuz 2011: 20).
Sonuç olarak eğreti istihdamın yarattığı olumsuzluklar, dijital kapitalizm koşullarında daha
da ağırlaşmaktadır. Dijital teknolojilerin gelişimiyle emek gücünün karşı karşıya kaldığı aşırılıklar
artmış, daha çok sayıda insan neredeyse hiç iş güvenliği olmadan çoğu zaman gereksiz, tatmin
sağlamayan işlerde düşük ücret karşılığında çalışmak zorunda kalmıştır. Teknolojik gelişmeleri
yücelten görüşlerin aksine, EİT’lerde yaşanan gelişimle birlikte metalaşma ve sömürünün arttığı bir
gelecek yaratılmıştır. Kimilerince “prekarya” olarak nitelenen, ama her ne adlandırmayı yaparsak
yapalım, daha az hak ve güvenliğe sahip, dolayısıyla işçi sınıfının “güvencesizleşmesinden” çok daha
fazla pay alan yeni bir kesimi ortaya çıkmıştır. Kapitalist sistem varlığını sürdürmede,
“güvencesiz”lerin genişlemesiyle ortaya çıkan bu emek fazlasından (Marksist terminolojiyle yedek
sanayi ordusundan) sıklıkta yararlanmaktadır (O’Shea 2021: 188-192).
III. Teknoloji ve Emek: İşin Geleceği
Çalışmamızın amaçlarından birini, teknolojinin toplumla olan ilişkisini ele almak, teknolojik
değişimlerin endüstri ilişkileri alanında, özellikle emek üzerinde ne gibi değişiklikler yarattığını,
iktidar ilişkilerini de dikkate alarak incelemektir. Bu bağlamda günümüzdeki teknolojik değişimlerin
emeği ne yönde etkilediği konusunu analiz etmek önemlidir. Bu çerçevede teknolojik değişimin
oldukça hızlı seyrettiği günümüz dünyasının yanıtı en çok merak edilen, tartışılan sorularından
birisiyle başlamak gerekmektedir: Teknolojide yaşanan ilerlemeler, insan hayatı üzerinde nasıl bir
etkide bulunmaktadır? ABD’li akademisyenler Brynjolfsson ve McAfee, ses getiren çalışmaları
“İkinci Makine Çağı”nda (The Second Machine Age – Work, Progress, and Prosperity in a Time of
Brilliant Technologies) bu soruya yanıt vermeye çalışmakta, birinci bölümde “Teknoloji ve
Endüstriyel Gelişim” başlığında ele aldığımız ve büyük oranda Neo-Schumpeter’ci endüstriyel
devrimler yaklaşımına yeni bir yorum getirmektedir. Çalışmalarının girişinde insanlık tarihini, insani
sosyal gelişme açısından ele alan yazarlar, 18. yüzyıldan itibaren kritik bir kırılmanın yaşandığını ileri
sürmektedir. Birinci Makine Çağı olarak adlandırdıkları bu dönemi başlatan eşik, Watt’ın buhar
makinesini geliştirmesiyle ivmelenen Endüstri Devrimi’dir. Watt’ın buhar makinesi, insan ve
hayvanın kas gücünün sınırlamalarının aşılmasını sağlamakta, istediği zaman büyük ve yararlı bir
enerjinin üretilmesine olanak tanımaktadır. Devasa miktarda açığa çıkan bu mekanik güç, fabrikalarda
118
seri üretime, demiryollarında ise kitle taşımasına olanak sağlamış, insanlık tarihinde görülmedik bir
değişimin kapısını da aralamıştır. Brynjolfsson ve McAfee, günümüzde ise ikinci bir kırılma anı
yaşandığını ileri sürmektedir. Bu kez kas gücünün sınırlamaları değil, zihinsel gücün sınırlamaları
aşılmaktadır. “İkinci Makine Çağı” olarak adlandırdıkları bu dönemin itici gücü ise bilgisayarlar ve
diğer dijital ilerlemelerdir. İnsanlık tarihinin ilerleme eğrisinin yeniden bükülmesi anlamına gelen bu
çağın olumlu olduğu (kıtlığın aşılması, özgürlüğün yolunu açması, vb.) kadar olumsuz sonuçları
(Birinci Makine Çağı’nda yaşanan çevre kirliliği ve çocuk istihdamı gibi) olacaktır. Yazarlar
dijitalleşmenin daha da hız kazanması, bilgisayarların daha güçlü hale gelmesiyle şirketlerin daha az
işçiye ihtiyaç duyacağını ileri sürmektedir. Özel becerilere veya doğru eğitime sahip olan işçiler için
bugünün en doğru zaman olduğu görüşünü savunan yazarlar, bunun aksine sıradan beceri ve
yetenekleri olan işçiler için bundan kötü zaman olamayacağı görüşünü dile getirmektedir. Teknolojik
ilerlemenin sonucunda “sıradan” becerilere sahip işçiler geride kalacak, yalnızca özel yetenekleri
bulunan ya da “doğru eğitime” sahip olan işçiler değer yaratmak için bu yeteneklerini
kullanabilecektir. Öte yandan bilgisayarlar, robotlar ve diğer dijital teknolojiler olağanüstü bir hızda
bu becerileri ve yetenekleri elde etmeye başlamıştır, bu yüzden “sıradan” becerilere sahip işçiler için
ciddi bir tehlike söz konusudur (Brynjolfsson, McAfee 2014: 414).
Dördüncü Endüstriyel Devrim’e, daha bilinen adıyla Endüstri 4.0’a enformasyon ve iletişim
teknolojilerinde 1970’li yıllarda başlayan, ama asıl olarak 2000’li yıllarda üst boyuta ulaşan devrim
niteliğindeki ilerlemelerin yön verdiği, dolayısıyla bu evrenin kritik teknolojisinin EİT olduğu
görüşüne daha öncesinde değinmiştik. Henüz oluşum halinde bir süreç olarak ifade edebileceğimiz,
doğrultusu yönünde ancak tahminde bulunabileceğimiz Endüstri 4.0’ın çalışmamız açısından önemi,
günümüz kapitalizmin her derde deva, bir ilerleme ülküsünün ifadesi olarak mitleştirilmesi değildir.
Endüstri 4.0 stratejisinin uygulanmasının emek üzerinde önemli etkilerde bulunması, bir bakıma köklü
dönüşüme yol açması, çalışmamız açısından önem taşımaktadır.
Endüstri 4.0 ile otomasyonun daha da hız kazanacağı, robotların üretim sürecinde daha
yoğun kullanılmasıyla birlikte işsizliğin artacağı, birçok mesleğin ortadan kalkacağı
öngörülmektedir.
60
Özellikle yapay zeka uygulamaları ve ona eşlik eden artan robotizasyon ile birlikte,
birçok işin tehdit altında olduğunu söylemek olanaklıdır (Pfeiffer 2017: 28; Ford 2018: 81-83;
Kozanoğlu 2018: 112; Erdoğdu 2021: 133). Ancak tehdit altında olan sadece daha çok kol gücüne
dayanan mavi yakalı istihdam biçimleri değildir. Endüstri 4.0 teknolojilerinin getireceği robotik, akıllı,
60
Makinelerin, içinde bulunduğumuz dönemde ise robotların, işçilerin elinden işlerini alacağı endişesi / korkusu
yeni değildir. Kökeni 19. yüzyıla dayanan “John Henry ile buharlı şahmerdan” masalı, bir demiryolu işçisinin çelik bir
elektrik matkapla yarışını konu edinmektedir. Demiryolu işçisi bu yarışı kazanır, ancak bu uğraşta hayatını kaybeder (Frase
2017: 8). Bu “amansız yarış” günümüzde de işçilerle robotlar arasında sürmektedir.
119
otonom çözümler, işleri dijitalleştirecek, otomatize edecek ve sadece mavi yakalı istihdam biçimlerini
değil, daha çok rutin işleri gerçekleştiren beyaz yakalı istihdam biçimlerini de ortadan kalkma tehlikesi
ile baş başa bırakacaktır (Ansal, Yıldırım 2018). Akıllı algoritmalar ve büyük verinin (big data),
nitelikli (vasıflı) bilgi işçilerinin yerini alabileceği ileri sürülmektedir (Pfeiffer 2017: 28). Yapay zeka
uygulamalarının da eşlik ettiği bu süreçle birlikte bir işi yapmak için gerekli olan zaman ve enerji
azalmış, enerji tasarrufu ortaya çıkmıştır. Teknolojinin gelişimiyle maliyetleri daha da düşen
robotların yaygınlaşmasıyla kol gücünün yerini robotların, beyin gücünün yerini ise yapay zekanın
alacağı, bunun sonucunda istihdam alanında bir daralmanın yaşanacağı yönünde güçlü belirtiler vardır.
Kısacası robotların üretim alanında çoğalması ile emek ciddi bir tehdit altındadır (Ford 2018: 57-64;
Erdoğdu 2021: 134).
Öte yandan robotlaşmanın emek gücünden tasarrufun yanında istihdamı artıran bir yanının
da bulunduğunu savunan görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşü savunanlar bu durumu üç başlık
altında gerekçelendirmektedir. İlk olarak robotların kullanıldığı sektörlerde yaşanan verimlilik artışı,
küresel tedarik zincirini de büyüterek ara mal ve hammaddeye olan talebi artıracak, bu da daha fazla
istihdamı gerektirecektir. İkinci olarak robotların kullanımı ve artan otomasyon, verimlilikte de büyük
bir artışın yaşanmasına neden olacaktır, bu da nihai ürüne olan talebi artıracaktır. Son olarak ise
robotların üretimde giderek daha çok kullanılması, ekonominin yapısında bileşimsel değişimlere
neden olabilecek, bunun sonucunda yüksek iş gücü payına sahip sektörlerin büyümesini teşvik ederek
istihdam yaratabilecektir (World Bank 2019: 150).
Ancak yapılan bazı araştırmalar, emek açısından fazla iyimser olmamak gerektiğini
göstermektedir. Nitekim McKinsey Global Institute (MGI) tarafından 2019 yılında yapılan bir
araştırmaya göre tüm dünyadaki işlerin yüzde 50’si, günümüz teknolojilerinin uyarlanması ile
otomasyona geçebilme potansiyeli taşımaktadır. Yine aynı araştırmaya göre, 2030 yılında
otomasyonun etkisiyle ortadan kalkacak işlerin miktarı 400 milyonu bulacaktır. Otomasyondan
olumsuz etkilenecek bu işler ağırlıklı olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde bulunmaktadır. Almanya’da
mevcut işlerin yüzde 24’ü, ABD’de yüzde 23’ü, Çin’de ise yüzde 16’sı, bu senaryoya göre ortadan
kalkacaktır. Her ne kadar 75 milyon kişinin bu dönemde yeni mesleklere geçeceği tahmin edilse ve
2030’da tüm işlerin yüzde 9’unun Endüstri 4.0 etkisiyle ortaya çıkacak yeni işler olacağı McKinsey
Global Institute (MGI) tarafından yayınlanan bu araştırmanın raporunda bir tahmin olarak ortaya
konulsa da (Manyika vd. 2017: 1-3) genel toplamda çok daha fazla insanın işini kaybedeceği, işsiz
kalacağı açıktır. Nitekim kitlesel işsizlik korkusu, Endüstri 4.0 konseptinin tüm dünyaya yayılmasında
önemli bir pay sahibi olan Dünya Ekonomik Forumu (WEF - World Economic Forum) çevrelerinde de
120
endişe yaratmaya başlamıştır. Bu çevrede sarf edilen “Endüstri 4.0’ın ayakta kalabilmesi için biraz
Marksizme ihtiyaç var” (Bendell 2016) sözleri bu endişenin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bu
sürece ilişkin sermayenin belirli kesimlerinin bakış açısını yansıtması açısından Tennessee merkezli
bir restoran zinciri olan Hardee’s Food Systems Inc.’in direktörü Andrew Puzder’e ait şu sözleri de
aktarmamız yararlı olacaktır: “Onlar her zaman kibarlar, her zaman daha fazla satıyor, asla tatil
yapmıyor, asla geç kalmıyorlar, asla kayma-düşme gibi kazalar geçirmiyor, ayrıca yaş, cinsiyet ve ırk
ayrımcılığı gibi vakalara konu olmuyorlar” (World Bank 2018: 20). Puzder, burada çalışanların
yerlerini makinelerin ve robotların alması gerektiğini kastetmektedir. Benzer bir yaklaşıma, dördüncü
bölümde ele alacağımız Tayvan kökenli, ağırlıklı olarak Çin’de üretim yapan dev elektronik firması
Foxconn ile ilgili bir analiz yapan The Economist’in kullandığı ifadelerde rastlamak olanaklıdır. Ağır
çalışma koşulları karşısında çok sayıda işçisi intihar eden ya da intihar girişiminde bulunan
Foxconn’un üretimde daha çok robot kullanma yönündeki kararına göndermede bulunulan bu
makalede şu ifadeler kullanılmaktadır: “Robotları yönetmek kolaydır, çünkü onlar şikâyet etmezler
veya daha yüksek ücret istemezler veya kendilerini öldürmezler” (The Economist 2011).
Şekil 3.1: Robotlaşma ve Kişi Başına Düşen Gelir İlişkisi
Kaynak: World Bank (2019), World Development Report 2020: Trading for Development
in the Age of Global Value Chains, Washington, DC: World Bank: 147
Bu gibi ifadelerin iş dünyasında giderek çoğalması, emeğin robotlaşma karşısında ciddi bir
risk altında olduğunu kanıtlamaktadır. Çin gibi sınırsız görünen iş gücü arzına sahip ülkelerde bile
ücretlerin yükselmeye başlaması (Dyer-Witheford 2019: 216; The Economist 2011), sermayenin
121
üretim sürecinde endüstriyel robotlar kullanımı kararlarını almasını her geçen yıl artırmaktadır.
61
Robotlaşma sürecinin ücretlerin ve kişi başına gelirin görece yüksek olduğu ülkelerde daha yüksek
hızla seyrettiği gözlemlenmektedir. Nitekim robotlar ağırlıklı olarak Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve
Asya’daki bu ülkelerde kullanılmaktadır (Şekil 3.1). İşçi başına robot yoğunluğunun en yüksek olduğu
ülkeler Almanya, Güney Kore ve Singapur’dur. Bu yoğunluğa karşın bu ülkelerde istihdam oranı hala
yüksektir (World Bank 2018: 20). Öte yandan Çin’in ilerleyen yıllarda en büyük endüstriyel robot
stokuna ülke olması beklenmektedir (World Bank 2019: 147).
Şekil 3.2: Robotlaşma ve Sektörlerde Otomasyonun Uygulanabilirliği
Kaynak: Artuc, Bastos ve Rijkers 2018’den aktaran World Bank 2019: 147
Buna karşın üretimde robotların en yoğun olarak kullanıldığı sektör, geçmişte olduğu gibi,
günümüzde de otomotiv sektörüdür (Şekil 3.2). Tekstil gibi geleneksel emek yoğun sektörlerde, her ne
kadar otomasyona elverişlilik söz konusu olsa da robotlaşma daha az görülmektedir. Ancak COVID-
19 pandemisi nedeniyle küresel tedarik zincirinin kesintiye uğramasının birçok otomotiv tedarikçisini
ve otomotiv üreticisini üretimi geçici olarak durdurmaya zorlaması, 1961 yılında New Jersey’deki
General Motors fabrikasına ilk ünitelerin yerleştirilmesinden bu yana endüstriyel robotların en büyük
müşterisi unvanını elinde bulunduran otomotiv sektörünün, bu konumunu kaybetmesine yol açmıştır.
2020 yılında elektrik / elektronik sektörü, ilk kez otomotiv sektörünü geçerek endüstriyel robotların
ana müşterisi olmuştur. Genel planda ise son yıllardaki yüksek hacimli robot kurulumlarının etkisiyle,
Asya’nın ortalama robot yoğunluğu 2015’ten bu yana yüzde 18 artarak 2020’de 10.000 çalışan başına
61
Endüstriyel robot satışlarıyla ilgili olarak ikinci bölümde yer alan “Akıllı Robotlar” başlığı incelenebilir.
122
134 adede yükselmiştir. Avrupa robot yoğunluğu ise Asya’ya göre kısmen düşüktür. Avrupa robot
yoğunluğu 2015’ten beri sadece yüzde 6 artmış 2020’de 10.000 çalışan başına 123 birime ulaşmıştır.
Amerika’da ise 10.000 çalışan başına 111 robot (2015’ten beri yüzde 9 artış) söz konusudur (IFR
2021). Üretimde robotların kullanılmasının, kaliteye göre ayarlanmış robotların fiyatlarındaki düşüş ile
önümüzdeki on yıl içinde daha da artacağı öngörülmektedir (World Bank 2019: 147). Bu durumun
emek gücünü olumsuz yönde etkileyeceği ise açıktır.
Üretim sürecinde kullanılarak emek süreçleri üzerinde önemli etkilerde bulunan bir diğer
teknolojik gelişme yapay zekadır. İnsan beyninin bir benzerinin yapılabilmesi iddiasıyla başlayan
yapay zeka çalışmalarında, özellikle son 25 yılda ciddi ilerlemeler yaşanmış, insan gibi davranan bir
robot oluşturma konusunda kısmi başarılar elde edilmiştir. Günümüzde askeri, sivil ve ticari
uygulamalarda karar destek, planlama ve operasyon süreçlerinde yapay zekanın kullanımı artmıştır.
Yapay zekanın ve onun bedene bürünmüş hali olan (Say 2018: 121) robotların, canlı emeğin,
dolayısıyla işçi sınıfının yerini alabileceği şeklinde görüşler bu dönemde sıkça dile getirilmiştir. Bu
görüşlerin yaygınlık kazanmasında 2000’lere kadar daha çok rutin işlerde insan emeğini ikame eden
robotların, “makine öğrenmesi” (machine learning) olarak adlandırılan yapay zeka uygulamalarıyla
artık bilişsel görevleri de yerine getirmeye başlaması etkili olmuştur. “Makine öğrenmesi” sayesinde
robotlar, geçmiş deneyimlerinden, hatalarından ve olasılık hesaplamalarından “öğrenmekte” ve
kendilerini yeni duruma uyarlamaktadır. Böylece robotların işleyişinde insan faktörü belli oranlarda
ortadan kalkmakta, tam otonominin yolu açılmaktadır (Aydın 2021: 275). Endüstri 4.0 yaklaşımının
simgelerinden olan ve minimum ya da sıfır insan müdahalesi ile dolayısıyla insansız olarak üretimi
gerçekleştiren, “karanlık fabrikaların” (Lights-out Manufacturing) üzerinde yükseldiği temel tam
olarak da bu gelişmelerdir (Lee 2018: 1). Öte yandan karanlık fabrikalarda her ne kadar işleyiş
insansız olsa da bu işleyişin arka planında ileri düzey programlama ve planlama bilgisine sahip,
bakım-onarımı gerçekleştirebilecek nitelikli bir işgücü gerektiğini vurgulamak önemlidir (Aksoy
2017: 38). Bu bağlamda Endüstri 4.0’ın getireceği bu teknolojik gelişmelerle birlikte işin tamamı
ortadan kalkmayacaktır. Bu süreçten en çok orta vasıf düzeyindeki emek olumsuz etkilenecektir.
Bunun bir örneğini de yapay zeka uygulamalarının hizmet sektöründe yarattığı etkide görebiliriz.
Rusya Federasyonu’nun en büyük bankası olan Sberbank’ta yaşananlar bu çerçevede incelenebilir.
Sberbank’ta kredi kararlarının yüzde 35’i yapay zeka uygulamaları yardımıyla alınmaktadır. Ayrıca
şirketin “robot avukatları”, 3 bin çalışanın yerini almıştır. 2011’de 59 bin olan “back office” (idari
departman) çalışanlarının sayısının yakın bir gelecekte bine düşürülmesi hedeflenmiştir. Benzer bir
şekilde Çin’deki bir finansal teknoloji firması olan Ant Financial, binlerce kredi memuru veya avukat
123
kiralamak / çalıştırmak yerine kredi anlaşmalarını değerlendirmek için büyük veri (big data) analizini
kullanmaktadır (World Bank 2018: 21).
Üretimde artan robotlaşmaya ek olarak otomasyonun artması da emek gücünü günümüzde
önemli ölçüde etkilemektedir. Otomasyon, sermayenin bir dizi işte emeğin yerini almasını sağlayan
yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve benimsenmesine karşılık gelmektedir. Otomasyon aynı zamanda,
görece düşük vasıflı işlerin daha sıkı yönetildiği ve daha yüksek ücretli işlerin az bulunur ve daha
karmaşık hale gelen beceri grupları gerektirdiği bir dünya yaratmaktadır (O’Shea 2021: 190).
Otomasyon üretim sürecinin içeriğini emeğin aleyhine değiştirmekte, yer değiştirme efekti sayesinde
sermaye daha öncesinde emek tarafından gerçekleştirilen işleri devralmaktadır. Otomasyondan
kimlerin yararlanacağını, kimlerin zarar göreceğini belirleyen ise bilgisayarlar ve robotlar değil, onlara
sahip olanlar, dolayısıyla sermayedir. Nitekim kapitalizmin doğduğu andan itibaren sermayenin
kontrolünde otomasyon, yer değiştirme efekti ile birçok zanaatçıyı, tarım işçisini yerinden etmiştir.
Günümüzde ise hızlı bir otomasyon dönemine tanık olduğumuz söylenebilir. Robotların ve diğer
otomatik makinelerin yükselişiyle üretim sektöründeki işçilerinin işleri zarar görürken, benzer
gelişmeler özel yazılımların ve yapay zeka uygulamalarının etkisiyle muhasebe, satış, lojistik, ticaret
ve bazı yönetimsel mesleklerde yer alan beyaz yakalı işçilerde de görülmektedir. Ancak
otomasyonunun yer değiştirici etkisi kadar onu dengeleyen verimlilik etkisi de bulunmaktadır.
Nitekim otomasyonun yer değiştirme etkisi, emeğin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu yeni işler
yaratan teknolojilerle dengelenmektedir. Bu tür yeni işler sadece olumlu bir üretkenlik etkisi değil,
aynı zamanda eski haline getirme etkisi (reinstatement effect) de yaratmaktadır. Eski haline getirme
etkisi emeği daha geniş bir iş yelpazesine geri döndürmekte ve böylece üretimin iş içeriğini emek
lehine değiştirmektedir. Bu duruma örnek olarak ABD’de artan robotlaşma sonucu endüstriyel
işçilerin sayısının azalmasına karşın, satış temsilcileri, mühendisler ve programcıların sayısının
artmasını gösterebiliriz. Bir başka araştırmaya göre 1999-2016 tarihleri arasında Avrupa’da teknolojik
değişim 23 milyon yeni işin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu rakam, toplam istihdam artışının yarısını
oluşturmaktadır (Frase 2017: 20; Acemoğlu, Restrepo 2018: 4-5; World Bank 2018: 20; World Bank
2019: 151).
Ancak Frey ile Osborne’un ABD iş gücü piyasasında yer alan 702 meslek üzerinden
yaptıkları bir analiz artan otomasyonun emek üzerinde olumsuz sonuçlar doğuracağını göstermektedir.
İşleri bilgisayarlı otomasyona (computerisation) geçiş olasılıkları üzerinden, yüksek, orta ve düşük
risk kategorilerine ayıran Frey ve Osborne, ABD iş gücü piyasasında yer alan işlerin yüzde 47’sinin
araştırmanın yapıldığı tarihten sonraki on ya da yirmi yıl içinde yüksek risk kategorisinde yer alacağını
124
ileri sürmüştür. Nitekim yazarlara göre, bir makineyi çalıştıran hemen her işçinin görevi basit ve rutin
işlemlerden oluşur, dolayısıyla bu işler bu yeni otomasyon seçeneğiyle kolaylıkla yer değiştirir. Bu
modele göre taşımacılık ve lojistik mesleklerindeki çalışanların çoğu, ofis ve idari destek işçilerinin
yanı sıra, imalat sektöründeki işçiler risk altındadır (Frey, Osborne 2017: 255).
Teknolojik gelişmelerin genel olarak insanların yaşam standartlarını yükselteceği şeklinde
olumlu görüşler de bulunmaktadır. Ancak teknolojinin bu olumlu etkisi yerkürenin her noktasında eşit
oranda dağılmamaktadır. Coğrafi eşitsizlikler (gelişmiş ülkeler – gelişmekte olan ülkeler, Kuzey –
Güney) bir yana, aynı coğrafya içerisinde bulunan çeşitli sektörlerde de farklılıklar söz konusudur.
Bazı sektörlerde işçiler teknolojinin nimetlerinden cömertçe faydalanırken, diğer sektörlerdeki işçiler
yerlerinden edilme korkusunu fazlasıyla yaşamaktadır (World Bank 2018: 13). Nitekim istihdam
kutuplaşmasının bir sonucu olarak pek çok vasıfsız işçi için iş ve ücret kaybı yaşanırken, en yüksek
ücretlilerin aldıkları ücret ise çarpıcı biçimde artmıştır (O’Shea 2021: 189). Öte yandan robotların,
ileri analitik, kişilerarası veya manuel beceriler gerektiren rutin olmayan görevlerde bulunan işçileri
tamamlayabileceği yönünde görüşler bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak ekip çalışması, ilişki
yönetimi, insan yönetimi ve bakıcılık içeren işler gösterilmektedir. Tasarım yapmak, sanatsal üretimde
bulunmak, araştırma yapmak, ekipleri yönetmek, hemşirelik ve temizlik işleri gibi faaliyetlerin ise en
azından şimdilik, robotların yapmasının zor olduğu görevler içerdiği ileri sürülmektedir. Artan
otomasyon ve robotlaşmadan en olumsuz etkilenecek olan kesimin genç işçiler olacağı
öngörülmektedir. Bunun nedeni ise otomasyon nedeniyle genç işçilerin işe alınma nedeninin düşmesi
gösterilebilir (World Bank 2018: 20-24). Son olarak otomasyon sonucu verimlilikte iyileşmeler
yaşansa da ekonomik daralmalar nedeniyle işlerin tasfiyesi söz konusu olmakta, bu daralmanın
ardından gelen genişleme dönemi, iş yaratmada çok az büyüme yarattığı için “istihdamsız
toparlanmalar” (jobless recoveries) adı verilen durum yaşanmaktadır. Söz konusu eğilimin, sistemik
ekonomik sıkıntılar sırasında büyüyen olumsuz etkileri özellikle nüfusun daha savunmasız kesimlerini
vurmaktadır. Ayrıca işçi hareketinin “sekiz saatlik işgünü” kazanımlarından giderek uzaklaşılmakta,
daha fazla insan daha fazla işte daha uzun süreler çalışmaktadır (O’Shea 2021: 191-195).
Endüstri 4.0’ın emek piyasasında doğuracağı etkiler bunlarla sınırlı değildir. Otomasyonun
etkisiyle ortadan kalkan işlerin işsizliği artırarak, ücretler üzerinde bir basınç oluşturacağını,
dolayısıyla ücretleri düşürücü bir etki doğuracağı tahmin edilebilir. Ücretlerdeki bu düşüşün ise işçi
sınıfının sermaye çevriminin dolaşım aşamasında bir tüketiciye, müşteriye dönüştüğü dikkate alınırsa,
üretilen ürünlerin kimin alacağı şeklindeki soruyu gündeme getirmektedir. Bu durum bir açmazı
beraberinde getirecektir. Öte yandan Endüstri 4.0 stratejisinin gerçek anlamda işletilmediği
125
günümüzde dahi, otomasyonun etkisiyle orta düzey nitelik gerektiren işlerin ortadan kalktığı, bunun
yerini alan daha az sayıdaki işin ise düşük ücretli hizmet işleri ile yüksek ücretli profesyonel işlerin
(yüksek ücretli bu işler büyük oranda dijital emeği oluşturmaktadır) bir kombinasyonundan oluştuğu
gözlenmektedir (Ford 2018: 70-72; World Bank 2018: 18). İstihdamın kutuplaşması olarak nitelenen
bu durumun bir sonucu olarak bir yanda düşük düzey nitelik gerektiren ve düşük ücrete sahip işler,
diğer tarafta da dijital emeğin içinde yer aldığı, robotlar tarafından gerçekleştirilen işleri tamamlayan
yüksek nitelik gerektiren ve yüksek ücrete sahip işler yer almakta, orta düzey nitelik gerektiren işler
ise giderek azalmaktadır (Acemoğlu, Autor 2011: 1070-1074; Autor 2011: 12-13; World Bank 2019:
137). 2008 krizinden sonra ABD’de gözlemlenen bu “istihdam kutuplaşması” süreci, başta gelişmiş
kapitalist ülkeler olmak üzere, diğer ülkelerde de yaşanmaya başlamıştır. İş gücünün kompozisyonu
değişmekte, bazı işler ortadan kalkarken ya da bu işlerde çalışanların daha düşük ücretlere rıza
göstermek zorunda kalırken, özellikle bilgisayar teknolojilerine hakim iş gücünün gelirlerinde büyük
artışlar yaşanmakta, bir gelir kutuplaşması durumu ortaya çıkmaktadır (Kozanoğlu 2018: 113).
Endüstri 4.0 ile otomasyonun daha yoğun uygulanacağı önümüzdeki on yıllarda, istihdam
kutuplaşmasının tüm dünyada görülebilecek bir trend olabileceği söylenebilir.
Bu bölümün başında “Emek Sürecinin Yeniden Yapılanması: Fordizmin Krizi ve Esneklik
Politikaları” başlığı altında belirttiğimiz gibi, emek sürecinin ve emekçinin denetimi, her zaman için
kapitalistin kârlılığını ve sermaye birikimini sürdürmesinde kritik öneme sahip olmuş ve bu noktada
teknoloji önemli bir işlev edinmiştir. Nitekim sermaye tüm geçmişi boyunca emek üzerindeki
denetimini artırmak için yeni teknolojiler geliştirmiş ve bunları uygulamıştır. Bu denetim süreci
sadece maddi verimliliğin artırılmasını hedeflememekte, aynı zamanda istihdam edilen emekçilerin öz
disiplinini, piyasaya arz edilen emeğin kalitesini, emekçilerin kültürel alışkanlıklarını, kendilerinden
beklenen iş ve almayı umdukları ücret hakkındaki fikirlerini de içermektedir. Bu yüzden Marx’a göre
teknolojik yenilikler sınıf mücadelesinde yaşamsal bir öneme sahiptir (Harvey 2015b: 112). Bu
çerçevede Endüstri 4.0 süreciyle birlikte özellikle otomasyon, yapay zeka ve robot teknolojilerinin
kullanımının bu denetim sürecini bir üst boyuta taşıyacağı şeklinde güçlü belirtiler bulunmaktadır.
Öte yandan esnek birikime geçiş ve neoliberal politikaların güç kazanmasıyla birlikte
çalışma yaşamında geçerli hale gelen esnekleşme, düzensizleşme ve güvencesizleşmenin, kısacası
eğreti istihdamın Endüstri 4.0 koşullarında daha da artacağına yönelik görüşler bulunmaktadır.
Özellikle dijital teknolojilerde yaşanan ilerlemelere paralel olarak platform ekonomilerinin
62
62
Uber, Airbnb, Upwork, Amazon Mechanical Turk, vb. gibi bilinen örnekleri olan bu platformlar, gerçekte
büyük veriyi elde etme ve bu konuda rakiplerine karşı avantaj elde etme amacıyla hareket etmektedir (Srnicek 2017: 254-
126
yaygınlaşmasıyla, dijital emek platformları ortaya çıkmaktadır. Bu platformlara örnek olarak Upwork,
Amazon Mechanical Turk, vb. gibi küresel çevrimiçi çalışma platformlarını verebiliriz. Kendi
hesabına çalışma görünümü adı altında, işçiler toplu ilişkiler yerine bireysel ilişkilere
yönlendirilmekte, dolayısıyla sendikal örgütlenmeden, toplu iş sözleşmesinden mahrum bırakılmakta,
iş yasalarının ve sosyal güvencenin dışına çıkartılmaktadır. Bu bağlamda platform işçilerini yeni
dönemin dijital göçmenleri olarak değerlendirmek olanaklıdır. Bütün bunların sonucunda dördüncü
bölümde “Yeni Emek Formu Olarak Dijital Emek” başlığı altında göreceğimiz gibi, dijital
platformlarda toplanan bu kalabalıklar, kendilerine sunulan işleri dünyanın herhangi bir noktasından
çok düşük ücretlerle yerine getirmekte, böylece Kuzey ülkelerindeki işçilerin işlerini elinden
alabilmektedir (Erdoğdu 2021: 131-133). Sendikal örgütlenmenin ve toplu iş sözleşmesinin fiilen
olanaksız hale getirme eğilimi taşıyan bütün bu gelişmeleri işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel
kazanımlarının aşındırılması olarak değerlendirebiliriz.
Emek üzerinde etkide bulunan ve bizim çalışmamız açısından kritik öneme sahip bir diğer
gelişme ise enformasyon ve iletişim teknolojilerinde (EİT) yaşanan devrim niteliğindeki
ilerlemelerdir. “Emek bağlantılandıran” teknoloji olarak da niteleyebileceğimiz enformasyon ve
iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ortaya çıkan geniş bant (broadband) internet ile bilginin üretim
alanında kullanılması süreci hız kazanmış, bunun sonucunda fiber optik ağ üzerinde aktarılma
maliyetleri giderek düşmüş, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki firmalar gelişmekte olan ülkelerdeki
firmalarla daha kolay bağlantı kurarak, üretim sürecini sınırlar ötesine yayma olanağına kavuşmuştur
(World Bank 2019: 137). “Emek bağlantılandıran” teknoloji sayesinde özellikle ABD gibi gelişmiş
kapitalist ülkelerdeki mavi yakalı işçiler (endüstri işçileri) işlerini kaybetmektedir (Kozanoğlu 2018:
113). Öte yandan bilgisayar destekli otomasyonun “çalışmanın sonu”nu getireceğine dair 1980’li ve
1990’lı yıllarda Rifkin (1995: 3-14), Ramtin (1991: 140-144), Aranowitz, Difazio (1994: 328-358)
gibi isimlerin geliştirdiği teorilerin, 21. yüzyılda sermayenin emek piyasasını küreselleştirerek, küresel
tedarik zincirlerini (GVC – global value chain) geliştirmesi / genişletmesi ve böylece ucuz iş gücü
bulma seçeneğini elde etmesiyle, bir süre için, yanlışlandığı ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre
sermaye, bu dönemde küresel proletaryanın oluşması sayesinde ucuz iş gücü bulma seçeneğine sahip
olduğu için işçileri pahalı robotlarla değiştirme seçeneğini uygulamaya koymamıştır (Dyer-Witheford
2019: 214). Offshoring ile birlikte endüstriyel üretim, işçi sınıfı hareketinin güçlü, dolayısıyla emek
gücünün görece pahalı olduğu “merkez” ülkelerden; işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının daha az,
emek gücünün görece ucuz olduğu, kırlardan kentlere göç etmiş yeni işçileşen milyonların bulunduğu
çevre ülkelere kaymıştır (Ness 2018). Güney’deki milyonların katılımıyla muazzam boyutlara oluşan
255). Ancak konuya endüstri ilişkileri açısından bakarsak, söz konusu platformlar emek gücünü ortaya koyan işçileri
bireyselleştirmekte, onları işçi sınıfı hareketinin dışına çıkarmaktadır.
127
bu iş gücü havuzunda ise kayıt dışı çalışma bir hayli yaygındır. Öyle ki gelişmekte olan ülkelerde
ortalama olarak her üç kişiden ikisi kayıtdışı işçilerdir (World Bank 2018: 28). Ayrıca bu işçiler büyük
oranda herhangi bir sosyal haktan mahrum olarak güvencesiz koşullarda çalışmaktadır. Ancak düşük
ücretin doğal bir sonucu olarak eksik tüketim ve yatırım olanaklarında yavaşlama ortaya çıkınca,
ortaya çıkan bu durgunluğa yanıt olarak bireysel ve ulusal düzeyde finansallaşma ve kredi, kısacası
bireysel veya kolektif borçlanma mekanizması devreye sokulmuştur (Dyer-Witheford 2019: 214).
Güney’deki yeni proleterleşmiş genç emekçilerin çalışma koşullarının iyileşmesini talep ederek
bağımsız taban örgütleri kurması ve neoliberal politikalara karşı bir muhalefet odağı haline gelmesi
(Ness 2019: 74), sermaye açısından teknolojik olarak onu ortadan kaldırma seçeneğini tekrar gündeme
getirmiştir. Yeni nesil robotların devreye sokulduğu bu savaş ise bu kez sadece mavi yakalı işleri
değil, beyaz yakalı işleri de hedef almıştır (Dyer-Witheford 2019: 214-215). Ayrıca enformasyon ve
iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemeler sonucunda ekonominin ve üretimin hızla dijitalleşmesi,
dijital kapitalizmin de ortaya çıkması, emeğin mekânsal bağımlılığının ortadan kalkmaya başlaması ve
dijitalleşmesi, yeni bir emek formu olarak dijital emeğin de ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Çalışmamızın ana odak noktasını oluşturan dijital emek, dördüncü bölümde detaylı olarak ele
alınacaktır. Ancak öncesinde dijital emeğin ortaya çıkmasını sağlayan dijital kapitalizm tartışmalarını
ele almamız gerekmektedir.
IV. Enformasyon Toplumu ve Dijitalleşen Kapitalizm Tartışmaları
Çalışmamızda bir önceki alt başlıkta 1970’li yıllarda sermayenin içine girdiği birikim krizine
çözüm bulmak için yaptığı ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, vb. dönüşümlerden söz etmiştik.
Gerçekten de 1970’li yılların sonunda başlayan, 1980’lerde hız kazanan dönemde, kapitalist sistem
krize çözüm bulmak için yeniden yapılandırılmıştır. Esnek birikim olarak da adlandırılabilecek bu
dönemde adeta “katı olan her şey buharlaşmıştır”. Bu bölümün ilk başlığında gördüğümüz gibi,
teknolojide, ama özellikle enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin sağladığı
olanaklarla, tarihten bu yana gelen güçlü bir işçi sınıfı hareketi geleneğine sahip gelişmiş kapitalist
Kuzey ülkeleri, endüstriyel üretimlerini işçi hareketinin görece güçsüz olduğu, emek gücü
maliyetlerinin düşük olduğu gelişmekte olan Güney ülkelerine hızla kaydırmaya başlamıştır. Güney
ülkelerinde endüstriyel işçi sınıfı hızla büyümesine karşın, Kuzey ülkelerinde yaşanan bu
gelişmelerden hareketle 1980’li yıllardan itibaren endüstri toplumunun artık sonuna gelindiği, bu
yüzden “proletaryaya elveda” demenin gerektiği, enformasyonun sermayenin yerini almaya başladığı,
enformasyon toplumunu yaşamaya başladığımız şeklinde görüşler akademik ve politik tartışma
alanlarında güç kazanmıştır. Öte yandan enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim
128
niteliğinde sayılabilecek ilerlemeler de bir gerçekliği oluşturmaktadır. Endüstri 4.0 tartışmalarında da
gördüğümüz gibi, özellikle çok uluslu şirketler dijital ağlar üzerinde örgütlenmekte ve kimi
hizmetlerini dijitalleştirmektedir. Daha da ötesi toplumun da dijitalleştiği yönünde görüşler
bulunmaktadır. Bu bağlamda enformasyon toplumu ve dijitalleşen kapitalizm tartışmalarını ele
alacağımız bu bölüme, “post-endüstriyel toplum” ve “enformasyon kuramları”nı aktararak
başlayacağız. Bu bölümü yeni kapitalizm kuramlarını inceleyerek bitireceğiz.
A. Post-Endüstriyel Toplum, Enformasyon Toplumu Kuramları
Kapitalizm dijitalleşiyor mu sorusuna yanıt aramadan önce, 1970’li yıllardan itibaren
akademik ve politik tartışma ortamını fazlasıyla meşgul eden ve etmeye de devam eden endüstri
sonrası toplum, enformasyon toplumu, vb. gibi farklı isimlerle anılan yaklaşımlara kısaca yer vermek
gerekmektedir. Birçoğu farklı görüşler ve politik duruş içerse de bu yaklaşımların çıkış noktasında 20.
yüzyılın son bölümünde kapitalizmin yaşadığı dönüşüm yer almaktadır. Buna göre, endüstriyel
devrimler ile ortaya çıkan endüstri toplumu dönem sona ermiş, yeni bir dönemin kapısı açılmıştır.
63
Klasik endüstriyalizm, dolayısıyla Marx, Weber ve Durkheim tarafından çözümlenen ve 19. ve 20.
yüzyılda Batı’da yaşanan toplum artık bulunmamaktadır (Kumar 2004: 15). Büyük oranda, gelişmiş
kapitalist “Kuzey” ülkelerinin endüstriyel üretimini “Güney” ülkelerine kaydırıp
“endüstrisizleşmesini” dünyanın diğer ülkelerine genellemesiyle ilişkili olan bu dönem farklı
yazarlarca “post-endüstriyel toplum”, “sanayi ötesi toplum”, “sanayi ötesi sosyalizm”, “üçüncü dalga
uygarlığı” gibi farklı isimlerle, farklı yaklaşımlarla ele anılmaktadır (Parlak 2004: 95-96). Bu
yaklaşımı savunanlar kapitalist sistemin 1970’li yıllarda yaşadığı ve daha önceki bölümlerde ele
aldığımız krizin yarattığı sıkıntıları, endüstri toplumunun can çekişmesi olarak nitelemekte,
“enformasyon ve iletişim teknolojilerinde (EİT) yaşanan ilerlemelerin sunduğu olanaklarla
enformasyonun işlenmesi sayesinde bir zenginliğin yaratılacağını, böylece enformasyon toplumu
adında yeni ve müreffeh bir toplumun oluşacağını, şu anda bunun doğum sancılarının yaşandığını ileri
sürmektedirler (Yüksel 2015: 38). Enformasyon toplumu kuramları olarak gruplanabilecek bu
yaklaşımlardan öne çıkanlara kısaca değinmek yararlı olacaktır.
Bu yaklaşımlardan ilki fütürist kimliğiyle öne çıkan Alvin Toffler’in geliştirdiği “üçüncü
dalga uygarlığıdır. Neo-Schumpeter’ci yaklaşımın dörtlü endüstriyel devrim kavramlaştırmasını farklı
şekilde yorumlayan Toffler’in bu çok bilinen kavramlaştırmasında belirtildiği gibi insanlık tarihini
63
Endüstri 4.0 olarak tanımlanan Dördüncü Endüstriyel Devrim tartışmaları, bu yaklaşımların geliştirilmesinden
sonraki dönemde gündeme gelmiştir. Endüstri 4.0 yaklaşımının yaygınlık kazanması bir bakıma bu yaklaşımların reddi
anlamına gelmektedir.
129
sarsan üç değişim dalgası yaşanmış / yaşanmaktadır. Bunlardan ilki bundan on bin yıl önce tarımın
başlamasıyla doğan birinci dalgadır. Birinci değişim dalgası olan tarım devrimi, yaklaşık bin yılda
gerçekleşmiştir. İkinci değişim dalgası ise, 18. yüzyılda Avrupa’da yaşanan endüstri devrimi ile ortaya
çıkmıştır ve gerçekleşmesi için üç yüz yıl yetmiştir. Buna karşın ortaya çıkan yeni uygarlık üçüncü
dalgayı oluşturmaktadır. Üçüncü değişim dalgasının birkaç on yılda tamamlanması yüksek olasılıktır.
İkinci dalganın ürünü olan endüstri toplumunun değerleri ile ortaya çıkmakta olan üçüncü dalganın
yeni uygarlığın birçok yönü çatışmaktadır. Yeni bir yaşam tarzını beraberinde getiren üçüncü dalga,
çeşitli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına, eski fabrika düzenini etkisiz hale getiren üretim düzenine,
yeni bir aile yapısına, eğitim sistemine, elektronik ev denilebilecek yeni bir kuruma dayanmaktadır.
Üçüncü dalga ile yeni toplum, standartlaşmadan, senkronizasyondan, merkezi birimlerden ve yönetim
şekillerinden; enerji, para ve gücün tek elde toplanmasından uzaklaşmaktadır (Toffler 2018: 15-17).
André Gorz da post-endüstriyel toplum konusunda düşünceler geliştiren isimlerden birisidir.
1970’li yıllardan itibaren yaşanan krizin hem kapitalizme hem de sosyalizme özgü bir değer olan
“endüstriyalizm”in (endüstri üretim sistemi), yapısal ve fiziksel sınırlarına gelen gelişimini bundan
sonra sürdüremeyeceğini savunmakta, geleceğin sosyalizminin post-endüstriyel ya da üretimcilik-
karşıtı olması gerektiğini ileri sürmektedir (Gorz 1985: 13-16). Yeni toplumun oluşturulmasında
mikroelektronik devrimin kritik öneme sahip olduğunu dile getiren Gorz, bu teknolojinin dönüştürücü
etkilerinin yanı sıra olumsuz sonuçlarına da değinmektedir. Mikroelektronik teknolojilerin üretim
alanında kullanımıyla artan otomasyon, bir yandan üretimi artırıp maliyetleri düşürürken, diğer yandan
gerekli iş gücünü azaltıp, ücretli emeğin, dolayısıyla tüketicilerin sayısını düşürmek gibi bir etkide
bulunmaktadır. Bu çerçevede istihdamın yapısı değişmekte, bir tarafta iş güvencesine sahip tam-
zamanlı işlerde çalışan emek aristokrasisi diğer tarafta işsizler kitlesi ve sıradan işleri yapan
güvencesiz vasıfsız işçiler şeklinde kutuplaşmaktadır. Yaşanan bu dönüşümle endüstriyel dönemin
sınıf bilincine sahip devrimci proletaryası ortadan kalkmakta, “işçi olmayan sınıfsız post-endüstriyel
yeni proletarya” ortaya çıkmaktadır. Bu yeni proletarya, bir önceki dönemin toplumsal dönüşümü
kendisine misyon edilmiş proletaryasından farklıdır ve öz-gerçekleştirmeyi tamamen iş dışında
aramaktadır. Endüstriyel kapitalizmin yükselişi ile, ekonomik amaçlı iş bir öncelik halini almış,
bireylerin gerçek yaşamındaki diğer faaliyetleri marjinalleşip değersizleşmiş ve işe bağımlı hale
getirilmiştir. Post-endüstriyel sosyalizm ile bu ilişki tersine dönmektedir (Parlak 2004: 101-103). Bu
görüşler çerçevesinde Gorz’un dile getirdiği “elveda proletarya” söylemi, oldukça ses getirmiştir.
Gorz’un endüstriyel işçi sınıfının ortadan kalktığına yönelik görüşleri, günümüzde gerek gelişmiş
kapitalist Kuzey ülkelerindeki endüstriyel işçi sınıfının varlığıyla gerekse özellikle yeni endüstrileşen
130
Güney ülkelerindeki işçi sınıfının gelişimiyle fazlasıyla yanlışlanmıştır. Ancak yine de Gorz’un bu
görüşleri hem prekarya
64
tartışmalarına hem de maddi olmayan emek
65
tartışmalarına katkı sunmuştur.
Bir diğer yaklaşım ise Daniel Bell’in geliştirdiği “post-endüstriyel toplum” kuramıdır.
Bell’in The Coming of Post-Industrial Society (Post-Endüstriyel Toplumun Gelişi) adlı kitabında
formüle ettiği bu kurama göre, modern kapitalist toplumlar, “endüstriyalizm”in çöküşüne yol açacak
bir takım temel ekonomik ve sosyal dönüşümlerin eşiğinde bulunmaktadır. Bu durum post-endüstriyel
olarak adlandırılan yeni bir toplumun oluşumuna yol açmaktadır. Bu toplumun en temel özelliği ise
imalat sektörünün, mavi yakalı endüstri işçilerinin, örgütlü emeğin ekonomi ve toplum içindeki rol ve
öneminin azalması, bunun yerine hizmet ekonomisinin ve beyaz yakalı iş gücünün ön plana çıkmasıdır
(Parlak 2004: 97). İlk olarak 1973’te yayımlanan “The Coming of Post- Industrial Society”, ileri
toplumların yaşadığı patlayıcı teknolojik değişimleri çok iyi açıklamıştır. Ofislere, endüstriyel
süreçlere, okullara ve evlere hızla nüfuz eden yeni teknolojilerin (bilgisayarlar çok geçmeden her
yerde görülmüştür) ani gelişini gören Bell, enformasyon ile karakterize edilen yeni bir topluma, post-
endüstriyel topluma girilmekte olunduğunu savunmaktadır. Bell, ABD’nin dünyayı yeni bir sistem
tipine, endüstri sonrası topluma doğru yönlendirdiğini öne sürmektedir (Webster 2014: 36-42). Öte
yandan Bell’e göre bu yeni toplumda imalat üretimi yerine, hizmet üretimi istihdam ve verimliliğin en
önemli kaynağı ve ekonominin itici gücü haline gelmiştir. Ayrıca yeni teknoloji ve yeni kurumların
karakterize ettiği post-endüstriyel toplumun dinamik gücü ve merkezi ilkesi kuramsal bilgi
(knowledge) ve bu bilginin üretilmesidir (Bell, 1976: 576). Bu kuramsal bilgi, EİT’lerin gelişimiyle
toplumun her sektörüne uyarlanabilir hale gelmiştir. Bu yüzden kuramsal bilginin kaynağı olan
üniversiteler ve araştırma merkezleri, post-endüstriyel toplumun en temel kurumları haline gelmiştir.
Sonuç olarak post-endüstriyel toplumda sınıfsal konum ve gücün temeli bilgi üretimine ve bireysel
vasıflara kaymıştır. Bu durum yeni egemen sınıf olarak bilgi sınıfını (knowledge class) ortaya
çıkarmaktadır. Endüstriyel toplumun sınıflarına benzemeyen, daha çok statü gruplarına benzeyen bu
yeni sınıf; bilim insanları, öğretmenler, sanatçılar, medya ve sosyal hizmet çalışanları ve
yöneticilerinden oluşmaktadır. Nasıl ki endüstri toplumu mal üretilen dayalı bir toplumsa, post-
endüstriyel toplum da enformasyon toplumudur (Parlak 2004: 98-100; Kumar 2004: 15).
Bell’e göre değişimin / enformasyon toplumuna geçişin temel simgesi ve analitik motoru
bilgisayarlardır. Geçmişte enerji, doğal kaynaklar ve makinenin endüstriyel toplumun dönüştürücüsü
64
Gorz’un işçi sınıfının sonunun geldiği yönündeki iddiasını destekleyen Standing, günümüzde oluşum halinde
bir sınıf olan prekaryanın ortaya çıktığını savunmaktadır. Prekarya konusu bu bölümde “Post-Endüstriyel Toplum,
Enformasyon Toplumu Kuramları” başlığı altında incelenmiştir.
65
Hardt ve Negri’ye göre endüstriyel emek hegemonyasını yitirmiş, onun yerini maddi olmayan emek almıştır
(2004: 123). Bu konu dördüncü bölümde “Maddi Olmayan Emek: Dijital Emeği Anlamak İçin Bir Çerçeve” başlığı altında
analiz edilecektir.
131
olmasına benzer biçimde bilgi ve enformasyon post-endüstriyel toplumun dönüştürücüsü
konumundadır. Ayrıca enformasyon toplumunu doğuran bilgisayar ile telekomünikasyonun patlayıcı
yakınsamasıdır (convergence). Bu sayede bilginin işlenmesi ile iletilmesi arasındaki ayrım ortadan
kalkmıştır. Öte yandan enformasyon toplumu savunucuları, EİT’lerde yaşanan devrim ile zaman ve
mekanın bir dönüşüme uğradığı görüşünü savunurlar. Buna göre EİT bileşenleri olan uyduların,
televizyonun, fiber optik kabloların (internet) ve mikroelektronik bilgisayarın bileşimi dünyayı bileşik
bir enformasyon ağında iç içe geçirmiş, dolayısıyla enformasyon küresel bir bağlamda iş görmeye
başlamıştır. Dijital kapitalizmin de doğmasına olanak sağlayan bu gelişmeyle mekânsal engeller
aşılmaya başlanmıştır. Bir diğer dönüşüm zaman kavramında olmuştur. Saatler, dakikalar ve
saniyelerle ifade edilen saat ve demiryolu tarifesi endüstriyel toplumun simgesidir. Buna karşın
enformasyon toplumunun simgesi bilgisayardır ve milyarda bir saniye, binlerce mikrosaniye içinde
düşünebilmektedir. Kısacası zaman kavramı, enformasyon toplumunda çok daha hızlanmıştır.
Yerkürenin tamamını kapsayacak ölçüde genişleyen mekan, neredeyse gerçek zamana bağlanmıştır
(Kumar 2004: 27-28). Enformasyon toplumu kuramları birçok açıdan eleştirilmiştir ve bu kuramların
geçerlilikleri sorgulanmıştır. Bu kuramlara yönelik eleştirilerin ağırlık noktasını aşırı
genelleştirmelerde bulunması ve tek faktöre dayalı belirlenimci analiz yöntemini kullanması
oluşturmaktadır. Ayrıca bu kuramların varsayımlarının sosyolojik açıdan tutarlı olmadığı ve ütopik
öngörülere sahip olduğu şeklinde eleştiriler de bulunmaktadır (Parlak 2004: 107). Enformasyon
toplumu kuramlarına getirilebilecek bir diğer eleştiri ise etnosantrik bir bakış açısına sahip olması,
gelişkin kapitalist Kuzey ülkelerinde offshoring süreciyle yaşanan gelişmeleri tüm dünyaya
genellemesidir. Ayrıca Kuzey ülkelerinde Endüstri 4.0 stratejisinin uygulanmasıyla bir reshoring
sürecinin yaşanabileceğine dair olasılığın ortaya çıkması, enformasyon toplumu kuramlarının birçok
tezinin sorgulanır hale gelmesine yol açmıştır. Ancak enformasyon toplumu kuramları yine de dijital
kapitalizm kuramları için bir çıkış noktası olduğu için önem taşımaktadır. Bir sonraki bölümde bu
konu ele alınacaktır.
B. “Yeni Kapitalizm” Kuramları
20. yüzyılın son bölümünde gelişmiş kapitalist ülkelerde (Kuzey) yaşanan bu gelişmeler,
beraberinde kapitalizmin yeni bir aşamasına geçildiği yönündeki iddiaları ve tartışmaları da
getirmiştir. Bu konuda bazı ortak yanları bulunmakla birlikte, özünde politik, ideolojik farklılıklar
içeren çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Her biri farklı biçimlerde Marksizme güncel bir yorum
getirdiğini ileri süren bu kuramlar, toplumsal ilişkilerin tarihsel boyutunu, üretici güçlerin gelişimini,
enformasyon/güç ilişkilerini ve sınıf çelişkilerini analizlerine dahil etmekte ve geçildiğini
132
varsaydıkları bu yeni aşamayı “dijital kapitalizm”, “bilişsel kapitalizm”, “enformasyonel kapitalizm”,
“yenilik odaklı kapitalizm”, “tekno-kapitalizm”, “büyük veri kapitalizmi” gibi değişik terimlerle
adlandırmaktadır (Akçoraoğlu 2019: 527). Ayrıca yine aynı dönemde Kuzey ülkeleri başta olmak
üzere kapitalizmde yaşanan bu gelişmeleri açıklamak için geliştirilen “paylaşım ekonomisi”, “gig
ekonomisi”, “platform kapitalizmi / ekonomisi” gibi farklı kuramlar, görüşler de akademik literatürde
yerini almıştır.
Kapitalizmin yaşadığı bu gelişimin kimilerine göre ise dönüşümün arka planında,
kimilerince sermayenin “Aşil topuğu” olarak değerlendirilen “aşırı birikim” (overaccumulation)
(Robinson 2018: 79) krizine karşı çözüm olarak geliştirilen esnekleşme politikaları ve neoliberalizm
bulunmaktadır. Resesyon, stagnasyon, depresyon, toplumsal alt üst oluş gibi sonuçlar doğuran
döngüsel krizler, kapitalist sistemde yaklaşık her on yılda bir meydana gelmekte ve tipik olarak on
sekiz ay sürmektedir. Kondratiev döngülerinde de gördüğümüz gibi üstesinden gelmenin tek yolunun
sistemi yeniden yapılandırmak olduğu yapısal krizler ise yaklaşık 40-50 yılda bir ortaya çıkmaktadır.
Nasıl ki 1870’lerin ve 1880’lerin yapısal krizini çözmek için yeni bir sömürgecilik ve emperyalizm
dalgası (elektrik enerjisinin endüstriyel üretimde kullanıldığı 3. Kondratiev); 1929’daki Büyük
Buhran’la açığa çıkan yapısal krizin çözümü olarak Fordizmin, Keynesçiliğin, sosyal demokrasinin,
yeni dalga (new deal) kapitalizminin vb. “sınıf uzlaşması” olarak da adlandırabileceğimiz yeniden
dağıtımcı kapitalizm türü devreye sokulduysa (4. Kondratiev); 1970’lerde yaşanan yapısal krize yanıt
olarak sermaye sınıfı, neoliberal politikaların geçerli olduğu, EİT’lerin yükselişiyle yakından ilişkili,
hızla dijitalleşen, küresel kapitalizm modelini (5. Kondratiev) uygulamaya koymuştur (Robinson
2018: 79-80). Bu bağlamda 1980’lerden sonra etkisini hızla artıran neoliberal politikaların,
günümüzde dijital kapitalizmin ekonomik yol haritasını oluşturduğu söylenebilir (Sevgi 2021: 13).
Öte yandan kapitalist sınıf içi dinamiklerle yakından ilişkili olan enformasyon ve iletişim
teknolojilerinde (EİT) yaşanan devrim niteliğindeki ilerlemeler de yaşanan bu gelişimi / dönüşümü
hızlandıran faktörlerden birisi olmuştur. 1970’li yıllardan itibaren kapitalist sistemin çelişkilerini
denetim altında tutma fonksiyonlarını yitiren Fordist model ile Keynesyen iktisat politikaları terk
edilmeye başlanmıştır. Fordizmin “katılıklarını” aşma iddiasını taşıyan esnek birikim politikaları bu
yıllarda devreye sokulmuştur. Emek süreçleri, iş gücü piyasaları, ürünler ve tüketim kalıplarının
esnekliğe yaslandığı bu dönemin temel özellikleri arasında ise yepyeni üretim sektörlerinin, finansal
piyasalarda yeni yöntemlerin, yeni piyasaların ortaya çıkması; ayrıca ticari, teknolojik ve örgütsel
yeniliklerin büyük bir hız kazanması yer almaktadır (Harvey 1997: 165-171). Fordizm sonrası
esneklik yaklaşımları başlığında incelediğimiz bu gelişmelerin önemli sonuçlarından biri,
133
enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişim ve bunun doğal sonucu olarak internetin
giderek daha fazla küresel piyasa sisteminin merkezi üretim ve kontrol cihazı haline gelmesi, kapitalist
ekonominin sosyal ve kültürel alanını genişletmesidir. Harvey, sermaye birikiminin krize eğilimli iç
çelişkilerinin yaşandığı bu süreci “zaman-mekan sabitesi” (spatio-temporal fix) kuramı ile
açıklamaktadır. Bu kurama göre kapitalist sınıf; sermaye (mal, para ve üretken kapasite fazlaları) ve iş
gücü fazlalarını kârlı bir biçimde bir araya getirmenin yolunu bulamadığında krizler ortaya
çıkmaktadır. 1929’da patlak veren Büyük Buhran örneğinde görülebileceği gibi kapasite kullanımı
tüm zamanların en düşük, işsizlik ise tüm zamanların en yüksek düzeyine ulaşmış, mal fazlaları ise
satılamamıştır. Bunun sonucunda sermaye ve iş gücü fazlaları değer yitirmiş, hatta bazı durumlarda
erimiştir. Bu durumun yaşanmasında kâr elde etme olanağının ortadan kalkması etkili olmuştur. Bu
yüzden devalüasyon olasılığını ortadan kaldırmak için sermaye fazlalarını çekecek kârlı alanlar
bulunmak zorundadır, seçeneklerden biri coğrafi genişlemedir. Bu yöntem uzun ömürlü fiziki ve
sosyal altyapı yatırımları gerektirdiği için üretim ve mekan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi,
kapitalizmin kriz yaratıcı eğilimini kısmen dizginlemektedir. 1970’lerden bu yana ise kapitalist
sisteminin bütününde kronik ve sürekli aşırı birikim sorunu yaşanmaktadır. Yeni bir zaman-mekan
sabitesini devreye sokan sermaye sınıfı, böylece belli bir alansal sistem içindeki aşırı birikimi emek
(artan işsizlik) ve sermaye fazlasını (eritilemeyen mal fazlaları, atıl kapasite, üretken ve karlı yatırım
alanları bulamayan para fazlaları) emmek istemiştir (Harvey 2004: 74-92). Bunun yolu ise sermaye
dolaşım hızını tüm evrelerinde artırmaktan ve bu dolaşımı kolaylaştırmaktan, dolayısıyla zaman
yoluyla mekanı ortadan kaldırmaktan geçmektedir. Sermayenin, üretimde ve piyasada sermayenin
devir süresini kısaltma ve tüketim mallarının ömrünü azaltma yoluyla aşırı birikim sorununu çözmek
için 1970’li yıllardan itibaren bulduğu yöntem, teknolojik gelişmelerin yardımıyla ulaştırma ve
iletişimin hızını artırıp, coğrafi mesafe engellerini ve pürüzlerini aşmak olmuştur. Bu bağlamda
enformasyon ve iletişim teknolojilerinde bu dönemden itibaren yaşanan hızlı gelişim, sermayenin aşırı
birikim sorununu çözme zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Anında enformasyon ve haber alma
olanağı sayesinde kapitalist sınıf gücünün yeniden üretimi sağlanabilmiştir. Bu teknolojiler sayesinde
yatırım kararları ve piyasa faaliyetleri yönlendirilebilmiş, ama daha da önemlisi üretim etkinliği
küresel ölçekte gerçekleştirilebilmiş, işin ve emeğin denetimi bir üst boyuta taşınmış, tüketici
tercihlerinin yönlendirilebilmesi olanaklı olmuş, finansman ve para sermaye için yaşamsal bir platform
inşa edilebilmiştir (Harvey 2015b 108-111). Mekanın zaman aracılığıyla yok edilmesi anlamına gelen
bu süreç (Harvey 1997: 327), yeni kapitalizm kuramlarına kaynaklık eden ortamı hazırlamıştır. Büyük
ölçüde dijital emek ile de yakından ilgili olan bu kuramların öne çıkanları olan “dijital kapitalizm”,
“bilişsel kapitalizm” ve “büyük veri kapitalizmi”, çalışmamızın bu bölümünde ele alınacaktır.
134
1. Dijital Kapitalizm
Dijital kapitalizm kavramı ilk olarak Daniel Schiller (1999) tarafından, kapitalizmin yeni bir
evreye girdiği iddiasıyla kullanılmıştır. Kavram, ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerin giderek
daha fazla organize edildiği egemen küresel sistemi karakterize etmek için geliştirilmiştir (Huws 2015:
20). Nitekim dijital kapitalizm kavramı zaman içinde dijital teknolojilere ve ağlara dayanan günümüz
kapitalizmine atıfta bulunmak için kullanılan bir genel bir kavram haline gelmiş, yaygınlaşmıştır
(Akçoraoğlu 2019: 530). Bu bağlamda dijital kapitalizmin, günümüz kapitalizminin egemen boyutu ya
da türü olduğu ileri süren görüşler bulunmaktadır (Fuchs, Chandler 2021: 21). Schiller’e göre ise
kapitalist sistem 1970’li yıllarda girdiği yapısal krizi aşmak için başta internet olmak üzere
telekomünikasyon teknolojilerini devreye sokmuştur. 1980’ler ve 1990’lar boyunca ABD, AB ve
WTO baskısıyla piyasa odaklı bir ağ (network) geliştirmeye yönelik baskılar had safhaya ulaşmıştır.
Nitekim 1990’ların son bölümünde ağların etrafında bir piyasa ortaya çıkmış, kapitalizm dijital bir
görünüm kazanmıştır. Kapitalizmin bu yeni evresi dijital kapitalizm olarak adlandırılmaktadır
(Schiller 1999: 203-206). Bu bağlamda dijital kapitalizminin, ekonominin bir evrimi sonucunda değil,
sistemin yapısal sorunlarına ve kapitalizmin kalıcı sermaye birikim kriz eğilimine bir yanıt olarak arz
yönlü bir strateji olarak geliştirildiğini söylemek de önemlidir (Chakravartty, Schiller 2010: 672;
Akçoraoğlu 2019: 531). Dijital kapitalizm yaklaşımı açısından enformasyon ve iletişim teknolojileri
büyük önem taşımaktadır. Buna göre EİT’ler, küreselleşmeyi olanaklı kıldığı ve hızlandırdığı için
kapitalizmin sistemsel birikim krizlerine çözüm konusunda önem taşımaktadır. Özellikle 1980’li
yıllardan itibaren çok uluslu şirketler EİT’leri daha etkin kullanarak dijital ağ etrafında ulusal sınırların
ötesinde örgütlenmiş (Sevgi 2021: 15), sermaye fazlalarını çekecek kârlı alanlar bulabilmiştir. Bu
bağlamda dijital kapitalizm kuramına göre bu dönemde sistemik aşırı kapasite giderek büyümüştür.
Buna ek olarak yatırım fırsatlarının azalması karşısında, sermaye EİT’lerin sunduğu olanaklarla artan
oranda finansallaşmıştır. Finans sektörünün gelişimi ile enformasyon ve iletişim teknolojilerinin
gelişimi yakından ilişkilidir. 1960’ların sonundan itibaren finans sektörü, hem ağ bağlantılı dijital
hizmetleri desteklemek hem de matematiksel olarak karmaşık ürün yeniliklerini geliştirmek için başta
bilgisayarlar olmak üzere enformasyon ve iletişim teknolojilerine önemli yatırımlar yapmıştır. Nitekim
finansal hizmetler, iletişim endüstrisinden sonra EİT’ye yönelik ikinci en büyük sektörel talep
kaynağını oluşturmuştur (Schiller 2011: 925). 2017 yılında gayrisafi dünya hasılası (Gross World
Product – GWP) olarak adlandırılan dünya çapında üretilen mal ve hizmetlerin toplam değeri 75
trilyon dolar seviyesindeyken, o yıl sadece döviz spekülasyonunda günde 5,3 trilyon dolar, finans
ürünlerini içeren küresel türev piyasalarının 1,2 katrilyon dolara ulaştığı tahmin edilmektedir
(Robinson 2018: 78). Bu istatistikler finansal sektördeki olağanüstü büyümeyi net biçimde
göstermektedir. Nitekim finans sektöründeki bu büyüme sayesinde sermayenin dolaşım hızı
135
artırılabilmiş, aşırı biriken sermaye fazlası emilebilmiş, dolayısıyla birikim krizinin etkileri belirli bir
düzeyde aşılabilmiştir (Harvey 2004:74-76; Akçoraoğlu 2019: 531). Bu anlamda dijital kapitalizm,
kapitalizmin küresel planda yeniden yapılandırılması olarak da değerlendirilebilir. Nitekim dijital
kapitalizm, sermayenin hareket alanını genişlettiği, üretim üzerindeki kontrolü daha da sıkılaştırdığı,
maliyetleri azaltıp, emek sömürüsünü derinleştirdiği bir dönemi temsil etmektedir (Sevgi 2021: 21).
Ancak yine de dijital kapitalizm, sermayenin birikim krizine tam anlamıyla çözüm getirememiştir.
Özellikle 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik krizden sonra, dijital kapitalizmin, kapitalizmin
yapısal kriz eğilimini (sermaye birikim krizi) ortadan kaldıramayacağı anlaşılmıştır (Akçoraoğlu 2018:
531).
Öte yandan dijital kapitalizm kavramı, modern toplumda enformasyonun rolünü vurgulayan
ve daha öncesinde post-endüstriyel toplum, enformasyon toplumu kuramları başlığı altında
incelediğimiz diğer kuramlardan farklı olduğu iddiasındadır. Bu kuramlar hizmetler sektörünün
büyümesini ve toplumun “entelektüel teknolojileri” benimsemesini, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin
tarihsel bir aşkınlığı olarak değerlendirirken, “dijital kapitalizm” kavramı, yüzlerce yıllık bir tarihte
sermayenin ücretli emeğe artan bağımlılığının ama aynı zamanda dönemsel krizlerin de damgasını
vurduğu bir evre değişikliğini ifade etmektedir. Dijital kapitalizmin özgüllüğü, politik ekonominin
varsayımsal evriminden çok, kalıcı yapısal eğilimler ve kalıcı kriz eğilimleri içinde üretilmesidir. Bu
bağlamda dijital kapitalizm kuramı, modern politik ekonominin başlıca özelliğinin, sermayenin artan
finansallaşmasıyla birleştiğinde piyasa sistemini krize sürükleyen sistemik aşırı kapasite birikimi
olduğunu kabul etmektedir (Chakravartty, Schiller 2010: 672). Nitekim 1980’lerden sonra işletmelerin
enformasyon ve iletişim teknolojilerine yatırımları kitlesel düzeyde artış göstermiş, benzer biçimde
finans sektörü de dijital ağ hizmetlerine önemli yatırımlar yapmıştır. EİT’lere yapılan yatırımlar
1970’lerde 17 milyar dolar seviyesindeyken, 1990’da 175 milyar dolara, 2000’de 496 milyar dolara
çıkmış, bu rakam 2017 sonunda 700 milyar dolara ulaşmıştır. Kapitalist sınıf, aşırı değerli
enformasyon ve iletişim teknolojileri sektörlerine yaptığı bu yatırımlar sayesinde aşırı birikmiş
sermayeyi boşaltma olanağı elde etmiş, bu teknolojiler aracılığıyla küreselleşmeyi en uç noktalara
götürmüş, tüm küresel ekonominin dijitalleşmesini yönlendirmiştir (Robinson 2018: 80-82). Bu
anlamda dijital kapitalizmin 1990’lardan sonra sermaye birikim sürecine önemli katkılar sağladığı,
enformasyonun iktisadi büyüme alanının önemli bir bileşeni haline geldiği söylenebilir (Sevgi 2021:
15). Buradan hareketle dijital kapitalizm kuramı, Harvey’in daha önce aktardığımız “zaman-mekan
sabitesi” (spatio-temporal fix) kuramını ödünç almakta, enformasyonun sermayenin kendisini son
büyük kriz döneminden kurtarmaya çalıştığı zaman-mekan sabitesinin önemli bir bileşeni olduğunu
ileri sürmektedir (Chakravartty, Schiller 2010: 672).
136
2008 yılında, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) Genel Direktörü Pascal Lamy’nin,
telekomünikasyonun gelişen veya gelişmiş herhangi bir ulusal ekonomide; tarım, seyahat ve turizmden
madencilik ve imalata kadar geniş bir ekonomik faaliyet yelpazesi için temel bir ön koşul olduğu
şeklindeki beyanatını doğrular şekilde, dijital kapitalizm sektörel veya iletişim merkezli bir fenomen
olarak değil, kapsayıcı, ekonomi çapında bir proje olarak yaygınlık kazanmıştır. Ekonominin her
alanında kök salmış büyük şirketler, iş süreçlerini çok işlevli dijital ağlar etrafında sınır ötesi bir
temelde yeniden düzenlemiş, önemli sermaye yatırımları gerçekleştirmiştir. Bu süreci hızlandıran,
dahası kolaylaştıran neoliberal politikaların bir gereği olarak 1984 ve 1999 yılları arasında devlete ait
telekomünikasyon ağlarının 250 milyar dolar ile 1 trilyon dolar arasında bir bedelle özelleştirilmesi, bu
alandaki yatırımların önünü açmıştır (Chakravartty, Schiller 2010: 672-673). Böylece dijital içeriğin
dünya çapında sorunsuz bir şekilde iletilmesini sağlayacak altyapı ucuzlatılmış ve bunların kontrolü
çokuluslu şirketlerin eline geçmiştir (Huws 2015: 23). Ayrıca üretimin ve dolayısıyla onun çıktılarının
dijitalleşmesiyle birlikte neredeyse sonsuz miktarda çoğaltılabilen, toplum tarafından paylaşılabilen
bilgi malları ortaya çıkmıştır. Dijital kapitalizm yaklaşımını savunanlar, bunun önemli iktisadi
yansımaları olduğunu savunmaktadır. Klasik iktisadın her şeyin, kaynakların kıt olduğuna dair
varsayımından hareket eden arz-talep yasası, dijital kapitalizmde geçerli değildir. Çünkü üretimin
dijitalleşmesiyle birlikte belirli malların kıtlığı değil, bolluğu söz konusudur. Bu çerçevede arz ve talep
ilgisiz hale gelmekte, aralarındaki ilişkisellik ortadan kalkmaktadır. Fiyat mekanizmasının normal
işleyişini aşındıran bu durum, dijital kapitalizmin, geleneksel kapitalizmden en önemli farklarından
biri olarak gösterilmektedir (Mason 2016: 174-175).
Bunun sonucunda özellikle enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan hızlı
ilerlemeler geleneksel, endüstriyel kapitalist üretim ilişkilerini teknoloji eksenli bir dönüşüme
zorlamış, ama bu dönüşüm daha çok yüzeysel düzeyde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda dijital
kapitalizmde de tıpkı geleneksel kapitalizmde olduğu gibi emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlık
devam etmekte, artı-değer sömürüsüne dayalı kapitalist sömürü ilişkileri varlığını sürdürmektedir. Bu
yüzden dijital emeği, kapitalizmden farklı bir üretim tarzı olarak değil, onun yeni bir evresi olarak
değerlendirmek olanaklıdır. Bu evrede sermaye, enformasyon ve iletişim teknolojilerin sunduğu
olanaklarla yeni üretken kaynaklar ve organizasyon biçimleri yaratmakta, ama dahası üretimden,
finans ve hizmetlere kadar bütün küresel ekonomiyi etkisi altına almaktadır. Enformasyon ve iletişim
teknolojilerindeki gelişmeler ve bu gelişmelerin küresel ekonomideki yansımaları dijital kapitalizmin
yapısal özelliklerini oluşturmaktadır (Sevgi 2021: 16-17).
137
Dijital kapitalizmi endüstri 4.0 ile ilişkilendiren görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşe göre
dijitalleşmenin merkezinde akıllı robotlar, yapay zekâ, 3 boyutlu baskı, Nesnelerin İnterneti ve makine
öğrenmesi (machine learning), biyoteknoloji ve nanoteknoloji, kuantum ve bulut bilişim, yeni enerji
depolama biçimleri ve otonom araçlar gibi 4. Endüstriyel Devrim’e kapı açan teknolojik gelişme
dalgası bulunmaktadır. Ancak 4. Endüstriyel Devrim’in bu “kritik teknolojileri” gayrisafi dünya
hasılasının (GWP) yalnızca bir bölümünü oluştururken, dijitalleşme endüstriyel üretim ve finanstan
hizmetlere, formel sektörden enformel sektöre, küresel ekonominin tamamını kapsamaktadır.
Dijitalleşmeyle birlikte firmalar artık işlerinin tüm yönleri için dijital iletişim ve verilere bağımlı hale
gelmiştir. Bu dönemde veriler, şirketlerin “rekabetçi” kalabilmeleri için giderek artan bir şekilde
merkezi bir kaynak haline gelmiş, küresel ekonomi ile ilişkili tüm süreçlerin merkezinde yer almıştır.
Bu sayede şirketler esnek üretim modelini uygulayarak emek gücünü kontrol etmekten dış kaynak
kullanımı (taşeron) yoluyla emek gücü temin etmeye, küresel finansal akışlar, küresel tedarik
zincirlerinin koordinasyonunu sağlamaya bir dizi olanağı elde etmiştir (Robinson 2018: 82-83). Öte
yandan tüm bu yaşananların kapitalizmin özünde bir değişiklik yaratmadığı, bu yüzden endüstriyel
(geleneksel) kapitalizmin ortadan kalktığı şeklinde yorumlanabilecek dijital kapitalizm kavramı yerine
“internet çağında kapitalizm” ya da “dijital çağda kapitalizm” kavramlarını kullanmanın daha doğru
olacağı şeklinde görüşler bulunmaktadır (Huws 2015: 19-20).
2. Bilişsel Kapitalizm
Endüstriyel kapitalizmin ortadan kalktığı ve yeni evrede dijital kapitalizmin ortaya çıktığı
şeklindeki yaklaşıma yönelik eleştiriler bulunmaktadır. Ayrıca dijital kapitalizmin yeni bir evre
olduğunu kabul etmekle birlikte, dijital kapitalizm kavramına temkinli yaklaşan görüşler de
bulunmaktadır. Dördüncü Bölüm’de “EİT’lerdeki Gelişim ve Dijital İşyerlerin Doğuşu” başlığı altında
daha detaylı olarak ele alacağımız otonomcu Marksistlerden Yann Moulier Boutang, Carlo
Vercellone, Maurizio Lazzarato, Antonella Corsani, Jean-Marie Monnier ve Patrick Dieuaide bu
kategoride değerlendirilebilir. Daha sonra farklı bir yön çizse de otonomcu Marksist gelenekten gelen
Negri’yi de içeren bu yaklaşıma göre kapitalizmin içinde bulunduğu yeni evreyi “bilişsel kapitalizm”
olarak adlandırmak gerekmektedir (Sevgi 2021: 18).
Otonomcu Marksistlerle, Fransız Düzenleme Okulu’nun yaklaşımlarının bir kombinasyonu
olarak değerlendirilebilecek (Thompson, Briken 2017: 242) bilişsel kapitalizm yaklaşımı, dijital
kapitalizm yaklaşımının teknolojik iyimserlik tuzağına düştüğünü, kapitalizmin bu evresinde iyimser
ve umut verici söylemler geliştirdiğini, üstelik teknolojik gelişmeleri temel alıp kapitalizmi
138
meşrulaştırdığını savunmakta, bunların iki kavram arasındaki temel farklılıkları oluşturduğunu ileri
sürmektedir. Dijital kapitalizm ilerici bir unsur olarak değerlendirilmesine, EİT’lerin toplumsal
yapılara uyarlanmasıyla toplumsal sorunları büyük ölçüde çözeceği görüşüne karşı çıkan bilişsel
kapitalizm yaklaşımı, EİT’lerin etkisiyle endüstriyel kapitalizmin kendisini geliştirdiğini, buna karşın
kapitalizmin özünde yer alan emek sömürüsünün varlığını sürdürdüğünü savunmaktadır. Buradan
hareketle kapitalizmin yeni bir evreye, bilişsel çağa girdiğini savunan Negri, endüstriyel emeğin
varlığını sürdürmekle birlikte bilişsel, entelektüel emeğin hegemonik güç olarak ortaya çıktığını ileri
sürmektedir (Sevgi 2021: 18). Moulier Boutang da bilişsel kapitalizmin maddi olmayan sermaye
birikimi, bilginin yayılması ve bilgi ekonomisinin dinamik rolü üzerine kurulduğunu savunmaktadır
(Fuchs, Chandler 2021: 21).
Bilişsel kapitalizm yaklaşımı tarihsel süreç içerisinde kapitalizmin üç evreyi yaşadığını
savunmaktadır. Birinci bölümdeki “Teknoloji ve Endüstriyel Gelişim” ara başlığında incelediğimiz
gibi bu evreler merkantilist (ticari) kapitalizm, endüstriyel kapitalizm ve bilişsel kapitalizmdir. Öte
yandan kapitalizmin bu evreleri arasında keskin sınırlar bulunmamaktadır. Tıpkı endüstriyel
kapitalizmin merkantilist kapitalizminin özünden kopmaması gibi; “bilişsel” kapitalizm, maddi
endüstriyel üretim dünyasıyla bir arada olmakta, ancak onu yeniden düzenlemekte, organize etmekte
ve sinir merkezlerini değiştirmektedir. Bu yeniden yapılanma, maddi üretimin yeniden
biçimlendirilmesi finansallaşmayla ifade edilmektedir ve 20. yüzyılın son bölümünde ortaya çıkmıştır.
Yine de ortaya çıkan bu yeni kapitalizmin, 1750 ile 1820 yılları arasında merkantilist ve köleci
kapitalizmden koparak doğan endüstriyel kapitalizmle pek ilgisi yoktur (Moulier Boutang 2007: 74-
77; Mason 2016: 198; Fuchs, Chandler 2021: 21). Bu çerçevede endüstriyel kapitalizmden bilişsel
kapitalizme bu geçiş oldukça önemlidir ve Karl Polanyi’nin ifadesiyle “yeni büyük dönüşüm”ün
66
zirvesi olarak adlandırılabilir. Ancak bu ‘yeni’ büyük dönüşüm kapitalist üretim biçimini
değiştirmemiş, kapitalizmin unsurlarının yenilenmesine yol açmıştır (Moulier Boutang 2007: 24;
Akçoraoğlu 2019: 537). Maddenin enerji ve emek gücü harcanarak mekanik olarak dönüştürülmesi
bilişsel kapitalizmde ortadan kalkmamış, ancak EİT’lerin gelişimi sonucu yaşanan dijitalleşmeyle
birlikte merkezi önemini yitirmiştir. Bu bağlamda kömür madeni, buhar makinesi, dokuma tezgahı ve
demiryolu nasıl endüstriyel kapitalizmin simgesiyse, kritik teknolojileriyse; dijital teknolojiler,
bilgisayar ve internet bilişsel kapitalizmin simgesi, kritik teknolojileri haline gelmiştir (Moulier
Boutang 2007: 87). Bilişsel kapitalizm yaklaşımı, “bilim” ve “bilgi”ye (knowledge, connaissance)
66
Polanyi, “Büyük Dönüşüm – Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri” adlı kitabına şu cümleyle başlar:
“Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü. Bu kitap, bu olayın siyasal ve ekonomik kaynaklarıyla, aynı zamanda da onun yol
açtığı büyük dönüşümle ilgili” (Polanyi 2003: 35). Moulier Boutang da Polanyi’nin modern piyasa sistemine geçişi ifade
etmek için kullandığı “büyük dönüşüm” kavramlaştırmasını, bilişsel kapitalizme geçiş aşamasını betimlemek için
kullanmaktadır.
139
büyük önem vermektedir. Çünkü bu yaklaşıma göre bilim ve bilgi, bilişsel kapitalizm evresinde
stratejik bir konumda yer almış, sistemin ‘önde gelen sektörü’ durumuna gelmiştir. Yenilik
olanaklarını belirleme konusunda ve hem ürünlerde hem de hizmetlerde değişim değerinin önemli bir
bölümünü kristalize etmede, bilim ve bilgi hegemonik bir karaktere bürünmüştür. Bunun temel sebebi
ise bilim ve bilginin kapitalist değerlemede belirleyici halkayı yönetmesidir (Moulier Boutang 2007:
78-79).
Bilişsel kapitalizm yaklaşımının çıkış noktasında Fordizmin krizi bulunmaktadır. Ancak
post-Fordizm kuramları, neo-endüstriyel bir vizyona dayandığı ve kapitalizmin çelişkilerine yönelik
geleneksel bir yaklaşım geliştirdiği için bilişsel kapitalizm yaklaşımı tarafından reddedilir. Dolayısıyla
eleştirel bir yaklaşımdır. Bunun yerine bilişsel kapitalizm yaklaşımı yeni birikim sistemini, sermaye ve
emeğin antagonistik ilişkisi ve bundan kaynaklanan çatışmaların derin bir dönüşümü ile karakterize
ederek ortaya koyarlar (Thompson, Briken 2017: 242). Buna göre bu yeni kapitalizm türü, emeğin
bilişsel boyutunun değer yaratmanın baskın ilkesi, maddi olmayan ve entelektüel sermayenin ise temel
sermaye biçimi haline geldiği yeni bir “tarihsel birikim sistemi”dir. Kavramdaki “kapitalizm” ifadesi,
kapitalist üretim tarzının yapısal sabitlerinin değişimindeki kalıcı unsuru, özellikle kârın ve ücret
ilişkisinin itici rolü ya da daha doğrusu, artı emeğin çıkarılmasının üzerine kurulduğu farklı bağımlı
emek biçimlerini tanımlamaktadır. “Bilişsel” ifadesi ise sermaye ile emek arasındaki çelişkili ilişkinin
ve sermaye birikiminin dayandığı mülkiyet biçimlerinin yeni doğasını vurgulamaktadır (Vercellone
2007: 14). Bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir yanda sermayenin değerlenmesi, diğer yanda
ise bilgi üretiminin toplumsal koşullarının, sermaye ile metanın hayali bir biçimde dönüştürülmesinin
denetimidir (Lucarelli 2013: 11). Bilişsel kapitalizm yaklaşımını savunanlara göre kapitalizmin bu
evresinde söz konusu olan maddi emeği içeren endüstriyel üretimden, maddi olmayan emeğe ve
bununla bağlantılı sermaye birikim araçlarına doğru geçiş, böylece “zenginliğin temellerinin radikal
dönüşümü”dür. Dijitalleşmenin, internetin, diğer enformasyon ve iletişim teknolojilerinin
“ekonominin sanallaştırılması” için uygun koşulları geliştirmede oynadığı önemli rolleri kabul eden
bilişsel kapitalizm kuramı, dijital kapitalizmden bu değişikliklerin kapsamlı doğasını ve bunların hem
kapitalizmin hem de yaşamın temel yapısına nüfuz etmelerini vurgulaması açısından ayrılır. Bu
yaklaşımı savunanlara göre bilişsel kapitalizmi endüstriyel kapitalizmden ayıran en radikal faktör
bilgiye ve maddi olmayan emeğe artan bağımlılık değildir, değerin yaratılma biçimidir. Bu kapitalizm
türüne “bilişsel” özelliği katan, değerin, veri saklama ve işleme kapasiteleri artan dijital ağlar içinde
yaratıcı faaliyetlerde bulunan insanlar tarafından kolektif olarak üretilmesidir (Burton 2013: 73).
Bilişsel kapitalizm yaklaşımına göre bu evrede değerin temel kaynağı artık sermaye ve maddi emek
değildir. Artı değerin temel kaynağı canlı emeğe katılan ve onun tarafından harekete geçirilmiş
140
bilgilerdir. Bilgi, bilişsel kapitalizmde başlıca değer kaynağı haline gelmiş, endüstriyel kapitalizme
özgü üretkenlik, nicelik ve doğrudan emek zamanı ölçütlerinin yerini almıştır. Bütün bunların
kapitalist sistemde, hem emek-sermaye çelişkilerini hem de uluslararası iş bölümünü kuran egemenlik
etkileri düzeyindeki çelişkileri artıran, yeniden kuran bir değişime yol açtığını söylemek olanaklıdır
(Lebert, Vercellone: 31-39).
Konuyu emek-sermaye ilişkileri bağlamında ele alırsak, bilişsel kapitalizm yaklaşımına göre,
sermaye piyasa alanını genişletmekte, bilişsel emeğin yarattığı artık değere el koymaktadır. Bu
çerçevede “fikri mülkiyet hakları” önem kazanmaktadır ve müşterek olarak değerlendirilmesi gereken
ortak bilgi ve yaşam ürünleri sermaye tarafından hızla metalaştırılmakta ve sömürülmektedir. Ayrıca
EİT’lerin gelişimiyle birlikte yüksek eğitimli çalışanlara yönelik talep daha da artmakta, bunun
sonucunda vasıflı emek ile vasıfsız emek ücretleri arasındaki makas daha da açılmaktadır. Bilişsel
kapitalizmin gereksinim duyduğu dijital ekonomiye bağlı olarak ücretler arasındaki bu farklar daha da
derinleşmektedir. Çalışmanın niteliğinin dönüşüm geçirdiği bu evrede bedensel çalışma ve endüstri
ortadan kalkmamakta, ama geri plana doğru itilmektedir. Sermaye birikimine olanak tanıdığı için
kapitalizm için olmazsa olmaz olan kârın gitgide büyüyen bir bölümü artık tüketici davranışının
yarattığı bedelsiz değerin yakalanmasından gelmeye başlamıştır. Bu yüzden kitlesel tüketime
odaklanmış bir toplumu bu yönde seferber edebilmek için fabrika toplumun bütününe yayılmıştır.
Bilişsel kapitalistlerce “toplumsal fabrika” olarak adlandırılan bu durumu kavramak, salt sömürüyü
kavramak açısından değil, bu sömürüye karşı direniş biçimleri geliştirebilmek açısından da büyük
önem taşımaktadır. Üretim sürecinin endüstriyel kapitalizmde olduğunun aksine fabrika sınırları
içerisinde değil, toplumun genelinde, iş-özel yaşam arasındaki sınırların belirsizleşeceği şekilde
gerçekleştirilmesi olarak değerlendirebileceğimiz “toplumsal fabrika”da üretim ile tüketimin çizgileri
de net bir biçimde çizilmemiştir, bulanıktır. Bu dünyada düşünceler, davranışlar ve müşteri-marka
etkileşimi kâr üretmek için kritik bir önem taşımaktadır. Ancak bilişsel kapitalistlerin, geleneksel
endüstriyel üretimin Çin, Hindistan, vb. gibi gelişmekte olan Güney ülkelerinde gösterdiği
yükselmenin önemini küçümsemeleri ve görmezden gelmeleri eleştiri konusudur. Bu yaklaşımı
savunanlar Güney ülkelerindeki bu gelişmeleri, yeni doğan bir sistemin diş çıkarma sancıları olarak
görmektedir. Onlara göre bilişsel kapitalizm, insan zekâsının yeni teknolojiler ve iletişim ağlarıyla
senkronize olduğu yeni bir ekonomi modeli olarak değerlendirebileceğimiz dijital ekonomi ekseninde
gerek emeği yapısal bir dönüşüme zorlama yoluyla gerekse de yeni emek biçimlerini kullanma
yoluyla, sermayenin yeniden üretilmesini ve birikimini sağlamaktadır (Mason 2016: 199-201; Sevgi
2021: 19-20).
141
Öte yandan bilişsel kapitalizm kuramı, Marx’ın emek-zamanı değer kuramının modern
kapitalizmde geçerliğini yitirdiğini ileri sürmektedir. Marx’ın artı değer kuramının gerçekte iki
varyantının olduğunu öne süren Vercellone, bunlardan ilkinin emek-sermaye arasındaki sömürü
ilişkisinin niteliksel yönüne odaklanan “artı-değer kuramı”, diğerinin ise sömürü ilişkisinin niceliksel
yönüne odaklanan “emek-zamanı değer kuramı” olduğunu savunur. Buna göre “artı-değer
kuramı”nda, soyut emek, piyasa ilişkilerinin ve ücretli emeğin gelişmesiyle karakterize edilen
kapitalist bir toplumda değerin özü ve ortak kaynağı olarak görülürken; “emek-zamanı değer
kuramı”nda, emek-zamanı bir metanın değerinin ölçüsü olarak kabul edilmektedir. Ancak
Vercellone’ye göre Marx, emek-zamanı değer yasasını hiçbir şekilde fetişleştirmemiştir. Marx, bu
yasayı kapitalizmin işleyiş tarzının bir tür yapısal değişmez özelliği (modus operandi) olarak
görmemektedir. Bu bağlamda emek-zamanı değer kuramı kapitalizmin tarihsel olarak belirlenmiş bir
döneminde geçerlidir. Artı-değeri, kârın ve rantın kaynağı yapan “artı-değer kuramı” ise, emeği ve
göreli meta fiyatlarının gelişimini ölçmek için bir ölçüt olarak birincil öneme sahiptir, bu anlamda
“emek-zamanı değer kuramı”ndan özerktir. Bilişsel kapitalizm evresinde, “emek-zamanı değer
kuramı” geçerliliğini yitirmiştir, çünkü bu kuram endüstriyel kapitalizm evresi için geçerlidir
(Vercellone 2014: 421-423). Bunun nedeni üretimde bilginin artan önemiyle birlikte, Marx’ın “Genel
Zekâ” olarak ifade ettiği şeyi içeren bilgi emeğinin zaman temelinde ölçülememesidir (Fuchs 2015:
398). Ayrıca bilişsel kapitalizmde, maddi olmayan üretiminde çalışılan ve çalışılmayan zaman,
dolayısıyla iş ile özel yaşam arasındaki sınırlar belirsizleşmiştir. Bu yüzden çalışma zamanının ve
değerin niceliksel olarak belirlenmesi hemen hemen olanaksız hale gelmiştir. Öte yandan bilişsel
kapitalizm evresinde ‘emek sömürüsü’ devam etmektedir. Çünkü emek, kapitalizmin bu yeni
evresinde değerin ve servetin yegâne kaynağını oluşturmaktadır (Akçoraoğlu 2019: 541-542).
Caffentzis, bilişsel kapitalizm kuramcılarının modern kapitalizm çalışmalarına yeni bir
heyecan getirdiğini dile getirmekle birlikte, birtakım eleştiriler getirmektedir (2014: 110-112). Örneğin
geleneksel Marksizmin yenilgi olarak gördüğü endüstrisizleşme ve küreselleşme, bilişsel kapitalist
kuramcıların gözünde kapitalistleri üretim sürecinin dışına ittiği için ABD ve Avrupa proletaryası
açısından bir zafer olarak değerlendirilmiştir. Buna göre bilişsel aşamadaki işçiler artık mesleklerinde
kendi bilgilerini uygulama sürecinde iş birliği yapabilmekte ve kendi kararlarını verebilme güçlerini
kullanabilmektedir. Öte yandan kapitalistler “ortadaki kişi” rolüne indirgenerek üretim süreciyle olan
temaslarını yitirmektedir. Bilişsel kapitalizm kuramcılarına göre kapitalistler bu durumdan acı
çekerken, dünyanın metropol bölgelerindeki “bilişterya” (cognitariat)
67
güç kazanmaktadır. Ancak
67
“Bilişterya” (cognitariat) kavramı, “bilişsel emek” (cognitive labour) ile “proletarya”nın (proletariat)
birleştirilmesinden türetilmiştir. Bilişsel kapitalist yaklaşıma göre bilişterya, bilişsel emeğin toplumsal bedenselliğidir
(Berardi 2005: 57).
142
Caffentzis’e göre bilişsel kapitalizm kuramcıları “bilişterya”nın mücadelelerine odaklanırken, dünya
çapındaki fabrikalardaki ve geniş tarım alanlarındaki fabrikalarda yaşanan sınıf mücadelelerini ihmal
etmektedir. Bu yüzden bilişsel kapitalist kuramcılar, günümüz modern proletaryasının karmaşık
bileşiminden doğan çelişkili politik tepkilerle ilgili en yaşamsal konulara değinmedikleri için
eleştirilmektedir (Caffentzis 2014: 110-111).
3. Büyük Veri Kapitalizmi
Endüstri 4.0 konusunu ele alırken, “büyük veri”nin (big data) günümüz kapitalizminde
edindiği önemden bahsetmiş, Dördüncü Endüstriyel Devrim’in kilit unsurlarından birinin, herhangi bir
insan veya insan grubunun kavrayabileceğinden daha fazla bilgi anlamına gelen “büyük veri”
(Andrejevic 2014: 1675) olduğunu aktarmıştık. Buradan hareketle bazı yazarlar (Fuchs 2021;
Chandler 2021; Jarrett 2021), içinde bulunduğumuz toplumun dijital dönüşümünü ve dijital yaşamın
son evresini “büyük veri kapitalizmi” olarak adlandırmaktadır. Akademik literatürde yeni yeni kendine
yer bulmaya başlayan bu kurama göre günümüzde büyük veri üreten algoritmalar; ekonomiyi,
politikayı, kültürü ve çevreyi dönüştürmektedir. Algoritmalar sadece giderek hacmi büyüyen mevcut
verileri işlemekle kalmamakta, aynı zamanda korelasyonlar bularak yeni duyusal ve deneysel bilgi
biçimleri geliştirmektedir (Fuchs, Chandler 2021: 12-14).
Büyük veri kapitalizminin yükselişiyle neoliberal politikalar arasında yakın ilişki
bulunmaktadır. Fuchs’a göre veri ve iletişim dahil, ekonomide hemen her alanın özelleştirilmesiyle,
politik sistem içerisinde bir gözetim-endüstri kompleksi ortaya çıkmıştır. Büyük verinin toplanması,
depolanması, denetimi ve analizi, büyük oranda bu kompleks tarafından yönlendirilmektedir. Bu
kompleksin ekonomik ve politik denetim ve bireylerin hedeflenmesini amaçlayan politik-ekonomik
çıkarları bağlamında bu işlemler gerçekleştirilmektedir. 1950’li yıllarda ABD’de ortaya çıkan ve
enformasyon ve iletişim teknolojilerine yaptığı yatırımlarla kapitalizme yön veren askeri-endüstriyel-
bilimsel komplekse benzer biçimde, günümüzde de AOL, Alphabet (Google ve Youtube), Apple,
Facebook, Microsoft, vb. gibi EİT şirketlerini de içeren gözetim-endüstri kompleksi ortaya çıkmıştır.
Gizli servislerin ve polisin büyük veri akışlarına erişim sağlamasına olanak tanıyan gözetim-endüstri
kompleksinde, gözetim sermayesi ile gözetim devleti eriyip iç içe geçmiş, kaynaşmıştır. Büyük veri,
bu anlamda despotik bir iktidara ve büyük kapitalist ekonomik faaliyete denk düşmektedir (Fuchs
2021: 81-82).
143
Ancak büyük veri, sermaye tarafından salt gözetim/denetim amacıyla kullanılmamaktadır.
Büyük veri kapitalizmi yaklaşımını savunanlara göre, algoritmik güç ile dünya adeta dev bir alışveriş
merkezine dönüştürülmüştür. Alışveriş merkezi benzetmesinin nedeni, özellikle internet aracılığıyla
insanların yaşamlarının her alanında hedefli reklamlara maruz kalmaları ve ticari mantığın toplumu
sömürgeleştirmesidir. Öte yandan büyük veriyi kullanıma koymak, son derece pahalı veri kümelerine,
yazılıma, işlem gücüne ve bunları analiz etmek için uzmanlığa bir erişimi gerektirmektedir. Bu
faktörler veri sahipliği ve veri kontrolü açısından bir “büyük veri bölünmesi”ne yol açmaktadır. Büyük
veri madenciliğiyle ilgili “bilme” biçimleri yalnızca makinelere, veritabanlarına ve algoritmalara
erişimi olanlar tarafından kullanılabilmektedir. Bu yüzden veritabanlarına erişimi, işlem gücü ve veri
madenciliği uzmanlığı olanlar, böyle bir erişimi olmayanlara kıyasla kendilerini avantajlı bir konumda
bulmaktadır (Andrejevic 2014: 1675-1676). Verinin metalaştırması olarak da değerlendirebileceğimiz
bu süreç, toplumsal eşitsizliklerin ortaya çıkması ve internetin sömürücü eğilimlerinin pekişmesi
anlamına gelmektedir (Fuchs 2021: 83).
Bu bölümde gördüğümüz gibi kapitalist sistem İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’li
yıllara kadar uzanan dönemde Fordist modelin uygulanmasıyla elde edilen yüksek büyüme oranları ve
büyümenin getirdiği refahın sermaye ile işçi sınıfı arasındaki zımni sınıf ittifakıyla bölüşülmesine
yönelik Keynesyen refah devleti politikalarıyla altın çağını yaşamıştır. Ancak bu model 1970’li
yıllardan itibaren sermayenin birikim krizine girmesiyle tıkanmıştır. Sermaye sınıfının buna yanıtı, arz
yanlısı neoliberal politikaları IMF ve Dünya Bankası eliyle tüm dünyada egemen kılmak, Fordizmin
ve Keynesyen refah devleti politikalarının “katılıklarını aşmak için esnek birikim modelini devreye
sokmak, tüm bunların sonucunda kapitalizmi yeniden yapılandırmak olmuştur. Bu noktada teknoloji,
kapitalist sınıfın hizmetinde önemli bir rol üstlenmiştir. Sermaye sınıfı, kapitalizmin yeniden
yapılandırılması politikalarını hayata geçirirken teknolojik ilerlemelerden ve yeni teknolojilerden
fazlasıyla yararlanmıştır. Bu yeni teknolojiler arasında enformasyon ve iletişim teknolojileri özellikle
öne çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi’nin “başarıya ulaşması”nın da etkisiyle
1950’li yıllarda askeri-endüstriyel-bilimsel kompleksin ortaya çıkmasıyla başta enformasyon ve
iletişim teknolojileri olmak üzere bir dizi teknolojide (yapay zeka uygulamaları, radar, jet motor,
penisilin, vb.) önemli ilerlemeler yaşanmıştır. Enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler
ise sermaye sınıfına yeni bir zaman-mekan sabitesini devreye sokma olanağı sunmuştur. Bu
teknolojilerin kullanılmasıyla ulaştırma ve iletişimin maliyetleri azalırken, hızı artmıştır. Bu sayede
sermaye coğrafi mesafe engelleri ve pürüzleri aşılabilmiş, üretimi küresel ölçekte yeniden
yapılandırabilmiş ve dijital ekonominin alanını genişletmiştir. Bu gelişmelerin sonucunda gerek üretim
gerekse dolaşım alanında sermayenin devir süresi kısalmış, ayrıca tüketim mallarının ömrü azalmıştır.
144
Kısacası kapitalist sistem yeniden yapılandırılmış ve dijital bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Bu
yeniden yapılandırma farklı yaklaşımlarca “esnek birikim”, “dijital kapitalizm”, “bilişsel kapitalizm”,
“enformasyonel kapitalizm”, “büyük veri kapitalizmi”, vb. gibi adlarla değerlendirilmiştir. Bu
kuramların her biri kapitalizmin içinde bulunduğu evreyi değerlendirmemize katkıda bulunmaktadır.
Ayrıca tüm bu farklı yaklaşımların ortak noktası, söz konusu yeniden yapılandırma politikalarının
hayata geçirilmesinde enformasyon ve iletişim teknolojilerinin rolüne verdikleri önemdir. Bu yüzden
dördüncü bölümde dijital emeğin ne olduğu konusuna geçmeden önce enformasyon ve iletişim
teknolojileri ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
145
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ENFORMASYON VE İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ VE EMEK:
DİJİTAL EMEĞİN ORTAYA ÇIKIŞI
Çalışmamızın ikinci ve asıl odak noktasını dijital emek oluşturmaktadır. Üçüncü bölümde
emek üzerine güncel tartışmalar başlığı altında kapitalizmin içine girdiği sermaye birikimi krizini
aşmak için çeşitli çözüm yöntemleri geliştirdiğini dile getirmiştik. Özellikle neoliberalizm ve esnek
birikim ile cisimleşen bu politikaların yanı sıra, yeni uluslararası iş bölümü çerçevesinde gelişmiş
kapitalist ülkelerdeki endüstri sektörünün emek gücü maliyetlerinin daha ucuz olduğu çevre ülkelere
kayması (offshoring), dolayısıyla bunun sonucunda söz konusu ülkelerdeki istihdamda hizmetler
sektörünün payının artması da dikkati çekmektedir. Esnekleştirme politikalarıyla emeğin örgütlü
gücünü kırmak, işçi sınıfının geçmiş kazanımlarını yok etmek, emek gücünü eğretileştirmek,
güvencesiz, belirsiz, geçici işlerin yaygınlık kazanmasını sağlamak neoliberal politikalar kapsamında
değerlendirilebilir. Bütün bunların ışığında “enformasyon toplumu” savunucularının aksine kapitalist
üretim ilişkilerinin fazlasıyla geçerli olduğunu ve tam tersine sermayenin yeni alanlara sıçrayarak
doğa, sağlık ve eğitim gibi sayısız yeni metalaşma alanları yarattığını söyleyebiliriz. Nitekim
enformasyon ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi; cep telefonları, tabletler, vb. gibi akıllı cihazların
dünyanın dört bir yanında, hemen hemen tüm toplumun (farklı sınıflar ve gelir grupları) kullanabildiği
bir araç haline gelmesi; internet, sosyal medya gibi EİT’lerin topluma nüfuz etmesi, buradaki
tüketimin artması yeni bir alan olarak dijital alanın da metalaştırıldığını, sömürü ilişkilerinin burada da
geçerli olduğunu göstermektedir.
Dijital emek olarak kavramlaştırılan ve üzerine tartışılan bu alandaki çalışmalar, görece yeni
olması nedeniyle sınırlıdır. Tek bir kategori altında inceleyemeyeceğimiz, birbirinden farklı emek
kesimlerini bünyesinde barındıran, yer yer eğretileşen, hatta bazı durumlarda köle emeğini andıran
aşırı sömürü ilişkilerini de içeren, tabakalaşmanın olduğu, dijital emeğin niteliğini ortaya koymak,
bunun sınırları belirlemek gerekmektedir. Endüstri ve hizmet sektörleri açısından baktığımızda ise
dijital emek biçiminde sınırların belirsiz olduğunu ve arada geçişkenliğin bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bu yüzden buradaki üretim ilişkilerinin incelenmesi bir gereklilik halini almaya başlamıştır. Bu
bağlamda akademik literatürde son dönemde “dijital emek”, “dijital çalışma”, “siber emek”, vb. gibi
başlıklar altında bu konuya ilgi gösterilmeye başlandığı gözlemlenmektedir. Çalışmamız bu literatüre
eleştirel bir analiz getirmeyi hedeflemektedir.
146
Ancak dijital emek tartışmalarını analiz etmeden önce, Dördüncü Endüstriyel Devrim’in bir
“kritik teknolojisi” olan ve kapitalizmin dijitalleşmesinde, dolayısıyla dijital emeğin ortaya çıkmasında
pay sahibi olan enformasyon ve iletişim teknolojilerini tarihsel gelişim süreci içinde analiz etmek
gerekmektedir. Dördüncü bölüm bu tarihsel analiz ile başlayacaktır. Bu analiz kapitalizmin nasıl dijital
bir görünüm kazanmaya başladığı, dijital işyerlerinin nasıl ortaya çıktığı, dolayısıyla üretimde
mekansızlaşmasının nasıl gerçekleştiği sorularına verilecek yanıtlara katkı sağlayacaktır. Ayrıca
EİT’lerin emek süreçleri üzerindeki etkilerini de analiz etmek önemlidir. Öte yandan bilişsel
kapitalizm kuramının “maddi olmayan emek” ve “toplumsal fabrika” kavramlarına kısaca da olsa
değinmek, özellikle sosyal medyada dijital emek konusunu incelemeden önce yararlı olacaktır.
Dördüncü bölümün son kısmında ise dijital emek ayrıntılı biçimde değerlendirilecektir.
I. Enformasyon ve İletişim Teknolojilerinde Yaşanan Gelişim
Çalışmamızın ana odak noktasını dijital emek oluşturmaktadır. Yeni bir emek formu olarak
nitelendirebileceğimiz dijital emeğin ortaya çıkmasında, teknolojik gelişmelerin, ama özellikle
enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki (EİT) gelişimin önemli bir payı bulunmaktadır. Bu yüzden
bu bölümde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte başlayan, ancak 1980’li yılların sonu ile hız
kazanan, 2000’li yıllar ile daha görünür hale gelen ve kimilerince bir devrim olarak nitelenen
EİT’lerdeki hızlı gelişim ele alınacak, bu gelişim süreci kapitalist üretim tarzı ile ilişkisi bağlamında
incelenecektir. Bu bölümde amacımız EİT’lerdeki gelişim seviyesini sergilemenin dışında, bu gelişimi
tetikleyen faktörleri de dile getirmektir. Ama öncesinde enformasyon ve iletişim teknolojilerinin ne
olduğuna kısaca değinmek yararlı olacaktır.
A. Enformasyon ve İletişim Teknolojileri Nedir?
Enformasyon ve İletişim Teknolojileri (EİT)
68
, enformasyon teknolojileri ile iletişim
teknolojilerini birleştiren, 1970’li yıllardan itibaren yaygınlık kazanan bir kavramdır. EİT’lerin
bileşenleri arasında bilgisayarlar, dijital bilgi teknolojileri, internet, yazılım, telekomünikasyon, fiber
optikler, mobil aygıtlar vb. yer almaktadır. Bu kavram 1970’li yıllardan itibaren geçmişte birbirinden
bağımsız hatlarda ilerleyen iki farklı teknolojinin, iletişim teknolojileri (enformasyonun iletilmesi) ve
bilgisayar teknolojilerinin (enformasyonun işlenmesi) dijital yakınsamasına (digital convergence)
68
Bu kavramın yerine literatürde Bilgi ve İletişim Teknolojileri (BİT) kavramı da kullanılmaktadır. Ancak “veri”,
“enformasyon” ile “knowledge” anlamına gelen “bilgi” kavramlarını karşılaştırırken görebileceğimiz gibi, her üç kavram
özünde farklılıklar içermektedir. Bilginin “işlenmiş ve iletilmiş” versiyonu, çeşidi anlamında “enformasyon”un daha doğru
bir tanımlama olduğuna inandığımız için, çalışmamızda BİT kavramı yerine EİT kavramı kullanılacaktır.
147
dayanmaktadır. Şekil 4.1’de görülebileceği gibi bu yakınsama sonucu analog sistemlerden dijital
sistemlere geçilmektedir (Dicken 2011:80).
Bu bağlamda dijitalleşmenin son dönemde yaşanan en etkili ve en yaygın teknolojik gelişme
olduğunu söylemek doğrudur. Nitekim EİT’lerdeki büyük gelişim ile her türlü enformasyon,
elektronik bir sayı (digit) şeklinde dijital (ikili) formda depolanabilmektedir. Bu dijital veri
bilgisayarlarda işlenebilmekte, içerikleri süratle değiştirilebilmekte ve saklanabilmekte ve
telekomünikasyon altyapısının (başta internet ve mobil cihazlar) yardımıyla dünyanın herhangi bir
noktasına anında gönderilebilmektedir. EİT’lerdeki bu hızlı ilerleme, bireylerden hane halkına, yerel
topluluklardan ulusal topluluklara kadar hemen her düzeye etkide bulunmakta ve dönüşüm
yaratmaktadır (Dicken 2011: 80; Huws 2018: 23).
Şekil 4.1: İletişim ve Bilgisayar Teknolojileri Arasındaki Yakınsama
Kaynak: Dicken, P. (2011). Global Shift - Mapping the Changing Contours of the World Economy,
New York: The Guilford Press: 80
Bu dönüşüm elbette ki ekonomik süreçlerde de yaşanmaktadır. Yeni kapitalizm
tartışmalarında gördüğümüz gibi özellikle 1970’li yıllarda kapitalizmin içine girdiği birikim krizini
148
aşabilmek için başta internet ve bilgisayar olmak üzere enformasyon ve iletişim teknolojilerini devreye
sokmuş, piyasa odaklı bir ağ (network) yaratmıştır. Gelinen noktada üretim ve dolaşım giderek dijital
bir görünüm kazanmakta, emek ürünü metalar dijital hale gelmekte, emeğin yeniden organizasyonu
gereklilik haline gelmekte, şirketler farklı iş yapma pratiklerini geliştirmekte, tüketim süreçleri de
dönüşmektedir (Kıyan 2015: 29). Ayrıca EİT’lerin yardımıyla önceden tek bir konumda yerleşmiş
faaliyetlerin mekânsal olarak yeniden dağıtılabilmesi, daha da önemlisi bu üretim birimlerinin
merkezden eşgüdümle gerçek zamanlı olarak uzaktan yönetilebilmesi olanaklı hale gelmiştir (Huws
2018: 92). Yeni bir emek formu olan dijital emek, bu gelişmelerin bir ürünüdür. Bu yüzden söz
konusu dönüşüme zemin hazırlayan enformasyon ve iletişim teknolojilerini analiz etmek yararlı
olacaktır. Ancak öncesinde “bilgi” ve enformasyon” kavramlarını açıklamak gerekmektedir. Özellikle
kavramın İngilizcedeki üç kullanımının (data, information ve knowledge) Türkçede sıklıkla aynı
sözcükle, “bilgi” ile ifade edilmesi, kavranışı zorlaştırmaktadır. Öncelikle sözlük anlamına bakarsak
bilgi, “insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü”dür (TDK 2005: 267). Ancak bu
tanımda söz konusu olanın işlenmemiş bilgi olan verinin (data) mi; verinin işlenmesiyle ortaya çıkan,
böylece anlam ve değer kazanan bilgi olan enformasyonun (information) mu; enformasyonun
birey/toplum tarafından içselleştirilmesi, anlamlı bir yapıda toplanması anlamına gelen bilginin
(knowledge) mi (Yılmaz 2009: 27-28; Kiper 2004: 65) kastedildiği belirsizdir. Bu yüzden bilgi
kavramı üzerinde biraz daha durmak gerekmektedir.
Lyotard, 1950’lerden itibaren postmodern çağa giriş ve yaşanan teknolojik dönüşüm ile
bilginin konumunun değiştiğini, bu değişimin iki temel işlevde açığa çıktığını savunmaktadır. Bilgi
süreci açısından bu işlevlerden ilki araştırma, ikincisi ise kazanılmış öğrenmenin aktarımıdır. İkinci
işlev için bilgiyi işlemekte kullanılan makinelerin küçültülmesi ve ticarileştirilmesi örneğini veren
Lyotard, bilginin artık satılmak üzere üretildiği, yeni bir üretimde değerlendirilmek üzere tüketildiği,
mübadele amacıyla kullanıldığı sonucuna varmaktadır. Ona göre enformasyon malı formundaki bilgi,
üretimin esas gücü haline gelmiştir (Lyotard 1994: 16-21). Bell, ise üçüncü bölümde “Post-Endüstriyel
Toplum, Enformasyon Toplumu Kuramları” konusunu ele alırken gördüğümüz gibi kuramsal bilgiyi,
değerin ve büyümenin kaynağı olarak öne çıkarmaktadır (Bell 1976: 576). Bu bilginin üretilmesi ve
işlenmesi, ekonomik büyümenin en önemli kaynağı ve itici gücüdür (Parlak 2004: 98). Yine Bell’e
göre, EİT’deki gelişim ile kuramsal bilgi, toplumun her sektörüne uygulanma potansiyeli taşımaya
başlamıştır (Kumar 2004: 15).
Ancak “enformasyon”un bu anlamıyla “bilgi”den farklılıklar içerdiğine dair görüşler vardır.
Örneğin Fuchs enformasyonu, insanların dünyayı tanıyarak fikirlerini oluşturdukları ve
149
dönüştürdükleri, toplumsal ilişkiler içinde diğer insanlarla etkileştikleri ve ortak çalışma şeklinde
iletişim kurarak toplumsal dünyanın yeni niteliklerini oluşturdukları bir biliş, iletişim ve iş birliği
süreci olarak nitelemektedir (Fuchs 2015: 218). Castells ise enformasyonu bilgiden ayırmakta ve onu
örgütlenmiş ve iletilen bir veri olarak tanımlamaktadır (Castells 2005: 25). Bu anlamda
enformasyonun, aynı zamanda süreç sonunda ortaya çıkan ürünü de içeren bir kavram olduğunu
söyleyebiliriz (Göker 2001: 33). Sonuç olarak veri, enformasyon ve bilginin aralarında hiyerarşik bir
ilişki olan birbirinden ayrıştırılabilen kavramlar olduğunu söyleyebiliriz. Veri (data), bir öznenin
içinde bulunduğu ortamdaki farklılıkları algılaması sonucu elde ettiği nicel ya da nitel değerleri
tanımlarken; enformasyon (information) özne tarafından bu veriler arasındaki düzenliliklerin
bulunmasını; bilgi (knowledge) ise öznenin belirli bir bağlam içinde enformasyonu anlamasını ve
anlamlandırmasını ifade etmektedir. Öte yandan dijitalleşme açısından kodlanmış bilgi (codified
knowledge) ve zımni bilgi (tacit knowledge) arasındaki farkı kavramak önemlidir. Kitap, makale,
resim, video gibi bir ortamda ifade edilebilen ve başka öznelere aktarılabilen bilgi kodlanmış bilgiyi
oluştururken; bir özneden diğerine aktarılması zor olan, kolaylıkla ifade edilemeyen, bu nedenle her
öznenin kendisi tarafından tekrar üretilmesi gereken bilgiye zımni bilgi adı verilmektedir. Dijital
teknolojiler, her türlü bilginin dijital formatta rahatlıkla ve içeriğinden bir şey kaybetmeden
kodlanabilmesine olanak tanımış, bu sayede kodlanmış bilginin alanını genişletmiştir. Dijitalleşmeyle
birlikte bir öznenin bilgisi, başka bir özne için veri haline gelmekte, böylece geleneksel anlamda veri-
enformasyon-bilgi arasındaki hiyerarşik ilişki kırılmakta, farklılıklar muğlaklaşmaktadır (Taymaz
2018: 26). Bu bağlamda enformasyonun tanımı da daha geniş olarak düşünülmeye başlanmıştır.
“Dijitalleştirilebilen (bir bit akışı olarak kodlanan) her şey enformasyondur” anlayışı genel kabul
görmeye başlamıştır (Shapiro, Varian 1999: 3).
Bu bölümde görebileceğimiz gibi EİT’lerdeki devrim niteliğindeki ilerlemeler, 1980’li
yıllardan itibaren kapitalist sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde araçsal öneme sahip olmuştur
(Castells 2005: 16). Burada özellikle bilgisayarların meta üretiminin temel bileşeni haline gelmesi
kritiktir. Bu durumun yaygınlaşması, hatta sıradanlaşması hem üretim etkinliklerinin coğrafi
dağılımında hem de bunların nasıl yönetileceğine dair stratejilerin belirlenmesinde ön plana çıkmıştır.
EİT’ler, çok boyutlu bir dönüşüm süreci içerisindeki kapitalist üretim tarzının üretim, dolaşım,
bölüşüm ve tüketim kalıplarının belirlenmesinde merkezi bir rol üstlenmiştir (Savul 2018a: 207).
Dijital emek formunun ortaya çıkışını, kapitalist üretim formundaki bu dönüşümle ilişkilendirmek
doğru olacaktır. Bu yüzden EİT’lerin bu dönüşümdeki rolünü daha iyi kavrayabilmek için, belli başlı
EİT ürünlerinin tarihsel süreç içerisinde nasıl bir değişime uğradığı üzerinde durmakta yarar vardır.
150
B. Enformasyon ve İletişim Teknolojilerinin Tarihsel Gelişimi
İçinde bulunduğumuz dönemde gündelik yaşamın neredeyse her alanında, EİT kökenli
metalar (üretimde kullanılan robotlar, akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar, vb.) kendine yer
bulmaktadır. EİT’nin hem kendi başına bir sektör olması hem de diğer sektörleri destekleyici işlevinin
bulunması, onu kapitalist üretim tarzının sürekliliği açısından önemli kılmaktadır. EİT, kapitalist
üretim sürecinde kritik bir rol üstlenmeye başlamıştır. Kapitalizmin, içinde bulunulan dönemin
bilimsel, teknolojik, sosyo-kültürel olanaklarından yararlanıp sermaye birikimini mutlak hale getirme
isteği (Savul 2018a: 176) bu durumun başlıca nedenidir. Birinci bölümde endüstriyel devrimleri
incelerken gördüğümüz gibi özellikle kritik teknolojilerde yaşanan devrim niteliğindeki ilerlemeler
kapitalist sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklıkları aşan, birikimi hızlandıran bir işlev edinmiştir.
EİT’lerde yaşanan ilerlemeler de bu eksende değerlendirilmelidir.
69
Enformasyon ve İletişim Teknolojileri, dijital yakınsama sürecinin sonucunda, 1970’lerin
başından itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır. Bilgisayar destekli tasarım (CAD – computer aided
design) ve bilgisayar destekli üretim (CAM – computer aided manufacturing) gerek büyük ölçekli
üretim yapan fabrikalarda gerekse de küçük ve orta ölçekli üretim yapan fabrikalarda kullanılan EİT
temelli donanım ve yazılımlar olmuştur. Ancak günümüzde otomasyon kitlesel meta üretiminde daha
da belirleyici bir hal kazanmıştır. Dicken’ın Birinci Bölüm’de “Teknoloji ve Endüstriyel Gelişim”
başlığı altında yer alan (Şekil 1.2) grafiğinde kesik çizgiyle gösterdiği aşama, 2000’lerin başına kadar
olan gelişmeleri resmetmektedir. Oysa 2010’lı yıllardan itibaren EİT sektörünün daha ileri bir
aşamaya taşınması anlamına gelen Endüstri 4.0 tartışmaları yoğunlaşmaya başlamıştır. Nitekim Şekil
1.2’de de görülebileceği gibi bir Kondratiev dalgasının genelde 50 yıl civarı sürmesinden hareketle,
Endüstri 4.0’ı içerdiği ileri sürülen beşinci dalganın (K5) 2040’lara kadar süreceği, dolayısıyla bu
dönem içinde EİT’nin kapitalist üretim tarzı açısından önemini sürdüreceğini söylemek mümkündür
(Savul 2018a: 208-211).
Bu bağlamda Endüstri 4.0 “projesinin” önümüzdeki yıllarda hangi noktaya evrileceğini tam
olarak kestiremezsek de önümüzdeki dönemde EİT’nin kapitalist üretim tarzı açısından daha da kritik
bir role bürüneceğini söyleyebiliriz. Ayrıca EİT’lerin gelişimi, üretim yerinin nihai pazara yakın
olması gereğini ortadan kaldırmış (Erdoğdu 2006: 135), bu durum da offshoring olarak adlandırılan
69
Lee’ye göre enformasyon ve iletişim teknolojilerinde her on yılda bir paradigma değişikliği yaşanmaktadır.
Buna göre 1990’larda bilgisayarlarla iletişim, 2000’lerde web, 2010’larda ise mobil teknolojileri dramatik bir değişim
geçirmiştir. 2020’lerin paradigmasının anahtar sözcüğü ise metaverse olacaktır (Lee 2021: 72). Metaverse sanal gerçeklik
başlığı altında kısaca değindiğimiz gibi, 2021 yılından itibaren popüler bir kavram olmuştur. Ancak metaverse henüz yeni ve
şekillenmekte olan bir evren olduğu için çalışmamızda detaylı bir biçimde alınmayacaktır. İlerleyen dönemlerde yapılan
çalışmalarda ise metaverse kavramını detaylı bir biçimde ele almak bir gereklilik olacaktır.
151
üretimin emek gücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere kaydırılması sürecinin önünü açmıştır.
Bu dönüşümleri sağlayan EİT’lerin sayısı ve çeşidi oldukça fazladır. Ancak üretim yöntemlerindeki
etkileri açısından bilgisayar, internet, mobil ve nesnelerin interneti teknolojileri üzerinde ayrıntılı
biçimde durmak, tarihsel gelişimi içinde incelemek, dönüşümün niteliğini kavramak açıdan gereklidir.
1. Elektronik Teknolojisinin Doğuşu ve Silikon Vadisi
20. yüzyılın son bölümü genel olarak “bilgisayar çağı” olarak nitelenmektedir. Bu dönemin
bu şekilde adlandırılmasında elektronik sektöründeki önemli ilerlemelerin payı büyüktür. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında başlangıçta askeri amaçlarla icat edilen bilgisayarların ilerleyen yıllarda hızlıca
gelişmesi ve herkesin erişebileceği bir cihaz haline gelerek enformasyon işlemeyi kolaylaştırması; bir
ağ olarak internetin yaygınlaşarak tüm dünyada milyarlarca kişiyi birbirine bağlaması ve bunun
2000’li yıllarla birlikte mobil teknolojilerdeki önemli atılımlar ile iletişim sürecini görülmemiş
boyutlara getirmesi bu dönemi karakterize eder. Bu yüzden bu dönemde, çoklukla, Enformasyon ve
İletişim Teknolojileri devrimi yaşandığı görüşü dile getirilir ki bu ifade büyük oranda haklılık payını
içermektedir.
Elektronik temelli enformasyon teknolojilerinin bilimsel ve endüstriyel öncülleri, 18.
yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda 1703’te Gottfried Wilhelm Leibniz’in
dijital mantığın temellerini atacak ikili sayı sistemini geliştirmesi 1876’da Alexander Graham Bell’in
telefonu, 1898’de Guglielmo Marconi’nin radyoyu, 1907’de Lee De Forest’in boşluk tüpünü (vacuum
tube) icadını saymak önemlidir. Çoğu bilim tarihçisi tarafından zamanının ötesinde olarak
değerlendiren Charles Babbage’ın 1820’lerde tasarladığı ancak kaynakları tükendiği için küçük bir
bölümünü inşa edebildiği “fark motoru” (difference engine), sonrasında ölümüne dek üzerinde
çalıştığı “analitik motor” (analytical engine) bu alandaki öncü çalışmalardır. Babbage’ın
çalışmalarından etkilenen ve “analitik motor” üzerine yazdığı makalesi bir bilgisayar tarafından
işlenmek üzere yazılan ilk algoritmayı içeren, bu anlamda ilk bilgisayar yazılımcısı (programcısı)
olarak kabul edilen Ada Lovelace’ın çalışmaları da önemlidir. 1936 yılında icat ettiği Turing Makinesi
ile İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin enigma şifresini çözen Alan Turing’e de yer vermek
gerekmektedir. Ancak elektronik alanındaki asıl önemli gelişme İkinci Dünya Savaşı sırasında
ABD’de balistik problemlerin yüksek bir duyarlılıkla çözümü ve atomik patlama analizleri için
geliştirilen elektronik dijital bilgisayardır (Ramtin 1991: 48; Kumar 2004: 20; Fuchs, Chandler 2021:
11). Bu alandaki çalışmalar 1946’da günümüzdeki bilgisayarların atası olarak nitelendirebileceğimiz,
ENIAC (Electronic Numerical Integrator and Computer) adı verilen büyük hesap makinesinin
152
geliştirilmesine yol açmıştır (Kumar 2004: 21; Tez 2005: 215, Dyer-Witheford 2019: 60). 1947 yılında
ise büyük ölçüde savaş döneminin Amerikan hükümeti tarafından finanse edilen Bell
Laboratuvarları’nın üç fizikçisi, Bardeen, Brattain ve Shockley transistörü icat etmiştir. Transistörün
icadı, enformasyon teknolojisi devriminin özündeki mikro-elektroniğin kaynağı olduğu için önemli bir
dönüm noktasıdır (Castells 2005: 51).
1959’dan itibaren ise entegre devreler ve 1969-71’den itibaren mikroişlemcilerin
geliştirilmesi, mikro-elektronik teknolojisinde kaydedilen önemli ilerlemelerdir ve bunlar
enformasyon ve iletişim alanındaki devrim niteliğindeki diğer adımlardır (Tez 2005: 216). 1971’de
Intel mühendislerinden Ted Hoff’un mikroişlemciyi (çipe yerleştirilmiş bilgisayar) icat etmesi, bilgi
işleme gücünün her yere monte edilebilir olmasını sağlamıştır. Bu gelişme elektronik dünyasını, hatta
tüm dünyayı alt üst etmiştir (Castells 2005: 52-53; Ramtin 1991: 49). Sürekli olarak daha yetenekli ve
daha ucuz veri işleme düzeneklerinin geliştirilmesi, bu teknolojilerin bilimsel, ekonomik ve toplumsal
yaşamın çeşitli alanlarına girerek çalışma biçimlerinde önemli değişikliklerin yaşanmasına yol
açmıştır (Tez 2005: 216). 1971 yılında geliştirilebilen programlanabilir mikroişlemci ile
mikroelektronik ve otomasyon çağı başlamıştır (Ramtin 1991: 49). Burada yeri gelmişken söz konusu
teknolojik sistemlerin geliştirilmesinin arkasında yatan nedeni de irdelemek gerekmektedir. Daha
gelişkin enformasyon teknolojisi geliştirme yönündeki çabaları güdüleyen faktörler, büyük ölçüde
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin dünya çapında üstlendiği askeri rolün artması, ama aynı
zamanda söz konusu dönemde kapitalist sistem içerisinde pazar payını artıran Amerikan şirketlerinin
dünya çapında yayılmasıdır. Çok uluslu şirketler adı altında dünya çapına yayılan Amerikan
şirketlerinin yaşadığı “kumanda” ve “denetim” sorunları, bu sorunların çözümü olarak görülen
“iletişim” teknolojilerine yönelinmesine yol açmıştır. Bu çerçevede 1950’li yıllarda bir askeri-
endüstriyel-bilimsel kompleksin ortaya çıkışı EİT’lerdeki gelişimin merkezinde yer almaktadır
(Kumar 2004: 20-21). Nitekim enformasyon ve iletişim teknolojileri, lojistik destek ve kuvvetlerin
küresel komuta ve kontrolü, gerçek zamanlı tedarik istihbarat ve uzaktan operasyonlar gibi ABD
ordusunun yaptığı hemen her şeyi sağlamaktadır. 2011 verilerine göre ABD ordusu bu işlevlerini
yerine getirmek için onlarca ülkede yüzlerce noktadaki 15 bin ağ ve yedi milyon bilgi işlem
cihazından oluşan küresel iletişim omurgasında 90 binden fazla kişiyi istihdam etmektedir. Bir
tahmine göre, ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) 2011 EİT bütçesi 36 milyar doları aşarak
federal hükümetin toplam EİT harcamasının yarısına yaklaşmıştır (Schiller 2011: 926). Kapitalist
sistemdeki güncel gelişmelere bakarak bu mekanizmanın ve onun bütçesinin günümüzde çok daha
genişlediğini varsaymak ise fazlasıyla olanaklıdır.
153
Mikroişlemcilerin geliştirilmesi, aynı zamanda bilgisayar teknolojilerindeki gelişmelerin de
önünü açmıştır. Başlangıçta oldukça büyük olan ve pahalı olduğu için az sayıda bulunan bilgisayarlar,
sadece işyerlerinde ve üniversitelerde kullanılmıştır (Mason 2016: 176). Ancak minyatürleşme süreci
olarak da ifade edebileceğimiz mikro alandaki gelişmeler hem maliyetleri önemli ölçüde azaltmış hem
de cihazların temel performansını artırmış hem de enerji ve materyalleri büyük ölçüde sınırlandırmıştır
(Ramtin 1991: 49-55). 1975’te Ed Roberts’in geliştirdiği Altair adlı küçük bilgisayar ise diğer
geliştiricilere ilham kaynağı olmuştur. Öyle ki Steve Wozniak ile Steve Jobs’un ebeveynlerinin
garajında yaptıkları Apple I ile ticari açıdan başarılı olan ilk mikro bilgisayar olan Apple II’nin
tasarımın temelinde Altair yer almıştır. Wozniak ile Jobs’un kurduğu Apple Computers, 1982’ye
gelindiğinde 583 milyon dolarlık satış rakamına ulaşmış, bilgisayar gücünün yayılma çağının öncüsü
olmuştur. 1981’de IBM’in kendi mikro bilgisayar versiyonunu çıkarması ve buna “kişisel bilgisayar”
(personal computer – PC) adını vermesi de önemlidir. Nitekim bu tarihten itibaren PC, mikro
bilgisayarların jenerik adı haline gelecektir (Castells 2005: 53; Mason 2016: 176). PC’ler kısa süre
içinde gerek ev gerekse de işyerlerinde yaygın bir kullanım alanına sahip olmuştur. 1976 yılında
satılan kişisel bilgisayar sayısı 46 bin iken (Reimer 2005), günümüzde ise sadece 2021 yılının
dördüncü çeyreğinde satılan bilgisayar sayısı 88 milyon 392 bin adete ulaşmıştır (Gartner 2022)
70
.
Akıllı mobil cihazların artan kullanımına karşın dikkat çekici olan bu rakam, aynı zamanda
enformasyon ve iletişim teknolojilerinin geldiği noktayı sergilemektedir.
Bilgisayar teknolojilerindeki asıl gelişim ise nicelikselden çok niteliksel yöndedir. Son 40
yılda gözlemlenen olgu, bilgisayarların her geçen süre daha güçlü işlemcilere sahip olması ve giderek
daha da hızlanmasıdır. Bu konuyu ele alırken, Moore Yasası’na da değinmek yararlı olacaktır. Moore
Yasası, günümüzün en önemli işlemci üreticilerinden biri olan Intel şirketinin kurucularından Gordon
Moore’un 19 Nisan 1965 yılında Electronics Magazine dergisinde yayınlanan “Cramming more
components onto integrated circuits” (Entegre devrelere daha fazla bileşen sığdırmak) başlıklı
makalesiyle (Moore 1965) gündeme gelen bir yasadır. Moore’un ampirik gözlemlerinden yola çıkarak
geliştirdiği bu “yasa”ya göre, her 18 ayda bir tümleşik devreler (mikroçipler) üzerine
yerleştirilebilecek bileşen sayısı iki katına çıkmakta, bu durum bilgisayarların işlem kapasitelerinde
büyük artışlar yaratmakta, üretim maliyetleri aynı kalmakta, hatta düşme eğilimi göstermektedir.
Moore ilerleyen yıllarda 18 aylık periyot ifadesini 24 ay olarak revize etmiştir.
71
Moore’un bu
70
Bu rakama masaüstü bilgisayarlar, notebook’lar, Microsoft Surface gibi ultramobil cihazlar dahildir. iPad gibi
tabletler bu rakama dahil değildir.
71
Ayrıntılı bilgi için: (Waldrop 2016: 144-148) ve (Ford 2018: 85-96)
154
yasasının günümüz için hala geçerli olup olmadığı tartışma konusu olsa da bilgisayar teknolojisinin
geldiği ve gittiği nokta üzerine genel bir fikir vermektedir.
Enformasyon ve İletişim Teknolojisinde son 40 yılda yaşanan büyük ilerlemeleri aktarırken,
Silikon Vadisi’nden
72
mutlaka bahsetmek gerekmektedir. Silikon Vadisi, EİT’lerdeki gelişimin ve
yeniliğin simgesi niteliğini taşımaktadır. San Fransisco’nun yaklaşık 50 mil güneyinde yer alan ve bir
zamanların yemyeşil kayısı, erik ve şeftali bahçeleriyle ünlü San Jose Vadisi, 1970’li yıllardan itibaren
modern bilgisayar endüstrisini başlatan silikon mikroçipleri keşfeden ve üreten firmalar burada olduğu
için Silikon Vadisi olarak anılmaya başlanmıştır (Dyer-Witheford 2019: 82). Cupertino, Los Altos,
Mountain View, Palo Alto, Santa Clara ve Sunnyvale gibi şehirleri bünyesinde barındıran Silikon
Vadisi, yeni teknolojik bilginin, başta Stanford Üniversitesi olmak üzere bölgedeki büyük
üniversitelerden bilim insanlarının, yetenekli mühendislerin, ABD Savunma Bakanlığı’nın ve büyük
firmaların sunduğu cömert finansman kaynaklarıyla toplandığı ve çalıştığı bir yenilik mecrası
konumundadır (Castells 2005: 79). İlerleyen dönemde ise Silikon Vadisi, yüksek teknoloji ile ilgili
sektörleri simgeleyen bir ifade haline gelmiştir. Nitekim Silikon Vadisi terimi, bu bölgede faaliyet
gösteren EİT şirketlerinin varlığına işaret etmektedir. Dünyanın en büyük şirketleri arasında yer alan
ve EİT endüstrisinde faaliyet gösteren Intel, HP, Apple, Google, Oracle ve eBay firmaları, burada
faaliyet gösteren firmalardan sadece birkaçıdır. 2012 yılında, dünyanın en büyük donanım şirketlerinin
kârlarının yüzde 89’u, bilgisayar hizmetleri alanında yüzde 26’sı, internet üzerinden perakende satış
alanında yüzde 68’i, yarı iletken sanayisinde yüzde 39’u Silikon Vadisi şirketlerine aittir (Fuchs 2015:
312-313). Silikon Vadisi’nin EİT sektöründe öne çıkmasında iki neden ortaya konulabilir. Bu
nedenlerden ilki Silikon Vadisi’nin sunduğu etkileşim ortamıdır. Burada, keşifler ve uygulamalar
etkileşim içinde olmakta, sürekli tekrarlanan bir deneme yanılma süreciyle, yaparak öğrenmeyle
sınanan bir yenilik mecrası ortaya çıkmaktadır. Bu etkileşimi olanaklı ve verimli kılan ise, burada
faaliyet gösteren araştırma merkezlerinin, yüksek eğitim kurumlarının, ileri teknoloji şirketlerinin ve
yeni firmaları finanse edecek risk sermayesi şirketlerinden kurulu bir ağın mekânsal varlığıdır. İkinci
neden ise bu ortamın dünyanın dört bir yanından bilgi, yatırım ve yetenekleri toplamasıdır. Nitekim
Silikon Vadisi, 1990’lı yıllardan itibaren Japon, Tayvanlı, Koreli, Hint ve Avrupalı şirketleri yanı sıra,
burada yer almayı bilgi kaynaklarına ulaşmanın en üretken yolu olarak gören binlerce mühendis ve
bilgisayar uzmanını kendisine çekmeye başlamıştır (Castells 2005: 83). Bu yüzden Silikon Vadisi,
dijital emek kategorisinin görece ayrıcalıklı kesimini bünyesinde toplayan bir üretim mekanı
konumuna gelmiştir. Bilgisayar teknolojilerinde bu bahsettiğimiz gelişim, üretim süreçleri üzerinde
72
Beşinci bölümde teknoloji geliştirme bölgelerini ele alırken görebileceğimiz gibi, Silikon Vadisi elde ettiği
başarıyla ilham kaynağı olmuştur. Sonradan Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde kurulan teknoloji geliştirme bölgeleri,
Silikon Vadisi’ni örnek almıştır. Bu anlamda Silikon Vadisi’ni teknoloji geliştirme bölgelerinin bir “ideal tip”i olarak
niteleyebiliriz.
155
önemli etkilerde bulunmuştur. Günümüzde bilgisayar meta üretiminin temel bir bileşeni haline
gelmiştir. Giderek sıradanlaşan bu durum hem üretim etkinliklerinin coğrafi dağılımında hem de de
bunların nasıl yönetileceğine ilişkin stratejilerin belirlenmesinde önemli bir adım olmuştur (Savul
2018a: 207).
2. İnternet Teknolojisinin Hızlı Gelişimi
Enformasyon ve İletişim Teknolojileri’ndeki devrim niteliğindeki ilerlemenin bir başka
simgesi ise internettir. İnternet teknolojisinin icadının ana motive edici gücü, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan rekabettir. 1957 yılında Sovyetler Birliği’nin
uzaya Sputnik 1 uydusunu fırlatmasının ardından, teknolojik liderliği ele geçirmeye çalışan ABD de
çeşitli adımlar atmıştır. 1960-64 döneminde, Rand Corporation’da görevli Paul Baran, nükleer
savaştan etkilenmeyecek bir iletişim sistemi tasarısı önermiştir (Castells 2005: 59). Bu eksende ABD
Savunma Bakanlığı İleri Araştırma Projeleri Kurumu (ARPA - Advanced Research Project Agency)
tarafından başlatılan çalışmalar (Dyer-Witheford 2019: 64), 1969 yılında UCLA, Stanford Araştırma
Enstitüsü, UC Santa Barbara ve Utah Üniversitesi’ni birbirine bağlayan ARPANET adını taşıyan ilk
bilgisayar ağının kurulmasıyla somutlaşmıştır. Kısa süre içinde birçok merkezdeki bilgisayarlar
ARPANET ağına bağlanmış, 1971 yılından itibaren ise Ağ Kontrol Protokolü (NCP – Network
Control Protocol) devreye girmiştir. Bir yıl sonra ise, Ekim 1972’de Uluslararası Bilgisayar İletişim
Konferansı’nda (ICCC – International Computer Comunications Conferance) ARPANET’in NCP ile
başarılı bir demonstrasyonu gerçekleştirilmiştir (Erbaşlar ve Dokur 2016: 7; ISOC, 1997: 4).
Sonrasında bilim insanları bu ağı, kendi iletişim amaçlarıyla da kullanmaya başlamıştır. Bunun
sonucunda askeri odaklı araştırmaları, bilimsel iletişimden ve kişisel sohbetlerden ayırmak güçleştiği
için 1983’te bilimsel amaçlara yoğunlaşmış ARPANET ile askeri araştırmalara yoğunlaşmış MİLNET
birbirinden ayrılmıştır. İlerleyen dönemde teknolojik açıdan modası geçen ARPANET, 28 Şubat
1990’da kapanmıştır (Castells 2005: 59). 1986 yılında ise Ulusal Bilim Vakfı (NSF – National Science
Foundation), Amerikan hükümetinin desteğiyle NSFNET 1,5 Mb/s hızındaki güçlü bir omurgayı
hayata geçirmiştir (Erbaşlar ve Dokur 2016: 7; ISOC, 1997: 4). ARPANET’in kapanmasından sonra
internetin iskeleti olma görevini NSFNET üstlenmiştir. Ancak ticari baskıların artması, özel şirket
ağlarının, kâr amacı gütmeyen ağların büyümesi, NSFNET’in 1995’te kapanmasına yol açmıştır.
NSF’nin bölgesel ağlarına bağlı bir dizi ticari şirketin iş birliğine giderek güçlerini birleştirmesiyle
internetin tümüyle özelleştirilmesinin önü açılmıştır (Castells 2005: 59). 1995’ten bu yana internet
omurga işletimi tamamen özel işleticilerin elindedir (Erbaşlar ve Dokur 2016: 7). Özelleştirilen
internette düzenleyici, yönetici görevini üstlenecek gerçek bir otorite yoktur. Buna karşılık bir dizi fiili
156
kurum ve mekanizma, teknik koordinasyonu sağlamak ve internet alan adlarının dağıtılması yönünde
anlaşmalar yapmak üzere gayri resmi sorumluluk üstlenmiştir (Castells 2005: 59).
Tablo 4.1
Dünya Nüfusu ve İnternet Kullanımı
Bölgeler
Nüfus (2022
tahmini)
Dünya
Nüfusuna
Oranı (%)
İnternet
Kullanıcıları
(31.12.2021)
Penetrasyon
Oranı (Nüfus
%)
Büyüme
(2000-22)
(%)
Afrika
1.394.588.547
%17,6
601.327.461
%43,1
%13.220
Asya
4.350.826.899
%54,8
2.790.150.527
%64,1
%2.341
Avrupa
841.319.704
%10,6
743.602.636
%88,4
%608
G.Amerika /
Karaibler
663.520.324
%8,4
533.171.730
%80,4
%2.851
K.Amerika
372.555.585
%4,7
347.916.694
%93,4
%222
Ortadoğu
268.302.801
%3,4
205.019.130
%76,4
%6.141
Okyanusya
43.602.955
%0,5
30.549.185
%70,1
%301
Tüm Dünya
7.934.716.815
%100
5.251.737.363
%66,2
%1.355
Kaynak: Internetworldstats.com, “World Internet Usage and Population Statistics”,
https://bit.ly/3HD5V8K, (Erişim Tarihi: 15 Haziran 2022).
İlerleyen süreçte internet ağı giderek genişlemiş, mobil cihazların da gelişimiyle kullanıcı
sayısını hızla artırmıştır. 1999 yılında 200 milyon kişiyi bulan internet kullanıcısı sayısı (Erbaşlar ve
Dokur 2016: 8), Internet World Stats’ın verilerine göre 2021 yılında yaklaşık 5 milyar 252 milyona
ulaşmıştır. Tablo 4.1’de de görülebileceği gibi günümüzde tüm dünya nüfusunun yüzde 66,2’si
internet erişimine sahiptir. Bu oran (penetrasyon oranı) gelişmiş kapitalist ülkelerin bulunduğu Kuzey
Amerika’da yüzde 93,4’ü, Avrupa’da ise yüzde 88,4’ü bulmaktadır. Genel ortalamayı düşüren ise
görece yoksul ülkelerin yer aldığı Afrika (yüzde 43,1) ile Asya’dır (yüzde 64,1). Ancak 2000-2022
arasındaki dönemde Afrika’daki internet kullanıcı sayısının yüzde 13 bin 220 büyümesi dikkat
çekicidir. Ayrıca başta Çin ve Hindistan olmak üzere Asya ülkeleri, 2 milyar 790 milyon ile dünyanın
en kalabalık internet kullanıcı grubunu oluşturmaktadır. Bu veriler, internet penetrasyon oranlarının
önümüzdeki yıllarda daha da artacağını, birçok ülkede yüzde 100’e yaklaşacağını ortaya koymaktadır.
157
İnternet kullanıcı sayısına ilişkin bu veriler, enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan büyük
ilerlemeyi gözler önüne sermektedir. Geniş bant (broadband) internetin hızlı gelişimi ise bilginin bu
fiber optik ağ üzerinde aktarılma maliyetlerini giderek düşürmekte, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki
firmaların gelişmekte olan ülkelerdeki firmalarla daha kolay bağlantı kurarak, üretim sürecini giderek
sınırlar ötesine yaymasını sağlamakta, böylece küresel tedarik zincirinin daha da genişlemesine olanak
tanımaktadır (World Bank 2019: 137). Üretim sürecindeki bu gelişmeler, ilerleyen bölümlerde ele
alacağımız emeğin içerisinde yeni tabakalaşmaların önünü açmaktadır.
3. Mobil Teknolojilerin Gelişimi
Enformasyon ve İletişim Teknolojilerindeki gelişimin önemli bir parçasını da mobil
teknolojilerindeki ilerlemeler oluşturmaktadır. Başta akıllı telefonlar olmak üzere mobil aygıtlarda ve
mobil genişbant internet bağlantılarında 21. yüzyılda kaydedilen ilerlemeler oldukça dikkat çekicidir.
Şekil 4.2’de yer alan International Telecommunication Union’un (ITU) verileri, bu konuda
2001 yılından bu yana yaşanan gelişmeleri gözler önüne sermektedir. Buna göre sabit hat telefon
abonelikleri gerilemeye başlarken, mobil hücresel telefon aboneliği sayısında büyük ilerlemeler
yaşanmıştır. Ülkelerin kapitalist gelişmişlik seviyesine göre farklılık içerse de günümüzde her yüz
kişiden 90’ından fazlasının mobil hücresel telefon aboneliği bulunmaktadır (ITU 2018:4). GSM
Association’ın (GSMA) verilerine göre ise 2017 yılında mobil servislere abonelikleri bulunanların
sayısı yüzde 66’lık penetrasyon oranıyla 5 milyarı aşmıştır. Bu rakamın 2025 yılında dünya nüfusunun
yüzde 71’ine denk düşecek 5,9 milyarı bulması beklenmektedir (GSMA 2018: 2). İsveç kökenli
telekom firması Ericsson’un verilerine göre ise 2018 yılında mobil genişbant aboneleri sayısı 5,5
milyardır. Bu aboneler daha çok az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yer almaktadır. Örneğin
Afrika ülkelerinde 1 milyar 30 milyar abone, Asya ülkelerinde 1 milyar 520 milyon abone,
Hindistan’da 1 milyar 145 milyon abone, Çin’de ise 1 milyar 510 milyon abone; buna karşılık Batı
Avrupa’da 515 milyon abone, Kuzey Amerika’da ise 390 milyon abone bulunmaktadır (Ericsson
2018: 4; ITU 2018: 4). Abone sayısının ülkeler arasındaki bu dağılımı, sabit telefon ve sabit genişbant
internet sisteminin kurulması için gereken altyapı yatırımlarının miktarının büyüklüğü ve bu ülkelerin
bu altyapı sermayesine sahip olmaması ile ilişkilendirebiliriz. Aynı zamanda bu ülkelerin mobil
kapsama alanına alınarak kapitalist pazara bütünüyle entegre edilmesi çabaları da bir başka
motivasyon nedenidir. Her ne kadar ilerleyen yıllarda rafa kaldırılsa da Google’ın internet erişimi
olmayan bölgelere balonlarla ücretsiz internet hizmeti sunmayı hedefleyen projesi “Project Loon” bu
kapsamda değerlendirilebilir.
158
Şekil 4.2: Enformasyon ve İletişim Teknolojilerinin Küresel Gelişimi 2001-2017
Kaynak: ITU (2017), Measuring the Information Society Report - Volume 1, Cenevre:
International Telecommunication Union: 3
Mobil teknolojilerindeki gelişimin bir diğer göstergesi data trafiğindeki büyük artıştır.
Ericsson’un verilerine göre mobil teknolojilerde üretilen aylık toplam veri hacmi 2016 yılı sonu
itibariyle 7,2 exabyte’a ulaşmıştır. Bu rakamın, 5G teknolojisinin tam anlamıyla devreye girmesiyle
birlikte 2023 yılı sonunda 107 exabyte’a
73
çıkacağı tahmin edilmektedir (Ericsson 2018: 14).
Şekil 4.3, aynı zamanda mobil genişbant internet aboneliğindeki büyük gelişimi de
göstermektedir. 2007-2017 tarihleri arasında sabit genişbant internet abonelikleri yüzde 183 artış
göstermiştir. Ancak patlama niteliğindeki asıl artış, aynı dönemde mobil genişbant internet
aboneliğinde yaşanmıştır. Buna göre 2007 yılında dünya genelinde her yüz kişiden yalnız 4’ü mobil
genişbant internet aboneliğine sahipken, bu rakam 2017 yılında 56,4’e çıkmıştır (ITU 2018:4).
GSMA’in verilerine göre ise bu oran 2017 yılında yüzde 43’lük penetrasyon oranıyla 3,3 milyar
abonedir. GSMA, 2025 yılında penetrasyon oranının yüzde 61’e, abone sayısının ise 5 milyara
73
İnternetteki veri hacmi büyüdükçe, günlük yaşamımıza yeni ölçü birimleri girmektedir. 1990’lı yıllarda bu ölçü
birimi megabyte iken, 2000’li yıllarda bu gigabyte olmuştur. Çoğu bilgisayar kullanıcısının yakından bildiği gibi 1024
megabyte, 1 gigabyte’a eşdeğer bir ölçü birimidir. 1024 gigabyte ise 1 terabyte’ı oluşturmaktadır. Terabyte’ın bir üst birimi
petabyte’tır, dolayısıyla 1024 terabyte’ın anlamı 1 petabyte’tır. Exabyte ise petabyte’ın üst birimidir. 1024 petabyte’ın değeri
1 exabyte’tır. Bu durumda 1 exabyte’ın yaklaşık 1 milyar gigabyte olduğunu söylersek, 2023 yılında mobil teknolojilerde
üretilen toplam verinin ne kadar büyük olduğu zihinlerde daha iyi canlanacaktır. Bununla ilgili ilgi çekici bir başka örnek ise
2007 yılında Berkeley Üniversitesi’nde yayınlanan “How Much Information? 2003” başlıklı araştırma raporunda ortaya
konmuştur. Araştırmacıların iddiasına göre, insanlık tarihinin başlangıcından 2003 yılına kadar geçen süre içinde, konuşulan
tüm sözcüklerin toplamı 5 exabyte’a denk düşmektedir. (New York Times, “Trying to Measure the Amount of Information
That Humans Create”, https://nyti.ms/3OzzaLL, Erişim Tarihi: 29 Ekim 2018).
159
ulaşacağını tahmin etmektedir.
74
Mobil genişbant internet aboneliğindeki bu artışı sağlayan ise,
özellikle 4G ve yeni yeni devreye girmeye başlayan 5G mobil ağ teknolojilerinin sunduğu yüksek
hızdır. Mobil teknolojilerindeki bu gelişmeler genel toplamda ise üretimin zaman ve mekân
kısıtlarından sıyrılması anlamına gelen dijital işyerlerinin, dolayısıyla çalışmamızın ana konusunu
oluşturan dijital emek formunun varlığını kolaylaştırmaktadır. Bunun dışında mobil teknolojilerindeki
gelişmeler, Endüstri 4.0’ı ele alırken gördüğümüz Nesnelerin İnterneti (IoT – Internet of Things)
açısından da önemlidir. Yaşanan tüm bu dönüşlerin niteliğini kavrayabilmek için işte bu yüzden,
mobil ağ teknolojilerindeki tarihsel gelişimin üzerinde durmakta yarar vardır.
Şekil 4.3: Mobil Standartların Gelişimi
Kaynak: BTK (2018), “5G ve Dikey Sektörler Raporu”, Ankara: Bilgi Teknolojileri ve
İletişim Kurumu, https://bit.ly/3AgHcVY, (Erişim Tarihi: 10 Haziran 2022): 11
Mobil teknolojilerin tarihi 1980’lerin başına dayanmaktadır. 1G olarak adlandırılan ilk
jenerasyon ağ teknolojisi, 1979’da Japonya’nın Tokyo kentinde NTT (Nippon Telegraph and
74
ITU, GSMA ve Ericsoon’un verileri farklılık içerse de bu veriler mobil teknolojiler özelinde EİT’nin nasıl
yaygınlaştığını göstermesi açısından değerlidir. Burada “mobil penetrasyon oranı” kavramı üzerinde de durmak yararlı
olacaktır. Mobil penetrasyon oranı genellikle, belirli bir popülasyonda 100 kişi başına düşen aktif cep telefonu
kullanıcılarının sayısı anlamına gelmektedir. Ancak bir kişinin birden fazla cep telefonuna, dolayısıyla birden fazla mobil
servis aboneliği ve mobil internet aboneliğine sahip olabileceği dikkate alınırsa, bu rakamları tekil kullanıcı sayısı (unique
users) dolayısıyla kişi sayısı olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Örneğin GSMA’in 2017 verilerinde bahsedilen 5 milyar kişi
değil, 5 milyar abonedir.
160
Telephone) tarafından geliştirilmiştir. 2,4 Kbps
75
‘ye kadar bir erişim hızına sahip olan ve analog ses
iletimine olanak veren 1G ağ teknolojisi farklı standartlarla ABD, Kuzey Avrupa, Doğu Avrupa ve
İngiltere’de uygulanmış; çağrı sistemi, telsiz telefon, özel mobil telsiz, mobil uydu sistemleri, bas-
konuş mobil telefon servisleri gibi alanlarda kullanılmıştır (Bulbul vd. 2017: 55). Dijital teknolojilere
dayanan ikinci nesil kablosuz telekomünikasyon teknolojisi ise 2G’dir. İlk olarak 1991’de
Finlandiya’da
76
başlatılan 2G teknolojisi ile ses iletimi için dijital sinyaller kullanılmış, erişim hızı ise
64 Kbps’ye ulaşmıştır. 2G ile ses netliği artmış, gürültü azalmış, mobil pillerin uzun süre dayanması
sağlanmış, ama en önemlisi kısa mesaj servisi (SMS) hayata geçirilmiştir. Farklı mobil erişim
teknolojilerini bünyesinde barındıran 2G’de GSM (Global System for Mobile) öne çıkmış ve dünyada
212’den fazla ülkede kullanılan ve en çok beğenilen standart haline gelmiştir (Bulbul vd. 2017: 56).
Mevcut 2G ağının genişletilmesi, 2,5G olarak da adlandırılan GPRS’in (General packet radio service)
ve sonrasında EDGE teknolojisinin ortaya çıkmasına yol açmış ve 115 Kbps’ye varan veri hızları
sağlamıştır (Heinemann, Gaiser 2015: 112).
Mobil telefon abonelerinin sayısının artması ve artan veri aktarımı talepleri doğrultusunda
2002 yılında 3G teknolojisi geliştirilmiştir. ITU’nun hazırladığı plan çerçevesinde geliştirilen 3G ile 2
mbps
77
‘yi aşan bir erişim hızı elde edilmiştir (Sharma 2013: 48). 3G teknolojisi ile geniş alanlı
kablosuz sesli telefon, görüntülü arama ve genişbant kablosuz veri, mobil televizyon, global
konumlandırma sistemi (GPS), video konferans, WLAN ve Bluetooth gibi gelişmiş servisler
sunulmuştur (Bulbul vd. 2017: 56). 3G teknolojisi ile mobil internet yaygınlaşmış ve bu yaygınlaşma
Facebook, Twitter, Youtube, vb. gibi sosyal ağların kullanımındaki artışı da tetiklemiştir. Bu artışla
birlikte görüntülü konuşmalar da artış göstermiş, bunun sonucunda mobil veri iletişiminde akıllı
aygıtların kullanımı yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu da kullanıcıların beklentisinin ses trafiğinden çok,
veri trafiğine yönelik olmasına yol açmıştır (BTK 2018: 9). Bu beklentiler ve 3G sisteminin yarattığı
diğer sınırlamalar ve sorunlar
78
4G ile aşılmak istenmiştir.
75
Erişim hızı bir saniyede iletilen data miktarını tanımlamaktadır. 1G’deki örneğimizdeki 2 kbps’den kastedilen,
bir saniyede 2 kilobit data aktarımının yapılmasıdır. Yalnız bit ile bayt’ı (byte) karıştırmamak gerekir. 8 bit 1 byte’a eşittir.
Dolayısıyla 1 megabit, 125 kilobayta (125KB) denk düşmektedir.
76
1990’lı yıllarda cep telefonu piyasasında pazar lideri konumunda bulunan Nokia Corporation, Finlandiya’da
kurulmuştur ve merkezi bu ülkede yer almaktadır.
77
1 kilobit (Kb) 1000 bite, 1 megabit (Mb) 1 milyon bite, 1 gigabit (Gb) 1 milyar bite, 1 terabit (Tb) ise 1 trilyon
bite eşdeğerdir.
78
3G teknolojisinde, Wi-Fi, Wi-Max, GPRS, EDGE, WAP ve Wi-Bro gibi çeşitli teknolojilerin yardımıyla cep
telefonu kullanarak internete erişebiliyordu. Ancak bir yerden bir yere geçerken ağ değiştirdiğinizde, bu durum internet
bağlantısında sorun yaratabiliyordu. 4G ile ağ değişiminde yaşanan bu sorunlar büyük ölçüde ortadan kalkmıştır (Bulbul vd.
2017: 57).
161
Buradan hareketle ilk dördüncü nesil (4G) teknolojisi saha deneyimi, 23 Haziran 2005’te
Japonya’nın Tokyo kentinde gerçekleştirilmiştir. Japonya merkezli GSM operatörü NTT Do Co Mo,
yaklaşık 20 km/s’lik bir hareket hızında 1 Gbps gerçek zamanlı paket iletimini hayata geçirmiştir
(Sharma 2013: 49). Bu çalışmaların sonucunda 2010’lu yılların başında 4G ağları olan Uzun Süreli
Gelişim (Long Term Evolution - LTE), Mikrodalga Erişimi için Evrensel Uyumluluk (Worldwide
Interoperability for Microwave Access - WiMAX), Yüksek Hızlı Paket Erişimi (High Speed Packet
Access - HSPA+) ağları ve buna uygun aygıtlar yaygınlık göstermeye başlamıştır (BTK 2018: 11). 4G
ile farklı türde ağlar arasında yüksek hızlı veri aktarımı elde edilebilme olanağı sağlanmıştır. 4G’nin
sağladığı bu hız, esnekliği ile birleştiğinde, ona sabit geniş bant internet teknolojisi önünde avantaj
sağlamıştır, nitekim Şekil 4.4 bunu bize net biçimde göstermektedir. Günümüzde kullanılan ve
milyarlarca kişiyi birbirine bağlamayı başaran 4G teknolojisi gelişimine devam etmektedir. 4G’nin
mobil teknolojilerdeki egemenliğini 2025 yılına kadar sürdürmesi beklenmektedir (GSMA 2018: 18).
Şekil 4.4:
Teknolojik Açıdan Dünya Çapında Mobil Aboneliklerinin Durumu
Kaynak: GSMA (2018), The Mobile Economy 2018, Londra: GSM Association: 19
Öte yandan 5G için çalışmalar tüm hızıyla sürmektedir. Çünkü mobil internet sadece
insanları değil, makineleri de birbirine bağlamaktadır. Etrafımızdaki sayısız sensör, cihaz, sistem,
hizmet ve ağı birbirine bağlayacak Nesnelerin İnterneti (IoT – Internet of Things) teknolojisinin
gelişimi ile bu eğilim hız kazanmaktadır. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre 2024 sonunda
Nesnelerin İnterneti ile birbirine bağlı cihazların sayısının 83 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir
(Juniper Research 2020). Bu eksende 5G teknolojisinin, sadece geniş bant mobil ağların dönüşümünü
162
değil, aynı zamanda mobil, sabit, uydu gibi tüm iletişim altyapılarına akıllı ağ ve hizmet yetenekleri
kazandıracak teknolojik bir dönüşümü sağlayacağı ileri sürülmektedir. Özellikle altyapının yetersiz
olduğu coğrafi noktalarda ve farklı tipte ağların birbiriyle çalıştığı homojen olmayan ortamlarda 5G
altyapısının, kesintisiz, hızlı ve güvenli iletişime olanak tanıyan bir akıllı altyapı sunması
beklenmektedir (BTK 2018: 12).
4G’nin yaklaşık 10 katı kadar veri iletim hızına sahip olması beklenen 5G ile ilgili hazırlıklar
ise devam etmektedir. Yeni nesil kablosuz internet bağlantısı olarak nitelendirilebilecek 5G’nin gerek
telefondan son derece hızlı veri indirmeyi ve yüklemeyi gerekse de daha çok sayıda cihazın internete
bağlanmasını olanaklı kılmaktadır. 5G teknolojisinin bunun için radyo sinyallerinden yararlanması,
özellikle havacılık sektöründe güvenlik riski yaratmakta, bu durum bu teknolojinin uygulamaya
sokulmasını geciktirmektedir (BBC 2022). Ancak yaşanan bu gecikmeye karşın, Çin, ABD ve
Japonya’nın 2025 yılında 5G ile önde gelen ülkeler arasında olması, AB’nin ise bir bütün halinde 5G
ile ilgili bir ilerleme kaydetmesi, bu dört ekonominin toplamda küresel olarak beklenen 1,2 milyar 5G
bağlantısının yüzde 70’inden fazlasını karşılaması beklenmektedir. 2025’e gelindiğinde tüm
dünyadaki mobil bağlantıların üçte ikisinin (hücresel IoT bağlantıları hariç) yüksek hızlı ağlarda
çalışacağı, Şekil 4.4’te de görülebileceği gibi, 4G’nin toplam mobil abonelikler içindeki payının yüzde
53, 5G’nin payının ise yüzde 14 olacağı tahmin edilmektedir (GSMA 2018: 18)
4. Nesnelerin İnterneti – Endüstriyel İnternet
Enformasyon ve İletişim Teknolojileri’ndeki gelişimin simgesel öğelerinden bir diğeri de
Nesnelerin İnterneti’dir (IoT - Internet of Things). Nesnelerin İnterneti kimilerine göre internetin bir
sonraki evresini oluşturmaktadır (ITU 2018: 99). Başlangıçta 2000’li yılların başında RFID (Radyo
Frekansı ile Tanımlama – Radio Frequency Identification) altyapıları ile ilgili yürütülen çalışmalar
bağlamında kullanılan kavram, ilerleyen dönemde kapsamını genişletmiş, fiziksel nesnelerin
birbirleriyle ya da daha büyük sistemlerle bağlantı kurmasına olanak veren iletişim ağını tanımlar hale
gelmiştir. ABD merkezli literatürde “endüstriyel internet” olarak da tanımlanan Nesnelerin
İnterneti’nin önümüzdeki dönemde gerek endüstriyel üretim gerekse de tüketici ürünlerinde önemli bir
belirleyici olacağı söylenebilir. Nesnelerin İnterneti’nin endüstriyel süreçler üzerindeki etkisine İkinci
Bölüm’de değinilmişti. Bu bölümde ise önemli bir EİT bileşeni olarak Nesnelerin İnterneti’nin tarihsel
gelişimi ve potansiyelleri üzerinde durulacaktır.
163
Nesnelerin İnterneti’nin ilk örneği sayılabilecek uygulama, 1991 yılında Cambridge
Üniversitesi’nde çalışan 15 akademisyenin geliştirdikleri kahve makinesidir. Çalıştıkları odaları
binanın alt katında yer alan akademisyenler, her seferinde onlarca merdiveni çıkıp kahve makinesini
boş bulunca bir çözüm geliştirmişlerdir. Kahve makinesinin her bir dakikada üç adet siyah-beyaz
resmini yakalayan ve masalarındaki bilgisayarlarına aktaran sistem geliştiren akademisyenler, böylece
kahve demliğindeki kahve miktarını çevrimiçi ve gerçek zamanlı olarak görebilmişlerdir. 1993 yılına
gelindiğinde web’e taşınan bu uygulama günde milyonlarca kez izlendikten sonra, birimin 2001
yılında başka bir binaya taşınmasıyla sonlandırılmıştır (Kutup 2011: 151). Ancak kavram olarak
Nesnelerin İnterneti ilk kez 1999 yılında RFID teknolojisinin Procter & Gamble firmasının tedarik
zincirine sağlayacağı yararları anlattığı bir sunumda Kevin Ashton tarafından kullanılmıştır
(Greengard 2015; Kutup 2011 152; Demirci 2018: 26). Kavramın resmen duyurulması ise 2005
yılında ITU tarafından yayınlanan bir raporla olmuştur. Bu raporda IoT için teknik anahtar kavramlar,
RFID ile çeşitli sensör teknolojileri, akıllı nesneler, potansiyel pazar fırsatları, güvenlik, gizlilik vb.
konulara değinilmiştir (Bayuk ve Öz 2017: 45). Cisco tarafından hazırlanan bir raporda ise IoT’nin
asıl olarak doğduğu tarihin 2008 ile 2009 yılları olduğu ileri sürülmektedir (Evans 2011: 3).
Nesnelerin İnterneti sözcüğün tam anlamıyla internete bağlanan “şeyler” veya “nesneler”dir.
Bu “şeyler” ve “nesneler” bir bilgisayar, tablet veya akıllı telefon olabileceği gibi fitness cihazı,
ampul, kapı kilidi, kitap, uçak motoru ve hatta ayakkabı dahi olabilmektedir. Burada önemli olan bu
aygıtların veya nesnelerin her birinin benzersiz bir kimlik numarası (UID - unique identification
number) ve bir Internet Protokolü (IP) adresinin olmasıdır. Bu nesneler kablolar ve kablosuz teknoloji
ile (uydular, hücresel ağlar, Wi-Fi, Bluetooth vb.) internete bağlanmaktadır. RFID ya da NFC (Near
Field Communication - Yakın Saha İletişimi) teknolojilerini kullanan IoT, tüm odadaki veya dünyanın
herhangi bir yerindeki süreçleri sağlamak için verilerin hareketini içermektedir (Greengard 2015).
Günümüzde IoT, hızlı biçimde tüketici elektroniği ve akıllı konutlar gibi tüketici
pazarlarında temel teknolojiye dönüşmektedir. Buna karşılık endüstriyel amaçlı kullanılan ve büyük
oranda Endüstri 4.0 uygulamalarına kaynaklık edecek IoT uygulamaları ise henüz emekleme
aşamasındadır. Ancak endüstriyel amaçlı IoT’nin gelişiminin tüketici pazarlarında kullanılan IoT
uygulamalarına göre çok daha hızlı olduğunu söylemek olanaklıdır. Nitekim, endüstriyel IoT
bağlantılarının sayısının, 2025 yılında tüketici pazarlarındaki IoT sayısını geçeceği tahmin
edilmektedir (Bu konudaki trend Şekil 4.5 yardımıyla izlenebilir). GSMA Intelligence’ın verilerine
göre genel olarak IoT bağlantılarının (hücresel ve hücresel olmayan) sayısı, 2017 ile 2025 tarihleri
arasında üç kattan fazla artacak ve 25 milyara ulaşacaktır (GSMA 2018: 24). Öte yandan McKinsey
164
Global Institute, IoT’nin 2025 yılına kadar küresel gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYİH) yılda 3,9 trilyon
dolar ile 11,1 trilyon USD arasında katkıda bulunabileceğini tahmin etmektedir. Bu rakam küresel
GSYİH’nin yüzde 4,5 ile yüzde 11’i arasında bir oranına karşılık gelmektedir (Mckinsey Global
Institute 2015: 35).
Şekil 4.5: Dünya Genelinde IoT Bağlantıları
Kaynak: GSMA (2018), The Mobile Economy 2018, Londra: GSM Association: 24
II. Dijital İşyeri, Mekanın Değişimi ve Emek Üzerindeki Etkileri
Dijital emeği analiz etmeden önce, ona mekânsal anlamda kaynaklık eden dijital işyeri
kavramına değinmekte yarar vardır. EİT’lerin gelişimi sonucunda, dijital emeğe konu olan üretimin
gerçekleştiği mekanda önemli değişiklikler yaşanmıştır. Mobil ve fiber internetteki ilerlemelerin
sonucu olarak, emeğin belirli bir kesiminin dolaşımı üzerindeki fiziksel kısıtların ortadan kalktığı,
“küresel” dolaşımın hız kazandığı, yaşananın bir “mekansızlaşma” olup olmadığı bu bölümde
incelenecektir.
165
Dijital işyeri kavramı ele alınırken, otonomcu Marksistlerin geliştirdiği toplumsal fabrika
kavramını tekrar değerlendirmek gerekmektedir. EİT’lerdeki gelişim ve dijitalleşmeyle birlikte zaman
ve mekanda yaşanan dönüşüm, özellikle dijital kapitalizmin işyerlerinin mekansızlaşmasını sağlamış,
böylece sermaye aynı zamanda mutlak artı değer üretimini artırma imkanına kavuşmuştur. Bu
çerçevede dijital teknolojilerin gelişimi işçiler için bir dizi olumsuz sonuç doğurmuş; dünyanın pek
çok yerinde çalışanları ofiste, yolda veya evde devamlı iş başında, sürekli cihazlara bağlı getirmiştir
(O’Shea 2021: 186). Covid-19 pandemisi sırasında biraz da zorunluluktan kaynaklı olarak yaygınlaşan
bu sürecin, ilerleyen dönemde kalıcı olacağına ilişkin belirtiler bulunmaktadır. Nitekim Gartner’ın 30
Mart 2020 tarihinde 317 CFO ve finans yöneticisiyle yaptığı bir araştırma bu görüşü desteklemektedir.
Araştırmaya göre finans yöneticilerinin yüzde 74’ü, çalışanlarının en az yüzde 5’inin uzaktan
çalışmasını kalıcı hale getireceğini dile getirmiştir (Gartner 2020).
A. EİT’deki Gelişim ve Dijital İşyerlerin Doğuşu
EİT’lerdeki, daha doğrusu mikroelektronik alanındaki hızlı ilerlemeler, ama özellikle
mikroişlemcilerin geliştirilmesi emek gücü ile makineler arasındaki teknik bileşimi, dolayısıyla
sermayenin organik bileşimini değiştirmektedir. Bu teknolojinin gelişmesiyle birlikte üretim
sürecindeki kontrol eden daha doğrusu yönlendiren organın nesnelleştirilmesinin olanaklı olduğu
ortaya çıkmıştır. Bunun, kapitalist sistemin toplumsal yapısı ve örgütlenmesi üzerinde doğrudan bir
etkisi olduğu söylenebilir. Bunun nedeni ise söz konusu gelişmelerin ücretli emeğin ve dolayısıyla
sermaye birikiminin koşulları üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olmasıdır (Ramtin 1991: 58-59).
Ancak EİT’lerdeki gelişimi sadece endüstriyel üretimle ilişkilendirmek doğru değildir. Kapitalizmin
1970’li yıllardan itibaren tekrar içine girdiği krizi aşmak için geliştirdiği politikalardan biri de yaşamın
hemen her alanını metalaştırmak olmuştur. Özellikle 1990’lı yılların ortalarından itibaren yaşanan ve
kimilerince devrim olarak nitelenen EİT’lerde yaşanan hızlı gelişim, daha fazla mal ve hizmetin
ticarete konu olmasına sağlayarak buna zemin hazırlamıştır (World Bank 2019: 146-147). Bu
çerçevede hizmetler sektörü büyük önem kazanmaktadır. WTO’nun verilerine göre hizmet sektöründe
küresel dış ticaret hacmi, 2006-2016 tarihleri arasında 2,9 trilyon dolardan 4,8 trilyon dolara çıkmıştır
(WTO 2017: 11). Hizmetler sektörünün önemli parçalarından biri olarak kabul edilen iletişim alanının
metalaştırma sürecine dahil edilmesinde EİT’deki bir dizi gelişmenin önemli payının olduğunu
söyleyebiliriz. EİT’lerdeki yeniliklerin artan yetenek ve kapasiteleri, sermayenin üretim, dolaşım ve
tüketimi daha esnek ve küresel ölçekte örgütleyip genişletebilmesine olanak tanımıştır (Kıyan 2015:
31).
166
Dicken’a göre ise dolaşım teknolojileri olarak nitelenebilecek ulaşım ve iletişim
teknolojilerindeki gelişim zaman ve mesafenin sürtünmesini ortadan kaldırmıştır. İnsanlık tarihinin
büyük bir bölümünde geçerli olan ulaşım ve iletişimin aynılığı, denkliği, elektronik teknolojisinin
değişimi ile ortadan kalkmış ve iletişim süreci büyük bir hız kazanmıştır. Bu gelişme; başta ekonomi
ve iş dünyası olmak üzere toplumu her yönden dönüştürmüştür. “Zaman ve mekanı azaltan
teknolojiler” (time-space shrinking technologies) olarak Dicken tarafından adlandırılan (2011: 81-82)
haberleşme, bilişim, ulaşımdaki atılımlar hem kapitalizmin dünya geneline yayılmasına olanak
sağlamış hem de teknolojik ve teknik yeniliklerin tetikleyicisi olmuştur (Savul 2018a: 198).
Kapitalizmin dijital nitelik kazanması olarak da niteleyebileceğimiz tüm bu süreçlerin doğurduğu
önemli sonuçlardan birisi de üretimin fiziksel mekana bağlılığının azalması ve buna bağlı olarak
merkezsizleşmesidir (Özmakas 2015: 16). Teknolojinin geleneksel işyeri kavramında yarattığı bu
değişimle birlikte, yeni bir kavram, dijital işyeri kavramı ortaya çıkmaktadır.
Büyük ölçüde enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle ilişkilendirilebilecek
dijital işyeri kavramı, bir organizasyondaki çalışanların işlerini yapmalarını sağlayan tüm dijital
araçların toplamı olarak tanımlanmaktadır. Bu araçlar internet, intranet, iletişim araçları, e-posta,
müşteri ilişkileri yönetimi (CRM - Customer Relationship Management) ve kurumsal kaynak
planlaması (ERP - Enterprise Resource Planning) yazılımları ve bir işletmenin genel günlük işleyişine
yardımcı olan diğer kurumsal süreçleri veya araçları içermektedir. Dijital çalışma alanı, çalışanların
herhangi bir cihazda, herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerden işlerini yapmak için kullandıkları
tüm bilgileri, teknolojileri, işbirliği araçlarını ve süreçleri kapsamaktadır (Attaran, Attaran, Kirkland
2019: 4-5). Bu platform sayesinde çalışanlar, konumlarından bağımsız olarak hem tek başlarına hem
de başkalarıyla işlerini etkin biçimde gerçekleştirebilmektedir (Williams, Schubert 2018: 479).
“Karmaşık, dinamik ve çoğu zaman yapılandırılmamış çalışma ortamlarında çalışma hayatını
basitleştiren fiziksel, kültürel ve dijital düzenlemeler” olarak da tanımlanabilecek (Dery, Sebastian,
Van der Meulen 2017: 136) dijital işyeri, kapitalizmin içinde bulunduğumuz evresinde işyerinin doğal
evrimi olarak düşünülebilir (Deloitte 2014: 6).
Sermayenin üretimi mekansızlaştırarak ve mesai kavramını da belirsizleştirerek bir bakıma
zamansızlaştırarak, mutlak artı-değer sömürüyü gerçekleştirme aracı olarak da değerlendirilebilecek
dijital işyerinin mevcut eşitsizlikleri yeniden üretme ve güçlendirme eğilimi taşıdığı yönünde görüşler
bulunmaktadır. Özellikle dijital emeğin çalıştığı dijital işyerlerinde bilgi işçisinde kökleşmiş gibi
görünen yüksek derecede özdenetim ve öz-rasyonalizasyondan yararlanılmaktadır. İşyeri kültürlerinin
kayıt dışılığı, çalışanlarla günün herhangi bir zamanında e-posta yoluyla temasa geçilmesinin olağan
167
karşılanması, iş-özel yaşam sınırlarının sürekli ihlali, çalışanlardanmesai süresi kavramının belirsizliği,
uzun çalışma saatlerinin normalleştirilmesi, bu konuda çalışanlardan fedakarlık yapmalarının
istenmesi dijital işyerinin karakteristikleri arasında yer almaktadır. Dijital işyerleri, bireyselleştirilmiş
çalışma uygulamalarıyla sektördeki “kendi kendini sömürmeyi” tamamen normalleştirmektedir.
Kısacası dijital işyerlerinde çalışanlar, aşırı iş yoğunluğu ve düşük ücretle çalışma, endüstride
bağlantılar kuramama ve aynı zamanda kendini bir meslek topluluğunun parçası hissedememe gibi
sorunlarla karşılaşmaktadır (Briken vd. 2017: 9-10). Bütün bu sorunlar dijital emek için fazlasıyla
geçerlidir.
B. EİT’lerdeki Gelişimin Emek Üzerindeki Etkisi
EİT’lerde yaşanan gelişim ile, istatistik kalemlerine yeni bir istihdam türü eklenmiştir. “EİT
istihdamı” olarak adlandırılan bu istihdam türünü OECD dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde
tanımlamaktadır. Uluslararası Standart Endüstriyel Sınıflandırma’nın 3. revizyonuna (International
Standard Industrial Classification – ISIC Rev. 3) dayanan bu tanıma göre EİT istihdamı, imalat
sektöründe bilgi işleme ve iletişim işlevini yerine getirmelidir ve fiziksel olayları tespit etmek, ölçmek
ve/veya kaydetmek ya da fiziksel bir süreci kontrol etmek için elektronik işlemeyi kullanmalıdır.
Hizmet üretiminde EİT ürünleri ise elektronik yollarla bilgi işlemeyi ve iletişimi sağlamalıdır. Bu
çerçevede OECD iki ayrı EİT istihdamı tanımı yapmaktadır. Dar ölçüt içeren tanıma işleri doğrudan
EİT’ye odaklı olan yazılım mühendisi gibi uzmanlar girmektedir. Geniş tanıma ise kendi başına
EİT’ye odaklanmasa da düzenli olarak EİT kullanan bilim insanları, mühendisler ve ofis çalışanları
dahildir. Bu tanıma ise görevlerini yerine getirmek için EİT kullanımı gerekli olmayan öğretmenler ve
tıp uzmanları dahil değildir (OECD 2011: 186). OECD’nin EİT istihdamına ilişkin bu raporu her ne
kadar üretimde çalışan işçiler ile yönetim kademesinde bulunan çalışanlar arasında bir ayrım yapmasa
da EİT’lerin ve sibernetiğin gelişimi ile birlikte yeni emek formlarının gözlemlenebilir ve yaygın
biçimde ortaya çıktığını bize göstermektedir (Dyer-Witheford 2019: 177).
1. Maddi Olmayan Emek: Dijital Emeği Anlamak İçin Bir Çerçeve
Dijital emek kavramını ele almadan önce, bilişsel kapitalizm yaklaşımının geliştirdiği maddi
olmayan emek kavramına değinmek yararlı olacaktır. Özellikle EİT ürünleri ve bunlara bağlı olarak
ortaya çıkan dijital ürünler dikkate alındığında, maddi olmayan emeğin duygulanımsal boyutu,
kapitalizmin içinde bulunduğu evreyi anlama konusunda katkı sağlamaktadır. İnsan zihninin bir ürünü
olan dijital emek, işçi figürünün ve iş kavramının değişimini, ama aynı zamanda “rıza” ve “sermaye”
168
kavramının değişimini yansıtmaktadır. Bu bölümde maddi olmayan emek kavramı, tarihsel arka planı
ve güncel gelişmeleri ile ele alınacaktır.
a. Maddi Olmayan Emek Tartışmalarının Tarihsel Arka Planı
Maddi olmayan emek kavramı ilk olarak 19. yüzyılın başlarında, Jean Baptiste Say’ın
takipçisi olan ve Adam Smith’in emek değer teorisini geçersiz kılmaya çalışan Henri Storch tarafından
geliştirilmiştir. Nitekim Marx, Storch’un bu konu ile ilgili tartışmalarına, Artı Değer Teorileri
kitabında yer vermiştir (1998: 268-276). Ancak Marx, bu çalışmasında “maddi olmayan emek”
kavramını kullanmamıştır (Haug 2009: 177). Buna karşın “maddi olmayan emek” kavramını, bugünkü
anlamıyla kullanan ve yaygınlaşmasını sağlayan isim ise Maurizio Lazzarato’dur. İtalyan otonomcu
hareketinin önde gelen isimlerinden biri olan Lazzarato, 1990’ların ortasında “maddi olmayan emek”
kavramını ortaya koymuş, sonrasında kavram özellikle akademik literatürde yaygın biçimde
tartışılmaya ve kullanılmaya başlanmıştır. Lazzarato, maddi olmayan emek kavramını, “metaların
kültürel ve enformasyonel içeriğini üreten emek” (1996: 132) olarak tanımlamaktadır. Görsel ve işitsel
üretim, reklamcılık, moda, yazılım üretimi, fotoğrafçılık, kültürel etkinlikler, vb. (Lazzarato 1996:
136) gibi üretim çıktıları soyut (gayri maddi) olan ve sanal bir etkinlik içeren sektörler, gayri maddi
emeğin faaliyet alanı olarak değerlendirilmektedir.
79
Her türlü toplumsal ilişki ve iletişim, artık
kapitalist üretimin bir parçası haline getirilmektedir. Üretim; somut, sayılabilir, ölçülebilir ürünler
yerine, hizmet, bilgi ve iletişim gibi ölçülemez şeylerin ortaya çıkarıldığı bir sürece dönümektedir
(Akalın 2017: 116). Lazzarato’nun iddialarından birisi de Fordizm döneminde yoğun biçimde
uygulanan ve üretim sürecinde işçiyi salt makinenin bir dişlisi olarak gören ve onu “makineleştiren”
Taylorist politikaların aksine, içinde bulunulan yeni dönemde (bilişsel kapitalizm), maddi olmayan
emekle birlikte yeni yönetim projesinin devreye girdiğidir. Buna göre kapitalizm, artık işçinin
kişiliğini bile değer üretimine dahil etmeye çalışmaktadır (Wright 2018: 55). Nitekim Lazzarato’ya
göre maddi olmayan emeğin kökeninde, 1960’lı ve 70’li yıllarda Toyotist fabrikalarda uygulanan
teknolojik değişikliklerle, Fordizmin uzmanlaşmış işçisinin yerini almaya başlayan “çok yönlü işçiler”
yer almaktadır. Bu çok yönlü işçiler, yeni bir öznellik türünü, “komuta edici” bir öznelliği
geliştirmektedir. Yeni dönemde, sermaye kârlarını maksimize etmek için, işçilerin entelektüel
gelişimine daha çok ihtiyaç duymaktadır, bu yüzden onlara öznelliklerini geri vermeye zorlanmaktadır
(Wright 2018: 76). Bu anlamda Lazzarato’nun maddi olmayan emeği, üretim ve emek boyutunun yanı
sıra, öznellik üretimi boyutunu da içermektedir (Özmakas 2015: 15). Ayrıca maddi olmayan emeğin
79
Bu sektörler nitelikleri gereği yüksek düzeyde geçici çalışmayı, güvencesizliği bünyesinde barındırmaktadır.
Bu anlamda bu sektörlerde çalışan işçileri, “prekarya” kavramı adı altında tanımlayanlar da bulunmaktadır. Prekarya
tartışmalarına üçüncü bölümde “2000’lerde Teknolojinin Emek Üzerine Etkisi: Eğretileşme (Prekaryalaşma) ve
Tabakalaşma” başlığı altında yer verdiğimiz için, burada tekrar üzerinde durmayacağız.
169
üretim döngüsünün örgütlenmesi salt mekânsal olarak bir fabrika binasıyla sınırlanamaz. Maddi
olmayan emeğin işe koşulduğu yer dışarıda, hatta toplumun genelindedir. Küçük ve “üretken” birimler
kendine özgü ve özel amaçlı projeler temelinde örgütlenmekte, hatta bu projeler süresince var
olmaktadır. Üretim döngüsü sermayenin gereksinim duyduğu anda çalışmaya başlamakta, iş bittiğinde
döngü bu kez yeniden üretimini ve verimlilik kapasitesini olanaklı kılan ağlara ve akışlara
dağılmaktadır (Özgün 2017: 34).
Mario Tronti, Raniero Panzieri ve Antonio Negri’yle birlikte İtalyan otonomcu hareketinin
önemli isimlerinden birisi olan Lazzarato’nun bu düşüncelerinin oluşumunda, 1960’lı yıllardan
itibaren İtalya’da yaşanan gelişmeler etkili olmuştur. Lazzarato’nun maddi olmayan emek yaklaşımını
daha iyi kavrayabilmek için, bu arka planı kısaca ele almakta yarar vardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan
ekonomik anlamda büyük bir yıkımla çıkan İtalya’da 1960’lı yıllardan itibaren toparlanma belirtileri
görülmeye başlamıştır. Bu dönem kırsal üretimin ve ilişkilerin ağır bastığı “yoksul” Güney’den
köylülerin, endüstriyel kapitalist gelişimin daha üst seviyede olduğu, Milano, Torino ve Cenova
üçgeninde yer alan “zengin” Kuzey’e doğru göç edip emek gücüne katıldığı yıllardır. Tronti’ye göre
bu dönemde İtalya’da kapitalizmin gelişimi hız kazanmış, tarımsal-endüstriyel toplumdan endüstriyel-
tarımsal topluma geçiş yaşanmıştır (Tronti 2010: 186). Bu dönemde ayrıca endüstriyel işin yapısı da
değişmeye başlamıştır. Piyasa üzerine yapılan çalışmalar ile ağırlık üretimde verimliliği arttırmaktan
çok, tüketimin nasıl arttırılabileceğine ve işin yaşamın diğer alanlarına nasıl sirayet edebileceğine
doğru kaymıştır (Özmakas 2015: 9). İşte otonomcu Marksistlerin çıkış noktasını tam da bu
oluşturmuştur.
80
Tronti, Panzieri, Lazzarato ve Negri gibi isimlerin önderliğindeki hareket, üretim
alanında yaşanan teknolojik gelişmelerin işin yapısını ve niteliklerini değiştirdiğini, bunun sonucunda
iş ile özel yaşam arasındaki sınırların belirsizleştiğini ileri sürmüşlerdir. Otonomistler, buradan yola
çıkarak “geleneksel Marksizmin” değişimin ortaya çıkardığı sorulara yanıt veremeyeceğini, ayrıca
potansiyel direnişleri örgütlemede ve alternatif geliştirmede zorluk yaşayacağını iddia etmiştir
(Özmakas 2015: 9-10).
Birinci bölümde “Teknoloji ve Endüstriyel Gelişim” başlığı altında aktardığımız gibi,
Otonomcu kuram, kapitalizmi birbirini takip eden farklı evrelere sahip bir sistem olarak
80
Geleneksel Marksist ideoloji ve politikaların yaşanan bu gelişmelere yanıt vermekte yetersiz olduğunu ileri
süren, İtalyan Komünist Partisi’nden ayrılan bir grup, “Potere Operaio” (İşçilerin Gücü) adıyla yola çıkmış ve “Operaismo”
(İşçicilik) denilen hareketi başlatmıştır. “Quaderni Rossi” (Kızıl Defterler) ve “Classe Operaia” (İşçi Sınıfı) dergileri
aracılığıyla İtalyan politik ve entelektüel hayatında kendine önemli bir yer edinen “Potere Operaio”, 3 Haziran 1973’te
yaşanan çatışmalar ve ayrılıklar nedeniyle kendini feshetmiş, ancak “Operaismo” hareketinin doğuşuna kaynaklık etmiştir.
İşçi eylemlerine, başta üniversiteliler olmak üzere gençliğin eylemlerinin de eklemlenmesiyle ortaya “Autonomia Operaia”
(Otonom İşçiler) hareketi ortaya çıkmıştır. Otonomcu Marksistler ya da otonomistler olarak da bilinen bu hareket böylece
daha toplumsal bir boyut kazanmıştır. Otonomistler görüldüğü gibi toplumsal dokuda yaşanan değişime ideolojik ve politik
açıdan yanıt verme iddiasını taşımaktadır.
170
değerlendirmektedir. Buna göre 1848 ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki ilk evre, “büyük ölçekli
endüstrinin” ilk evresidir. Zanaatkar bir iş gücünün faaliyetleri ve yetkinlikleri bu dönem boyunca
giderek daralmaya başlamaktadır. Ama yine de hâlâ vasıflı “profesyonel işçi” veya “emek
aristokrasisi” işçi sınıfının siyasi bileşiminde yol gösterici bir rol oynamaya devam etmektedir. Bu
dönemde emeğin siyasi çıkarları, Leninist ya da konsey komünist geleneğine göre örgütlenen, kitlesel
bir üyeliğe ve entelektüel birikime dayanan işçi partileri tarafından temsil edilmektedir. Büyük ölçüde
Negri tarafından şekillendirilen Otonomcu kuramda ikinci aşamayı ise 1914-1968 arasındaki dönem
oluşturmaktadır. Çalışmamızda Fordizm olarak adlandırdığımız döneme denk gelen bu evrede;
Otonomculara göre emeğin bileşimi, emek gücünü belirli üretken faaliyetlerden ayıran Taylorizm ile
yok edilmektedir. Taylorizm üretim sürecini yeniden biçimlendirmekte, iş gücünün becerilerini
azaltıp, bir önceki dönemin öncü aktivizmle olan bağlarını ortadan kaldırmaktadır. Bu süreçte
“profesyonel işçi”nin yerini montaj hattının insani bir uzantısı haline gelen “kitlesel işçi” almıştır
(Bowring 2004: 105-107). Bu yaklaşıma göre sermaye sınıfı, çalışma sürecinin yeniden organizasyonu
anlamına gelen Taylorizme ek olarak, iş gününün ve ücretin yeniden yapılandırılması anlamına gelen
Fordizmi; talep artırıcı politikaları ve refah devleti uygulamalarını içeren Keynesyen iktisat
paradigmasını ve kapsamlı toplumsal yönetime olanak sağlayan endüstriyel stratejileri uygulamaya
koyarak, işçi sınıfı muhalefetini kontrol altına almış ve birikiminin “altın çağı”nın önünü açmıştır
(Akçoraoğlu 2019: 532-533). Otonomculara göre bu ikinci evrede kitlesel işçinin çıkarları, reformist
sendikalara ve Komünist Partiye karşı çıkan gruplar tarafından temsil edilmektedir. Nitekim İtalyan
Komünist Partisi’nden ayrılan bir grubun, “Potere Operaio” (İşçilerin Gücü) hareketini kurması,
Otonomcular tarafından bu yeni bir durumun bir sonucu olarak değerlendirilmektedir (Bowring 2004:
107).
Negri tarafından formüle edilen ve otonomcular tarafından genel kabul gören kurama göre
ise kapitalizmin üçüncü aşaması 1968’li yıllardan itibaren başlamıştır. Başta bilgisayarlar olmak üzere
üretimde kullanılan enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemeler, üretken emeğin
üretim sürecindeki merkezi konumunu kaybetmesine yol açmıştır. “Bilişsel kapitalizm”, “üçüncü
kapitalizm” gibi isimlerle anılan bu evrede emeğin kendisi artık “tamamen soyut, maddi olmayan,
entelektüel”dir. Buna karşın ikinci evrenin fabrikada doğrudan üretimi gerçekleştiren kitlesel işçinin
yerini bütün üretim ve yeniden üretim alanına yayılan, dolayısıyla üretimi fabrika sınırları ötesine
taşıyan “toplumsal işçi”
81
almaya başlamıştır. Bu evrede fabrika, EİT’nin de yardımıyla toplumun
81
Toplumsal işçi kavramı ilk kez Negri tarafından, proletaryanın fabrikanın sınırlarını aşarak üretim ve yeniden
üretimin tüm kapsamında yayılmasını ifade etmek için kullanılmıştır (1982: 206-208). İlerleyen dönemde Negri, Hardt ile
birlikte kaleme aldığı Çokluk - İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi adlı kitabında toplumsal işçi kavramını çokluk
kategorisi içindeki maddi olmayan emek ile birleştirmiştir. Negri böylece toplumsal işçiyi sermaye tarafından sömürülen
171
içine yayılmış, işleyişini dağıtarak, merkezsizleşmiş, bir bakıma “duvarsız fabrika”ya dönüşmüştür.
Üretim ve yeniden üretim mekanındaki bu değişime paralel olarak maddi olmayan ürünler üreten
toplumsal işçi ortaya çıkmıştır. Böylece Negri’ye göre Marx’ın sermaye dolaşımında “üretken
olmayan” anlar olarak gördüğü faaliyetler olan üçüncül emek (iletişim ve medya, ulaşım, eğitim,
sağlık ve sosyal bakım, finans, reklam, eğlence ve kültür üretimi) “post-endüstriyel evrede” muazzam
biçimde genişlemiştir. Maddi olmayan emek yeni hegemonik güç olarak ortaya çıkmıştır (Bowring
2004: 110-111, Dyer-Witheford 2004: 120-121, Akçoraoğlu 2019: 532-533). Otonomcu Marksistler
kuramlarını bu varsayımlar üzerine inşa etmişlerdir.
Bu politik hareketin “otonomcu” ismiyle anılmasının nedeni ise işçilerin sermayenin
boyunduruğuna karşı çıkma ve son verme gücüne vurgu yapması olmuştur (Dyer-Witheford 2019:
11). Otonomistlere göre en temel sorun “kafa emeği” ile “kol emeği” arasındaki eski ayrımın
geçersizleşmesi, geleneksel işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturan kol emeğinin her geçen gün
“zihinsel” bir emeğe dönüşüyor olmasıdır. Özellikle teknolojik gelişmelerle birlikte üretim aşamasında
işçi sınıfının bileşiminde bazı değişiklikler yaşanmaktadır. Nitekim 1961’de İtalya’nın önde gelen
teknoloji firmalarından biri olan Olivetti’nin fabrikasında bir çalışma gerçekleştiren Alquati, buradaki
işçileri sadece üretim bandında emek sarf eden değil, aynı zamanda özelleştirilmiş bir tür bilgi üreten
işçiler olarak değerlendirmiştir. Ona göre bu işçileri geleneksel işçilerden ayıran en önemli özellik
“enformasyon” üretmeleridir. “Enformasyon” kavramına yapılan bu vurgu, post modernizmle birlikte
bilginin statüsünde yaşanan değişimle ilgilidir. Bu değişimin temelinde ise bilginin, enformasyon
formu haliyle kendi başına bir “üretim gücü” haline gelmesidir (Özmakas 2015: 10). Otonomcuların
önde gelen isimlerinden biri olan, ancak ilerleyen dönemde ideolojik ve politik olarak kendine farklı
bir yol çizen Negri ise Hardt ile inşa ettikleri kuramlarında bu değişimin eski formülleri geçersiz
kıldığını savunmuştur. Foucault ile Marx’ı bir araya getiren Hardt ve Negri; Spinoza’dan yola çıkarak,
Otonomcuların geleneğini, Foucault’nun biyopolitikaya ilişkin görüşlerini, Deleuze’ün rizom ve yatay
örgütlenmeye ilişkin düşünceleriyle harmanlamıştır. Yazarların bu düşünceleri bir araya getirerek
oluşturdukları kavramsal ağın temel noktalarından birisini de “maddi olmayan” emek kavramı
oluşturmuştur (Özmakas 2015: 10-11).
Lazzarato’nun geniş yankı uyandıran “maddi olmayan emek” kavramlaştırması, Otonomcu
gelenekten gelen Negri’nin, Hardt ile kaleme aldığı İmparatorluk adlı kitabında yeniden
yorumlanmıştır. Tıpkı Lazzarato gibi “Fordist modelden Toyotist modele” geçişe önem atfeden
yazarlar, yeni modelde üretim ile tüketim arasındaki ilişkinin tersyüz edildiğini, üretim planlamasının
doğa ve kültür mülkiyetini üreten bir bakıma “yeni işçi sınıfı” olarak değerlendirilebilecek “çokluk” kavramına dönüştürür
(Fuchs 2014: 169; Fuchs 2015: 457).
172
piyasalarla sürekli ve doğrudan iletişime geçtiğini, bunun sonucu olarak enformasyon ve iletişimin
artık üretim süreçlerinde merkezi bir rol oynamaya başladıklarını ileri sürmüş, bu dönüşümü ortaya
çıkaran gelişmeleri “enformatikleşme” olarak adlandırmıştır (Hardt, Negri 2003: 297-301). Hardt ve
Negri’ye göre geçmişte yaşanan modernleşme ve endüstrileşme süreçleri, toplumsal alanın tüm
unsurlarını dönüşüme uğratmış ve yeniden biçimlendirmiştir. İlk olarak tarım endüstri olarak
modernleştiğinde, toplumun kendisi de yavaş yavaş insan ilişkileri ve insan doğasını dönüştürecek
şekilde endüstrileşmiştir. Yazarların modernleşme olarak adlandırdığı bu dönemde kırsal toplumdan
toplumsal fabrikaya geçiş yaşanmış, insan olma süreçleri ve bizatihi insan doğası kökten bir dönüşüme
uğramıştır (Hardt, Negri 2003: 297-298). Yazarlar bu değişimin izini istihdamdaki nicel değişimlerde
sürmüştür. Modernleşme sürecinde emek tarımdan ve madencilikten (birinci sektörden) endüstriye
(ikinci sektöre) doğru göç etmiştir. Ama günümüzde “modernleşme sona ermiştir” (Hardt, Negri 2003:
298), artık yeni bir süreç söz konusudur. Yazarlar bu süreci “postmodernleşme” ya da
“enformatikleşme” süreci olarak adlandırmaktadır. Bu süreçte emek endüstriden hizmet alanına
(üçüncü sektöre) göç etmektedir. 1970’li yıllardan itibaren ABD’de gözlemlenen bu sektörel
“kaymayla” birlikte hizmetler çok daha geniş bir alanı kapsamaya başlamakta, son derece değişken ve
esnek becerilere sahip bir emeğe gereksinim duymaktadır. İşin yapılmasında bilginin, enformasyonun,
duygulanımın ve iletişimin merkezi rol oynamasından kaynaklı olarak yazarlar bunu “post-endüstriyel
ekonomi”, ama asıl olarak da “enformasyon ekonomisi” olarak adlandırmaktadır (Hardt, Negri 2003:
298).
Hardt ve Negri’ye göre enformasyon ekonomisinde hizmet sektörünün ağırlıklı bir yeri
vardır. Çünkü yazarlara göre çoğu hizmetler sürekli enformasyon ve bilgi alışverişi üzerine kuruludur.
Bu hizmet üretimi ise ortaya maddi ve kalıcı bir mal çıkarmamakta; bir hizmet, bir kültürel ürün, bilgi
ya da iletişim gibi maddi olmayan mallar üretmektedir. İşte Hardt ve Negri, bu üretim ile ilgili emeği
maddi olmayan emek olarak nitelendirmektedir (2003: 303). Ancak, Hardt ile Negri, “enformasyon
ekonomisinin zirvesindeki” hizmet sektörünün itici gücü olarak tanımladıkları maddi olmayan (gayri
maddi) emeği tek bir başlık altında incelememekte, onu üçe ayırmaktadır. Bunlardan ilki
“enformatikleşmiş ve bizatihi üretim sürecini dönüştürecek bir şekilde iletişim teknolojilerini
bünyesine katmış bir endüstriyel üretim”le ilgilidir. Dayanıklı malların üretimindeki emek, maddi
olmayan emekle karışmakta ve maddi olmayan emek halini almaya başlamaktadır.
82
Maddi olmayan
emeğin ikinci türünü ise analitik ve simgesel işlerdeki emek oluşturmaktadır. Bu işlerdeki maddi
olmayan emek, bir yanda yaratıcı ve zeka ürünü manipülasyonu diğer yanda ise rutin simgesel
82
Yazarlar, İmparatorluk adlı kitaplarının devamı niteliğindeki Çokluk adlı kitaplarında, maddi olmayan emeğin
bileşenlerini ikiye indirmekte, endüstriyel üretimle ilgili olan emeği devre dışı bırakmaktadır (Hardt, Negri 2004: 122-123).
173
manipülasyonu gerçekleştirmektedir. Maddi olmayan emeğin son türünü ise gerçek (aktüel) ya da
sanal (virtüel) insani ilişki gerektiren ve duygulanımın
83
üretimi ve manipülasyonuyla ilgilenen
bedensel emek tarzı oluşturmaktadır
84
(Hardt, Negri 2003: 305-306; Hardt, Negri 2004: 122-123).
Duygulanımsal emek
85
, “emekçinin özvarlığını, yaptığı işle özdeşleştirmesi” olarak
tanımlanabilir. Duygulanımsal emek, rahatlık, esneklik, tatmin, heyecan ya da tutku gibi duyguları
üreten ya da işleyen bir emektir (Hardt, Negri 2004: 351). Duygulanımsal emekte, duygusal emekten
çok daha karmaşık bir “kolonileştirme” söz konusudur. Sermaye çalışanların bedenlerinin bir kısmını
belirli bir dönem boyunca ödünç almanın (duygusal emek) ötesine geçmiş, yeni bedensel
maddeleştirme biçimlerine girişmiştir (Akalın 2017: 119-120). Bu emek türü duygulanımların
yaratılması ya da manipüle edilmesine dayanır, bu nedenle ortaya doğrudan bir meta çıkarmaksızın,
birtakım duyguların üretilmesini içerir. İnsani iletişimin belkemiğini oluşturduğu için hizmetler
sektöründe daha baskındır (Özmakas 2015: 16). Çünkü “duygulanımsal emek, rahatlık, esenlik, tatmin,
heyecan ya da tutku gibi hisleri üreten ya da işleyen bir emektir” (Hardt, Negri 2004: 122). Bu
bağlamda duygulanımsal emekte, işçinin iş tanımı içerisinde bulunmayan bazı sosyal becerileri yerine
getirmeleri istenir (Özmakas 2015: 17). Nitekim özellikle sağlık, sivil havacılık, hukuk ve fast food
sektörlerinde çalışan işçilerden “güler yüzlü hizmet” adı altında duygulanımsal emek sergilemeleri
beklenir. Hardt ve Negri’ye göre duygulanımsal emek yaşamın her alanına yayılmış bir maddi
olmayan emek türüdür, dahası maddi olmayan emek türünün giderek hegemonik hale geldiğini
gösterir niteliktedir (2004: 351). Burada üzerinde durulması gereken bir başka konu ise gayri maddi
emeğin üç bileşeninin ortak noktasının, hiçbirinin “maddi” ya da “dayanıklı eşya” üretmiyor oluşları
ve söz konusu emek türlerinin çıktılarının fiziksel varlığa sahip olmamalarıdır. Bu yüzden bu çıktıları
83
Burada “duygu” ile “duygulanım” arasındaki farka değinmek gerekmektedir. “Duygu” zihinsel bir olgudur,
buna karşın “duygulanım” hem bedene hem de zihne aittir. “Duygulanım”a örnek olarak neşe ve üzüntüyü verebiliriz. Neşe
ve üzüntü, organizmanın bütündeki yaşamanın o andaki durumunu yansıtır, bu anlamda belirli bir beden haliyle birlikte
belirli bir düşünce halini de gösterir (Savul 2018b: 184).
84
Ancak Hardt ve Negri, İmparatorluk’tan sonra çıkardıkları Çokluk adlı kitaplarında, maddi olmayan emek
konusunu tartışırken, bu ilk türden (enformatikleşmiş endüstriyel emek) söz etmemektedir. Bu çalışmalarında yazarlar, maddi
olmayan üretimde emeğin maddi kalmaya devam ettiğini, maddi olmayanın emeğin ürünü olduğunu dile getirmektedir
(Hardt, Negri 2004: 122). Dolayısıyla, sanayi malları üreten emek, ne kadar enformatik hale gelirse gelsin, onu üreten emeğin
“maddi” olduğundan söz edilebilir (Koşar 2018: 100).
85
“Duygusal emek” (emotional labour) ile “duygulanımsal emek” (affective labour) birbirine karıştırılmaması
gereken iki farklı kavramdır. İlk olarak Arlie Russell Hochschild’in geleştirdiği “duygusal emek” kavramı, özellikle gelişmiş
Kuzey ülkelerinde daha merkezi bir rol üstlenmeye başlayan hizmet sektöründe kullanılan emekteki dönüşümü ifade
etmektedir. Hizmet sektörü insanlarla iç içe, yüz yüze ilişkilere dayanan bir iş kolu olduğu için, çalışanlardan müşterilerinin
memnuniyet hali üzerinde etkili olmaları beklenmektedir. Bu yüzden çalışanlardan müşteri memnuniyeti çabalarını her daim
yüzlerine bir maske gibi takmaları istenmektedir. Kısacası çalışanların kendi benliklerine ait duyguları, artık verdikleri
hizmetin bir parçası olmakta, bir metaya dönüştürülmektedir. Yeme içme, hava yolu, çağrı merkezi, vb. gibi sektörlerde
çalışanlar bu duruma örnektir. Buradaki çalışanların gerek müşterileri karşılarken gerek uğurlarken kalıp halindeki cümleleri
kullanması, sürekli olarak gülümsemeleri ve bunları ellerinde ne iş olursa olsun yapmaları, bunun kendilerine firma
tarafından verilen bir görev olduğunu göstermektedir. Öte yandın duygulanımsal emek hem duygusal emeği içermekte hem
de ondan daha öte bir kavramdır (Akalın 2017: 119). Tüm yaşamın bir üretim süreci olarak değerlendirilip, duyguların ve
bedenin sürece dahil edilmesi duygulanımsal emeğin, duygusal emekten en temel farkını oluşturmaktadır (Savul 2018: 51).
174
üreten emek, “maddi olmayan emek” olarak tanımlanmaktadır (Wright 2018: 56). Kısacası maddi
olmayan emeğin gayrimaddiliği, üretilen ürünün gayrimaddiliğinden gelmektedir. Emeğin
gayrimaddiliği ise emek ürünün toplumsal karakterine değil, fiziksel özelliklerine işaret etmektedir
(Kangal 2018: 164).
Lazzarato’nun maddi olmayan emeğin “komuta edici” öznelliği geliştirdiği şeklindeki
görüşleri, maddi olmayan emeğin toplumun dönüştürücü, devrimci gücü olacağı yaklaşımlarına temel
oluşturmaktadır. Nitekim maddi olmayan emek yaklaşımının savunucuları, her ne kadar genel emek
gücü havuzu içinde payları sınırlı olsa da maddi olmayan emeğin öncü konumuna vurgu yapmakta,
“maddi emeği üreten” geleneksel işçi sınıfının ise toplumsal üretim ve modern toplum içinde artık
işlevsizleştiğini savunmaktadırlar. Onlara göre 20. yüzyılın son on yılında her ne kadar nicel olarak
hala baskın olsa da endüstriyel emek hegemonyasını yitirmiş, onun hegemonyasını maddi olmayan
emek devralmıştır (Hardt, Negri 2004:122).
86
Postmodern toplumun postmodern öznesi olan
“çokluk”un merkezinde işte bu yüzden maddi olmayan emek bulunmaktadır (Koşar 2018: 101). Ancak
işçi sınıfını “maddi olan” ve “maddi olmayan emek” şeklinde ikili bir ayrıma sokmak ve onu bedensel
işlerle uğraşanlarla sınırlamak ise eleştiri konusudur. Her türlü zihinsel ya da maddi olmayan işle
uğraşan çalışanların (örneğin çağrı merkezi çalışanları), elle tutulur bir ürün üretmedikleri için “maddi
olmayan emek” kategorisi altında toplanması buna örnek olarak gösterilebilir (Koşar 2018: 99).
Öte yandan Hardt ve Negri, “maddi olmayan emeğin” çok muğlak bir terim olduğunu da
kabul etmektedir (2004: 123). Her ne kadar bu emek türü “maddi olmayan” ifadesini içerse de
“maddi” boyutu dışarıda bırakmanın olanaksız olduğunu dile getiren yazarlar, burada sadece emeğin
ürününün maddi olmadığını, oysa emeğin ortaya çıkma sürecinin tamamen maddi olduğunu
savunmuşlardır. Bu yüzden Çokluk kitabında maddi olmayan emeği, aynı zamanda biyopolitik emek
olarak tanımlamışlardır (Özmakas 2015: 18, Koşar 2018: 100). Foucault’nun siyaset sosyolojisi
disiplinine katkısı olarak değerlendirilebilecek biyopolitika, en genel anlamıyla, bedenin egemen
sistem / iktidar tarafından denetim altına alınması olarak tanımlanabilir (Savul 2018b: 183).
Biyoiktidarlar sayesinde sağlığın, hijyenin, diyetin, doğurganlığın, cinselliğin, vb. yönetimi denetim
altına alınmakta, bunların her biri bir politik mesele haline getirilmektedir. Böylelikle biyopolitika
yaşamın her alanına, tüm boyutlarına sızmaya başlamakta, biyopolitikanın gelişimi için emek gücünün
daha iyi yönetilmesi hedeflenmektedir. Kısacası yaşam iktidar alanının bir parçası haline gelmektedir
86
Öte yandan yazarlar modernleşmenin sona ermesinin, endüstriyel emeğin ortadan kalkmasına yol açtığı
anlamına gelmediğini savunmaktadır. Hardt ve Negri’ye göre, nasıl ki modernleşme süreci tarımsal üretimi dönüştürüp
endüstriyelleştirdiyse, post-modernleşme süreci (enformatikleşme) de endüstriyel üretimi dönüştürecektir. Bu süreçte
imalatla hizmetler arasındaki ayrım bulanıklaşacak, her türlü üretim hizmet üretimi haline gelecektir, eğilim bu yöndedir
(Hardt, Negri 2003: 298).
175
(Negri 2014: 16-17). Hardt ve Negri, buradan hareketle emeğin yeni hegemonik biçimini “biyopolitik
emek” olarak tanımlamakta, biyopolitik emeği maddi mallar üretmekle kalmayıp ilişkileri ve de
toplumsal yaşamın kendisini de üreten emek olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla biyopolitik
teriminin, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel arasındaki geleneksel ayrımların giderek
bulanıklaştığını anlattığını savunmaktadırlar (Hardt, Negri 2004: 123). Ancak yazarlara göre
biyopolitika terimi de kavramsal karışıklıklar yaratmaktadır. Bu yüzden Hardt ve Negri, her şeye
karşın maddi olmama mevhumunun daha çabuk anlaşılır ve ekonomik dönüşümün genel eğilimini
daha iyi ifade edeceği görüşündedir (2004: 123).
Görüldüğü gibi otonomcular, maddi olmayan emeğin niteliklerini ele alırken, geleneksel
Marksizmin değer kuramını ve bu kuramın kavramlarını kullanmaktan kaçınmaktadır. Buna gerekçe
olarak ise, günümüz koşullarında değer üretim süreçlerinin ve çalışma örüntülerinin bir değişim
geçirmesini, bu durumun da farklı kavram setleri kullanmayı gerektirmesini göstermektedirler (Savul
2018b: 177) Nitekim Hardt ile Negri, yeni gerçeklik karşısında yeni teorilere ihtiyaç duyulduğunu
savunmakta, bu konudaki görüşlerini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Demek ki, Marx’ın yöntemine uymak istiyorsak, Marx’ın eleştirdiği
kapitalist üretim ve bir bütün olarak kapitalist toplum değiştiği ölçüde Marx’ın
teorilerinden uzaklaşmamız gerekir. Özetle, Marx’ın izinden gitmek için aslında
Marx’ın ötesine geçmek ve mevcut durumumuza uygun olarak onun yöntemi temelinde
yeni bir teorik aygıt geliştirmek gereklidir” (Hardt, Negri 2003: 157).
Hardt ve Negri, günümüz kapitalist üretiminde bir dönüşümün yaşandığını, endüstriyel
emeğin hegemonyasından maddi olmayan emeğin hegemonyasına, Fordizmden ise Post-Fordizme
yönelik bir geçişin yaşandığını ileri sürmektedir. Post-Fordizmde emek ile yaşam arasındaki ilişkinin
bulanıklaştığını, zamansal ayrımın belirsizleştiğini savunan yazarlar, bu durumun maddi olmayan
emeğin ürünleri incelendiğinde daha bariz biçimde gözlemlendiğini ileri sürmektedir. Buna göre
maddi üretim “toplumsal yaşamın araçları”nı yaratmakta, maddi olmayan üretim ise toplumsal
yaşamın araçlarını değil, “toplumsal yaşamın kendisini” yaratmaktadır (Hardt, Negri 2003: 162).
Yazarlar günümüzde sermaye üretiminin, hiç olmadığı kadar açık ve doğrudan biçimde toplumsal
yaşamın üretimi olduğunu savunmaktadır. Buradan yola çıkan Hardt ve Negri, Marx’ın kapitalist
üretimde emek ve değer arasındaki ilişkiye dair fikrini gözden geçirilmesi gerektiğini, bunun
nedeninin ise biyopolitik üretimin bir yandan ölçülemez olmasının (sabit zaman dilimlerine
dökülemez olması) ve sermayenin ondan elde edeceği değerden fazla olmasının olduğunu, çünkü
176
sermayenin asla yaşamın tamamını ele geçiremeyeceğini ileri sürmektedir (2003: 162-163). Yazarlar
sonrasında ise şu görüşü dile getirmektedir:
“Emek ve değer artık biyopolitiktir, çünkü yaşamak ve üretmek birbirinden
neredeyse ayırt edilemez hale gelmiştir. Yaşamın tamamı üretim ve yeniden üretimle
dolu hale geldikçe, toplumsal yaşamın kendisi bir üretici makine haline geliyor”
(Hardt, Negri 2003: 164).
b. Maddi Olmayan Emek Kavramı Üzerine Genel Değerlendirme
Maddi olmayan emek üzerine tartışmalar her ne kadar 20. yüzyılın son bölümünde ortaya
çıksa da aslında kavram çok daha eskiye dayanmaktadır. Örneğin Marx da eserlerinde bu konu üzerine
kafa yormaktadır. Nitekim Marx’ın “Artı Değer Teorileri”, maddi / maddi olmayan ve zihinsel emek
konularında zengin bir kaynak sunmaktadır. Marx’ın eserlerinde geçen “tinsel emek”, “tinsel emekçi”
ve “tinsel üretim” gibi kavramlar, “maddi olmayan emek”, “maddi olmayan emekçi” ve “maddi
olmayan üretim” ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Burada zihinsel emek öne çıkmaktadır.
Avukatlar, aktörler, askerler, sanatçılar, öğretmenler, bilim insanları, vb. zihinsel emek sarf etmektedir
(Marx 1998: 149-150). Öte yandan maddi olmayan emek, kapitalist üretim tarzında, güncel olarak iki
farklı biçimde yer almaktadır (Savul 2018b: 193). Bunlardan ilki, maddi olmayan emeğin, maddi
metaların üretimini tamamlayıcı bir şekilde üretim sürecine dahil olmasıdır. Burada dikkat çekici olan
üretim sürecinde maddi olmayan emeğin, “maddi emekle”, (geleneksel işçi sınıfıyla) emeklerini
birleştirmesidir. Konuya, bizim çalışmamızla da yakından olduğu için bilgisayar sektöründen örnek
verirsek, bilgisayarın donanımsal bileşenlerini tasarlayan emekçinin maddi olmayan emeğiyle, bu
tasarımı uygulayan, montajını gerçekleştiren emekçinin maddi emeği birleşmektedir. Üretim sürecinin
son aşamasında ise, bilgisayarın ve istenen programların çalışmasını sağlayan yazılımı hazırlayan
emekçinin maddi olmayan emeği devreye girmektedir. Bu anlamda maddi ve maddi olmayan emeğin
birliği söz konusu olmaktadır. Maddi olmayan emeğin tasarımını maddi emek, gözle görülebilir, elle
tutulabilir hale getirmekte, son aşamada ise yine maddi olmayan emek devreye girip, ortak biçimde
üretilen bu metaya son şeklini vermektedir (Savul 2018b: 193-194). Bu bölümün sonunda “Fuchs’un
Uluslararası Dijital İş Bölümü ve Dijital Emek Kavramlaştırması” başlığında ele alacağımız gibi
Fuchs, EİT montaj sanayisi işçileri ile yazılım sanayisi işçilerini dijital emek kapsamında
değerlendirmektedir. Buradan yola çıkarak bu örnekte, bir EİT ürünü olan bilgisayar üretiminde yer
alan maddi ve maddi olmayan emek bileşenleri Fuchs’un geliştirdiği dijital emek kuramı kapsamında
kendine yer bulmaktadır. Ancak bu çalışmanın iddiası, Fuchs’un kuramındaki emek bileşenlerinden
sadece maddi olmayanların, dijital emek kapsamında değerlendirilmesi gerektiğidir.
177
Maddi olmayan emeğin kapitalist üretim tarzında diğer yer alma biçimi ise, sembolik ve
kültürel anlamların yaratımında ortaya çıkmaktadır (Savul 2018b: 194). Marx’ın değer teorisinde
gösterdiği gibi, sermaye kârlarını artırmak için kapitalist üretim çevriminin dolaşım aşamasının
(üretilen metaların tüketildiği aşama) süresini kısmaya gereksinim duymaktadır, bu noktada maddi
olmayan emeğin bu biçiminin katkısı devreye girmektedir. Metaların daha hızlı tüketilmesi, tüketiciler
tarafından talep edilmesi ve satın alınması için maddi olmayan emeğin metaya kattığı kültürel ve
sembolik değerler bu anlamda önem kazanmaktadır. Bu sayede bireysel ve toplumsal algılar
yönlendirilmekte, metalar tüketiciler nezdinde cazip kılınmaktadır (Savul 2018b: 194-195). Bu da
kapitalist üretim çevriminde dolaşım aşamasını kısaltmakta, belirli bir periyot içinde elde edilebilecek
kâr miktarını artırmaktadır.
Coté ve Pybus’a göre ise maddi olmayan emek, Post-Fordist küreselleşme içindeki eylem
pratiklerinde oluşan başlıca yön değişimlerini açıklamaya çalışmaktadır. Burada üzerinde durulması
gereken unsur, maddi olmayan emek ile üretim ve tüketimin yakınsamasıdır. Nitekim Lazzarato’ya
göre maddi olmayan emek ekonomisi ile boş zaman ile çalışma zamanı birleşmekte, ikisi arasındaki
ayrım ortadan kalkmaktadır (Coté ve Pybus; 2014: 257).
Maddi olmayan emek kavramlaştırmasının dijital emek ile de yakından ilgili bazı önemli
sonuçları vardır. Bu sonuçlardan belki de en önemlisi, maddi olmayan emek ile üretimin fiziksel
mekana bağımlılığının azalması ve buna bağlı olarak merkezsizleşmesidir (Özmakas 2015: 16).
“EİT’deki Gelişim ve Dijital İşyerlerin Doğuşu” başlığında daha önce değinildiği gibi dijital işyerinin
ortaya çıkışı olarak da adlandırabileceğimiz bu süreci doğuran Fordist modelin terk edilip esnek
birikim modelinin uygulanmasına geçiştir. Nitekim Hardt ve Negri, bu süreci endüstriyel ekonomiden
enformasyon ekonomisine geçiş olarak değerlendirmektedir. Bir önceki dönemde endüstriyel seri
üretimin etkililiğinin, üretim unsurlarının yoğunlaşması ve birbirleriyle yakınlaşmasına bağlı olduğunu
dile getiren yazarlar, bunun için uygun bir fabrika mekanı yaratmanın ve taşımayla iletişimi
kolaylaştırmanın zorunlu olduğunu aktarırlar. Ancak yazarlara göre endüstrinin enformatikleşmesi ve
hizmet üretiminin artan egemenliği nedeniyle yeni dönemde bu zorunluluk ortadan kalkmıştır.
Enformasyon ekonomisine geçişle birlikte, çalışanlar EİT’leri kullanmakta, bazı sektörlerde ise fabrika
mekanı ortadan kalkmaktadır (Hardt, Negri 2003: 306-307). Bunun en önemli sonucu ise “üretim
bandı”nın yerini üretimin örgütsel modeli olarak “ağ”ın (network) almasıdır. Enformasyon üretimi ve
ağ yapısına geçişle endüstriyel üretimin etkililiğin koşulu olan yakınlık ve üretimde merkezileşme
zorunluluğu ortadan kalkmıştır. EİT’ler mesafenin önemini azaltmış, üretimin mekandan
bağımsızlaşması eğilimi ortaya çıkmıştır. İşçiler evde oturup ağa katılabilmekte, ortaklaşa faaliyet
178
devresi soyut bir düzeyde ağ ve meta içinde pekiştirilmektedir. Eski dikey endüstriyel ve şirket
modelinin aksine, üretim genel olarak yatay girişim ağları içinde örgütlenmektedir. Üretimin
enformatikleşmesi ve maddi olmayan üretimin artan önemi, sermayeyi mekânsal kısıtlamadan
kurtarmakta, emek gücü karşısında pazarlık gücünü artırmaktadır (Hardt, Negri 2003: 308). Yani
sermaye üretimi, gerektiğinde emek gücünün ucuz olduğu mekanlara kaydırabilmektedir.
87
Üretimin dünyanın dört bir yanına dağıtılması ise beraberinde bu üretimi denetleyecek
mekanizmaların tek bir merkezde toplanması zorunluluğunu doğurmuştur. Böylelikle disiplinin
fiziksel mekanından çıkılarak, denetimin “yok-yer”ine geçilmiştir (Özmakas 2015: 17). Bu süreçte
Manchester, Osaka, Detroit gibi fabrika kentler haline gelmiş merkezler gerilemiş ve boşalmış, buna
karşılık New York, Londra ve Tokyo gibi kontrol merkezi olan küresel kentler yükselişe geçmiştir.
Üretim tam anlamıyla yeni EİT’leri kullanmaya başladıkça (dijitalleştikçe) bazı sektörlerde fabrika
mekanı ortadan kalkmaya başlamıştır (Hardt, Negri 2003: 307). Ancak bu değerlendirmeyi yaparken
günümüz kapitalizmin yaygın uygulama biçimlerinden biri olan dış kaynak kullanımını (outsourcing)
gözden kaçırmamak gerekmektedir. Üretimin maddi olmayan formu olduğu gibi maddi olan formu da
vardır. Nitekim özellikle çok uluslu şirketler, üretim, dolaşım, pazarlama ve reklam işlerini, gündelik
dilde taşeronlaştırma olarak kullandığımız dış kaynak kullanımı (outsourcing) mekanizmasıyla alt
yüklenici şirketlere devretmektedir.
88
Yani bir bakıma maddi olan emek bir yerde kaybolurken, başka
bir yerde ortaya çıkmaktadır. Bu konuya verilebilecek en güzel örnek, bu bölümün sonunda ele
alacağımız Foxconn şirketidir. Bünyesindeki 1 milyon 200 bini aşkın işçisiyle Foxconn, Kuzeyde
azalan maddi emek formunun, fazlasıyla Güneyde arttığını göstermektedir.
Maddi olmayan emek ile ilgili üzerinde durulması gereken bir başka noktayı ise, söz konusu
emek formunun çoğu durumda maddi emek formuyla birbirini tamamlamasıdır. Çoğunlukla maddi
87
Bu konuyu endüstriyel üretimin, gelişmiş kapitalist ülkelerden, gelişmekte olan ülkelere kaydırılması sürecini
(offshoring) incelerken ele almıştık.
88
Dış kaynak kullanımı (outsourcing) formel olarak gerçekleştirildiği gibi enformel olarak da
gerçekleştirilebilmektedir. ABD’de yaşanan ve basına da yansıyan bir olay bu anlamda ilgi çekicidir. 2013 yılında bir yazılım
altyapı firmasının başvurusu üzerine incelemelerde bulunan Verizon Risk Ekibi, 40’lı yaşların ortasında olan, birçok
programlama diline hakim ve uzun süredir de o şirkette çalışan ve yazdığı düzgün kodlarla elde ettiği başarılarıyla göz
dolduran bir yazılımcının VPN log’larında (kayıt günlükleri) bazı anormallikler saptarlar. Bu yazılımcının bilgisayarına
Çin’in Shengyang kentindeki bir noktadan düzenli olarak bağlanıldığını belirleyen uzmanlar başlangıçta bir “hack” ihtimali
üzerinde dururlar. Ancak araştırma derinleşince ve banka kayıtları da incelenince gerçeğin çok daha farklı olduğunu ortaya
çıkarırlar. 6 haneli bir ücret alan bu yazılımcı, ücretinin beşte birinden azına işlerini Çin’in Shengyang kentindeki üçüncü
parti bir yazılım şirketine dış kaynak kullanımı (outsourcing) yoluyla yaptırmakta, günün geri kalanında ise zamanını
Youtube’dan kedi videoları izlemek, Reddit ve E-Bay’de gezinmek, Facebook ve Linkedin’de paylaşımlarda bulunmak gibi
aktivitelere harcamaktadır. Adı açıklanmayan bu yazılımcının işine elbette son verilir [BBC (2013, 16 Ocak), “US employee
'outsourced job to China'“, https://bbc.in/3u9FcLv, (Erişim Tarihi: 22 Mayıs 2020]. Yaşanan bu olayın tekil bir örnek
olmadığı, çok sayıda yazılımcı tarafından bir şekilde uygulandığı uzmanlar tarafından dile getirilmektedir [Help Net Security
(2013, 16 Ocak), “Log audit reveals developer outsourced his job to China”, https://bit.ly/3yq4yqP, Erişim Tarihi: 28
Temmuz 2018]. Bu durum dijital emek içindeki tabakalaşmayı farklı şekilde de olsa bize göstermektedir.
179
olmayan emeğin metaları, maddi olmayan formlarıyla boşlukta yüzergeçer bir özelliğe sahip değildir,
onlara meta niteliğini kazandıran maddi nitelikteki bir araca sabitlenmiştir. Nitekim söz konusu
metalar içerik olarak maddi olmayan bir niteliğe sahip olsalar bile, bu içeriklerin sabitlendiği DVD,
Hard Disk, vb. gibi araçlar ya da bu içeriğin dolaşıma sokulduğu ağa bağlı bilgisayarlar gibi mecralar
maddidir. Bu yüzden maddi olmayan emeğin maddi olana göre hegemonik hale geldiğini söylemek
yerine, her iki emek formunun çoğu durumda birbirine karıştığını söylemek uygun olacaktır (Kıyan
2015: 44). Sonuç olarak bu görüşe göre maddi olmayan emek, günümüzde kapitalist üretim
çeviriminin hem üretim hem de dolaşım aşamasında önemli bir rol üstlenmektedir (Savul 2018b: 195).
c. Maddi Olmayan Emek ve Sosyal Medya
Maddi olmayan emek ile dijitalleşme arasında ilişki sosyal medya üzerinden incelenebilir.
Sosyal medyanın doğuşu ve sosyal ağların ortaya çıkışıyla birlikte maddi olmayan emeğin yeni bir
türünün ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Coté ve Pybus, Facebook ve benzeri sosyal medya ağlarında
belirginleşen şeyin, Lazzarato ile Hardt ve Negri’nin ortaya koyduğu maddi olmayan emekten daha
yoğun, daha hızlı ve daha gizemli olduğunu savunmaktadır. Bu yüzden yazarlar sosyal medya
ağlarında ortaya çıkan bu emeği, “maddi olmayan emek 2.0” olarak adlandırmaktadır (Coté, Pybus
2014: 242). Yazarlar, “maddi olmayan emek 2.0”ı kavrayabilmek için öncelikle bazı konuları anlamak
gerektiğini söylemektedir. Üretim ile tüketimin bir arada bulunması; sosyal medya ağlarının gelişmesi
ile geçmişteki yazar-okuyucu ilişkisinin ortadan kalkması; eskiden kendi başına olan medya sektörleri
arasında bir yakınsama sürecinin ortaya çıkması; son olarak iletişimimizin ve kültürel pratiklerimizin,
sermaye ilişkilerinin gitgide daha fazla tamamlayıcısı olan emeğin yeni bir biçimi olduğunu kavramak,
yazarlar açısından bir ön kabul olarak sunulmaktadır (Coté, Pybus 2014: 243).
Coté ve Pybus, “maddi olmayan emek 2.0”ı ayrık bir yeni alt küme, Hardt ve Negri’nin
tanımına yapılan bir ilave olarak değerlendirmektedir. Onlara göre buradaki farklılık, bir sosyal medya
ağına üye olunduğunda, onunla kültürel ve biyopolitik düzeyde iştigal etmenize neden olan “özgür
emek”tir (free labour). Çünkü burada kullanıcıların oluşturduğu içeriğin yanı sıra, onların zevkleri,
tercihleri ve orada inşa ettikleri genel kültürel içerikleri de satılmaktadır (Coté, Pybus 2014: 244).
Sosyal ağlarda kullanıcılar tarafından oluşturulmuş profiller, ya da yazarların ifadesiyle,
bireyselleştirilmiş arşivler, artı değer ve mübadelenin kârlı can damarlarıdır. Nitekim Facebook gibi
sosyal ağların artan piyasa değeri, kullanıcıların maddi olmayan ve duygusal emeklerini sisteme
yükleme gönüllülüğüne dayanmaktadır (Coté, Pybus 2014: 259-260). Bu sosyal ağların piyasa değeri
arttıkça, kullanıcıların dijital emekleri aracılığıyla ortaya çıkan artı değer de artmakta, sanal dünyadaki
180
öznellik üretimi hızla kâra dönüşmektedir (Özmakas 2015: 15). Coté ve Pybus’un verdiği isimle,
“benliğin dijital arşivleri”nin yeniden üretimi söz konusu ağlarda sürekli tekrarlanmaktadır.
Kullanıcılar için bu, öznelliklerinin yeniden üretimi ve dolaşımı ile ilgilidir, buna karşın Facebook gibi
sosyal ağlar için bu politik ekonomik zorunluluktur. “Benliğin dijital arşivi”, iletişimsel ve duygusal
bir pratiktir, yeni sosyal ve ekonomik biçimlerin paradigmasını oluşturur. Kullanıcılar tarafından
oluşturulan ve yönetilen “benliğin dijital arşivi”, sürekli güncellenmektedir, “her zaman her şeyin
ortasındadır, sosyalden artı değere dönüşümde bağlantı yeridir” (Coté, Pybus 2014: 262).
2. Toplumsal Fabrika
Bir önceki kısımda “Maddi Olmayan Emek Tartışmalarının Tarihsel Arka Planı” başlığı
altında Otonomcu Marksistlerin ve Negri’nin, fabrikada doğrudan üretimi gerçekleştiren kitlesel
işçinin yerini bütün üretim ve yeniden üretim alanına yayılan, dolayısıyla üretimi fabrika sınırları
ötesine taşıyan “toplumsal işçi”nin aldığı iddialarını ele almıştık. “Toplumsal işçi” tartışmaları,
“toplumsal fabrika” tartışmalarıyla yakından ilişkilidir. Öte yandan “Bir Yeni Emek Formu Olarak
Dijital Emek” başlığı altında görebileceğimiz gibi, sanal dünyayı toplumsal fabrikalara benzeten
(Kücklich 2009: 347-348), sosyal ağların, böylesi bir benzeşimin ötesinde, dijital emek üretilen
toplumsal fabrikalar (Özmakas 2015: 15) olarak niteleyen görüşler bulunmaktadır. Bu yüzden, dijital
emeği analiz etmeden önce, kısaca da olsa toplumsal fabrika konusuna değinmek gerekmektedir.
Genel anlamda toplumsal fabrika, üretimin fabrika ve imalathane gibi geleneksel üretim
mekanlarının ötesine taşması, dolayısıyla değer üretiminin toplumun geneline yayılmasını ifade etmek
için kullanılmaktadır (Kıyan 2015: 48). Buna göre içinde bulunduğumuz dönemde çalışma zamanıyla
serbest zaman arasındaki, emek ile oyun arasındaki sınırlar bulanıklaşmıştır. Bunun sonucunda
çalışma zamanı ile boş zaman ayrılmaz hale gelmekte, fabrika sınırlarını toplumun içine doğru
genişletmektedir. İtalyan otonomcu Marksistlerden Tronti bunu “toplumsal fabrika” olarak
adlandırmaktadır.
Tronti, toplumsal fabrikanın ortaya çıkışını, kapitalizmin endüstriyel evresinin sona erdiği ve
yeni bir evreye girdiği şeklindeki görüşleriyle ilişkilendirmektedir. Tronti’ye göre bu aşamada üretim
– dağıtım – mübadele – tüketim döngüsü kaçınılmaz olarak kendini daha fazla kapatmakta, fabrika ile
toplum ve toplum ile devlet arasındaki toplumsal ilişki giderek daha organik hale gelmektedir (Fuchs
2015: 387-388). Buna göre, kapitalist gelişimin en yüksek düzeyinde toplumsal ilişki, bir üretim
ilişkisi anı haline gelmektedir. Bunun sonucunda tüm toplum üretimin bir eklemlenmesi olup
181
çıkmaktadır. Toplumun bütünü fabrikaya göre yaşamakta ve fabrika, toplumun bütünü üzerindeki
ayrıcalıklı egemenliğini genişletmektedir (Tronti 1971: 51’den aktaran Turchetto 2014: 278).
Tronti’nin formülasyonunda toplumun giderek bir fabrikaya dönüşmesi fikri söz konusudur. Ancak bu
fikir öncelikle ekonomide hizmet sektörünün genişlemesine atıfta bulunmaktadır. Hizmet sektöründeki
büyümenin orta sınıfın büyümesi, dolayısıyla işçi sınıfının küçülmesi olarak gören görüşlere karşı
Tronti, tüm emeğin endüstriyel emeğe indirgendiği yaklaşımını getirmektedir. Böylece ücretli emek
ilişkisi genelleşmekte, geniş nüfus kesimleri proleterleşmekte, üretken sayılmayan sektörler üretimin
buyruklarına tabi kılınmaktadır. Bu önermeler ilerleyen dönemde “toplumsal işçi” kavramının
doğmasına yol açmıştır (Turchetto 2014: 279).
1970’li yıllardan sonra yaşanan gelişmeler gerek kapitalist üretim tarzının gerekse de
sosyalist üretim tarzının egemen olduğu ülkelerde geleneksel işçi sınıfı tipolojisini değiştirdiği bir
gerçeklik olarak kabul edilebilir. Bu çerçevede esnek birikime geçişle birlikte, EİT’lerdeki
ilerlemelerin de etkisiyle, bilginin merkezde olduğu, özel bir eğitim sayesinde kazanılan ve toplumun
hizmetine sunulan entelektüel bir tekniğe sahip profesyonel meslekler (Seçer 2009: 252), yükselişe
geçmiştir. Teknolojik gelişmeler ve kafa emeği üretimde daha etkin rol almaya başlamış, Fordist
dönemde standartlaşan çalışma biçimlerinin dışına çıkılmaya başlanmıştır. Böylece çalışma, bazı
durumlarda belirli bir mekanla sınırlı, 8 saatlik işgününde gerçekleştirilen, belirli bir ekipmanla
yapılan etkinliğin dışına çıkmıştır (Savul 2018a: 26). Bu anlamda toplumsal fabrika yaklaşımının,
endüstri ilişkilerindeki bu gelişmeleri doğru olarak yorumladığını söyleyebiliriz. Ancak bu gelişmeler
endüstri ilişkilerinin tamamında geçerli değildir. Gelişmekte olan kapitalist ülkeler şeklinde
değerlendirebileceğimiz ve büyük çaplı endüstriyel üretimin gerçekleştirildiği Güney ülkeleri bir yana,
gelişmiş kapitalist Kuzey ülkelerinde de fabrika düzeni tamamen ortadan kalkmamıştır
89
. Bu anlamda
toplumsal fabrika yaklaşımının küresel ölçekte geçerli olduğunu söylemek zordur.
III. Kapitalizmin Dijitalleşmesi ve Yeni Bir Emek Formu Olarak: Dijital Emek
Bu alt bölümde, çalışmamızın odak noktası olan dijital emek ile ilgili olan tartışmalara yer
verilecektir. Bu çerçevede çalışmamızın bundan önceki bölümlerinde ortaya konulan bilgilerin
ışığında, yeni bir emek formu olarak tartışılan dijital emek analiz edilecek, bu konudaki farklı görüşler
ele alınacak ve genel bir değerlendirme yapılacaktır. Akademik literatürde çok eleştirilmesine karşın
dijital emek tartışmalarına önemli bir katkı sunan, bu alanda ilk kapsamlı kuramı geliştiren Christian
89
Bu bölümde “Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü ve Dijital Emek Kavramlaştırması” başlığı altında
aktaracağımız gibi EİT ürünlerinin montajını ve üretimini gerçekleştiren Tayvan kökenli Foxconn (resmi adıyla Hon Hai
Precision) firması bu iddiayı tek başına kanıtlamaktadır.
182
Fuchs’un görüşlerine ise özel bir vurgu yapılacaktır. Sermayenin yeni kar alanları bulmak için
kullandığı yeni emek formlarından biri olan dijital emek ile ilgili olarak Fuchs’un çalışmaları bu
bölümde eleştirel bir gözle incelenecek ve değerlendirilecektir. Fuchs’un geliştirdiği “uluslararası
dijital iş bölümü” kuramsallaştırması yine bu bölümde analiz edilecektir.
A. Yeni Emek Formu Olarak Dijital Emek
Çalışmamızın bundan önceki bölümlerde, zaman zaman dijital emek ile ilgili bazı
değerlendirmelerde bulunulmuştu. Bu bölümde tüm değerlendirmeleri sentezlemeyi ve dijital emek ile
ilgili temel düşünceyi ortaya koymayı hedefliyoruz. Ancak öncelikle tıpkı kapitalizmin güncel
versiyonunu değerlendirmede farklı görüşlerin, değerlendirmelerin bulunması gibi, yeni bir emek
formu olarak niteleyebileceğimiz dijital emek hakkında da farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu
yüzden bu bölümde dijital emek ile ilgili olarak akademik literatür taraması yapılacak ve önem
taşıyan, belli başlı tanımlamalara yer verilecektir. Üretimin ve ekonominin dijitalleşmesi, sanallaşması
noktasından hareketle, yeni gelişen bir emek formu olan dijital emekle ilgili tartışmalar bu bölümde
işlenecektir.
Yeni bir emek formu olarak dijital emeğin ortaya çıkışı, Üçüncü Bölüm’de “‘Yeni
Kapitalizm’ Kuramları” başlığında incelediğimiz “dijital kapitalizm”, “bilişsel kapitalizm”,
“enformasyonel kapitalizm”, “büyük veri kapitalizmi” gibi farklı yaklaşımlarla ifade edilen
kapitalizmin yeni evresinde gerçekleşmiştir. Dijital emek, özellikle 2000’li yıllarla birlikte Web 2.0
teknolojisinin ortaya çıkışı ve sosyal medyanın popülerlik kazanmasından sonra akademik literatürde
sıklıkla tartışılmaya başlanan bir kavram haline gelmiştir. Bu gelişmeler ve EİT’lerde yaşanan hızlı
gelişimin sağladığı diğer olanaklar sonucunda ağ tabanlı üretim araçlar yaygınlaşmaya başlamış, bu da
emek süreçlerinde bir değişimin yaşanmasına, emeğin yeniden organizasyonuna ve yeni iş bölümü
biçimlerinin doğmasına yol açmıştır. Üretim ve dolaşım süreçleri dijitalleştikçe, emek giderek bu
forma doğru evrilmeye, daha fazla enformasyon işleme, depolama ve iletimi süreçlerinde iş görür hale
gelmeye başlamıştır. Bu yeni emek formu da “dijital emek” olarak adlandırılmıştır (Kıyan 2015: 42).
Dijital emek kavramı ilk kez Otonomcu Marksistler tarafından kapitalizmin dijitalleşmesi karşısında
emeğin aldığı konumu göstermek için kullanılmıştır. Otonomcuların iddiasına göre kapitalizmin yeni
evresinde endüstriyel kapitalizmin aksine çalışma geleneksel işyerinin sınırlarını aşmakta ve
toplumsallaşmaktadır (Sevgi 2021: 22). Öte yandan “dijital emek” kavramlaştırması farklı biçimde de
kullanılmaktadır. Özellikle bahsettiğimiz dönemde ortaya çıkan çevrimiçi (online) değer üzerinde de
durulmakta, bu değeri üreten emeğe “dijital” ya da “sanal” emek denilmektedir. Üstelik internet
183
çalışmaları olarak tanınmaya başlanan bu alanda, dijital emeğe ve bunun nasıl kavramlaştırılması
gerektiği konusunda ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. Ancak tartışmaların düğüm noktalarını, “iş” ile
“oyun” arasında (playbour – oyuniş) ve “üretim” ile “tüketim” (prosumption – üretketim) arasında
giderek belirsizleşen sınırlar oluşturmaktadır (Huws 2018: 168-169). Bu anlamda dijital emeğin ne
olduğunu açıklama konusunda farklı yaklaşımlardan söz edilebilir.
Bu yaklaşımlardan ilki dijital emeği, internet bazlı teknolojilerin sermaye birikim döngüsü
içindeki yerini açıklamaya yönelik çabalar kapsamında değerlendirmektedir (Allmer, Sevignani,
Prodnik 2015: 160-161). Buna göre ikili bir ayrım söz konusudur. İlk grupta 1970’li yıllarda Dallas
Smythe tarafından geliştirilen, 2000’li yıllarda Fuchs, Andrejevic, vb. tarafından geliştirilen izleyici
emeğinin metalaştırıldığını savunan anlayış yer almaktadır. İkinci grupta ise dijital çağda Marx’ın rant
kavramının yeniden ele alınmasını öngören Pasquinelli, Caraway, Huws, Arviddson ve Colleoni
tarafından savunulan anlayış bulunmaktadır (Allmer, Sevignani, Prodnik 2015: 160-161).
İzleyici emeğinden yola çıkan ilk anlayışa göre dijital emeği, yabancılaşmış dijital çalışma
olarak nitelemek olanaklıdır (Fuchs 2015, s.501) ve kavram dijital medya teknolojileri ve içeriğinin
üretimindeki bütün etkinlikleri içeren geniş bir kapsama sahiptir. Bu anlamda dijital emek; bir meslek
tanımından çok, kolektif sömürüyü, işçilerin ortak düşmanı olarak sermayeyi ve kapitalizmin
egemenliğini alt etmek için mücadelelerini ve bunun için ağ oluşturma gerekliliğini vurgulamak için
endüstri tabanlı geniş bir anlayışı betimlemektedir (Fuchs 2015, s.22). Nitekim Fuchs’un dijital emek
tanımında, çeşitli emek biçimlerinin kapsandığı bir değer yaratımı söz konusudur. İlerleyen sayfalarda
daha detaylı olarak ele alacağımız Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü kuramı, bu yaklaşımın bir
ürünüdür. Maddi olmayan emeğin ortaya çıkışı ve hegemonyası ile Marx’ın emek değer teorisinin
geçerliliğini yitirdiğini savunan Lazzarato, Hardt ve Negri gibi isimlere karşı bir çıkış geliştirmek;
ayrıca teknolojide yaşanan önemli gelişmelere ve dijitalleşmeye Marksist toplum bilimcilerin
“yeterince göstermediği” ilgiyi sergilemek, Fuchs’un dijital emek teorisinin temel amaçlarını
oluşturmaktadır (Kangal 2018: 159). Köle madencilik emeği, yüksek oranda sömürülen donanım
montaj emeği, yoğun stres altında çalışan yazılım mühendisliği, çağrı merkezlerinde çalışan Taylorist
ve “ev kadınılaşmış” (housewifization) hizmet emeği ile sosyal medya platformunda hedefli
reklamcılık yardımıyla, oluşturdukları içerik, yorum, beğenme, paylaşım, vb. gibi hareketleri
metalaştırılan ve sömürülen “üretketici” (prosumer) emek, bu kapsamda yer almaktadır (Fuchs 2015:
492).
184
İkinci anlayış ise, ticari sosyal medya platformlarının içerdiği rant mekanizması üçerinde
durmaktadır. Onlara göre, kullanıcıların bu platformlarda harcadıkları aktif zamandan çok, bu
platformların ürettikleri metaları satmak isteyen sermaye kesimine sunduğu rekabet avantajlarına
odaklanmak gerekmektedir. Bir tekel, ancak kendi işini (ürettikleri metaları satmayı) geliştireceğine
inandığı biriyle para değiş-tokuşuna girmekte, bu sayede yüksek kâr oranlarını elde etmeyi
hedeflemektedir. Facebook ve benzeri sosyal medya platformlarının kullanıcı tabanlarına erişim için
belirli maliyetlere katlanmak, bu anlamda bu tekel için ekonomik açıdan, bir gazetede ya da daha az
kullanıcıya sahip bir internet sitesinde reklam yapmaktan daha mantıklı olacaktır (Allmer, Sevignani,
Prodnik 2015: 161). Bu anlayışı savunan bazı yazarlar ise Facebook gibi sosyal medya platformlarının
değer üretiminin (kârın) metaların (maddi metaların ya da Smythe’nin izleyici metasının) satışından
değil, finansal sektörde değerin tahsisinde ve dağıtımında gerçekleştiğini (finansal rant) savunmaktadır
(Arvidsson, Colleoni 2012: 136). Bu bağlamda bu anlayışın savunucuları (örneğin Jin, Feenberg;
Bolin; Robinson) genel olarak internet kullanıcılarını emek kategorisinde değerlendirmemektedir
(Allmer, Sevignani, Prodnik 2015: 161). Ancak bu tutumun, rant yaklaşımını benimseyen herkes için
geçerli olduğu söylenemez. Nitekim maddi olmayan emek teorisini savunan otonomcu Marksistler,
bilişsel kapitalizm ile işin niteliğinde dönüşüm yaşandığını ve emeğin otonom formlarının ortaya
çıktığını savunmaktadır (Terranova 2000).
Sosyal medya platformlarında kullanıcılar tarafından üretilen içeriğin (UGC – user generated
content) kapsamı ve boyutları ise her geçen gün genişlemektedir. Ancak kullanıcılar aynı zamanda
şiddet içeren, ırkçı, pornografik, cinsiyetçi, homofobik, zenofobik, ahlak dışı, yasadışı vb. içerik dahil
olmak üzere rahatsız edici içerikler üretmekte ve sosyal medya platformlarında paylaşmaktadır.
Zaman zaman sosyal medya şirketlerinin büyük oranda kârlarını güvence altına almak için ilgili devlet
ile olan ilişkileriyle paralel olarak muhalif içeriğe sahip politik paylaşımları da içerecek şekilde, söz
konusu paylaşımların yayından kaldırılması gündeme gelebilmektedir. Sosyal medya platformunun
içerik politikasıyla ilişkili olan bu durum, bir dijital emek bileşenini bünyesinde barındıran “ticari
içerik denetimi”ni (commercial content moderation – CCM) ortaya çıkarmıştır (Roberts 2014: 12-15;
Roberts 2016: 147-148; Robinson 2018: 83-84; Dyer-Witheford 2019: 159-162; Chen 2014). Ticari
İçerik Denetimi, sosyal medya sektörü içinde çok iyi bilinen, ancak toplumun geri kalanları tarafından
iyi bilinmeyen, bir bakıma gizlenen, hemen hemen bütün sosyal medya şirketlerinin uyguladığı bir
faaliyettir. Teknolojinin gelişimi ile hala bazı rahatsız edici içeriklerin ortadan kaldırılması yapay zeka
uygulamaları ve çeşitli yazılımlar yoluyla olanaklı olsa da yine de bu içeriklerin büyük bir kısmı insan
müdahalesini gerektirmektedir. Özellikle üretilen içeriğin kültürel bağlam içinde değerlendirilmesi
gerekliliği insan faktörünü zorunlu kılmaktadır (Roberts 2014: 12-13). Ayrıca dijital emeğin dış
185
kaynak kullanımını ve çağrı merkezlerini ele alırken göreceğimiz gibi, Ticari İçerik Denetimi
faaliyetleri, sınır ötesine taşınmakta böylelikle, özellikle emek gücünün ucuz olduğu, ancak İngilizce
bildikleri için bu işi yapabilecek işçilerin rahatça bulunabileceği ülkelere taşınmaktadır. Ticari İçerik
Denetimi (CCM), sosyal medya platformları için yaşamsal önemdedir, çünkü onsuz bir internet -
sosyal medya, adeta bir “dijital foseptik” görünümündedir (Roberts 2016: 149-150). Bu yüzden Ticari
İçerik Denetimi’nin eksikliğinde sosyal medya platformları, kullanıcılarının kendilerini terk etmesi,
ayrıca yüklü cezai yaptırımları olan davaların açılması tehlikesi ile karşı karşıyadır (Dyer-Witheford
2019: 159-160). Kendilerine büyük kâr olanakları sağlayan, Fuchs’a göre artı değer üretiminin yolunu
açan kullanıcılar tarafından üretilen içeriği (UGC) teşvik eden ve buna yaşamsal bir şekilde bağlı olan
sosyal medya platformları, Ticari İçerik Denetimi’ni kullanarak, bu türden sorunları gizli bir şekilde
örtmeye çalışmaktadır. Ticari İçerik Denetimi’nin bir bölümü şirket içi (in-house) yöntemlerle, diğer
bölümü ise dış kaynak kullanımı (outsourcing) yöntemiyle gerçekleştirilmektedir. Bu konuda yapılan
bazı alan araştırmalarının (Roberts 2014) ve bazı mülakatların (Chen 2014) ortaya koyduğu gibi, bu
işler düşük vasıf gerektiren, tekrar edici (monoton), kotalı; çalışanları çoğunlukla şiddet içeren,
rahatsız edici görsel ve videolara maruz bıraktığı için ciddi psikolojik tahribatta bulunan işlerdir.
Çalışma koşulları ve ücretler farklılık gösterse de yapılan iş genellikle düşük statülü, güvencesiz ve
düşük ücretli bir iştir. Bu durum özellikle dış kaynak kullanımı yöntemiyle butik operatörlerde ya da
kitlesel çağrı merkezlerinde çalışan işçiler için geçerlidir (Dyer-Witheford 2019: 160). Ancak şirket içi
(in-house) istihdam edilen işçiler için de tablo pembe değildir. Ağır çalışma koşulları ve görece düşük
ücretleri ile şirketin diğer çalışanlarından ayrılan bu işçiler, gerek şirket içi mobilite olanağının sınırlı
olması gerekse psikolojik yıkım nedeniyle bir süre sonra işten ayrılmaktadır (Chen 2014), bu anlamda
bu işyerlerinde iş gücü devir hızının yüksek olduğu söylenebilir. Şirket içi ya da dış kaynak kullanımı
yoluyla istihdam edilen tüm Ticari İçerik Denetimi işçileri, bütün gün bilgisayar başında, çoğu
durumda diğer kullanıcılar tarafından işaretlenmiş, şikayet edilmiş görselleri, videoları izlemekte ve
çalıştıkları şirketin koyduğu kurallar çerçevesinde bunları yayından kaldırabilmektedir. Çalışanlar,
mesaileri boyunca dünyanın çeşitli noktalarından gelen çoğunlukla şiddet içeren, rahatsız edici
(Ortadoğu’dan kafa kesme ve bombalamalar, uyuşturucu kartellerinin çatışmaları, pornografi ve
pedofili görüntüleri, vb.) görsel ve videolara maruz kalmakta, içlerinden bazıları bu nedenle bir tür
travma sonrası stres bozukluğu (PTSD) rahatsızlıkları yaşamakta ve bu işlerde uzun süre
çalışamamaktadır (Chen 2014). Kısacası Ticari İçerik Denetimi’ni yürüten işçiler, gezegeni kuşatan
bir mutsuzluk fabrikasının kullanıcı kaynaklı içeriğine tanıklık eden dijital emekçilerdir (Dyer-
Witheford 2019: 161).
186
Dijital emek üzerine olan tartışmalarda Facebook, Twitter, Instagram, vb. gibi sosyal ağlar
da önemli bir yer tutmaktadır. Sosyal ağların, bir bakıma “toplumsal fabrika” olduğu ve bu
fabrikalarda dijital emek üretildiği şeklinde görüşler bulunmaktadır. Söz konusu olan sadece izleyici
emekleri sosyal medya platformları tarafından metalaştırılan ve satılan internet “üretketicileri”
(prosumer) değildir. Bazı durumlarda sosyal ağlardaki dijital emek, profilin takipçilerini bir müşteriye,
profil sahibini ise bir satıcıya dönüştürmektedir (Özmakas 2015: 15). Sosyal medyada “fenomen”
olarak adlandırılan, yüksek takipçi sayısına ya da özelleşmiş takipçi kitlesine sahip bazı sosyal medya
hesaplarının, ya da moda, teknoloji, kozmetik, vb. gibi alanlarda uzmanlaşmış bazı blog sahiplerinin
(blogger) sosyal ağ hesaplarına reklam alması (Özmakas 2015: 15) ya da “içerik pazarlaması” adı
altında oluşturdukları içerikte açık ya da örtük bir biçimde bir markanın reklamını yapması ve buradan
gelir etmesi buna örnek olarak gösterilebilir.
Dijital emek konusunda bir başka yaklaşım, çevrimiçi (online) iş kavramı üzerinden
şekillenmektedir. Buna göre EİT’lerin gelişiminin verdiği olanaklarla dijital kapitalizm, kitle kaynak
kullanımını (crowdsourcing) devreye sokmuştur. 2005 yılında Amacon.com tarafından kurulan
Amazon Mechanical Turk, bunun öncülerinden biridir. Bir görevin mikroskobik ölçülerde parçalara
ayrılması, sonrasında kullanılan yazılımla, Taylor’un bilimsel yönetim ilkelerinde tahayyül ettiklerinin
çok daha ötesinde, işin en vasıfsız kişinin bile yapabileceği şekilde basitleştirilmesi, ama bunu
yaparken işçinin üretimin bilgisinden tamamen azade edilmesi (Dyer-Witheford 2019:156-157) burada
dijital emeğin sahne aldığı yeni bir online iş türü olarak ortaya çıkmaktadır. Daha önce ele aldığımız
mobil teknolojilerin gelişimi ise, sermayeye bu online iş tekniği ile küresel emek havuzunu daha da
genişletme olanağı sunmuştur. Nitekim üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırdığımız, düşük gelir
düzeylerine sahip ülkelerde, başta mobil olmak üzere dijital teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte,
sermaye açısından gerektiğinde kullanabileceği bir artık-nüfus oluşmuştur. Sosyal güvenlik sisteminin
dışında olan, güvencesizleştirilmiş, kayıtdışı ortamlarda düşük ücretlerle çalışan bu dijital işçiler,
sibernetik proleterleşme dalgası ile (Dyer-Witheford 2019: 157-158) ortaya çıkmaktadır. Bu işçiler, bir
bakıma üçüncü bölümdeki “2000’lerde Teknolojinin Emek Üzerine Etkisi: Eğretileşme
(Prekaryalaşma) ve Tabakalaşma” başlığı altında incelediğimiz prekaryalaşma sürecini
yaşamaktadırlar. Bu anlamda bu işçilerin, dijital emeğin prekarlaşan kesimi olarak değerlendirmek de
olanaklıdır.
Dijital emek kapsamında değerlendireceğimiz bir başka kesim ise mobil uygulama
(aplikasyon) yazılım işçileridir. Daha önce ele aldığımız gibi EİT’lerdeki devrim niteliğindeki
ilerlemelerin önemli bir veçhesini de mobil teknolojilerdeki hızlı gelişim oluşturmaktadır. Özellikle
187
akıllı telefon ve tabletlerin yaygınlaşmasıyla, bu cihazlarda kullanılan uygulamalar (aplikasyon)
yaygınlık kazanmış ve bir “aplikasyon ekonomisi” oluşmuştur. Aplikasyon ekonomisi, yeni iş
olanakları ortaya çıkmıştır (MacMillan Burrows, Ante 2009). Apple’ın App Store’u, Google’ın ise
Android Market’i (günümüzde Google Play) açmasıyla birlikte, akıllı telefonlar ve tabletler için
üretilen uygulamalar (aplikasyonlar) önemli sayılara erişmiştir. Apple ve Google’ın bu uygulama
marketlerinde kitle kaynak kullanımı (crowdsourcing) yolunu benimsemesi, harici aplikasyon
geliştiricilere açması, teknolojik gelişim ile aplikasyon üretmekte kullanılan araçların da ucuzlaması,
bu sektöre giren yazılımcıların / geliştiricilerin sayısını önemli ölçüde arttırmıştır (Dyer-Witheford
2019: 220). Genel olarak yazılımcıları / geliştiricileri (developer) birden fazla alanda çalıştıkları için
mobil, web, vb. şeklinde ayırmak kolay olmasa da yapılan bir araştırma 2022 yılında dünya genelinde
25 milyon yazılımcının / geliştiricinin bulunduğunu göstermektedir. Yine aynı araştırmaya göre bu
sayı 2026 yılında 29,573 milyona ulaşacaktır (Evans Data Corporation 2022). Apple, Google gibi
platform sağlayıcıların kimi zaman ücretsiz kimi zaman ise 100 dolardan daha ucuza dağıttıkları
yazılım geliştirme kitleri, yazılımcıların evlerini bir bakıma sanal aplikasyon fabrikasına
dönüştürmüştür. Böylece Google ve Apple uygulama marketlerinde başarı elde etmiş ürünleriyle söz
sahibi olan az sayıdaki uygulama geliştirme şirketlerinde ücretli ya da bağımsız (freelance) olarak
çalışan vasıflı yazılımcıların yanı sıra, önemli bir niceliğe ulaşan kendilerince bir başarı hikayesi
yaratmak isteyen hevesli geliştiriciler ve son olarak küçük startup’larda çalışan yazılımcılardan oluşan
bir istihdam sektörü ortaya çıkmıştır (Dyer-Witheford 2019: 223). Küresel anlamda farklı coğrafyalara
yayılan mobil uygulama yazılım işçileri, üretim süreci sonucunda ortaya çıkardıkları çıktılar gereği
dijital emeğin bir parçasını oluşturmakta ve sayıları her geçen gün artmaktadır.
Sonuç olarak dijital emek, enformasyon ve iletişim teknolojileriyle bağlı, ürünleri soyut
(gayri maddi), sanal bir faaliyet içeren emek türü olarak da nitelendirilebilir. Günümüzde dijital emek
gücü, toplam emek gücü içinde azınlık konumunda olduğunu, kapitalizmin kâr elde etmek, artı değer
üretmek için tercih ettiği yöntemin, bu çalışma kaleme alındığı dönemde, halen maddi metaların fiziki
üretimi olduğunu söyleyebiliriz (Huws 2018: 176-177). Ancak yine de dijital emeğin yeni ortaya çıkan
ama giderek genişleyen bir emek formu olduğu, bu çalışmanın hipotezleri arasındadır. Nitekim 2020
yılında tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgını sırasında, “home office” olarak da
adlandırabileceğimiz evden çalışma şeklindeki dijital çalışma formları yaygınlık kazanmıştır. Evden
çalışma formlarının yaygın kullanımının, salgın sona erdikten ya da etkisini yitirdikten sonra da devam
edeceği, belirli oranda kalıcılaşacağı yönünde belirtiler vardır. Ancak bu yönde görüş belirtmek için
biraz zamana gereksinim bulunmaktadır.
188
B. Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü ve Dijital Emek Kavramlaştırması
Dijital emek konusunda akademik literatüre katkıda bulunan Fuchs’un “uluslararası dijital iş
bölümü” (UDİB) kavramlaştırması önemlidir ve bu yüzden üzerine ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak
etmektedir. Lazzarato, Hardt ve Negri gibi isimlerin, Marx’ın emek değer teorisinin geçerliliğini
yitirdiği yönündeki tezlerine karşılık, emek değer kuramının yeniden inşası iddiasıyla yola çıkan
Fuchs (2015: 91-92), aynı zamanda Marksist toplum bilimcilerin yeni teknoloji ve dijital / sosyal
medya platformlarının ortaya çıkışını politik, ekonomik ve kültür teorileri açısından yeterince
irdelemediğini savunmaktadır. Bu çerçevede Fuchs’un dijital emek kuramlaştırmasının bu iki teorik
cepheye itirazların bir ürünü olduğu söylenebilir (Kangal 2018: 159). Fuchs’un dijital emek teorisine
geçmeden önce ise, onun bu konudaki görüşlerine kaynaklık eden Banaji’ye değinmekte yarar vardır.
Marx’ın kuramını yorumlayan Banaji, bir üretim biçiminin sadece tek bir tarihsel emek ve artı değere
el konulma biçimini barındırdığı, egemen üretim biçiminin önceki üretim biçimlerini tümüyle ortadan
kaldırdığı yönündeki görüşleri, “vulgar” Marksizm olarak nitelemiş ve bunlara karşı çıkmıştır (Fuchs
2015: 240). Banaji, egemen bir üretim biçiminin, kendinden önceki üretim biçimlerini kullanabilecek
güçte olduğunu savunmuş, benzer emek kullanım biçimlerinin çok farklı üretim biçimlerinde yer
alabileceği görüşünü dile getirmiştir (2010: 1-6). Buradan da kapitalizmin çok çeşitli sömürü
biçimlerini bir arada kullanabileceği (Banaji 2010: 144-145) sonucuna varmıştır.
Banaji’nin bu görüşlerinden hareket eden Fuchs, Marx ve Engels’in üretim biçimi ile ilgili
görüşlerine odaklanmaktadır (2015: 240-241). Ona göre üretici güçler ile üretici ilişkiler arasındaki
çelişkilerin bir sonucu olarak yeni bir üretim biçiminin ortaya çıkışı, önceki üretim biçimini yok
etmeyecek, yaşanan daha ziyade bir “içererek aşma” (aufhebung) olacaktır. Burada kastedilen
Hegel’in üç anlamlı “aufhebung” (içererek aşma) terimindeki diyalektik süreçtir. Yükselme / ortadan
kaldırma / muhafaza şeklinde ilerleyen bu sürecin anlamı, eski üretim biçiminin hakimiyetini
yitirmesi, ama buna karşın yeni biçim içinde özgül olarak ve bu yeni biçime uyarlanmış olarak var
olmaya devam etmesidir. Fuchs buradan şu sonuca varmaktadır: Kapitalizmin yükselişiyle birlikte
önceki üretim biçimleri ortadan kalkmamış, bunlar yeni üretim biçimine (kapitalizme) bir şekilde
uyarlanıp varlığını sürdürmüştür. Buna örnek olarak ise patriyarka (ataerki) gösterilebilir. Fuchs’a
göre patriyarka, modern emek gücünün yeniden üretimi rolünü üstlenen özgül bir tür ev ekonomisi
şeklinde kapitalizm içinde varlığını sürdürmektedir. Öte yandan yeni uluslararası iş bölümü
çerçevesinde üretici güçler; tarımsal emek, endüstriyel emek, hizmet emeği, bilgi emeği, ücretsiz
tüketim ve kullanım emeği gibi çeşitli emek formlarıyla bir üretim ağı oluşturmuştur (Fuchs 2015:
241-242). Bütün bu görüşlerin sonucunda Fuchs günümüzde, ücretli, ücretsiz, feodal, patriyarka ve
189
köle emeği türlerinin bir arada kullanıldığını ve tüm bunların da toplamda dijital işçi sınıfını
oluşturduğunu savunmaktadır.
Buna göre dijital işçi sınıfı şu bileşenlerden oluşmaktadır (Fuchs 2015: 229-407): EİT için
değerli madenleri çıkaran, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde en tipik örneğini görebileceğimiz köle
maden işçileri; Çin’de başta Apple olmak üzere belli başlı EİT firmaları için yarı iletkenler, çevre
birimleri ve bilgisayarlar üreten Foxconn fabrikasında ve buna benzer fabrikalarda insanlık dışı
koşullarda çalıştırılan montaj işçileri; Fuchs’un kavramsallaştırmasıyla Taylorist, “ev kadınılaşmış”
hizmet emeğinin örneği olan çağrı merkezi işçileri; Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerdeki yazılım
sanayilerinde, “body shopping” ya da “sanal göç” mekanizmalarıyla gelişmiş kapitalist ülkelere
“pazarlanan” yazılım işçileri; Silikon Vadisi’nde Google benzeri firmalarda istihdam edilen ve dijital
işçilerin en ayrıcalıklı kesimini oluşturan yüksek kalifiye emek gücü ile yine aynı bölgede ancak zehir
solunan hijyensiz ortamlarda çalışan, daha çok göçmenlerden oluşan montaj fabrikaları işçileri ve son
olarak sosyal medya sitelerinde oluşturdukları içerik, yorum, beğenme, paylaşım, vb. gibi hareketleri
“metaya çevrilen” internet üretketicileri (prosumer).
Öte yandan günümüz kapitalizmin yüksek teknolojisiyle, insanlık dışı ilkel koşullar içinde
yaşayan ve ölen işçilerin paradoksal bir biçimde birbiriyle bağlantı içinde olduğu görüşünü savunan
Dyer-Witheford da madenler ve yapay zekaların ayrı dünyalara ait görünmelerine karşın birbirlerine
sıkı sıkıya bağlı olduğunu ifade etmektedir (2019: 9). Linden ve Roth’un (2014: 1-20) çeşitli ücretli ve
ücretsiz işçilerin oluşturduğu proleter bir çoklu evren tarifinden hareket eden Dyer-Witheford, küresel
ekonominin kayıtdışı, rehin ve köle emeğini de içeren bu çalışma tarzlarının şimdilerde dijital ağlarda
da yaşandığını söylemektedir. Bu anlamda Dyer-Witheford, Fuchs’un “uluslararası dijital iş bölümü”
kuramsallaştırmasıyla paralellikler içeren bir küresel proletarya tasvirini yapmaktadır (2019: 23). Bu
bölümde, Fuchs’un yaptığı sınıflandırma ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
1. EİT Bağlantılı Maden Çıkarmada “Köle Emeği”
Fuchs’un uluslararası dijital iş bölümünün bileşenleri arasında ilk sırayı EİT ürünü cihazların
üretiminde kullanılan değerli madenleri çıkaran, köle emeğine yakın koşullarda çalıştırılan maden
işçileri yer almaktadır. Dizüstü bilgisayarlar, akıllı telefonlar, tabletler, oyun konsolları ve web
kameraları şeklinde örnekleyebileceğimiz EİT ürünlerinde, önemli miktarda berilyum, kobalt, galyum,
indiyum, paladyum, platin, tantal gibi madenler kullanılmaktadır. Başta Demokratik Kongo
Cumhuriyeti olmak üzere, Güney Afrika Cumhuriyeti, Mozambik, Zimbabwe, Ruanda, Zambiya gibi
190
çeşitli Afrika ülkeleri ise bu madenlerin en önemli üreticisi durumundadır (USGS 2017; Brown vd.
2018). Bu ülkeler geçmiş sömürgeci dönemin izlerini hala taşımakta, küresel EİT değer zincirinde
yüksek derecede sömürülen ülkeler olarak varlıklarını sürdürmektedir. Üstelik bu ülkelerde yaşanan
bölgesel çatışmalar, iç karışıklıklar ve iktidarda hüküm süren diktatörlükler, emek gücünün çalışma
koşullarını en dip seviyeye çekmektedir. Fuchs özellikle, söz konusu maden rezervleri konusunda
zenginliğe, ama öte yandan paradoksal biçimde toplumsal refahta yoksulluğa sahip olan Demokratik
Kongo Cumhuriyeti üzerinde durmaktadır (2015: 251-263). EİT endüstrisiyle bağlantılı kalay cevheri
kasiterit, tantal cevheri koltan, volframit, altın, kobalt, çinko, bakır ve kurşun rezervlerine sahip olan
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde, ülkenin adının aksine, tam bir diktatörlük hüküm sürmektedir.
Zengin maden yataklarına karşın Demokratik Kongo Cumhuriyeti dünyanın en yoksul ülkelerinden
biridir, bu değerli madenlerin ele geçirilmesi için şiddetin hüküm sürdüğü, milislerin de yer aldığı bir
savaşta Ruanda ve Uganda’yla birlikte odak noktasındadır (Dyer-Witheford 2019: 137). Nitekim
1994’te yaşanan ve 800 bin Tutsi ile ılımlı Hutu’nun Hutu milisleri tarafından öldürüldüğü, tarihe kara
bir olarak düşen Ruanda soykırımının (Lemarchand, 1998: 3-16) yarattığı çalkantılar Demokratik
Kongo Cumhuriyeti’ni (o dönemki adıyla Zaire’yi) derinden etkilemiştir.
Çalışmamızı doğrudan ilgilendirmediği için burada fazla detayına girmeyeceğimiz iç
karışıklıkların sonucunda, ülkenin doğusundaki (Doğu Kongo) çoğu maden silahlı hükümet güçlerinin
ve çeşitli paramiliter grupların (Tutsi milisleri, Hutu milisleri, Mai-Mai isyancı ordularının, vb.)
kontrolü altına girmiştir. Bu madenlerde silahlı gruplar, işçileri kölelik koşulları (borç köleliği, kölelik,
cinsel kölelik, zorla evlendirme, çocukların silahlı gruplara zorla dahil edilmesi, vb.) altında
çalıştırmaktadır. Kimi durumda da köylüler, askerler tarafından ölüm tehdidiyle, madenlerde zorla
ücretsiz olarak çalıştırılmaktadır (Fuchs 2015: 257-258). Maden işçileri uzun saatler boyunca hijyensiz
ve sağlıksız koşullarda çalışmakta, tıbbi malzeme ve hizmet eksikliği yaşadıkları için sürekli olarak
hastalanmaktadır. Bu madenlerde neredeyse hiç sendika yoktur, olanlar ise ya zayıf sendikalardır ya
da sınıf işbirlikçisi (sarı) sendikalardır (Fuchs 2015: 260-261).
Sonuç olarak Fuchs’a göre, Afrika’da EİT endüstrisiyle bağıntılı madenlerde “dijital kölelik”
hüküm sürmekte, bu madenlerde “köle çalışması” gerçekleşmektedir. Fuchs, dijital emeğe konu olan
tüm EİT ürünü cihazların, tamamen ya da kısmen bu madencilerin “kanıyla kaplı” olduğunu
savunmakta, bu yüzden bu “dijital köleleri”, dijital emek gücünün bir parçası olarak görmektedir
(2015: 263-264).
191
2. EİT Montaj Endüstrisinde Emeğin Biçimsel Boyunduruğu
Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü kuramında dijital emeğin ikinci unsurunu, başta Çin
olmak üzere, emek gücünün görece ucuz olduğu ülkelerde EİT firmaları için üretimde bulunan montaj
endüstrisi işçileri oluşturmaktadır. İkinci Bölüm’de “Endüstri 4.0’ın Avantajları ve Dezavantajları”
başlığında sermayenin, offshoring olarak da adlandırılan süreçle birlikte endüstriyel üretimi yeniden
yapılandırdığını ele almıştık. Bu süreçte endüstriyel üretim, ilk endüstriyel devrimlere sahne olan
gelişmiş kapitalist Kuzey ülkelerinden; Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi
Güney ülkelerine kaymıştır. Bu ülkeler arasında Çin, kalabalık nüfusu, devletin uyguladığı özgün
politikalar, elde ettiği hızlı büyüme ve yaşadığı yeni proleterleşme dalgasıyla sürecin bir simgesi
haline gelmiştir. Bu yüzden günümüz montaj endüstrisinde emeğin durumunu iyi analiz etmek için
öncesinde Çin’de bu dönemde yaşanan gelişmeler üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.
Çin açısından dönüm noktalarından birini 1978’den itibaren, iktidardaki Maoist Çin
Komünist Partisi’nin (ÇKP) piyasacı politikaları devreye sokması oluşturmuştur. Bu politikalarla
birlikte ülke alabildiğince yabancı sermayeye açılırken, serbest girişimcilik ÇKP tarafından teşvik
edilmiş, uluslararası şirketlerle parti elitleri arasındaki yakın ilişkiler beraberinde büyük çaplı
yolsuzluk iddialarını gündeme getirmiştir (Dyer-Witheford 2019: 112-113). Bu dönemde yaşanan bir
diğer önemli gelişme ise Mao döneminde uygulanmaya başlanan ve nüfusu kent ve kır olarak ikiye
ayıran ikili nüfus kayıt sisteminin çökmeye başlamasıdır. 1980’li yıllarla birlikte komünal köy
hayatının çözülmesi ile daha iyi bir yaşam sürmek ve iş bulmak umuduyla milyonlarca kişi kentlere
göç etmeye başlamıştır. Göç edenlerin sayısı 2010’lu yıllara gelindiğinde yaklaşık 150-200 milyonu
bulmuştur (Hart-Landsberg 2013: 50-51). Bu durum yeni bir proleterleşme dalgası olarak
yorumlanabilir, çünkü bu kitlenin büyük bir bölümü, her ne kadar yasal sınırlar içerisinde hareket
etmeye, geçici kentsel bölge sakinleri olarak kaydedilmek için bir ücret ödemelerine karşın, ayrımcı
politikalarla karşılaşmıştır. Örneğin ikili nüfus sisteminde kentte yaşayanlar mevcut kamu
hizmetlerinden (ücretsiz eğitim, sağlık, barınma hizmetleri ve emekli maaşları) yararlanabilirken, aynı
hak iç göçmenlere verilmemiştir. Hane oturma izni (hukou) alamayan bu göçmenler güvencesiz
koşullarda yaşamak ve çokuluslu firmaların taşeronu işlevini gören Çinli ve yabancı firmalarda
çalışmak zorunda kalmakta, kısmi yurttaş muamelesi görmektedir. Bu durum iç göçmen işçilerin
kolayca sömürülebilmesinin önünü açmıştır (Hart-Landsberg 2013: 51; Standing 2017a: 182). Öte
yandan Çin’deki ciddi oranlara ulaşan büyümeye ve buna eşlik eden iç göç dalgasına karşın, kentsel
alanlarda çok az istihdam olanağı yaratıldığı söylenebilir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO)
1990-2002 yıllarını kapsayan kentsel istihdam araştırmasına göre, bu dönemde kentsel istihdam
hafifçe artarken, asıl büyüme prekarya tartışmaları sırasında ele aldığımız hizmet sektöründe; tesislerin
192
inşaat, temizlik ve bakımında, perakende ticarette, sokak satışlarında, onarım hizmetlerinde ya da ev
hizmetlerinde yaşanmıştır. Nitekim bu on üç yıllık dönemde toplam kentsel istihdam 81,7 milyon
büyürken, bu büyümenin 80 milyonu düzensiz istihdamdadır (Hart-Landsberg 2013: 49). İstihdamdaki
bu kayıtdışılaşma, Çin’in ucuz emek gücü fiyatlarıyla uluslararası piyasalarda “rekabetçi” konuma
gelmesini isteyen ülke yönetiminin bilinçli politikası olarak değerlendiren görüşlerle paralellik
göstermektedir. Nitekim bu politikalar sonucunda iç göçmen işçilerin birçoğu kayıtdışı olarak yoğun
ve uzun mesailerle çalıştırılmaktadır (örneğin birçok işçi günde 11 saat, ayda 26 gün çalışmaktadır).
Üstelik Çinli iç göçmen işçiler, bu emeklerinin karşılığında çok az ücret almaktadır. ABD Çalışma
İstatistikleri Bürosu’nun yaptığı bir araştırmaya göre 2006 yılında Çin’de imalat işçilerinin aldığı
ortalama saatlik ücretler 81 sentti, bu rakam Filipinler ile Meksika’nın gerisinde, ABD ortalamasının
ise sadece yüzde 2,7’si düzeyindeydi. Nitekim 2011 yılında Tüm Çin Sendikalar Federasyonu’nun
(All China Federation of Trade Unions) yaptığı bir başka çalışma bu verileri doğrulamaktadır. Buna
göre 1980’den sonra doğmuş 16 yaşından büyük iç göçmen işçiler aylık ortalama 270 dolar ücret
almaktadır. Uzun haftalık çalışma süreleri dikkate alındığında bu ücret saatlik bazda 90 sente denk
gelmektedir (Hart-Landsberg 2013: 51). Uluslararası sermayenin Çin’e yönelik ilgisinin ve buraya
üretim tesisleri kurmasının altında yatan neden tam olarak budur.
90
Çin’e yatırım yapıp üretim tesisleri kuran firmalardan birisi, hatta en büyüğü Foxconn’dur.
Bu yüzden Fuchs, bünyesinde bir milyonu aşkın işçi çalıştıran
91
ve 49,4 milyar dolar piyasa değeri,
141,28 milyar dolar aktifi, 4,99 milyar dolar kârı ve 214,6 milyar dolar satışıyla 2022 yılında dünyanın
en büyük 124. şirketi olan (Forbes 2022) Foxconn (resmi adıyla Hon Hai Precision) firmasını örnek
olarak ele almaktadır. Tayvan merkezli olan ancak üretimini büyük oranda Çin’de gerçekleştiren
Foxconn
92
, elektronik imalat hizmetleri (electronics manufacturing services - EMS) sektöründe
faaliyet göstermekte ve tüketici piyasalarında yakından bilinen birçok elektronik cihazın (iPhone,
iMac, iPod, Kindle, vb.) montajını gerçekleştirmekte; Apple, Dell, HP, Motorola, Nokia, Sony gibi
elektronik firmalarıyla çalışmaktadır (Fuchs 2015: 271-272).
90
Çin’de 2000’li yıllarda uygulanan asgari ücret politikasıyla, ortalama ücretler yükseliş eğilimine girmiştir. 1978
yılında 5 bin yuanın altında olan ortalama ücretler, özellikle 2000’li yıllarla birlikte ciddi oranda yükselmiş, 2007’de 25 bin
yuanı aşmıştır (Yang, Chen, Monarch 2010; Jia 2014; Fang, Lin (2015). Ancak yine de bu ücretler aynı dönemde ABD’deki
ortalama ücretlerin 25 bin dolar seviyesinde olduğu düşünülürse (31 Temmuz 2021 itibarıyla 1 ABD doları 6,25 yuan
seviyesindedir), Çin’in ücret maliyetleri konusunda “avantajından” söz edilebilir (Adams, Gangnes, Shachmurove 2006:
114).
91
Financial Times’ın verilerine göre kamuoyunda Foxconn olarak bilinen Hon Hai Precision Industry Co Ltd
firmasında 1 milyon 290 bin kişi çalışmaktadır (https://on.ft.com/3nc4iW4, Erişim Tarihi: 24 Haziran 2022)
92
Foxconn üretim faaliyetlerini Çin ile sınırlamamıştır. ABD-Meksika sınırında yer alan, Meksika’nın fabrika
sınır bölgesi “maquiladoras” içinde yer alan ve “kanlı Taylorist” yöntemlerin fazlasıyla uygulandığı Ciudad Juarez kenti,
Foxconn’un faaliyet gösterdiği yerlerden biridir. Nitekim 2009 yılında Foxconn bu kentte Dell için bilgisayar üretmek için
bir tesis kurmuş, bu tesis de işçilere kötü muameleyle adından söz ettirmiştir (Dyer-Witheford 2019: 97).
193
Foxconn’u, bu dev elektronik firmaları açısından çekici kılan ise, çok büyük ölçekte ve
“uygun” fiyatta üretim gerçekleştirebilme yeteneğidir. Bir milyonu aşkın işçisiyle Foxconn,
müşterilerinden gelen siparişleri 7 gün 24 saat esasıyla karşılayabilmekte ve hızlı bir biçimde
yetiştirebilmektedir. Bu anlamda Foxconn bir ucuz emek tarlası görünümündedir.
93
Firmada genellikle
düşük vasıflı, geleceksiz ve düzensiz montaj işçileri çalışmakta, bu işçilerin büyük bir kısmı,
gençlerden, kadınlardan ve kırsal göçmenlerden oluşmaktadır. “Terhane” (sweatshop) olarak da
nitelenebilecek Foxconn, insanlık dışı, kötü çalışma koşullarıyla da ün salmıştır. Düşük ücretle, düşük
iş ve sosyal güvenceyle istihdam edilen bu işçiler uzun çalışma saatleri boyunca birbirini tekrar eden,
rutin işleri yapmaktadır (SACOM 2010; Fuchs 2015: 276-277). Örneğin 2008 yılında Apple’dan gelen
iPad siparişlerinin tamamlanması için Guanlan fabrikasındaki işçiler, her ne kadar Çin’deki iş
yasasında bir ay içindeki fazla mesailerin 36 saati geçemeyeceği şeklinde bir hüküm bulunsa da bir ay
içinde 120 saati bulan fazla mesai yapmışlardır. Altı ay süren bu dönemde işçiler pazar günleri de
çalıştırılmış, yalnızca 13 günde bir izin kullanabilmişlerdir (SACOM 2010: 7). Dolayısıyla mutlak artı
değer üretimi için çalışma zamanı genişletilmekte, işçilerin serbest zamanı gasp edilmektedir. Bu
anlamda Foxconn’da çalışan bir işçinin sıradan gününün “çalış, ye ve uyu” şeklinde geçtiğini
söylemek olanaklıdır (Fuchs 2015: 288). Bu süreçte siparişlerin en kısa süre içinde yetişmesi için her
türlü fiziksel ve psikolojik baskıyla karşılaşan işçiler arasında intihar girişimleri yaşanmış ve bu
girişimlerin bir kısmı ölümle sonuçlanmıştır. Nitekim 2010 yılında 18 işçi intihar girişiminde
bulunmuş, bu işçilerin 14’ü hayatını kaybetmiştir (Ngai, Chan 2012: 393; Qiu 2021: 211-213). Ağır
çalışma koşullarına ek olarak örgütlenmemeleri için ağır baskılarla karşılaşan bazı işçiler, çıkış noktası
olarak kendi hayatlarına son vermeyi bulmuşlardır (Dyer-Witheford 2019: 200). Bu veriler,
Foxconn’daki insanlık dışı çalışma koşullarını ve sömürü ilişkilerini göstermesi açısından önemlidir.
94
Nitekim Qiu, Foxxconn ve benzeri montaj fabrikalarındaki çalışma sistemini, 17. yüzyıldaki Afrika
kıtasından Amerika kıtasına insan ticaretini içeren modern kölelik rejimi ile kıyaslamaktadır. Ona göre
Foxconn’da yaşananlar bir tür “dijital kölelik”tir ve “iKölelik imalatı” (manufacturing iSlave) ya da
“iKölelik üretim tarzı”dır (production-mode iSlavery). On yedinci yüzyılın Atlantik sisteminin köleliği
ile yirmi birinci yüzyılın elektronik montaj atölyelerindeki üretim hatları arasında birçok açıdan
paralellikler bulunmaktadır. Tıpkı Atlantik rejiminin kölelerin canlarına kıymasını engellemek ve
93
Bu durumun sebebi, offshoring olarak da adlandırabileceğimiz, imalat sektörünün gelişmiş kapitalist
ülkelerden, emek gücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere aktarılması sürecidir. Nitekim bu konunun üzerinde daha
öncesinde durduğumuz için burada detaya girilmeyecektir.
94
Foxconn’daki bu insanlık dışı muameleler, küresel medyada kendisine karşılık bulmuştur. Ancak bu durumun
istisnai olduğu görüşünü dile getiren Dyer-Witheford, medyanın bu olaya olan ilgisinde Güney’deki Çin’in yükselen
endüstriyel gücüne karşı çileden çıkan, Kuzey’deki Çinofobi’nin payının bulunduğunu savunmaktadır (2019: 200-201). Öte
yandan çalışma koşullarında yapılan kimi iyileştirmeler ve alınan çeşitli önlemlerle intiharların önüne geçilmiştir. Son intihar
olayı Ocak 2018’de yaşanmıştır (The Telegraph 2018).
194
emek disiplininin sağlayıp, toplumsal denetimi sağlamak amacıyla kullandığı intihar önleyici ağlar
gibi, Foxconn fabrikalarında işçilerin intiharlarını önlemek için çatılar, pencereler, balkonlar ve
merdiven boşlukları atlama önleyici ağlarla kaplanmıştır. Buradan hareketle mevcut sistemi
“Appconn” olarak adlandırılan Qiu’ya göre, söz konusu olan ölümcül yabancılaştırmayı,
nesneleştirmeyi üreten yeni bir küresel rejimdir (2021: 211-213)
Kısacası Foxconn’daki işçiler, üretkenliği artırmak için bir “makine” gibi çalıştırılmaktadır.
Fuchs’a göre Foxconn’da örneğini gördüğümüz gibi EİT aygıtları donanımı üreten bu işçilerin emeği,
bir önceki başlıkta aktardığımız Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki EİT endüstrisiyle bağıntılı
madenlerde çalışan işçilerin emeğinin diyalektik olarak içerilerek aşılmış (Aufhebung) halidir. Çünkü
ona göre maden işçilerinin köle niteliği, donanım işçilerinde korunmuştur (Fuchs 2015: 284) ve bu
işçiler dijital emeğin unsurlarından birini oluşturmaktadır.
3. Dış Kaynak Kullanımı ve Hindistan Yazılım Endüstrisi
EİT endüstrisindeki küresel iş bölümünü açıklama iddiasındaki Uluslararası Dijital İş
Bölümü kuramında yer alan dijital emek unsurlarından bir diğerini, Hindistan yazılım endüstrisinde
çalışan işçiler oluşturmaktadır. Elbette ki günümüzde yazılım işçileri dünyanın dört bir yanında
bulunmakta, sadece Hindistan’da yer almamaktadır. Burada Fuchs’un Hint yazılım işçilerini özellikle
seçmesinin ise iki nedeni vardır. Bunlardan ilki 2012 yılında Hindistan’ın, tüm dünyada dış kaynak
kullanımı (outsourcing) yoluyla gerçekleştirilen enformasyon teknolojisi ve iş süreçlerinin (çağrı
merkezleri, müşteri hizmetleri, finans, muhasebe, vb.) yüzde 58’lik bir kısmını sağlamasıdır. Fuchs’un
bu seçiminin ikinci nedeni ise, bu işçilerin çalışma koşullarının özgül niteliğidir. Hintli yazılım işçileri
görece ucuz emek güçleri, “body shopping”
95
ve “sanal göç” mekanizmalarıyla başta ABD olmak
üzere, benzer nitelikte emek güçlerinin “pahalı” olduğu, gelişmiş kapitalist ülkelere pazarlanmaktadır
(Fuchs 2015: 296-303).
Dijital emeğin önemli bileşenlerinden birini oluşturan yazılım işçilerinin emeği, elbette
sadece Hindistan tarafından diğer ülkelere pazarlanmamaktadır. Ancak Hindistan’ı bu konuda
avantajlı kılan, bir dönem İngiliz sömürgesi olmasının etkisiyle, ülkede İngilizcenin başta iş dünyası
ve yükseköğretimde olmak üzere yaygın biçimde konuşuluyor olmasıdır. Hindistan hükümetinin ülke
çapındaki teknik üniversitelere yaptığı yatırımlar da ülkenin yüksek teknoloji sektörlerinde küresel
95
“Body shopping’in, Türkiye’de Resmi Gazete’nin 11.06.2016 tarihli 29854 sayısında yayımlanan Özel
İstihdam Büroları Yönetmeliği ile yasal bir görünüme kavuşturulmuş kiralık işçi uygulaması olduğunu söylemek olanaklıdır.
Ancak bu bölümde Fuchs’un görüşleri aktarıldığı için, kiralık işçi uygulaması yerine body shopping kavramı kullanılacaktır.
195
ölçekte öne çıkmasını sağlamıştır (World Bank 2018: 18). Ayrıca matematik, bilim ve teknolojiye
dayanan eğitim sisteminin, önceden mevcut olan iş ilişkilerinin, İngilizce bilen, nitelikli ve görece
“ucuz” iş gücünün varlığı (Dyer-Witheford 2019: 98), yazılım endüstrisinde çalışan işçilerin (ve
ilerleyen alt bölümlerde ele alacağımız gibi çağrı merkezi işçilerinin) emeğinin dış kaynak kullanımı
(outsourcing) mekanizması yardımıyla başta ABD olmak üzere diğer ülkelere pazarlanmasının önünü
açmıştır. Burada EİT sermayesi tarafından “body shopping” ve “sanal göç” olmak üzere iki strateji
devreye sokulmaktadır. Her iki stratejide amaç, ücret maliyetlerinin minimuma indirilip, kârın
maksimuma çıkarılması için emek-gücünün ucuzlatılmasıdır. Bu çerçevede emek, yüksek derecede
sömürülecek, dağıtılacak, ayrılacak ve güvencesiz hale getirilecek şekilde örgütlenmektedir (Fuchs
2015: 301). Bu stratejilerden ilki “body shopping”dir.
“Body shopping”, Hindistan’daki yetenekli yazılım uzmanlarının, sistem analistlerinin ve
programcılarının, ülkede çalışma iznini içeren H1B vizesi aracılığıyla ABD’ye getirilmesi ve buradaki
kısa vadeli projelerde istihdam edilmesini içeren fiziksel uygulamayı ifade eden bir kavramdır
(Aneesh 2006: 39). Söz konusu işçiler, “body shop” adı verilen Hindistan kökenli “danışmanlık
şirketleri” tarafından proje bazlı olarak ABD’deki (ya da diğer ülkelerdeki) firmalara
“kiralanmaktadır”. Projelerin bitiminde bu yazılım işçileri, aynı “body shop” tarafından yeni bir
projede yer almak üzere başka firmalara “kiralanmakta”, bazı durumlarda yeni bir projeyi beklemekte
ya da ülkelerine geri dönmektedir (Aneesh 2006: 39; Fuchs 2015: 300). İlk bakışta söz konusu “body
shop”un bir tür özel istihdam bürosu gibi çalıştığı düşünülebilir. Ama “body shop” klasik istihdam
bürolarından bütünüyle farklıdır. Çünkü “body shop”lar yazılım işçilerine H1B vizesi (geçici çalışma
vizesi) sağlamakta, ücretlerini ödemekte, kalacak yerlerini sağlamakta, onları yönetmekte, bunun
karşılığında ücretlerinden kesinti yapmaktadır (Fuchs 2015: 300-301, Dyer-Witheford 2019: 98).
Yazılım işçilerini dış kaynak (outsource) olarak projelerinde görevlendiren EİT firmaları, bu konulara
(çalışma belgeleri, konaklama, ücret, vb.) karışmamakta, işçilere ödemesi gerektiği ücreti de “body
shop”lara yapmaktadır. İşçiler ile “body shop”lar arasında (başka bir iş bulmalarını yasaklayan
maddeler dahil) katı hükümler içeren sözleşmeler imzalanmaktadır. Yazılım işçileri ABD veya başka
bir ülkeye gönderilmeleri karşılığında ücretlerinin bir kısmını Hint “body shop”lara bırakmaktadır.
Bunun sonucunda işçiler, EİT şirketlerinin ihtiyaçları çerçevesinde, hangi zaman diliminde nereye
gitmeleri istenirse oraya gidip çalışmakta, sürekli hareket halinde olmaktadır. Yüksek ölçüde
sömürülen bu işçiler, uzun saatler boyunca çalışmakta ve karşılığı ödenmeyen fazla mesai süreleriyle
karşı karşıya gelmektedir. Dönem dönem projeler arasında bekleme süreleri olmakta, ancak yazılım
işçisinden ihtiyaç duyulan anda hazır olup yeni bir projeye başlaması istenmektedir (Fuchs 2015: 301-
303).
196
EİT sermayesi tarafından Hindistan özelinde uygulanan bir diğer istihdam strateji ise “sanal
göç”tür. Bu stratejinin özünü mekânsal esneklik, dolayısıyla dijital işyerinin ortaya çıkmasıyla
işyerinin “mekansızlaştırılması” oluşturmaktadır. Bu stratejide de EİT sermayesi açısından amaç, tıpkı
“body shopping”de olduğu gibi, Hintli işçilere düzenli koşullar altında çalışan işçilerden daha düşük
ücretler ödeyerek, ücret maliyetlerini azaltmaktır
96
(Fuchs 2015: 302). Enformasyon ve İletişim
Teknolojileri’nde yaşanan ilerlemeler, EİT sermayesine (UpWork ve Amazon Mechanical Turk gibi
platform bunlara örnek olarak verilebilir) dış kaynak kullanımı (outsourcing) mekanizması yoluyla
üretimi sanallaştırma olanağı sunmuştur (World Bank 2019: 146-147). Ayrıca birçok EİT firması
teknolojilerdeki bu gelişmelerle sanal göç stratejisini uygulayabilmesi için önemli bir altyapı olanağı
elde etmiştir. Sanal göç mekanizmasında yazılım işçileri, işyerinin bulunduğu ülkeye fiziksel olarak
göç etmemekte, kendi ülkelerinde kalarak, internet ve mobil teknolojilerin yardımıyla, Batılı EİT
sermayesi için görevlerini buradan yürütmektedir. Böylece özellikle ABD kökenli EİT sermayesi, saat
dilimi farkının avantajını kullanarak, projelerinde yer alan yazılım işçilerini (gerek Hindistan’da
gerekse de ABD’de konuşlanan) neredeyse günün 24 saatini kapsayacak şekilde çalıştırma olanağına
kavuşmaktadır (Fuchs 2015: 310; Dyer-Witheford 2019: 98). Burada ayrıca neoliberalizme eşlik eden
esnekleştirme politikalarının gerçek anlamda uygulamasını görmek olanaklıdır. İhtiyaç duyulan anda
Hint yazılım mühendisleri sanal göç mekanizmasıyla “kiralanmakta”, yazılım projeleri için gereken
kodun parçalarını sağlamaktadır. Projeler tamamlanıp ihtiyaç ortadan kalktıktan sonra ise söz konusu
yazılım işçiler devre dışı bırakılmaktadır. Bu durum EİT sermayesine büyük bir hareket serbestisi
tanımaktadır (Fuchs 2015:310). Öte yandan her ne kadar ülkelerine göre daha iyi ücret seviyelerine
sahip olsalar da Hindistan yazılımcıları da toplumsal ve psikolojik sorunlar yaşamaktadır. EİT
firmaların kültürüyle Hint yaşam tarzı arasındaki uyuşmazlıklar, esnek çalışmadaki aşırılıklar, uzun
çalışma saatleri, stresin yüksekliği, projeler arasındaki bekleme sürelerinin düzensizliği ve uzunluğu,
sosyal hayattan uzaklaşma, kadınlara iş hayatında yer verilmemesi yaşanan sorunlardan başlıcalarıdır.
Ayrıca reshoring süreciyle birlikte ABD’de otomasyonun artması, Hintli yazılımcılar arasında işlerinin
elinden alınacağı endişesini artırmaktadır (Dyer-Witheford 2019: 99).
Sonuç olarak Fuchs’a göre “Batı” sermayesi, bu örnekten de görülebileceği gibi Hindistan’ı
ve yerkürenin güneyindeki ülkeleri yağmalamaktadır. Bunun bir parçası olarak, Hint yazılım sanayisi,
küresel EİT sanayisinin yeni emperyalist iş bölümünde stratejik bir parçasıdır (Fuchs 2015: 310).
96
Hindistan işçi sınıfı içerisinde en yüksek ücretlere sahip olan kesimlerinden birini yazılımcılar oluşturmaktadır
(Illaravasan 2007’den aktaran Fuchs 2015: 302). 225 Hint kökenli ve 60 ABD kökenli yazılım şirketleriyle yapılan bir anket
çalışmasının sonuçlarına göre, Hint yazılım şirketlerindeki ortalama ücretler, ABD’de yer alan şirketlerin ortalama
ücretlerinin yüzde 9,6’sına denk gelmektedir (Commander vd. 2008’den aktaran Fuchs 2015: 303). Bu veri, küresel EİT
sermayesinin neden “body shopping” ve “sanal göç” gibi mekanizmaları kullandığını bize net biçimde açıklamaktadır.
197
Burada Hindistan yazılım sanayisinde çalışan işçileri, dijital emeğin bileşenlerinden biri olarak
görmek de olanaklıdır. Ancak yazılım sektörü sadece Hindistan’da değil, dünyanın dört bir yanında
bulunmaktadır. Bunların her biri bulunduğu ülkeye özgü çalışma koşulları içermektedir. Fuchs, bir
sonraki maddede, işte bu yazılım işçilerinin göreve avantajlı koşullara sahip olan bir kesimini,
ABD’deki Silikon Vadisi’nde çalışan yazılımcıları ele almaktadır.
4. Silikon Vadisinde Emeğin Farklı Görünümleri
Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü’nün bileşenlerinden bir diğerini de Silikon
Vadisi’nde çalışan işçiler oluşturmaktadır. Ancak Silikon Vadisi’ndeki bu işçileri tek bir kategori
altında toplamak olanaklı değildir. Nitekim Fuchs da bu durumun altını özellikle çizmektedir. Bu
çerçevede Fuchs, Silikon Vadisi’nde çalışan iki farklı işçi grubundan bahsetmektedir. Bu gruplardan
ilkini, bir bakıma dijital emeğin aristokrasisi olarak da ifade edebileceğimiz Google, Apple, vb. gibi
büyük EİT şirketlerinde çalışan yazılım işçileri oluşturmaktadır. İkinci grupta ise Silikon Vadisi’ndeki
EİT imalat sanayisindeki montaj fabrikalarında, zehir solunan hijyenden uzak işyeri ortamında çalışan,
daha çok göçmenlerden oluşan işçiler yer almaktadır (Fuchs 2015: 311-321).
Daha önce de ele aldığımız gibi Cupertino, Los Altos, Mountain View, Palo Alto, Santa
Clara ve Sunnyvale gibi şehirleri bünyesinde barındıran Silikon Vadisi, ABD Savunma Bakanlığı’nın
ve büyük sermaye gruplarının sunduğu cömert finansman kaynaklarıyla, başta Stanford Üniversitesi
olmak üzere bölgedeki büyük üniversitelerden bilim insanlarının, yetenekli mühendislerin toplandığı
bir mecra konumundadır. Silikon Vadisi, 1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada, özellikle EİT’lerde
yaşanan önemli gelişmelerle özdeşleşen sembolik bir ün kazanmıştır. Bu durum bölgenin sosyo
ekonomik yapısını da kökten değiştirmiştir. Konut fiyatlarındaki artış önemli bir göstergedir. Buna
göre 1980’li yıllarda ortalama 125 bin dolar olan ev fiyatları, Silikon Vadisi’nin ortaya çıkması
ortalama 2 milyon dolar seviyesine gelmiştir. Nitekim bölgede ellinin üzerinde milyarder, on binlerce
milyoner bulunmaktadır. Ama buna karşılık yoksulların ve evsizlerin sayısı (ev fiyatlarındaki
astronomik yükselişe paralel olarak) artış göstermiştir. Bu anlamda Silikon Vadisi, ABD’nin en eşitsiz
mekanlarından birisi konumundadır (Packer 2013).
Ancak bölge yine de nitelikli iş gücü için bir çekim noktasıdır. Nitekim söz konusu firmalar
nitelikli iş gücünü bünyesine çekerek, rekabet üstünlüklerini sürdürmeyi hedeflemektedir. Bu bölgede
çalışan işçilerin ücretlerinin ABD ortalama ücretinden 2 ile 5,6 kat daha yüksek olması, bu görüşü
desteklemektedir (Fuchs 2015: 313). Özellikle kendine özel dekorasyonlarıyla ergonomik bir ortam
198
sunma iddiasını taşıyan çalışma alanları, rahat koltukların yer aldığı konforlu dinlenme ortamları,
günün hemen her saatinde ücretsiz yemeğin ve her türlü içeceğin yer aldığı açık büfe mutfakları,
yüzme havuzları, son teknoloji ile donatılmış spor ve masaj salonları, etkinlikler, teknolojik söyleşiler,
oyun alanları, kampus içi ücretsiz ulaşım araçları, vb. ile Google’un ofisleri sık sık medyada haberlere
konu olmakta, ideal çalışma ortamının zirvesi olarak lanse edilmektedir. Bu anlamda bu ofisler birçok
yazılım işçisinin “hayallerini süslemektedir”.
97
Böylesi bir ofis ortamı kuşkusuz işçilerin verimliliğini
artırmaktadır.
98
Bu anlamda bir göreli artı değer üretimi söz konusudur. Ancak burada Google’ın temel
amacının, işçilerinin iş ve özel yaşamı arasındaki sınırları belirsizleştirmek, silikleştirmek, bu sayede
kârlılığını daha da artırmak olduğunu tespit etmek de gerekmektedir. Bu sayede işçiler, “gönüllü”
olarak uzun çalışma sürelerine katlanmakta, bir bakıma gönüllü olarak mutlak artı değer üretimi
gerçekleştirmektedir. Google’un konforlu ofisleri ise mutlak artı değer üretimi yapıldığı gerçeğini
perdelemektedir. Nitekim Fuchs, Google’ın çalışma ortamı ile çalışanlarını uzun süreler boyunca
ofiste kalmaya ve çalışmaya cesaretlendirdiğini dile getirmektedir. Buna göre uzun süreler boyunca
çalışma yönetim tarafından resmi olarak dayatılmamakta, ancak şirket kültürünün içine eklenerek uzun
süreler boyunca çalışma yönünde rekabetçi bir “akran baskısı” oluşturulmak istenmektedir. Google’da
baskı; eğlence, oyun emeği, çalışan hizmetleri ve akran baskısı şeklindeki şirket kültürünün içinde
gizlenmektedir (Fuchs 2015; 324-331). Ancak yine de yaşam tarzları, görece yüksek ücretleri, diğer
yan haklarıyla birlikte ele aldığımızda, Google ve benzeri EİT şirketlerinde çalışan yazılım işçilerini,
dijital emeğin aristokrasisi olarak ifade etmek olanaklıdır.
Bu arada Silikon Vadisi’nde sadece söz konusu yazılım işçileri çalışmamaktadır. Günümüz
kapitalizmin teknolojik ilerlemesinin bir sembolü olarak lanse edilen Silikon Vadisi’nde aynı
zamanda, EİT imalat sanayisinde ağır çalışma koşulları altında çalışan montaj işçileri de istihdam
edilmektedir. Özellikle belgeli ya da belgesiz göçmen kadınlar, söz konusu işyerlerinde düşük ücretle
çalıştırılmakta, çeşitli zehirli maddelere (arsenik, siyanür, asbest, freon, nitrik asit, sülfat, tolüen,
ksilen, vb.) maruz bırakılmaktadır. Irkçı ve cinsiyetçi baskıyla da karşılaşan bu işçiler, söz konusu
zehirli maddeler nedeniyle önemli sağlık sorunları yaşamaktadır. Büyük oranda sendikasız
işyerlerinde, geçici ve güvencesiz koşullarda çalışan bu işçiler, düşük ücretler almakta, sık sık işten
çıkarılmaktadır (Fuchs 2015: 321-322). Bu anlamda bu işçiler, Silikon Vadisi’ndeki EİT şirketlerinde
çalışan yazılım işçilerinden bütünüyle farklı çalışma koşullarına sahiptir. Fuchs, EİT imalat
97
Google’ın ofisleriyle ilgili olarak özellikle internet medyasında sürekli olarak haber çıkmaktadır. Google’ın
çalışma ortamını öven yazılardan bazıları şu şekildedir: https://bit.ly/3yhed2R (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2020);
https://bit.ly/3yhH2MG / (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2020).
98
Google, Facebook, Apple gibi dev EİT şirketlerinin Silikon Vadisi’ndeki yerleşkelerini, çalışma mekanlarını
gözlemleyen Packer, eleştirel bir bakış getirmektedir. Ona göre burada amaçlardan birinin de çalışanların çevredeki
topluluklarla temasının engellenmesidir (Packer 2010).
199
sanayisinde çalıştığı için bu işçileri de dijital emeğin bir parçası olarak görmekte ve onları Uluslararası
Dijital İş Bölümü kuramı içinde değerlendirmektedir.
Öte yandan yazılım işçileri arasındaki tabakalaşmayı gösteren başka çalışmalar da vardır.
Lessard ve Baldwin, programcı olarak da adlandırılabilecek yazılımcıların birkaç katmana ayrıldığını
ifade etmektedir. Buna göre piramidin tepesinde üniversitede kuluçkaya yatırılmış buluşları, girişim
sermayesi tarafından fonlanan ve desteklenen, sayıları çok az olan milyarder hacker’lar
bulunmaktadır. Piramitte bunların altında ise bir gün kendi şirketini açarak yükselme hayaliyle motive
olan kiralık profesyonel bilgisayar dâhileri yer almaktadır. En altta ise Silikon Vadisi’nin sunduğu
hayallerden artık uzaklaşmış olan, ağ köleleri (NetSlaves) yer almaktadır. Rutin kodlama işlemleri,
yazılım testleri gibi daha az kalifiye işler yapan bu işçilerin bir bölümü “freelance” olarak
çalışmaktadır (Lessard ve Baldwin 2000).
5. Çağrı Merkezinde Çalışma
Uluslararası Dijital İş Bölümü kuramında Fuchs’un yer verdiği bileşenlerden bir diğerini de
çağrı merkezi çalışanları oluşturmaktadır. Çağrı merkezi işi, EİT kullanımını (telefonlar, bilgisayarlar
ve internet) içerdiği için, bazı üretimlerin standartlaştırıldığı bir beyaz yakalı işi olarak
değerlendirilmektedir. Fuchs ise çağrı merkezi işçilerini dijital emeğin bir bileşeni olarak görmektedir
(2015: 342).
Çağrı merkezleri genellikle müşteri ilişkileri alanında faaliyet göstermektedir. 17 ülkedeki
2.500 işyerinde yapılan bir araştırmaya göre, çağrı merkezlerinin yüzde 75’i kitle müşteri hizmetleri
pazarında (bunların büyük bir bölümü hizmetler ve satış işlemlerine yöneliktir), yüzde 25’i ise
müşteriden-müşteriye (business-to-business – B2B) işlemlerin görüldüğü pazarda faaliyet
göstermektedir. Çağrı merkezi çalışanlarının yüzde 80’i ilk grupta istihdam edilirken, faaliyet
gösterilen temel sektörü telekomünikasyon ve finansal hizmetler oluşturmaktadır. Telekomünikasyon
firmaları, uzun mesafeli yardımlar ve telefon rehberi yardımı hizmetleriyle çağrı merkezlerinin ilk
uygulayıcılarıdır (Holman, Batt, Hotgrewe 2007: 7). Özellikle, enformasyon teknolojilerinin
gelişiminin sunduğu olanaklar ile çağrı merkezi sektörü hızla gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu durumda
çağrı merkezlerinin sermayeye sunduğu büyük getirilerin de payı bulunmaktadır. Müşterilerin 7 gün
24 saat tek bir merkezden hizmet alabilmesi; müşteri talep, şikayet ve bilgilerinin kolay ve basit bir
biçimde değerlendirilebilmesi; verilerin tek bir kaynakta rahatlıkla toplanabilmesi; bu verilerin satış ve
200
pazarlama faaliyetlerine büyük bir katkı sunması bu getiriler arasında sayılabilir (Yücesan-Özdemir
2014: 48-49).
Nitekim EİT ile hızla gelişen ve büyüyen çağrı merkezi sektörü, yinelemeli,
standartlaştırılmış, stresli ve gözetim seviyesi yüksek bir işi içermektedir. Bu anlamda çağrı
merkezlerini “modern zaman terhanesi” olarak değerlendiren görüşler bulunmaktadır (Fuchs 2015:
343). Kullanılan teknoloji ile çağrı merkezi işyerlerinin hizmet verdikleri piyasaya fiziksel olarak
yakın olmaları zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Bu yüzden çağrı merkezleri emek gücünün ucuz, ofis
maliyetlerinin de en az olduğu yerlere kurulabilmektedir. Böylece kesintisiz ve sorunsuz biçimde çağrı
merkezi hizmeti, sermaye açısından minimum maliyetle gerçekleştirilebilmektedir. Bu sayede sermaye
hem dünya genelinde hem de ulusal sınırlar içinde, emeğin ucuz olduğu çevre alanlara yönelmektedir
(Yücesan-Özdemir 2014: 50). Kıyı ötesi çağrı merkezinin kullanımı ile bu hizmet, asıl faaliyet
alanından binlerce kilometre ötede, farklı kıtalarda da sunulmakta, masraflar yüzde 25 ile yüzde 50
oranında azaltılmaktadır. Özellikle İngilizce konuşan ülkeler açısından Hindistan, uluslararası dış
kaynak kullanımlı (outsource) çağrı merkezi işinin çoğunluğunu çeken bir cazibe noktası olmuştur
(Taylor, Bain 2005: 267-268; Yücesan-Özdemir 2014: 63; Fuchs 2015: 346; Ökten, Seçkin 2015: 80).
Ancak yine de kültürel farklardan kaynaklı bazı pürüzler bulunmaktadır. Hizmeti alan müşterinin,
karşı taraftaki çağrı merkezi işçisinin başka bir ülkeden olmasını bilmesi pek tercih edilmemektedir.
Bu yüzden Hindistan, Filipinler, vb. gibi çevre ülkelerdeki çağrı merkezi işçisinin karşı tarafa yabancı
olduğunu hissettirebilecek konuşmasındaki aksan, çağrı merkezi şirketi açısından sorun teşkil
etmektedir. Bu sorunu “aşmak isteyen” şirketler, ABD ve İngiliz kültürüne yönelik iki günlük eğitim
programları düzenlemekte ve çalışanlarını tipik müşterilerinin coğrafyası, para birimi, tatil günleri,
zaman dilimleri, argo ve ortak konuşmaları ve önemli spor etkinlikleri hakkında eğitmektedir (Taylor,
Bain 2005: 275). Öte yandan, her ne kadar Fuchs, ağırlıklı olarak Hindistan örneği üzerinde dursa da
çağrı merkezi sektöründe son yıllarda yeni bir eğilim gözlenmektedir. EİT sermayesi, Hindistan’daki
artan maliyetleri gerekçe göstererek, çağrı merkezi yatırımlarını diğer “çevre ülkelere” kaydırmaya
başlamıştır. Özellikle İngilizceye resmi dilleri arasında yer veren Filipinler, çağrı merkezi sektöründe
son dönemde öne çıkan bir ülkedir. Öyle ki Filipinler, artık merkez ülkelerdeki şirketler açısından
Hindistan’ın yerini almaya başlamıştır (Ökten, Seçkin 2015: 80). 2011 yılında çağrı merkezi
sektöründe Hindistan’da 300 bin kişi çalışırken, bu sayı Filipinler’de 350 bin kişiyi bulmuştur
(Contact Babel 2015’ten aktaran Ökten, Seçkin 2015: 80). Nitekim 2017 yılına gelindiğinde, düşük
vergilerinin de etkisiyle Filipinler çağrı merkezi sektöründe pazar payı açısından Hindistan’ı geride
bırakmıştır (World Bank 2018: 25).
201
Çağrı merkezi çalışanları büyük oranda güvencesiz koşullarda çalışmaktadır. Türkiye’de
çağrı merkezlerinin “yıkıcı emek rejimi” olarak inşa edildiğini savunan Yücesan-Özdemir, yedi alanda
güvencesizlikten söz etmektedir. Bu güvencesizlikleri ise sırasıyla iş güvencesizliği, istihdam
biçimlerinin güvencesizliği, sosyal güvencesizlik, gelir güvencesizliği, sendikal güvencesizlik,
demokratik güvencesizlik ve irade güvencesizliği olarak saymaktadır (Yücesan-Özdemir 2014: 40-47).
Fuchs ise bu güvencesiz çalışma koşullarını, patriyarkal ilişkilerinin egemen olduğu çalışma
koşullarıyla ilişkilendirmekte, dolayısıyla bu sektörde çalışan işçilerin tıpkı ev kadınları gibi
denetimsiz ve sınırsız biçimde sömürüldüklerini ileri sürmektedir. Fuchs, “ev kadınılaşma”
(housewifization) olarak nitelediği bu sürecin tipik özellikleri olarak; iş sürekliliğinin olmamasını,
düşük ücretleri, uzun çalışma saatlerini, monoton işleri, sendikasızlığı, yüksek nitelikler elde etmek
için hiçbir fırsatın olmamasını, terfi alınamamasını, haklar ve sosyal güvenliğin olmamasını
saymaktadır (Fuchs 2015: 349). Dijitalleşmeyle birlikte dönüşmüş diğer çalışma alanlarında da
kadınlar yer almaya başlamıştır. Ancak buralarda da kadınlar genellikle düşük ücretli ve rutinleşmiş
işlerde çalıştırılmaktadır. Ayrıca yüksek-teknoloji endüstrisinde de temel tasarım ve yönetim
seviyesinde kadınlar kendilerine çok az yer bulabilmekte, bu mevkiler erkekler tarafından işgal
edilmektedir. Kadınlara ise genellikle hizmet ve destek görevleri verilmektedir (Dyer-Witheford 2019:
174).
Öte yandan Fuchs, çağrı merkezi işyerlerinde toplumsal cinsiyetçi rollerin yeniden
üretildiğini, mevcut patriyarkal (ataerkil) ideolojinin, çağrı merkezi işçilerin büyük bir çoğunluğunu
oluşturan kadınları, duygulanımsal, sosyal, dost canlısı ve tıpkı evdeki çocuklara ve aileye olduğu gibi
müşterilere karşı ilgili olmaya ittiğini dile getirmektedir. “Ev kadınılaşma” (housewifization) yoluyla
emek maliyetleri düşürülmekte ve mutlak artı-değer üretimi gerçekleştirilmektedir. İşin yüksek ölçüde
gözetlenmesi ve standartlaştırılması, Taylorist yöntemlerin en üst perdeden uygulanması ile göreli artı-
değer üretimi de söz konusu olmaktadır. Bu anlamda dijital emeğin bir bileşeni olarak çağrı merkezi
işçileri, Fuchs’a göre sermayenin hem biçimsel hem de gerçek boyunduruğu altındadır (2015: 351-
352).
6. Sosyal Medyada Dijital Emek
Fuchs’un dijital emek kavramlaştırmasının en çok ses getiren bölümünü “sosyal medyada
dijital emek” oluşturmaktadır. Çok tartışılan ve sıkça eleştirilen bu kavramlaştırmaya göre, sosyal
202
medyanın gelişip yaygınlaştığı 2000’li yıllarla birlikte dijital internet “üretketicisi” (prosumer)
99
adı
verilen yeni bir emek kategorisi ortaya çıkmıştır ve dijital emeğin bileşenlerinden birini
oluşturmaktadır (Fuchs 2015: 353-407). Buna göre Facebook, Twitter, Youtube, Google gibi ticari
sosyal medya platformlarında, kullanıcılar sadece enformasyon tüketmemekte; yaptıkları
paylaşımlarla, beğendikleri içeriklerle, oluşturdukları topluluklarla ve güncelledikleri profillerle, vb.
aynı zamanda kullanım değerleri üretmektedirler (üretken tüketiciler). Bu yüzden bu kullanıcıları
(üretketiciler) yaratıcı, etkin, ağlaşmış (networked) dijital işçiler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Söz konusu kullanıcıların (üretketicilerin) sosyal medya platformlarında gerçekleştirdikleri bu
etkinlikler, sosyal medya platformunun sahipleri tarafından veriye dönüştürülmekte ve kullanıcılara
özelleştirilmiş reklamlar sunan hedefli reklam verenlere satılmakta, kısacası metalaştırılmaktadır. Bu
anlamda yaşanan bir artı değer üretimidir. Sosyal medya kullanıcıları ise artı değer ve parasal kârlar
yaratan ve sömürülen dijital işçilerdir (Fuchs 2015: 404-405).
Fuchs, internet üretketici emeği kavramını geliştirirken, Dallas Smythe’ın 1970’lerin
sonunda öne sürdüğü “izleyici emeği” ve “izleyici metalaştırması” kavramlaştırmasından
yararlanmıştır. Smythe, izleyici metası kavramını, izleyicinin (burada daha çok televizyon izleyicisi
kastedilmektedir) bir meta olarak reklamcılara satıldığı medya reklam modelini analiz etmek için
geliştirmiştir (Fuchs 2015: 133). Smythe’ın televizyon izleyicileri için geliştirdiği “izleyici emeği”
kavramını günümüze uyarlayan Fuchs, kapsamı internet kullanıcılarına doğru genişletmiş ve “internet
üretketici emeği” kavramına ulaşmıştır. Bu yüzden sosyal medyada dijital emek kuramsallaştırmasını
ele almadan önce Smythe’ın ve onun “izleyici metası” kavramının üzerinde durmak yararlı olacaktır.
a. Dallas Smythe ve İzleyici Emeği
Medya ve iletişimin eleştirel ekonomi politiği yaklaşımının kurucusu olan (Fuchs 2015: 115)
Kanadalı iktisat kökenli iletişim kuramcısı Dallas W. Smythe, 1977’de yayınladığı Communications:
Blindspot of Western Marxism (İletişim: Batı Marksizmi’nin Kör Noktası) başlıklı makalesiyle, bugüne
dek sürecek olan bir tartışmanın fitilini ateşlemiştir. Smythe bu makalesinde, Sweezy ve Baran’ın
Tekelci Kapitalizm kitabında ortaya koyduğu kapitalizmin tekelci bir niteliğe büründüğü görüşünden
hareket etmekte ve tekelci kapitalizm koşullarında kapitalist üretim ilişkilerinin kitle iletişim
sistemlerini ticarileştirip reklama dayalı hale getirdiğini savunmaktadır (1977: 3-4). Burada Smythe,
kitle iletişim sistemlerinin tekelci kapitalizm koşullarında iki tane rolü olduğunu vurgulamaktadır. İlki,
99
Fuchs “prosumer” kavramını 1980’lerin başında ortaya koyan Alvin Toffler’den ödünç almış ve geliştirmiştir.
Kavram, “producer” (üretici) ile “consumer” (tüketici) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmiş (Toffler, 1989: 11) ve
“tüketen üretici”, “tüketiciler tarafından üretim” gibi anlamlara gelmektedir.
203
daha çok başta Adorno olmak üzere “kültür endüstrisi” kavramlaştırmasıyla Frankfurt Okulu’nun
üzerinde durduğu ideolojik roldür. Nitekim Adorno, kitlelerin kültür endüstrisinin öznesi değil,
nesnesi olduğunu; kitle iletişim araçlarında ilk planda kitlelerin ve iletişim tekniklerinin söz konusu
olmadığını, söz konusu olanın “onlara üflenen ruh” ve “efendilerinin sesi” olduğunu savunmaktadır.
Adorno şu sonuca varmaktadır: “Kitleler kültür endüstrisinin ölçütü değil ideolojisidir, kültür
endüstrisi de kitleleri kendine uyarlamadıkça var olamazdı” (Adorno 2011: 110). Ancak söz konusu
makalesinde Smythe, Batı Marksizminin kitle iletişim sistemlerinin ekonomik ve politik önemini
ihmal ettiklerini, daha çok kapitalist sistemi bir arada tutan bir tür görünmez tutkal olarak ifade
edilebilecek “ideoloji” üretme kapasitesi üzerinde yoğunlaştıklarını söyleyerek bu görüşü eleştirir.
Smythe, Batı Marksizmi olarak değerlendirdiği kesimin
100
“bilinç endüstrisi”
101
nin (reklamcılık ve
kitle iletişiminin ekonomik süreçleri ile somutlaşan) “talep yönetimi” açısından tekelci kapitalizmde
yerine getirdiği işlevine göndermede bulunmadıklarını, bunun bu kesimin kör noktasını (blindspot)
oluşturduğunu ileri sürer (1977: 1). Smythe’ye göre Frankfurt Okulu özelinde Batı Marksizmi, kitle
iletişimini idealist bir yaklaşımla değerlendirmekte, egemenlik tezine odaklanmakta, bu nedenle
izleyicilerin tekelci kapitalizme dayalı ve reklamla beslenen kitle iletişim sistemlerinde bir meta olarak
işlev gördüğünü, artı değer üretiminde oynadıkları üretici rolünü algılayamamaktadır (Atabek 2013:
177; Coté, Pybus 2014: 256).
Burada Fuchs’un “bilinç endüstrisi”ne yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Nitekim Fuchs,
Smythe’nin Enzensberger’in “bilinç endüstrisi” kavramını alarak kendi yöntemi ile yorumladığını
savunmaktadır (2015: 120). Bu çerçevede Smythe’ye göre “bilinç endüstrisinin görevi, insanların
metaları satın almasını ve vergi ödemesini sağlamaktır” (1981: 171’den aktaran Fuchs 2015: 120). Bu
noktada Smythe üzerinde, daha önce bahsettiğimiz, Baran ile Sweezy’nin “Tekelci Kapitalizm”
kitabındaki görüşlerin ne derece etkili olduğunu bir kere daha görürüz. Baran ve Sweezy tekelci
kapitalizm koşullarında “satış çabası”nın kronik durgunluğa batmamak için en önemli panzehir
olduğunu savunmaktadır (1966: 115-121’den aktaran Kıyan 2016: 190). Satış çabaları içinde en
önemlisi ise reklamcılıktır. “Bilinç endüstrisi” kavramına gönderme yapan yazarlar, artan tekelleşme
sonucu neredeyse bütünüyle burjuvazinin egemenliği altına giren kitle iletişim sistemlerinin
(medyanın), reklamcılıktaki gelişmelere paralel olarak başarı elde ettiğini dile getirirler. Onlara göre
100
Smythe, burada kimleri kastettiğini makalesinin 1 numaralı dipnotunda açıklamaktadır: Antonio Gramsci,
Frankfurt Okulu yazarları (Theodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Leo Lowenthal), Raymond Williams, Nicos
Poulantzas, Louis Althusser ve Samir Amin ile Clive Y. Thomas gibi gelişmekte olan ülkelerin sorunlarıyla ilgilenen
Marksistler (1977: 22).
101
Hans Enzensberger tarafından ortaya konulan “bilinç endüstrisi” kavramı, tüketim toplumunu destekleyici bir
işleve sahiptir. Ancak bu desteği, doğrudan meta tüketiminin teşviği yoluyla değil, dolaylı yoldan, bireylere var olan düzeni
benimsetmeye yönelik bilinç eğitimi yoluyla gerçekleştirmektedir (Erdem 2014: 61).
204
büyük şirketler açısından reklamcılık artık vazgeçilmez bir araç haline gelmiştir. Yani rekabet artık
fiyat alanında olmaktan çok, başta reklamcılık olmak üzere, satışları artırma için kullanılan araçlarda
yaşanmaktadır (Kıyan 2016: 190).
İşte Smythe’nin “izleyici metası” kavramsallaştırmasının çıkış noktasını tam olarak bu
oluşturmaktadır. Smythe’ye göre tekelci kapitalizm koşullarında maddi gerçeklik, nüfusun çoğunluğu
için uyuma harici zamanın, “çalışma zamanı” haline gelmesidir. Bu çalışma süresi ise genel olarak
ikiye ayrılmıştır. Bunlardan ilki (fabrikalarda) metaların üretimine harcanan zaman, ikincisi ise
çalışma mekanı ve zamanı dışında emek gücünün yeniden üretimine ve çoğaltılmasına ayrılan
zamandır. İş dışı “çalışma zamanının” en büyük blokunu ise reklamcılara satılan “izleyici zamanı”
oluşturmaktadır (Smythe, 1979: 3). Smythe’nin bakış açısına göre insanlar ilk boyutta işçi rolünü
üstlenirken, ikinci boyutta emek güçlerini yeniden üretmek için çabalarken izleyicilere dönüşürler.
İzleyici rolündeki bu insanlar, emek güçlerini yeniden üretirken bir emek sarf ederler. Ancak bu
karşılığı ödenmeyen bir emektir (Kıyan 2016: 191). Smythe’ye göre izleyiciler, emek güçlerini
yeniden üretmek için harcadıkları bu zamanı ağırlıklı olarak başta TV olmak üzere kitle iletişim
araçları karşısında geçirirler. Ama burada asıl önemli olan Smythe’nin şu iddiasıdır: Reklam verenlere
satılan “boş zamanlarında” izleyiciler (“işçiler”) iki işlevi yerine getirir. Bunlardan ilki ve en önemlisi
reklamlara maruz kalan izleyicilerin, belirli markaya sahip tüketim ürünlerini satın almayı ve
gelirlerini buna göre harcamayı öğrenmesidir. Böylece tekelci kapitalistin ürünlerine talep
yaratılmaktadır. İkincisi ise bunu yaparken izleyicilerin eş zamanlı olarak kendi emek güçlerini
yeniden üretmesidir (Smythe, 1979: 6). Burada Smythe’ye göre izleyici, reklam verenin satın aldığı bir
metadır. Yayıncılar (TV ve radyo kuruluşları sahipleri) tarafından bir meta olarak üretilen izleyiciler,
reklam verenler tarafından satın alınarak kullanılmakta, markalı tüketim ürünleri için talep yaratma
işlevini yerine getirmektedir (Atabek 2013: 177). Böylece yayıncılar tarafından reklam verenlere
satılan, sömürülen bir izleyici emeği ortaya çıkmaktadır (Smythe, 1977: 7; Kıyan 2016: 184-185;
Allmer, Sevignani, Prodnik 2015: 160-161).
Ancak burada izleyici emeğine doğrudan bir ödeme yapılmadığını vurgulamak da önemlidir.
Dikkat edilirse potansiyel izleyici emeğine kitle iletişim araçlarının sunduğu içerik (bilgi, eğlence ve
eğitim materyali) ücretsizdir, çünkü amaç reklamı yapılan ürün ve hizmetlere yönelik dikkatin
sağlanmasıdır.
102
Ama bu içeriğin ücretsiz olmasını, aynı zamanda bir tür teşvik, ödül, vb. bir bakıma
bu hizmetleri karşılığında izleyicilere sunulan “bedava öğle yemeği (free lunch) olarak da
değerlendirmek olanaklıdır. Çünkü bu sayede “izleyici metası” üretilebilmektedir (Smythe, 1979: 6).
102
İnternet dünyasında yaygın olarak alıntılan şu cümle bu görüşü destekler niteliktedir: “If you’re not paying for
the product, then you’re product.” (Eğer ürün için para ödemiyorsanız, o zaman ürün sizsiniz.)
205
Sonuç olarak Smythe’ye göre izleyici gücü metalaşmakta, izleyiciler üretken emek sarf etmekte, ancak
kendilerine herhangi bir ücret ödenmemektedir. Burada tekrar hatırlatmak gerekir ki Smythe’nin
bahsettiği “izleyiciler”, ağırlıklı olarak TV ve radyo karşısında “boş zamanlarını” harcayan kişilerdir.
Oysa daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi internetin ve Web 2.0 teknolojilerinin gelişimiyle
birlikte, kitleler bu “boş zamanlarını” artık başka bir ortamda, sosyal medyada da geçirmeye,
kullanmaya başlamıştır. Fuchs’un kuramında sosyal medyada dijital emeğin hareket noktası tam
olarak budur.
b. Sosyal Medya ve “Üretketiciler” (Prosumer)
Fuchs’un dijital emek kuramının en tartışmalı kısmını “sosyal medyadaki dijital emek”
oluşturmaktadır. Ona göre “Facebook, Twitter, YouTube ve Google gibi ticari sosyal medya
platformlarında, kullanıcılar sadece enformasyonun tüketicileri değildir, ayrıca kullanım değerleri
olarak profiller, içerik, bağlantılar, toplumsal ilişkiler, ağlar ve topluluklar yaratan üretketicilerdir
(üretken tüketiciler). Onlar yaratıcı, etkin, ağlaşmış dijital işçilerdir” (Fuchs 2015: 404-405).
Şekil 4.6: Bir Dakikada İnternette Neler Oluyor? (2022)
Kaynak: Localiq (2022), https://bit.ly/3Nhfuv9, (Erişim Tarihi: 27 Mayıs 2022)
206
Fuchs, bu kavramlaştırmayı geliştirirken büyük oranda Smythe’nin “izleyici emeği”
kuramından yararlanmıştır. Buna göre Web 2.0 temelli çevrimiçi araçlarını geliştiren ticari sosyal
medya şirketleri, bu sayede kullanıcıları birer içerik üreticisi haline getirmektedir. Fuchs’un internet
“üretketici” emeği olarak tanımladığı bu kullanıcıların ürettikleri içerikler, ticari sosyal medya
şirketleri tarafından veriye dönüştürülmekte ve para karşılığında kullanıcılara özelleştirilmiş reklamlar
sunan hedefli reklam verenlere satılmaktadır. Burada sosyal medya kullanıcıları kendisine
yabancılaşmakta, ayrıca ürettikleri içerikten elde edilen parasal kâra yönelik herhangi bir denetim
olanağından mahrum kalmaktadır. Bu yüzden Fuchs’a göre sosyal medyadaki bu kullanıcılar, artı-
değer ve parasal kârlar üreten ve sömürülen dijital işçilerdir (2015: 405).
Fuchs’un bu konudaki görüşlerini ayrıntılı biçimde ele almadan önce, kısa bir parantez
açarak 2000’li yıllarla birlikte internet ve sosyal medya alanında yaşanan gelişmelere değinmekte
yarar vardır. Bu anlamda Şekil 4.6’da yer alan veriler, günümüzde internet ve sosyal medyanın geldiği
yeri göstermesi açısından öğreticidir. İçinde bulunduğumuz dönemde internet ve sosyal medya,
kitlelerin günlük hayatında önemli bir rol edinmeye başlamış, insanların boş zamanlarının çoğunu
geçirdiği bir mecra haline gelmiştir. Buna göre her bir dakikada, Google arama motorunda 53,9
milyon adet sorgu yapılmakta, Facebook’ta 2,1 milyon kişi üye girişi yapmakta, YouTube’da 3,67
milyon video izlenmekte, Tiktok’ta 167 milyon video seyredilmekte, Instagram’da 66 bin fotoğraf ya
da video paylaşılmakta, Twitter’da 575 bin tweet atılmakta, Snapchat’te 2 milyon “snap” üretilmekte,
16,2 milyon metin mesaj (SMS) gönderilmektedir.
Şekil 4.7: Seçili Sosyal Medya Platformlarında Hedefli Reklamlara Konu Olan Aylık İzleyici Sayıları
(2019)
Kaynak: We Are Social, Hootsuite (2019). “Digital 2019” https://bit.ly/3NhiPdx (Erişim
Tarihi: 7 Haziran 2019)
207
Bu türden ticari internet ve sosyal medya platformlarının sunduğu hizmetler (bazı özel
servisleri saymazsak) ise bütünüyle ücretsizdir. Bu platformlar gelirlerinin önemli bir kısmını
reklamlardan elde etmektedir. Şekil 4.7’de de görebileceğimiz gibi, 2019 yılı verilerine göre her ay
sosyal medya platformlarına üye olan milyonlarca kullanıcı reklamlara hedef olmaktadır. Bunlar
Facebook için 2 milyar 121 milyon kişiyken, Instagram için 895 milyon, Twitter için 251 milyon,
Snapchat için 307 milyon, Linkedin için ise 604 milyon kişidir. İzleyici rakamlarının yüksekliği,
kuşkusuz bu platformların geliri konusunda bir fikir vermektedir. Nitekim IAB’nin hazırladığı Internet
Advertising Revenue Report’un verilerine göre ABD’de 2017 yılında 22,1 milyar dolar olan sosyal
medya reklamcılığı gelirleri 2018 yılında yüzde 31 oranında artış göstererek 29 milyar dolara
ulaşmıştır (2019). Sosyal medya reklamlarını diğer geleneksel reklam faaliyetlerinden ayıran en
önemli özelliğin hedefli reklamcılık olduğu söylenebilir. Bu yüzden sosyal medya şirketlerinin
gelirlerindeki bu artışın arka planında, bu firmaların kullanıcılarının verilerini (içerik, profiller, sosyal
ağlar, konum, demografik bilgiler, çevrimiçi davranışlar, vb.) reklam verenlere sattıkları iş modeli
olan hedefli reklamcılık vardır. Buradan hareketle Fuchs, bu platformların iş modelinin, kullanıcıların
verilerinin metaya çevrilmesi olduğunu savunmaktadır. Buradaki ön kabul, söz konusu kullanıcı
verilerini doğuran etkinliklerin bir emek sürecinin ürünü olmasıdır, çünkü metaların var olabilmesi
için, onları üreten bir üreticinin olması gerekmektedir. Bu noktada Fuchs, Smythe’nin izleyici emeği
kavramını tekrar canlandırmakta, buradan da “internet üretketici metası”nı yaratan “dijital emek”
kavramına varmaktadır (2015: 357). Ona göre “(d)ijital emek sosyal medya üzerinde, internet
platformları aracılığıyla, reklam veren müşterilere satılan ve karşılığında kullanıcılara hedefli reklam
olarak geri dönen internet üretketici-metası(nı) yaratmaktadır” (Fuchs 2015: 357).
Peki, Smythe’nin izleyici emeğinde olduğu gibi, Fuchs’un internet üretketici emeği de bir
sömürü ilişkisine tabi midir? Kullanıcıların, söz konusu sosyal medya platformlarını kullanmaya
zorlanmamasına, buradaki paylaşımlarını çoğunlukla eğlenerek ve bütünüyle gönüllü yapmasına
karşın, Fuchs bu soruya olumlu yanıt vermektedir. Yaşayabilmek için insanların sadece yemek yemek
gibi fizyolojik gereksinimleri değil; toplumsal ilişkilere girmek, iletişim kurmak ve arkadaşlıklar
geliştirmek gibi gereksinimleri de yerine getirmek zorunda olması, Fuchs’un üzerinde durduğu bir
konudur. Fuchs’a göre bir enformasyon toplumunda, bir bireyin iletişim ve toplumsal ağdan yalıtımı,
ölüm ya da hayvansal bir varoluşa eşdeğerdir. Bu yüzden birçok insan için başta sosyal medya olmak
üzere dijital medya, kendi iletişim güçlerini kullanıma sokmak için önemli bir etkileşim aracı olarak
kullanılmaktadır. Şekil 4.8’de de görülebileceği gibi 2 milyar 910 milyon ile dünya genelinde en fazla
aktif kullanıcıya sahip olduğu için Facebook, Fuchs tarafından bu yüzden özellikle dikkate alınır ve
sosyal medyada dijital emeğe ilişkin kuramsallaştırmasını onun üzerinden inşa eder. Ona göre
208
Facebook, tüm kullanıcılara bir baskı uygulamaktadır. Ancak bu baskı, ücretli emeğin sermaye
tarafından işsiz bırakılarak kendisi ve ailesinin açlığa mahkum edilmesi biçimindeki bir baskı değil;
kullanıcıları tecrit ve toplumsal dezavantajlarla tehdit eden toplumsal biçimde bir baskıdır. Fuchs’a
göre işte bu yüzden “Facebook kullanıcıları, emekleri için ücret almayan ücretsiz işçilerdir” (2015:
369). Bu nedenle Fuchs, Facebook özelinde, sosyal medya genelinde dijital emeği, ev işine ve köle
emeğine benzetmektedir. Tıpkı ev işinde olduğu gibi, burada gerçekleştirilen “emek süreci” için ücret
söz konusu değildir, faaliyetler sıklıkla boş zamanda gerçekleştirilir, sendikal temsil söz konusu
değildir ve en önemlisi bunun “emek” olarak algılanması zordur.
Şekil 4.8: Sosyal Medya Platformlarının Aktif Kullanıcı / Üye Sayıları (2019)
Kaynak: We Are Social, Hootsuite (2022). “Digital 2022”, https://bit.ly/3tZMuBk, (Erişim
Tarihi: 24 Haziran 2022)
Fuchs, sosyal medyada dijital emeği, ev işçilerinin ve kölelerin emeğine benzetmesine ve
hatta yer yer eş değer tutmasına gelebilecek itirazların ise farkındadır. Bu yüzden söz konusu emek
türlerinin farklı niteliklerde (duygusal, fiziksel ve toplumsal) baskı türleriyle karşılaştığını öne sürer.
Daha önceki bölümlerde ele aldığımız Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki madenlerde çalışan köle
işçilerin, kendilerine dayatılan işi yapmamaları durumunda muhtemelen öldürüleceklerini dile getiren
Fuchs; buna karşılık Facebook kullanıcılarının bağlantı kurma, paylaşımda bulunma, yorumlama,
okuma, izleme, vb. şeklindeki “eğlence çalışmalarını” reddetmeleri durumunda, muhtemelen
toplumsal bakımdan tecrit edileceklerini, dolayısıyla baskının farklı bir türüyle karşılaşacaklarını
savunmaktadır. Fuchs ayrıca, ilk türdeki emeğin fiziksel bir emek olduğunun, ikinci türden emeğin ise
oyun enformasyon emeği olduğunun da altını çizmektedir (2015: 405). Sonuç olarak Fuchs’a göre
Facebook sahiplerinin zenginliğinin ve kârlarının kaynağını (artı değer üretimini) büyük oranda
103
,
103
Artı değerin bir kısmını ise söz konusu sosyal medya sitelerini kodlayan, tasarımını yapan ve uygulamasını
yapan ücretli çalışanlar üretmektedir (Fuchs 2015: 155). Bu anlamda bu çalışanları da dijital emeğin bir parçası görmek
209
kendilerine herhangi bir ücret ödenmeyen, dijital emeğin bir bileşeni olan internet üretketici emeği
oluşturmaktadır. Kendisinden, emek araçlarından ve nesnelerinden ve emek ürünlerinden yabancılaşan
dijital emeğin bu türü, sömürülmektedir. Ancak söz konusu dijital emek, diğer kullanıcılarla bağlantı
kurma ve tanışma eğlencesini içeren oyun emeğinin perdelediği sömürü ilişkilerine tabidir (Fuchs
2015: 407).
Fuchs’un sosyal medyada dijital emek kavramlaştırmasında, ticari sosyal medya firmaları,
kullanıcıların (internet üretketicelerin) verilerini metalaştırdığı ve böylece dijital emeği sömürdüğü
gerekçesiyle eleştirmektedir. Ancak Fuchs, sosyal medyanın aynı zamanda dijital emek açısından bir
fırsat sunduğunu, sermayeye karşı mücadele için bir ortam hazırladığını ileri sürmektedir. Bu
çerçevede Fuchs, işgal hareketi ya da küresel işgal hareketi olarak da anılan Occupy hareketini
104
ele
almaktadır. Occupy hareketinin, katılım mekanının dışındaki insanları eyleme katmak için
Facebook’u, iç örgütlenmeyi sağlamak amacıyla Twitter’ı kullandığını aktaran Fuchs, sosyal
medyanın farklı amaçlarla kullanılabileceğine dikkat çekmektedir (2015: 463-464). Bu örneklerde
temel amacı kâr elde etmek olan sosyal medya uygulamaları, yer yer kapitalizm karşıtı söylem
geliştiren kitlelerin örgütlenme ve iletişim aracı haline dönüşebilmektedir. Sonraki süreçte Arap
Baharı olarak adlandırılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan halk hareketlerinde özellikle
Twitter’ın yaygın olarak kullanımı, sosyal medya kullanımını yeniden ön plana çıkarmıştır. Halk
hareketlerinin sosyal medyayı bir araç, bir ortam olarak kullandığı gerçeğini göz ardı eden
yaklaşımlar, yaşananları bir sosyal medya devrimi olarak yanlış biçimde tanımlamıştır. Halk
hareketleriyle sosyal medya arasında hatalı biçimde neden – sonuç ilişkisi kuran bu yaklaşımlar,
gerçekte sosyal medyanın halk hareketlerine bir araç, ortam sunduğunu göz ardı etmişlerdir (Babacan,
Haşlak, Hira 2011: 77-78). Nitekim ilerleyen süreçte sosyal medya şirketlerinin birçok devlet
tarafından çıkarılan yasal düzenlemelerle daha sıkı denetim altına alınması
105
, sosyal medyanın
toplumsal hareketleri ortaya çıkardığına dair bu iddianın yanlışlığı ortaya çıkarmıştır. Kolektif politik
gerekmektedir. Fuchs, her ne kadar sosyal medyada sermaye birikimi ve metalaşma analizinde bu kesime yer verse de
ağırlıklı olarak “emeklerine herhangi bir ücret ödenmeyen”, internet üretketici emeğine odaklanmaktadır.
104
2008-2012 küresel ekonomik krizi sonrasında artan sosyal ve ekonomik eşitsizliklere ve dünya çapındaki
demokrasi eksikliğine karşı çıkan, kapitalist sistemi sorgulayan, ABD’nin New York kentinde başlayıp sonrasında dünyanın
birçok ülkesine yayılan toplumsal hareket. 17 Eylül 2011’de “Occupy Wall Street” (Wall Street’i işgal et) sloganıyla finans
tekellerinin merkezlerinin yakınındaki New York’taki Zuccotti Park’ta başlayan eylemler, “Biz yüzde 99’uz” sloganıyla
aralıklarla 2012 yılına kadar devam etmiştir. Yüzlerce eylemcinin gözaltına alındığı ve polis şiddetine maruz kaldığı
eylemler, dünyanın birçok ülkesine yayılmıştır. Occupy hareketi ile ilgili olarak şu çalışmalar incelenebilir: Pickerill, Krinsky
2012; Calhoun 2013; Gamson, Sifry 2013; Fuchs 2015: 439-491.
Öte yandan Türkiye’de 28 Mayıs – 30 Ağustos 2013 tarihleri arasında gerçekleşen Gezi Parkı eylemlerini,
Occupy hareketiyle ilişkilendiren görüşler bulunmaktadır. (Bu konuda farklı yaklaşımları da içeren görüşler için Gambetti
2014 ve Özatalay 2014 incelenebilir).
105
Türkiye’de de 29 Temmuz 2020’de kabul edilen 7253 sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların
Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun”, Almanya’da 2017’de çıkarılan NetzDG (Sosyal Ağlara Yönelik Yaptırım Kanunu), Aralık 2021’de Amerikan
Kongresine sunulan Sosyal Medya Platformlarının Hesapverirliği ve Şeffaflığı yasa teklifi bu düzenlemelerden bazılarıdır
(Akgün 2022).
210
eylemlerin iletişime gereksinim duyduğu açıktır. Ancak buradan hareketle toplumsal hareketlerde
medya teknolojilerinin rolünü abartmak ya da tam aksine hafife almak ise yanlıştır (Fuchs 2015: 487).
c. Sosyal Medyada Sermaye Birikimi ve Metalaştırma
Sosyal medyadaki dijital emeğin sömürü ilişkilerine konu olduğunu savunan Fuchs, Marx’ın
emek değer kuramına başvurmaktadır. Fuchs, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu sermaye birikimi ve
sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecinin, hedefli reklamcılığa dayanan ticari sosyal medya
platformlarında da farklı bir biçimde geçerli olduğunu savunmaktadır. Bu çerçevede Fuchs, Marx’ın
Kapital’in üç cildinde analiz ettiği sermaye birikimi / sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi
sürecini ele almakta ve bu sürece “internet üretketici metası”nı eklemektedir. Fuchs, böylece emek
değer kuramının dijital emek için de güncelliğini koruduğunu kanıtladığı iddiasındadır (2015: 147-
168)
Şekil 4.9: Sermaye Birikimi / Sermayenin Genişletilmiş Yeniden Üretimi Akışı
Kaynak: Fuchs, C. (2015). Dijital Emek ve Karl Marx. T. E. Kalaycı ve S. Oğuz (çev.).
Ankara: NotaBene Yayınları: 148
Bu çerçevede Fuchs, öncelikle sermaye birikimi / sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi
sürecini aktarmaktadır. Marx’ın Kapital’in üç cildinde detaylı biçimde ortaya koyduğu artı değer
Kuramını Şekil 4.9’da görebileceğimiz kapitalist üretim çevrimi (M-C...P...C-M’) yardımıyla aktaran
Fuchs, ticari sosyal medya platformlarının ortaya çıkışı ve gelişimi ile birlikte sermaye birikim
211
sürecinde bazı değişikliklerin yaşandığını savunmaktadır. Bu değişikliğin temelinde ise, bir önceki
bölümde ele aldığımız sosyal medyadaki dijital işçilerin, dolayısıyla internet üretketicilerinin herhangi
bir ücret ilişkisine tabi olmaması yer almaktadır. Çünkü dijital emeğin bu kesimi, emekleri için ücret
almayan ücretsiz işçilerdir. Ortada bir ücret ilişkisi olmadığı için sosyal medyadaki sermaye birikimi
ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini (M-C...P...C-M’) çevrimiyle açıklamak
olanaksızlaşmakta, bu yüzden Marx’ın emek değer kuramı sorgulanır hale gelmektedir. Öte yandan
Fuchs, hedefli reklamcılığa dayanan ticari sosyal medya platformlarında sermaye birikimi ve
sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecine, Marx’ın ücretli emeğine ek olarak (burada
kullanıcılar için ticari sosyal medya platformlarını tasarlayan, uygulayan ve geliştiren ücretli çalışanlar
-tasarımcı, yazılımcı, ara yüz uygulayıcı ve operatörler- kastedilmektedir), karşılığı ödenmemiş
çalışmaya dayanan internet üretketici emeğini dahil etmektedir. Fuchs bu bağlamda, dolaşım alanı –
üretim alanı – dolaşım alanı çerçevesinde gerçekleşen (M-C..P..C’-M’) şeklindeki sermaye çevrimini
yeniden yorumlamakta, (M-C..P₁.. P₂..C’-M’) sermaye çevrimi hipotezini ortaya koymaktadır. Söz
konusu sermaye birikim süreci Şekil 4.10’da detaylı biçimde gösterilmektedir (Fuchs 2015: 155).
Şekil 4.10: Hedefli Reklamcılığa Dayanan Ticari Sosyal Medya Platformlarında Sermaye Birikimi
Akışı
Kaynak: Fuchs, C. (2015). Dijital Emek ve Karl Marx. T. E. Kalaycı ve S. Oğuz (çev.).
Ankara: NotaBene Yayınları: 155
Fuchs’un bu kuramsallaştırmasına göre (2015: 155-156) sosyal medya platformları sermaye
satın almak için para (M) yatırırlar. Bu sermaye iki bileşenden oluşmaktadır: Teknoloji ve altyapı
(sunucular, bilgisayarlar, organizasyonel altyapı, vb.) unsurlarını içeren sabit sermaye (c); sosyal
medya çevrimiçi çevrelerini yaratan (yazılımcı, ara yüz tasarımcı, operatör, vb) ücretli çalışanlardan
oluşan emek gücü (v1). Yalnız burada üretim sürecinin (P1) çıktısı, doğrudan piyasada alınıp satılan
bir meta değildir. İnternet üretketici metasının üretimi (P2) için ön koşul niteliği taşıyan, kullanıcılara
212
ücretsiz olarak sağlanan bir sosyal medya servisidir. Facebook, YouTube, vb. gibi ticari sosyal medya
servislerinin sunduğu bu sosyal medya servislerinden yararlanan kullanıcılar, belli bir emek zaman
yatırımı yaparak kişisel veriler, sosyal ağ ve işlem verileri (internet üretketici metası) üretirler. P2
süreci içinde gerçekleşen bu faaliyet sonucunda ortaya çıkan bu veri metasını (C’) ticari sosyal medya
platformu, yatırdığı değişken (v1) ve sabit sermayeden (c) daha yüksek fiyata reklam veren müşteriye
satmaktadır. Fuchs’a göre aradaki fark artı değeri oluşturmakta, satış işlemi ile internet üretketici
metası (C’) para sermayeye (M’) dönüşmektedir (Şekil 4.10). Söz konusu metada içerilen artı değeri
yaratan ise kısmen kullanıcılar (ücretsiz emek) kısmen de şirket çalışanlarıdır (ücretli emek) (Fuchs
2015: 156).
Burada üstünde durulması değer bir başka konu ise bu üretim süreci sonunda ortaya çıkan
kâr oranıdır. Marx’a göre kâr oranı, toplam sermaye ile ölçülen artı-değer oranıdır ve bu oran
aşağıdaki formülle ifade edilir (2015: 55-56)
Kâr oranı (rp) = Artı-değer (m) / [sabit sermaye (c) + değişken sermaye (v)]
106
Sosyal medyadaki sermaye birikimi açısından bakarsak, ticari sosyal medya platformlarının
kâr oranını hesaplarken kullandığımız sabit sermayenin, sunucu (server), yazılım, bina, vb. gibi
maliyetler olduğunu söylemek güç değildir. Buradaki asıl konu formüldeki değişken sermayeden
neyin kastedildiğidir. Marx’ın formülünde değişken sermaye, emek gücüne ödenen ücrettir. Fuchs’un
Şekil 4.11’de biraz daha ayrıntılı görebileceğimiz sermaye birikimi çevrimi şemasında ise değişken
sermaye iki bileşenden oluşmaktadır: Kullanıcılar için ticari sosyal medya platformlarını tasarlayan,
uygulayan ve geliştiren ücretli çalışanlar; internet üretketici metası üreten karşılığı ödenmemiş
çalışmaya konu olan, sosyal medya kullanıcıları. Ancak Marx’a göre yalnızca değer üreten, üretken
emek artı-değer üretmektedir.
Kapitalist üretim anlamında üretken emek ise, kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli
emektir. Nitekim Marx, “Artı Değer Teorileri - Birinci Kitap”ta şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Kapitalist üretim anlamında üretken emek, değişen sermaye parçasına
(sermayenin ücrete harcanan parçasına) karşılık değiştirilen ve sermayenin yalnızca
106
Fuchs ise Marx’ın bu formülünü şu şekilde aktarmaktadır (2015: 156):
Kâr oranı (rp) = Kâr (p) / [Sabit sermaye (=sabit maliyet) + değişken sermaye (=ücret)]
Kapital’in 1. cildinden aktardığımız formülle bu formülü karşılaştırdığımızda “Artı-değer” yerine “Kâr” kavramlarının
kullanıldığı dikkate çekmektedir. Her ne kadar Fuchs analizinin ilerleyen bölümlerinde “Kâr” kavramını kullanmakta ısrar
etse de alıntının orijinaline sadık kalmak için, burada “artı değer” kavramı kullanılacaktır.
213
bu parçasını (ya da kendi emek-gücünün değerini) değil, ayrıca ona ek olarak
kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli-emektir. Meta ya da para, ancak bu yolla
sermayeye dönüştürülür, meta, sermaye olarak üretilir. Yalnızca sermaye üreten
ücretli-emek üretkendir. (Bu, emeğe ödenen tutun, o, artırarak yeniden-üretir, ya da
ücret biçiminde aldığını, daha fazla emek olarak yeniden geri verir anlamına gelir.
Dolayısıyla, yalnızca değer üreten emek, kendi değerinden daha büyük değer ortaya
koyar)” (Marx 1998: 142-143).
Şekil 4.11: Sosyal Medyada Sermaye Birikimi ve Reklam Veren Müşterilerin Sermaye Birikimi
Diyalektiği
Kaynak: Fuchs, C. (2015). Dijital Emek ve Karl Marx. T. E. Kalaycı ve S. Oğuz (çev.).
Ankara: NotaBene Yayınları: 168
Bu alıntıdan da görülebileceği gibi, Marx için kapitalist üretim süreci içinde ücretli emeğin
üretkenliği kritik öneme sahiptir. Dijital emeği Marksist bakış açısıyla analiz etme iddiasındaki Fuchs
ise, herhangi bir ücret ilişkisine tabi olmayan, sosyal medya platformlarında çeşitli saiklerle (eğlence,
sosyalleşme, enformasyon edinme, vb.) vakit geçiren ve paylaşımlarda bulunan, profiller oluşturan,
diğer kullanıcıların paylaştıkları içerikleri beğenen, vb. kullanıcıları (Fuchs’un kavramsallaştırmasıyla
internet üretketicilerini) bu faaliyetlerinden ötürü üretken emek kategorisinde değerlendirmektedir. Bu
yüzden Fuchs (2015, 156) şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Sömürülen artı değer üreticileri yalnızca internet şirketleri tarafından
programlama, yazılım ve donanım güncelleme ve koruma, piyasa faaliyetlerini
yürütme ve benzeri işler için çalıştırılanlar değil, kullanıcı tarafından oluşturulan
içeriklerin üretimiyle uğraşan kullanıcılar ve üretketicilerdir de” (Fuchs 2015: 156).
214
Buradan hareketle Fuchs, sermayenin sosyal medyadaki üretken emek zamanını
sömürdüğünü, bu sömürünün ücretli çalışanların emek zamanının yanı sıra, kullanıcıların çevrimiçi
olarak harcadığı tüm zamanı da içerdiğini dile getirmektedir. Fuchs, ikinci tipteki emeğin (internet
üretketicileri), ücretli emekten farklılıklar içerdiğinin farkındadır, çünkü bunlar “bedavaya
çalıştırılırlar”, bu yüzden bunları Marx’ın formülündeki ne sabit ne de değişken sermaye içinde
değerlendirmek olanaklıdır. Bu yüzden Fuchs, sosyal medyada birikim stratejisi için kâr oranının
formülünde değişiklik yapar (2015: 157):
Kâr oranı (rp) = Kâr (p) / [sabit sermaye (c) + sabit çalışanlara ödenen ücret (v1) +
kullanıcılara ödenen ücret (v2)]
107
Ticari sosyal medya platformlarında kullanıcılara herhangi bir ücret ödenmediği için, kâr
oranlarının yüksek olacağı açıktır. Ancak bunun için sosyal medya şirketlerinin hedefli reklam veren
şirketlere satacak içeriğe, “internet üretketici metası”na ihtiyacı vardır. Bu anlamda internet
üretketicilerinin faaliyetini kitle kaynak (crowdsourcing)
108
kullanımına benzeten Fuchs, böylece ticari
sosyal medya şirketlerinin sömürü oranını (e = s / v = artı değer / değişken sermaye) yükseltmeyi
başardıklarını dile getirmektedir. Hatta sömürü oranı yükseldikçe, karşılığı ödenmeyen çalışma zamanı
çoğalmaktadır. Bunun anlamı artı-değer oranının sonsuzluğa doğru yakınsaması, internet
üretketicisinin sermaye tarafından sonsuz derecede sömürülmesidir (Fuchs 2015: 157-158). Sömürü
oranının sonsuza yaklaşması, değer yaratan tüm internet üretketici emeğine hiçbir ücret ödenmemesi
anlamına gelmektedir. Marx’a atıfta bulunan Fuchs, bedava kullanıcı emeğini, onun değer yaratan
soyut emeğine denk geldiğini savunmaktadır (2015: 161). Fuchs’a göre Facebook, Twitter, vb. gibi
ticari sosyal medya şirketlerinin elde ettiği kârın sırrı, kullanıcıların karşılığı ödenmeyen milyarlarca
çalışma saatini harekete geçirebilmesidir. Emek güçleri seferber edilen internet üretketicileri, hedefli
reklamcılığa satılan veri metalarını üretmekte ve ticari sosyal medyanın
109
sermaye birikimine katkı
sunmaktadır (Fuchs 2015: 162-163). “Onlar yaratıcı, etkin, ağlaşmış dijital işçilerdir” (Fuchs 2015:
405).
107
Daha önceki dipnotta da belirttiğimiz gibi Marx’ın formülünde kâr oranı hesaplanırken artı-değer oranından
yararlanılmaktadır. Fuchs ise formülünde artı-değer yerine kâra yer vermektedir.
108
Kitle kaynak (crowdsourcing) ile ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için Howe 2010 incelenebilir.
109
Öte yandan Fuchs, üretketicilerin sosyal medyadaki çalışmaların tamamının metalaşmadığını da savunur. Bu
yüzden Fuchs, ticari sosyal medya – ticari olmayan sosyal medya ayrımını yapar. Nitekim Fuchs’a göre, Wikipedia,
Indymedia, Alternet, Democracy Now!, Open Democracy ve WikiLeaks gibi ticari olmayan, kâr amacı gütmeyen alternatifler
de mevcuttur. Ona göre ticari olmayan bu sosyal medya platformlarındaki çalışma, metalaşmamış çalışmalardır, bu anlamda
sömürülemez, mübadele değeri yoktur ve kâr üretmez (Fuchs 2015: 181).
215
C. Fuchs’un Dijital Emek Teorisine Yönelik Eleştiriler
Fuchs’un özellikle sosyal medyadaki dijital emek kuramsallaştırması ve onu Marx’ın emek
değer kuramıyla ilişkilendirmeye yönelik çabaları beraberinde bazı eleştirileri getirmiştir. Bu
eleştirilerin ortak noktası, sosyal medya platformlarıyla Marx’ın emek değer kuramının ancak kısmi
bir ilişkisinin olabileceği yönündedir (Kangal 2018: 160). Bu bölümde Fuchs’un dijital emek teorisine
getirilen bazı eleştiriler üzerinde durulacaktır.
Söz konusu eleştirilerden ilkini, sosyal medyada değer üretiminin “rant” yoluyla olduğu
yaklaşımı oluşturmaktadır. Buna göre Facebook gibi sosyal medya platformlarının değer üretimi / kârı,
metaların (maddi metalar ya da Smythe’nin izleyici metası) satışından değil, finansal sektörde değerin
tahsisinde ve dağıtımında (finansal rant) gerçekleşmektedir. Arvidsson ve Coleoni’ye göre sosyal
medya platformlarında değer yaratma, üretken zamanın niceliği ile zayıf bir şekilde ilişkilidir, bu
anlamda bu sürece Marksist emek değer kuramını uygulamak söz konusu değildir. Bunun yerine
sosyal medyada değer, duygusal bağları yaratma ve yeniden onaylama yeteneği ile her zamankinden
daha fazla ilişkilidir. Yazarlara göre ikinci olarak herhangi bir değer tartışmasında, değerin tahsis
edilmesi ve dağıtılmasında finansın oynadığı merkezi rol hesaba katılmalıdır. Facebook’un esasen bir
finansal girişim olduğunu ileri süren yazarlar, 2010’da “izleyici metalarının” satışından 355 milyon
dolar kâr elde eden firmanın, borsadaki finansal rantının Ocak 2011 sonunda 1,5 milyar dolara
ulaşmasının altını çizerler. Bu durum “enformasyonel kapitalizmde” değerin temellük edilmesi ve
gerçekleştirilmesinin, toplum çapında bir finans-merkezli bir birikim süreciyle gerçekleştiğini
göstermektedir. Buradan hareket eden yazarlara göre, sosyal medyada üretilen değeri, “rant” olarak
kabul etmek daha uygundur. Burada “rant”, bu şirketlerdeki finansal yatırımcıların elde ettiği değer
olarak düşünülmelidir. Facebook ve benzeri sosyal medya platformları, “halk kitlelerinin duygusal
yatırımlarını soyut etkenlerin nesnel biçimlerine çevirerek finansal değerlendirmeleri destekleyen
kanallar olarak işlev görmektedir”. Bu gibi şirketler, “sosyal olarak üretilmiş artık değer” payını, “halk
yığınlarından veya küresel kamudan duygusal yatırım çekme yeteneği yoluyla” elde etmektedir
(Arvidsson, Colleoni 2012: 136-137). Bu yüzden Fuchs’un dijital emek yaklaşımındaki gibi sosyal
medya platformlarında bir artı değer sömürüsü söz konusu değildir.
Huws da sosyal medyada dijital emeğin artı değer ürettiği yolundaki görüşe eleştirel
yaklaşmaktadır. Huws’a göre reklam verenler dolayısıyla piyasada satılan metaların üreticileri, sosyal
medya ya da arama motoru şirketlerine, kullanıcılara reklam yapma fırsatı karşılığında ödeme
yapmaktadır. Sosyal ağlarla arama motorlarının elde ettiği değer, emeğin ürettiği artık değerden
türemektedir. Ancak bu değeri sosyal medya kullanıcıları değil, reklamı yapılan metaları üreten
216
işçilerin emeği üretmektedir. Bu yüzden söz konusu olan bir rant ilişkisidir. Çünkü bu şirketlerin
kârlarının çoğu, hizmet sağlayıcılarından, hizmet kullanıcılarından, reklamcılardan kullanım ücreti ya
da komisyon almanın bir bileşiminden, bu bağlamda ranttan gelmektedir (Huws, 2018: 182-183)
Arvidsson ise Marx’ın artı değer kuramı üzerinden Smythe’nin izleyici emeği ve Fuchs’un
dijital emek varsayımlarını eleştirmektedir. Marx’ın artı değer kuramında ortaya koyduğu “değer
yasası”nı açıklamaya girişen Arvidsson, metaların değişim değerlerinin onların üretimi için gerekli
olan soyut emek zamanıyla ilişkili olduğunu (ya da olması gerektiğini) belirtir. Kapitalist ekonomi
emeğin üretken pratiğini, soyut emek (toplumsal olarak gerekli emek) ile karşılaştırılabileceği ve
değerlendirilebileceği bir şekilde organize etmiştir. Kapitalist ekonomide kullanım değerinin değişim
değerine çevrildiği bu mekanizmayı Marx “değer yasası” olarak adlandırmıştır. Bu süreç, emeğin
piyasada alınıp satılabilen bir metaya dönüştürülmesiyle gerçekleşir. Kısacası Arvidsson’a göre emek
değer kuramının geçerli olması için emeğin bir fiyatının olması, bir şekilde piyasada alınıp satılabilen
bir metaya dönüştürülmesi şarttır. Smythe’nin “izleyici emeği”nde olduğu gibi belirli bir fiyatı
olmayan, ücret ilişkisinin dışında gelişen üretim uygulamalarına emek değer kuramını uygulamak ise
zordur. Benzer biçimde Fuchs’un ve Cote, Phybus’un sosyal medyada dijital emek yaklaşımlarını
değerlendiren Arvidsson, bunlarda savunulabilir bir değer tanımının bulunmadığını ileri sürer. Bu
çerçevede sosyal medyada dijital emeğin fiyatının bulunmaması, üretken zamandan üretken olmayan
zamanın ayrılmasının güçlüğü, Marksist “sömürü” kavramının müşterilerle ortak bir üretim sürecine
uygulanmasını zorlaştırmaktadır. Sömürü ilişkisinin kurulabilmesi için tüketicilerin “ücretsiz
emeğinin” (sosyal medyada dijital emeğin), bir değer kaynağı olarak tanımlanması gerekmektedir.
Ama “ücretsiz emek” bedava olduğu için fiyatı yoktur ve sonuç olarak bir değer kaynağı olamaz.
Sonuç olarak Arvidsson’a göre dijital emeğin herhangi bir fiyatı yoktur, kendisine herhangi bir ücret
ödenmediği için bir değer üretmez ve sömürüye maruz kalmaz (Arvidsson 2011: 264-267).
Pasquinelli de Arviddson gibi sosyal medyada artı değer üretimi yaklaşımını eleştirmektedir.
Buna göre Google’ın kârı bilişsel bir rantın türüdür; değer kullanıcılar tarafından dijital ağlarda
kolektif olarak üretilmekte, bu değer Google’ın “maddi olmayan fabrikası” (immaterial factory)
tarafından ele geçirilmektedir. Pasquinelli’ye göre Google, katı sınırlamalara ve içerik üretmeye gerek
duymadan internetin yeni topraklarından yararlanan küresel bir rantiyeci olarak tanımlanabilir.
Sanılanın aksine Google internetin bilgisine sahip değildir. Google interneti oluşturan kolektif zekaya
erişmek ve ölçmek için en hızlı diyagrama sahiptir, böylelikle dijital ağlar aracılığıyla biriktirilen
bilişsel ranta el koymaktadır. Bu bağlamda rant biçimi, ortak aklın ve ortak olanın sömürülmesini
tanımlamak için daha uygun bir modeldir (Pasquinelli 2009: 159-160).
217
Smythe’nin “izleyici emeği” kavramı Caraway tarafından da eleştirilmektedir. Caraway’e
göre Smythe’nin izleyici emeği, kapitalizmde üretken emeği oluşturmamaktadır. Smythe tarafından
tanımlanan ekonomik işlem ranttır. Burada medya sahibi, reklamlar yoluyla bir izleyici kitlesine
erişim sağlamakla ilgilenen endüstriyel kapitaliste, medyanın kullanımını kiralamaktadır. Zaman
(yayın) veya yer (baskı) için olabilecek bu kiralama işleminde belirli bir izleyici kitlesinin oluşmasına
elverişli bir ortam yaratmak medya sahibinin işidir. Reklam verenin (endüstriyel kapitalist) ödeyeceği
kirayı belirleyen ise izleyicinin büyüklüğü ve kalitesi üzerine yapılan spekülasyonlardır. Burada
medya sahibi artı değer üretmemekte, endüstriyel kapitalistinin metalarının gelecekteki satışlarının
yarattığı artı değerden pay almaktadır (Caraway 2011: 701).
Jin ve Feenberg’e göre ise, Fuchs’un dijital emeğin sömürüsü kuramı kısmen doğru olarak
kabul edilebilir, burada internet kullanıcılarının istismarı söz konusudur. Ancak Fuchs’un ücretsiz
emeğin sömürülmesini anlama yaklaşımı, ticari sosyal ağ sitelerinin karmaşık ekonomik stratejilerini
büyük ölçüde basitleştirmektedir. Ayrıca Fuchs interneti kapitalizmdeki rolü açısından indirgemeci bir
şekilde tanımlamakta sosyal ağların aracılık ettiği iletişimlerin gerçek içeriğini görmezden gelmekte
ve oluşturdukları yeni kamusal alanın önemini hafife almaktadır. Oysa günümüzde sosyal ağ
oluşturarak, kayda değer bir muhalefet potansiyeli olan yeni bir tür demokratik kamusal alan
yaratılabilmektedir. Bu çerçevede kullanıcıların yalnızca şirketlerin, kullanıcıların emeğinden kâr
ettiği konusuna odaklanmak, sosyal ağ sitelerinin sunduğu demokratik iletişim ağ potansiyelini
gölgelemektedir (Jin, Feenberg 2015: 53-55). Ayrıca Jin ve Feenberg, Fuchs’un sosyal medyada dijital
emeğin artı değer ürettiği yönündeki yaklaşımını, Arvidsson ve Colleoni’ye benzer bir biçimde
sorgulamaktadır. Marx’ın anladığı gibi emek olmayan ve bu anlamda sömürülmeyen birçok insan
faaliyetinden para kazanılabileceği görüşünü dile getiren yazarlar, buna örnek olarak telefon
şirketlerinin müşterilerinin kendi hatlarındaki konuşmalarından kazanç sağlamasını gösterir. Bu
örnekte telefon şirketleri kendi hatlarındaki konuşmalardan yararlanmaktadır, buna karşın aktif ve
hatta bazen yaratıcı olsalar da müşterilerin bu hatlarda yaptıkları konuşmaları emek olarak
tanımlanamaz. Restoranlar turistik mekanlara yakınlıklarından yararlanarak kazanç elde etmektedir,
ancak turistler restoran sahipleri için çalışmamaktadır. Bütün bunlar bir sömürü örneği olarak
adlandırılabilir, ancak bunlar kapitalist üretimde artı değere el konulması şeklinde değerlendirilemez.
Facebook ve benzeri sitelerin pek çok kullanıcısının içerik üretmek için çok çalıştığı ve bu sitelerde
metalaştırma ve sömürünün gerçekleştiği açıktır, ancak bunları Marx’ın emek değer kuramıyla
ilişkilendirmek olanaklı değildir. Çünkü Marksist kuramda emek; metaların kapitalistlerin veya
218
onların yönetici temsilcilerinin kontrolü altında vasıfsız iş gücü tarafından üretilmesine bağlıdır.
Sosyal ağlarda böyle bir ilişki bulunmamaktadır (Jin, Feenberg 2015: 57).
Fuchs’un teorisine getirilen en önemli eleştirilerden bir diğerini de emeğin üretkenliği
oluşturmaktadır. Marx’ın teorisinde özellikle üretken emek / üretken olmayan emek ayrımı önemlidir.
Nitekim bu ayrım, maddi olmayan emek tartışmalarında da kritik bir rol üstlenmektedir. Marx,
zihinsel emeği de üretken / üretken olmayan emek şeklinde ikiye ayırmaktadır. Üretkenden kasıt,
belirli bir değer üreten ve artı değer üretimine katkısından dolayı sermaye ile doğrudan bir değişim
ilişkisi içinde olmaktır. Buna karşın üretken olmayan emekte böylesi bir ilişki söz konusu değildir
(Marx 1998: 142-143). Yalnız burada “üretken olma” kavramını ele alırken, “üretkenlik” ve “üretken
olma” tanımlarının Marksist iktisadın kuramsal çerçevesi içinde değerlendirildiğini unutmamak
gerekmektedir. Nitekim burjuva ya da anaakım iktisatta bu kavramlar bambaşka bir tanıma sahiptir.
Burjuva iktisadına göre emek, çalışmasının karşılığında ücret aldığı sürece, üretken olmak
durumundadır (Karahanoğulları 2008: 119). Buna karşılık Marx’a göre “parayı ya da metaları
sermayeye dönüştüren, başka deyişle, emek-gücü karşısında bağımsız duruma gelen maddeleşmiş
emeğin değerini sürdüren ve artıran emek, üretken-emektir”. Emek değişim değeri üretmesi
durumunda üretken emek olmakta, kullanım değeri elde etmek amacıyla kullanılması durumunda ise
üretken bir nitelik taşımamaktadır (Marx 1998, 370). Emek, kapitalist anlamda üretken niteliğini elde
ettiği gelir ile değil, sermayeyle mübadeleye girmesi durumunda kazanmaktadır (Savul 2018a: 206).
Karahanoğulları ve Tonak (2012: 320) bu bağlamda, kapitalist toplumda bir emeğin üretken olarak
sayılabilmek için üç ölçütün gerektiğini belirtir: Birincisi emek, üretim faaliyeti ile iştigal ediyor
olmalıdır; ikincisi emek gücü sermaye ile mübadeleye girmelidir ve son olarak sermaye için artık
değer üretiyor olması gerekmektedir. Bütün bu aktardıklarımızın ışığında bir “emeğin” Marx’ın artı
değer teorisine konu olabilmesi için, üretken olması gerektiği yönünde bir yoruma varmak
mümkündür. Çünkü “kapitalist anlamda üretken hale gelmiş emek, artı değer üretmektedir” (Savul
2018b: 206). Sosyal medyadaki dijital emeğin üretken olup olmadığının tespiti bu yüzden önem
kazanmaktadır. Her ne kadar Fuchs’un teorisini oluştururken belli ölçülerde beslendiği otonomcu
Marksistler tarafından, biyopolitik üretimle birlikte üretken ve üretken olmayan emek arasındaki
farkların silindiği, tüm bu emek türlerinin bilişsel emek altında asimile olduğu savunulsa da (Federici
2006), sermaye ile dolaysız bir ilişkide olmadığı için sosyal medyadaki dijital emeğin üretken emek
olarak değerlendirilemeyeceği, dolayısıyla ortada bir artı değer üretimi olmadığı şeklinde görüşler
bulunmaktadır. Fuchs’un internet üretketicileri ile ticari sosyal medya platformlarının sermayedarları
arasında herhangi bir dolayımsız değişim ilişkileri söz konusu değildir. Bu ilişki ancak ticari sosyal
medyada ücretli olarak istihdam edilen işçiler (yazılımcılar, ara yüz tasarımcıları, operatörler, vb.) ile
219
sermaye sahipleri arasında söz konusudur. Bu anlamda internet üretketicileri ile ticari medya şirketleri
arasında üretken bir emek ilişkisi bulunduğunu söylemek zordur (Kangal 2018: 164-165).
Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta ise, kapitalist toplumda bile, üretilen her şeyin
ya da piyasada mübadele edilen her şeyin meta olmayabileceğidir. Lapavitsas’a göre (2004: 9-30) bir
nesnenin meta olup olmadığını değerlendirmek için, onun kapitalist üretim ilişkileri içinde ne amaçla
üretildiğini ele almak gereklidir. Buna göre herhangi bir nesneye meta formunu kazandıran, onun söz
konusu üretim ilişkileri içinde ücretli emek tarafından mübadele edilmek üzere üretilmesidir. Bu
çerçevede Fuchs’un dijital emek kavramlaştırmasını ele alırsak, kapitalist üretim koşullarında, bir
ücret ilişkisi dahilinde olmayan kullanıcıların üretilen içeriğin meta olarak kabul edilmesi ve buradan
yola çıkarak bir çözümlemeye girişilmesi eleştiri konusudur (Kıyan 2015: 51).
Bir diğer eleştiri ise değer üretimi ve değerin metaya aktarılması konusundadır. Daha önce
de ele aldığımız gibi Fuchs’un teorisinde internet üretketicisinin faaliyetleri (paylaşma, profil
oluşturma, beğenme, vb.) sonucu ortaya çıkan veriler, internet üretketici metasını oluşturmaktadır. Bu
anlamda internet üretketicilerinin bilgileri, etkinlikleri, vb. medya ekonomisinde üretilen değerin
hammaddesi olarak değerlendirilebilir. Buradan hareket eden Kangal ise Marx’ın Kapital’in 1.
cildinde yer alan hammadde ve değer üretimiyle ilgili görüşlerini ele almaktadır (2018: 165). Buna
göre nasıl ki insanın akciğerinin solumak için havaya gereksinimi varsa, sermayedarın da doğal
kuvvetleri üretken bir şekilde tüketebilmek için “insan elinin eseri olan bir şey”e gereksinimi vardır.
Burada altı çizilmesi gereken konu, değeri üretenin doğal kaynak değil, o doğal kaynağa müdahale
eden, işleyen, dönüştüren insan emeği olduğudur. Bu üretim sürecinde makineler kullanılmaktadır.
Ancak değişmez sermayenin bütün diğer unsurları gibi makine yeni değer üretmemekte, sadece kendi
değerini üretilen ürünlere katmaktadır (Marx 2011: 371-372). Dijital medya (sosyal medya da bunun
bir parçasıdır) ise, yazılım, donanım, siber uzay ve medya çalışanlarından oluşan, kolektif bir çalışma
mekanizmaları sistemlerinden oluşan bir bütündür. Bu bağlamda, metalaşan kullanıcı bilgilerinin
toplamı öncelikle, Fuchs’un internet üretketicileri olarak adlandırdığı kullanıcıların oluşturduğu
devasa bilgi kütlesini, ham veriyi, üçüncü kişilere (reklam verenlere) satılmadan önce, amacına uygun
biçimde işleyecek, elverişli bir materyale dönüştürecek bir emek sürecini gerektirmektedir (Kangal
2018: 165-166). Çünkü sosyal medya şirketlerinin reklam verenlere sattığı veri yığını, kullanıcılar
tarafından doğrudan üretilen içerik değil, bu içeriklerin analiz edilerek işlemden getirilmiş ve anlamlı
hale getirilmiş bir enformasyon toplamıdır. Dolayısıyla üretilen değer yüklü metayı, kullanıcıların
oluşturduğu ham içerikte değil, söz konusu sermaye yoğun şirkette kapitalizmin bir gereği olarak
ücretli olarak istihdam edilen emek tarafından üretilen bu enformasyonda bulabiliriz (Kıyan 2015: 50-
220
51). Bu görüş, üretken emeği, ücretsiz kullanıcı faaliyetlerinde (internet üretketicileri), kullanılan
yazılımı, donanımı ve siber uzayı üreten emekte ve bu emeğin hayata geçirildiği medya kuruluşlarında
aramaktadır (Kangal 2018: 166). Sonuç olarak Kangal’a göre, tıpkı Marx’ın makineler örneğinde
olduğu gibi, tüm bu yazılım, donanım, siber uzay, algoritmik sistemler ve makineler bütünü tek başına
değer üretmemekte, sadece kendi değerlerini üretilen ürüne aktarmaktadır. Burada değer üreten ise,
sermaye ile dolayımsız değişim ilişkisinde bulunan ücretli emektir (2018: 166). Söz konusu ücretli
emeğin, Fuchs’un internet üretketicileri olmadığı ise açıktır.
Fuchs’a getirilen bir diğer önemli eleştiri ise sömürü oranı konusundadır. Fuchs, sosyal
medyada dijital emek olarak kavramlaştırdığı “internet üretketici emeği”ne, Marx’ın artı değer
kuramını uygulamakta ve böylece bu teoriye güncel bir yorum kattığını savunmaktadır. Marx’ın artı
değer kuramının en önemli unsurlarından birini de sömürü oranı oluşturmaktadır. Buna göre sömürü
oranı (e = s / v) formülüyle, bir başka ifadeyle üretilen artı değerin değişken sermayeye
oranlanmasıyla (artı değer / değişken sermaye) hesaplanmaktadır. Daha önce gördüğümüz gibi Fuchs,
“internet üretketicileri” olarak adlandırdığı, ticari sosyal medya platformlarında yer alan kullanıcıların;
yaptıkları paylaşımlar, beğeniler, güncellemeler, oluşturdukları profiller, vb. ile “internet üretketici
metası” adıyla değer üretiminde bulunan dijital emeğin önemli bir bileşeni olduğunu savunmakta,
bunların yeni tip bir üretken emek faaliyeti içinde olduğunu dile getirmektedir (2015: 147-168). Bu
anlamda söz konusu dijital üretken emek, artı değer üretmekte, ancak bu faaliyeti sırasında herhangi
bir ücret almadığı için değişken sermayesi sıfıra eşit olmaktadır. Ancak bu durum beraberinde önemli
bir sorunu getirmektedir. Çünkü yukarıdaki formülde değişken emeği sıfır olarak ele aldığımızda,
paydası sıfır olan bir kesirle karşılaşılmakta, dolayısıyla sömürü oranının sonsuza yakınsadığı bir
durum ortaya çıkmaktadır (Kangal 2018: 168). Fuchs, bu yüzden sosyal medyada birikim stratejisi için
kâr oranının formülünde değişiklik yapmaktadır (2015: 157):
Sömürü oranı (e) = Artı değer (s) / [sabit çalışanlara ödenen ücret (v1) + kullanıcılara ödenen
ücret (v2)]
Bu formül her ne kadar sonsuz sömürüye yol açan sıfır paydası sorununu çözüyor gibi
gözükse de kullanıcıların varsayılan değer üretimi teziyle çelişmektedir. Çünkü kullanıcılar değer
üretse bile, bunu sabit çalışanların (sosyal medya şirketlerinde istihdam edilen ücretli çalışanlar)
ürettikleri artı değerden ayrı hesaplamak olanaksızdır (Kangal 2018: 168). Öte yandan bu formülden
hareket edilerek oluşturulan kâr oranı formülü de beraberinde bazı sorunları getirmektedir. Daha önce
221
de gördüğümüz gibi Marx’ın artı değer teorisinde kâr oranı hesaplarken aşağıdaki formülden
yararlanılmaktadır.
Kâr oranı (rp) = Artı-değer (s) / [sabit sermaye (c) + değişken sermaye (v)]
Fuchs’un sosyal medyada dijital emek teorisinde, kendilerine herhangi bir ücret ödenmeyen
kullanıcı (internet üretketicileri) faaliyetleri sonucunda artı değer üretimi en üst düzeye çıkmakta,
dolayısıyla yukarıdaki formülde de görebileceğimiz gibi kâr oranları yükselme eğilimi göstermektedir.
Bu formüle göre kâr oranları asla düşmeyecektir. Oysa Marx’a göre kapitalist üretim tarzının
karakteristiği gereği kâr oranları belirli bir süre sonra düşecektir (Marx 2015: 217-236). Buradan
hareket eden Kangal ise, Fuchs’un bir ikilem içinde olduğunu ileri sürmektedir: “Ya Fuchs’un sonsuz
sömürü iddiası doğrudur -ama bu durumda Marx’ın tüm politik ekonomisini yeniden yazmak zorunda
kendisi, ki bu da zaten Fuchs’un ilk başta itiraz ettiği İtalyan otonomcuların eğilimi- ya da Fuchs bu
iddiasından vazgeçmelidir” (Kangal 2018: 169).
Marksist anlamda sömürünün sınıflar arasındaki tarihsel ilişki hakkında olduğu görüşünü
dile getiren Hesmondhalgh, Erik Olin Wright’ın sömürü kavramlaştırmasına atıfta bulunur. Wright’a
göre Marksist anlamıyla sömürü üç ilkeye dayanmaktadır. İlk olarak sömürü, bir grup insanın (sınıfın)
maddi refahının nedensel olarak bir diğerinin maddi yoksunluğuna bağlı olduğunda ortaya çıkar.
İkinci olarak, bu nedensel ilişki, sömürülenlerin belirli üretken kaynaklara erişimden asimetrik olarak
dışlanmasını içerir. Tipik olarak bu dışlama, mülkiyet hakları biçimiyle zor yoluyla gerçekleştirilir.
Üçüncü olarak bu özelliklerin her ikisini de (nedensel bağımlılık ve dışlama) içeren mekanizma
sömürülenlerin emek ürünlerine ve bunlarla ilişkili üretken kaynaklarına el konulmasıdır. Eğer bu üç
özellikten sadece ilk ikisi bulunuyorsa “sömürücü olmayan baskı” söz konusudur. Aynı şekilde “el
koyma” da sömürüyle aynı şey değildir. Bir sömürü ilişkisinin kurulabilmesi için bu üç özelliğin
üçünün de aynı anda bulunması gereklidir (Wright 1997: 10-11). Bu görüşlerden hareketle sosyal
medyada “ücretsiz emek” (free labor) kavramını değerlendiren Hesmondhalgh, kavramın dijital çağda
kültürel üretimde güç ve kontrol hakkında bazı ilginç fikirlerle bağlantılı olduğunu dile getirir. Ancak
“ücretsiz emeğin” sömürü kavramıyla sık sık eşleştirilmesi inandırıcı değildir ve tutarsızdır. Bu
çerçevede sosyal ağlardaki kullanıcıların “emeği” sömürülmemektedir (Hesmondhalgh 2010: 273-
276).
Buna karşın Andrejevic, sömürü kavramını yabancılaşmadan soyutlayarak ele almaktadır.
Youtube örneğinden hareket eden Andrejevic, dijital emeğin ürettiği ürün üzerinde kontrol sahibi
222
olduğunu, ancak bu emeğin ücretsiz (unpaid) ya da bedava (free) olduğu için sömürüldüğü sonucuna
varmaktadır (2009: 414). Fisher da sömürü ve yabancılaşmayı birlikte incelediği çalışmasında
Andrejevic ile benzer bir sonuca varmaktadır. Tartışmayı kitle medyası (geleneksel medya) ile sosyal
medya (yeni medya) düzleminde ele alan Fisher, kitle medyasında sömürü oranının düşük,
yabancılaşma düzeyinin ise yüksek olduğunu; buna karşılık sosyal medyada sömürü oranının yüksek,
yabancılaşma düzeyinin ise düşük olduğu sonucuna varmaktadır. Yazar, sosyal medya tarafından
olanaklı kılınan izleyici emeğinin yüksek sömürü düzeyinin, düşük yabancılaşma düzeyiyle diyalektik
olarak ilişkide olduğunu savunmaktadır (Fisher 2014: 144-145).
Fuchs’un dijital emek teorisinin önemli unsurlarından birisini oluşturan uluslararası dijital iş
bölümü (UİDB) kavramlaştırmasına getirilen bir eleştiri, onun yanlış bir genelleme yaptığı iddiasıdır.
Bu eleştiriyi getirenlere göre emek tartışmalarında iki tür genelleme söz konusudur. İlk tür
genellemede, somut bir araştırma alanından yola çıkılarak, tüm emek biçimlerinin giderek
proleterleştiği şeklinde bir sonuca varılmaktadır. Çağrı merkezlerindeki insanlık dışı koşullar buna bir
örnek olarak verilebilir. Oysa günümüz kapitalizminde her ne kadar emek gücünün sömürüsü, sistemin
varlık nedeni olsa da farklı sektörler arasında, hatta aynı sektör içinde dahi emeğin niteliğine ilişkin
farklılıklar söz konusudur. Bu anlamda boyunduruk altına alma ile görece özerkliğe sahip olma emeği
tanımlayan iki farklı özellik olabilir (Kıyan 2015: 42). İkinci genelleme türü ise, somut bir alana
ilişkin gözlemlerden yola çıkarak, tüm emek biçimlerinin aynı niteliği kazandığı şeklindeki mikro
ölçekteki genellemedir. Bu genelleme türünün diğerinden farkı, belli bir alana ilişkin farklılığı
evrensel bir eğilimmiş gibi gösterme riskini taşımasıdır. Nitekim Fuchs’un UİDB
kavramsallaştırmasında, EİT için gerekli madenleri çıkaran “köle” statüsündeki emek ile Silikon
Vadisi’nde ayrıcalıklı konumda çalışan yazılım geliştiricilerini ve sosyal medya kullanıcılarını
(internet üretketicileri) eşitlemesi ve hepsini dijital emeğin unsurları olarak, bir “kolektif emeğin”
parçası olarak tanımlaması, bu genellemeye örnek olarak gösterilebilir (Kıyan 2015: 42-43). Ayrıca
Fuchs’un dijital emeğin kapsamına, dijital endüstriler için cihazlar üreten montaj fabrikalarının
işçilerini sokması eleştiri konusudur (Casilli 2015: 3944-3945). Bu işçilerin, neden endüstri işçileri
olmadığı yönünde yeterli kanıt sunulamamıştır.
Bu bölümde çalışmamızın ana konusunu oluşturan ve yeni bir emek formu olduğu iddia
edilen dijital emek, onun doğuşuna kaynaklık edilen kapitalizmin dijitalleşmesi bağlamında ele
alınmıştır. Bu çerçevede Fuchs’un “uluslararası dijital iş bölümü” kuramı özel olarak seçilmiş, dijital
emek tartışmaları bu kuram üzerinden yürütülmüştür. Fuchs’un dijital emeği maden işçilerinden
montaj endüstrisi işçilerine, yazılım işçilerinden çağrı merkezi işçilerine, hatta sosyal medya
223
kullanıcılarına kadar birbirinden çok farklı kesimleri bir araya getirmektedir. Bu çerçevede Fuchs,
dijital emeğin kapsamını en geniş ele alan kuramcı olarak değerlendirilebilir.
Daha önce de dile getirdiğimiz gibi Fuchs dijital emek alanındaki çalışmalarda oldukça
üretkendir ve bu anlamda akademik literatüre önemli bir katkı sağlamıştır. Fuchs’un çalışmaları
olumlu ya da olumsuz eleştirilere hedef olmuştur, böylece dijital emek konusunun literatürde
gündemde kalmasını sağlamış, bu alandaki çalışmaların çoğalmasını olumlu yönde etkilemiştir. Ayrıca
Fuchs, geliştirdiği kuramla daha çok Otonomcu Marksist çevre tarafından o güne dek sadece sosyal
medya kullanıcıları tarafından karşılıksız olarak üretilen emeği nitelemek için kullanılan “dijital
emek” kavramının kapsamını genişletmiştir. Fuchs kuramında yeni emek kesimlerini dijital emek
kategorisine dahil etmesi, bu alandaki çalışmalara önemli bir katkı olarak değerlendirilebilir. Fuchs’un
dijital emek kuramının bir başka önemi ise bilişsel kapitalizm evresinde Marx’ın emek değer
kuramının geçersizleştiğini savunan Negri, Hardt, Lazzarato gibi kuramcılarla girdiği polemiktir.
Fuchs, Marx’ın emek değer kuramının dijital emekte de güncelliğini koruduğunu savunmakta,
kuramını bunun üzerinden inşa etmektedir. Ayrıca Fuchs’un bir başka katkısı, enformasyon ve iletişim
teknolojilerindeki ilerlemelerin ve sosyal ağların gerçekliği konusunda Marksist toplum bilimcilerin
dikkatini çekmesi, ekonomi, ideoloji ve kültür kuramları açısından bu alandaki tartışmaları
tetiklemesidir (Kangal 2018: 159).
Buna karşın Fuchs’un geliştirdiği uluslararası dijital iş bölümünde, birbirinden çok farklı
emek kesimlerine yer vermesi sorunlu bir yaklaşımdır. Fuchs’un Smythe’nin izleyici metası
kuramından hareket ederek başta Facebook olmak üzere sosyal medya paylaşım yapan, içerik üreten,
hatta beğenilerde bulunan ve sayısı milyarları bulan kullanıcıları dijital emeğin bir parçası olarak
görmesi isabetli bir yaklaşım değildir. Facebook ve benzeri ticari sosyal medya sitelerinin
çalışmamızda da ortaya koyduğumuz gibi kârı, reklam gelirinden gelmektedir. Fuchs her ne kadar
reklam ödemesi şeklindeki bu işlemin “izleyici metasının” satışı olduğunu savunsa da gerçekte yapılan
bu ödeme, emeğin ürettiği artı değerden yapılmaktadır. Ortada bir değerin olduğu doğrudur, ancak bu
değeri üreten sosyal medya kullanıcıları değil, reklamı yapılan metaları üreten işçilerin emek gücü
üretmektedir. Bu yüzden ticari sosyal medyanın kârı, meta satışından kaynaklanmamakta, finansal
sektörde değerin tahsisinden ve dağıtımından, kısacası finansal ranttan kaynaklanmaktadır. Öte yandan
Fuchs’un internet üretketici emeğinin sömürülmesinin oranını hesaplarken kullandığı formül de
sorunludur
110
. Bu bölümde tartıştığımız gibi sosyal medya sitelerinin kârlarının büyük meblağlara
ulaştığı ve sosyal medya kullanıcılarına (internet üretketicileri) herhangi bir ücret ödenmediği dikkate
110
Sömürü oranı (e) = Artı değer (s) / [sabit çalışanlara ödenen ücret (v1) + kullanıcılara ödenen ücret (v2)]
224
alınırsa, söz konusu formülle sömürü oranının sonsuza yaklaşacağı net biçimde görülebilir. Bu durum
da sosyal medya kullanıcılarını, sömürü ilişkilerine maruz kalan bir dijital emek bileşeni olarak
değerlendirmeyi olanaksız kılmaktadır.
Öte yandan Fuchs’un aşırı bir genellemesinden yola çıkarak UİDB kavramsallaştırmasında,
birbirinden bütünüyle farklı emek kesimlerini dijital emek kapsamında değerlendirmek olanaklı
değildir. Bu çerçevede dijital emek, yalnızca yazılım işçileri
111
olarak ele alınacaktır. Çalışmamızın
son bölümünde Türkiye’de dijital emeğin izi, yazılım işçileri üzerinden sürülecektir.
111
Yazılım emek süreci, her ne kadar endüstriyel üretim sürecinden farklılıklar içerse de sermaye ve işçi sınıfı
arasındaki çatışmanın yaşandığı bir alandır. Bu çerçevede yazılım emek süreci üzerine yapılan bir çalışma, yazılım işçisinin
kontrol altına alınması, denetlenmesi ve disipline edilmesi sürecinin sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu göstermektedir
(Gire, Ruben 2021: 18-41). Endüstriyel üretimde Fordist modelden esnek birikime geçiş sürecinin bir izdüşümü olarak,
2000’li yıllarla birlikte dünyanın birçok ülkesinde yazılım sektöründe geleneksel proje üretim metodolojisi olan
Waterfall’dan, neoliberalizmin “özgürlük” mitini yazılım sektörüne taşıyan Agile metodolojisine geçilmiştir. Agile ile
birlikte yazılım sektöründe hiyerarşilerin değiştiği, Fordizmin “katı” iş bölümünün dağıldığı, bir bakıma yazılım işçisinin
otonomisinin belirdiği ileri sürülmüştür. Ancak araştırmanın ortaya koyduğu gibi emek sürecindeki otonomi sözde kalmış,
sürekli bir hız baskısı ile yazılım işçisi tahakküm altına alınmak istenmiştir. Yazılım işçileri ise bu tahakküm altına alma
girişimine karşı emek sürecini bir mücadele alanına çevirmektedir. Bu çalışmanın da gösterdiği gibi maddi olmayan emek
kuramının emek sürecinin çatışmadan soyutlanmış tasarımından hareketle işçi sınıfı öznesi yok sayan ya da ihmal eden
yaklaşımı, üretim sürecindeki sınıfsal çelişkileri gözden kaçırmaktadır (Gire, Ruben 2021: 37-39).
225
BEŞİNCİ BÖLÜM
BİLİM, TEKNOLOJİ, TÜRKİYE:
TARİHSEL VE GÜNCEL BİR DEĞERLENDİRME
I. Türkiye’de Bilimsel ve Teknolojik Değişim ve Uygulanan Politikalar
Çalışmamızın giriş bölümünde bilim ve teknolojisinin bir toplumdaki mülkiyet ilişkilerinden
bağımsız olmadığını, o toplumda üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın, bunun teknolojisi
üzerinde söz sahibi olduğunu, dolayısıyla bir tarafsızlığın söz konusu olamayacağı görüşünü dile
getirmiştik. Bu bağlamda bir ülkenin bilim ve teknoloji politikaları, üretim ilişkilerinden ve ona bağlı
olarak yasal ve kurumsal yapının yaklaşım ve düzenlemelerinden doğrudan ya da dolaylı olarak
etkilenmektedir. Bu bölümün amacı, Türkiye’nin mevcut teknolojik gelişim seviyesini daha iyi
kavrayabilmek, ama daha da önemlisi, bu konuda geleceğe yönelik bir projeksiyon geliştirebilmek
için, ulusal bilim ve teknoloji politikalarına daha yakından bakmaktır. Ancak Türkiye’de kapitalist
sermaye birikimi geçmişten bugüne farklı evrelerden geçtiği için, bu politikalar dönemsellikler
içermektedir. Bu bölümde Türkiye’deki bilimsel ve teknolojik değişim ve uygulanan politikalar beş
dönem içerisinde incelenecektir. Bu çerçevede ilk olarak Türkiye’nin kapitalist sisteme entegrasyonu
sürecini başlatan Tanzimat’tan Cumhuriyet’in ilanına giden geçiş dönemi, ikinci olarak Cumhuriyet’in
ilanı ve ulusal ekonominin inşa edildiği kurumlaşma dönemi, üçüncü olarak ise ithal ikameci birikim
modeline geçişle birlikte DPT’nin kuruluşuyla başlayan planlı ekonomi dönemi, dördüncü olarak 24
Ocak Kararları ile başlayan neoliberal politikaların etkisiyle ihracata dayalı sanayileşme stratejilerine
geçişi ifade eden ekonomide “liberalleşmeye” geçiş dönemi, son olarak neoliberal politikaların
hegemonyasını ilan ettiği, kapitalizmin küreselleşmesinin bir üst boyuta ulaştığı, dijital kapitalizmin
ortaya çıktığı 2000’li yıllardan bu yana olan dönem bu bölümde analiz edilecektir.
A. Tanzimat’tan Cumhuriyet’in İlanına Giden Geçiş Dönemi (1839-1923)
Türkiye üstyapıları, ordusu ve bir kısım eğitim sistemi ile modern bir devlet şeklini almaya 3
Kasım 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla başlamıştır (Türkcan 2009: 363). O dönemde kendine özgü pre-
kapitalist üretim yapısına ve toplumsal ilişkiler ağına sahip olan Osmanlı İmparatorluğunun16 Ağustos
1838’de Birleşik Krallık’la (İngiltere) birtakım önemli imtiyazların verilmesini içeren Baltalimanı
Antlaşması’nı imzalamasıyla başlayan, sonrasında bir dizi Avrupa ülkesiyle benzer ticaret
anlaşmalarının imzalanmasıyla devam eden kapitalist sisteme entegrasyon süreci, Tanzimat’tan
itibaren hız kazanmıştır. Ancak yeterli sermaye birikiminin olmaması nedeniyle borçlanmada yaşanan
226
ölçüsüz büyüme, ayrıca dış müdahalelerin, Osmanlı devletinin yapısal zaaflarının ve daha önceki
dönemlerde verilen ticari kapitülasyonların yarattığı güçsüzlük, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir yarı-
sömürgeleşme ve çevreleşme sürecine sokmuştur (Kazgan 2006: 18-27). Bu yüzden Osmanlı
İmparatorluğu, Almanya ve Japonya gibi ikinci kuşak endüstrileşen ülkeler arasında yerini almamıştır
(Kepenek 2016: 644). Osmanlı İmparatorluğu’nun neden endüstrileşemediği çok katmanlı bir
konudur, ulusal burjuvazinin yaratılması sürecindeki gecikme, gayri-müslim burjuvazinin tasfiye
edilmesi, bunun sonucunda sermaye birikiminin sağlanamaması, kurumlaşmada, eğitimde ve
teknolojide modern dönemin gerisinde kalınması, vb. gibi bir dizi gerekçe sunulabilir. Bu dönemde
özellikle bilim ve teknoloji alanında Batı Avrupa’nın (ve ABD’nin) çok gerisinde kalınmasına bulunan
çözüm ise Batı’daki gelişmelerin sıkı sıkıya takip edilmesi ve bazı teknolojilerin (matbaa örneğinde
olduğu gibi) satın alınarak gecikmeli de olsa ülkeye getirilmesi olmuştur. Özellikle Osmanlı
İmparatorluğu’nun savaşlarda aldığı ağır yenilgiler nedeniyle, bu dönemde askeri alandaki teknolojik
gelişmelerin yakından izlenmesine ağırlık verilmiştir. 19. yüzyılda ise Tanzimat’la oluşan askeri ve
sivil yönetim için bürokratik bir kadro gereksinimi doğmuş, bu kadroların yetiştirilmesi modern eğitim
kurumlarını gerektirmiş, bu yüzden eğitim alanında kimi önemli yenilikler yapılmıştır. Bu çerçevede
1836’da yabancı dilde eğitim veren Mekteb-i Harbiye ve onu oluşturan eğitim kurumları 1836’da
Maçka Kışlası’nda, 1840’ta Tophane’de açılmış, bazı öğrenciler eğitim için Fransa’ya gönderilmiştir.
Mekteb-i Harbiye’nin müfredatını da dikkate alarak, mühendishanelerle birlikte Türkiye’de ilk
modern üniversite sisteminin temellerinin askeri amaçlarla atıldığını söyleyebiliriz. Nitekim bu süreç
modern tıbbın Türkiye’ye girişi anlamına gelen, ordunun tabip ve cerrah gereksinimini karşılamak için
1827’de İstanbul açılan Tıbhane-i Amire ve bu okul fiziksel anlamda yetersiz kalınca bugünkü
Gülhane Parkı’ndaki küçük bir binada açılan ve ilerleyen dönemde Gülhane Askeri Tıbbiyesi’ne
dönüşecek olan Cerrahhane-i Amire ile devam etmiştir (Dölen 1985: 154; Gök 1999: 4; Türkcan 2009:
364-366). 21 Temmuz 1845’te tüm mektep programlarının ve yönetmeliklerinin düzenlenmesi için
oluşturulan Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin (Maarif Nezareti) İstanbul’da darülfünun açılmasına
yönelik çalışmalar başlatması, ama öncesinde Fransız Bilimler Akademisi örnek alınarak Osmanlı’nın
ilk “imparatorluk bilim ve sanat akademisi”nin (Encümen-i Daniş) oluşturulması, eğitim alanında
atılan diğer önemli adımlardır. Darülfünun’un kurulması yolunda yapılan ve başarısızlıkla sonuçlanan
bir dizi denemeden sonra 19 Ağustos 1900’de İstanbul’da açılan Darülfünun-u Şahane, ilerleyen
yıllarda İstanbul Üniversitesi’ne dönüşecek ve Türkiye’nin ilk modern üniversitesi olacaktır. Öte
yandan 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk özel bilim cemiyetleri
kurulmaya başlanmıştır. 1856’da Sultan Abdülmecid’in izniyle kurulan ve ilerleyen dönemde Türk
Tıp Cemiyeti adını alacak olan Société Imperiale de Medecine de Constantinople (Cemiyet-i Tıbbıye-i
Şahane) Türk tıp bilimi için önemli çalışmalar yapmıştır. 1862’de, bir grup öğrenci ve yeni mezun
227
gençlerin çabalarıyla “tıp eğitiminin Türkçeleştirilmesi, Türk doktorların sayısının artırılması”
amacıyla kurulan gizli bir dernek olan Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye, 1866’da resmileşmiş, sonraki
dönemlerde Türkiye Tıp Encümeni adıyla çalışmalarını Cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür
(Türkcan 2009: 374-377). Bu dönemde kurulan bilim cemiyetleri (dernekleri) ve 19. yüzyılın
sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında kurulan İpek Böcekçiliği Araştırma Enstitüsü, İstanbul Zirai
Deneme İstasyonu, Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü, Kandilli Rasathanesi gibi araştırma
kurumları (Pak, Türkcan, Atamer 1995: 154) Türkiye’de bilimin üretilmesi ve bilimsel politikalarının
oluşturulması sürecine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de bilimin üretilmesi konusunda kısmi adımlar
atılsa da aynı şeyi teknolojinin üretimi için söylemek kolay değildir. Bir önceki bölümde Birinci
Endüstriyel Devrim başlığında ele aldığımız gelişmelerin uzağında kalan, bir bakıma endüstrileşme
sürecini “ıskalayan”, ekonomisi büyük ölçüde tarımsal üretime dayanan Osmanlı İmparatorluğu, 1838
yılında kapitalist sisteme entegre olmanın bedelini, Avrupa endüstri ürünlerinin düşük gümrük
vergileriyle iç pazarına girmesi ve bunun sonucunda geleneksel el zanaatlarının ve sınırlı miktardaki
manüfaktüre dayalı üretiminin tasfiye olmasıyla ödemiştir (Kazgan 2006: 16-19; Çelik 2006: Türkcan
2009: 403). Buna karşın Osmanlı İmparatorluğu çözümü bir bilim ve teknoloji politikası oluşturmak
yerine, daha çok askeri alanlarda yaşanan geri kalmışlığı tersine çevirme umuduyla savunma
endüstrisine yönlendirmiş, ordunun, donanmanın ve sarayının taleplerini karşılayabilmek için
teknoloji transferi yoluyla genellikle İstanbul çevresine bir dizi fabrika kurmuştur. Bu fabrikalar içinde
en önemlileri Zeytinburnu (demir boru, çelik ray, çift pulluğu, bağ ve bahçe aletleri, koşum takımları,
tüfek çakmakları, mızrak başları, top, kılıç, süngü ve çeşitli aletler) ve Bakırköy (iplik bükme atölyesi,
yünlü ve pamuklu dokuma fabrikaları, demir atölyesi ve tersane) endüstri kompleksleri, Feshane,
İplikhane, Beykoz deri ve kundura fabrikası (askeri kunduralar, çizmeler, palaskalar, fişeklikler),
İslimye (Sliven) ve İzmit çuha fabrikaları (çuha ve askeri elbiseler), Hereke ipekli dokuma fabrikası,
İzmir kağıt fabrikası, Çubuklu billur fabrikası, Beşiktaş demir dökümhanesi, Büyükdere kiremit
fabrikası, Bursa ham ipek imalathanesi, Tophane (tüfekler ve tabancalar), Tersane ve Beykoz-İnceköy
porselen fabrikası olduğu söylenebilir. Bu fabrikaları çalıştırmak için gereken vasıflara sahip yerli iş
gücü olmadığı için Avrupa’dan yüksek ücretlerle mühendisler, teknisyenler ve işçiler getirilmiş ve
bunlardan aynı zamanda yerli iş gücünü eğitmeleri istenmiştir. Ancak teknolojiyi üretecek ve
geliştirecek olan girişimci, mucit ve sermayenin bulunmaması, Türkiye’nin Batılılaşma sürecine
kendisinden daha geç başlayan Japonya’nın bile gerisinde kalmasına yol açmıştır (Türkcan 2009: 404-
405). Sonuç olarak Cumhuriyet’in ilanına kadar olan süreçte, kısmi çabalar bulunsa da belirli bir
stratejiye dayanan bir bilim ve teknoloji politikası uygulanmamıştır.
228
B. Cumhuriyet’in İlanı ve Ulusal Ekonominin İnşa Edildiği Dönem (1923-1960)
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleşmiş ekonomisinin tasfiyesi, Türk ulusunun ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devletinin inşası, gerçekten de zorlu koşullar altında, küresel kapitalist
sistemin iki dünya savaşı ve bir büyük ekonomik buhran yaşadığı 1914-1945 yılları arasındaki
dönemde gerçekleşmiştir. Küresel mal ve sermaye hareketlerinin en aza indiği bu dönemde, serbest
piyasa ekonomisine olan güven iyice azalmış, ülkeler ithal ikameci (içe dönük) ekonomi politikaları
izlemek zorunda kalmıştır (Kazgan 2006: 41-42). Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi tam da böylesi
koşullarda toplanmış ve yeni Türkiye’nin ilk iktisat programını hazırlamıştır. Çiftçi, tüccar, sanayici
ve işçi kesimlerinin binin üzerindeki temsilcilerinin ve ülke yöneticilerinin katılımıyla toplanan
kongrede, ekonomik bağımsızlık ve çağı yakalama vurgusu öne çıksa da daha çok II. Meşrutiyet
dönemindeki “milli iktisat” anlayışının liberal bir boyutta yeniden hayata geçirilmesi kararının çıktığı
söylenebilir. Bu amacı gerçekleştirmek için siyasi bir altyapı, ekonomik bağımsızlık ve bir egemenlik
gerekliliğinin bilincine kongrede varılmıştır. Her sektörde güçlü bir yenilenme isteğinin de bulunması
ise bilim ve teknoloji ile gelişme özleminin bir yansıması olarak değerlendirilebilir (Türkcan 2009:
427; Kepenek 2016: 645).
Oldukça kapsamlı ve çok boyutlu olan, Türkiye’yi toplumsal, ekonomik, politik, kültürel, vb.
açıdan dönüşüme uğratan bu dönemi bilim ve teknoloji politikaları açısından ele alırsak iki gelişmenin
altını çizmemiz gerekmektedir. Bunlardan ilki bilimsel bilginin yol göstericiliğinin benimsenmeye
başlanmasıdır. Tüm kamu yönetiminin işleyişinde, özellikle de eğitimde izlenen temel politikalarda
(alfabe değişikliği, okuma yazma seferberliği) bilimsellik öne çıkartılmaya başlanmıştır. Nitekim
Halkevlerin kurulmasıyla sanatın toplumsallaştırılması, orta öğretime, mesleki ve teknik eğitime önem
verilmesi, Köy Enstitüleri ile nüfusun ezici bir bölümünü oluşturan kırsal kesimde temel eğitimin
yaygınlaştırılmak istenmesi büyük ölçüde bu kapsamda değerlendirilebilir. Daha önce bahsettiğimiz
Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi adıyla yeniden yapılandırılması, Ankara’da kurulan, daha
sonrasında Ankara Üniversitesi’ni oluşturacak olan hukuk, dil, tarih ve coğrafya ile ziraat konulu
eğitim birimlerinin kurulması, Nazi Almanya’sından kaçan bilim insanlarının Türkiye’ye çağrılıp ders
vermelerinin sağlanması bu dönemde bilime verilen önemi gösterir niteliktedir (Kepenek 2016: 645-
646).
Bilim ve teknoloji politikaları açısından Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan ikinci önemli
gelişme ekonomi alanındadır. Ekonomik bağımsızlık yolundaki en büyük engellerden biri olan
229
kapitülasyonlar, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra imzalanan Lozan
Antlaşması’yla, zorlu geçen müzakereler sonucunda kaldırılmış, ancak Türkiye 1929’a kadar gümrük
vergilerini artırma yetkisine sahip olamamış, sadece savaş içinde İttihat ve Terakki hükümetinin lüks
mallardan aldığı gümrük vergilerini koruyabilmiştir. Gümrük vergileri ile ilgili bu hüküm, Türkiye’nin
endüstride korumacılık ve devletçilik ilkesini hayata geçirmesini otomatik olarak 1930’lara
ertelemiştir. Ancak bu tarihten sonra, Türkiye dış ticaret rejimini, kendi başına ayarlayabilme yetkisini
ele geçirebilmiştir. Yeterli sermaye birikiminin bulunmadığı, kalkınma gereksiniminin yakıcı bir hal
aldığı, 85,6 milyon lirası yeni yönetime yüklenen 129,4 milyon liralık Osmanlı borçlarının ödenmesi
gerektiği, üstelik küresel yıkıma yol açan 1929 Büyük Ekonomik Krizi’nin etkilerinin derinden
hissedildiği bir ortamda bu ekonomi politikaları büyük önem kazanmıştır (Kazgan 2006: 45; Türkcan
2009: 427). Öte yandan İttihat ve Terakki iktidarı döneminde başlayan ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında
devam ettirilen “milli burjuva” yaratma politikalarının henüz istenen düzeye ulaşmaması, sanayileşme
ya da tarımı geliştirmeye yönelik yatırımlar yapan, beklenen kalkınma hamlesini gerçekleştirecek bir
burjuvazinin ortaya çıkmamasına yol açmıştır. Bu gelişmelere ek olarak 1929’da New York
Borsası’nın çöküşüyle patlak veren Büyük Ekonomik Krizle tarımsal ürün fiyatlarının dibe inmesi,
dolayısıyla en önemli ihracat kalemi tarımsal ürünler olan Türkiye’nin ihracat gelirlerinin adeta
çökmesine yol açmış, “1929 sonrası gümrük vergileri geri gelecek” korkusuyla büyük ithal malları
stoku yapan ticaret burjuvazisinin önemli bir bölümünün fiyatların çöküşüyle iflas etmesi ise
ekonomide devletçiliği resmi politika haline getirmiştir (Kazgan 2006: 56-57).
1930’larla birlikte Türkiye devletçi sanayileşme modelini yürürlüğe koymuştur. Bu
çerçevede endüstri işletmelerinin kurulması, bir kamu girişimi olarak planlı ve programlı yaklaşımla,
bilimsel bilginin ışığında, dönemin önde gelen yerli ve yabancı uzmanların katkılarıyla
gerçekleştirilmiştir. Siyasilerin ve uzmanların yurt içinde ve yurt dışında yaptığı inceleme gezileri
sonucunda hazırlanan ve 8 Ocak 1934’te kamuoyuna duyurulan Birinci Sanayi Planı, bu yöndeki
çalışmaların eksenini belirlemiştir. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, yerel ya da bölgesel tarımsal
üretime ve doğal kaynaklara dayalı sanayi üretim birimlerinin kurulmasını, tüketim mallarında yerli
üretime öncelik verilmesini, sanayi kuruluşlarının hammadde ve iş gücü kaynaklarına yakın bölgelerde
kurulması gibi üç temel amacı içermektedir (Çelik 2006: 235). Planın “Umumi Kısmı”nda ise ana
sanayi, mensucat sanayii (pamuk, kendir, yün), maden sanayisi (demir, sömikok kömürü, kömür
müştekatı, bakır, kükürt), selüloz sanayisi (selüloz, kağıt ve karton, suni ipek), seramik sanayisi (şişe,
cam ve porselen) ve kimya sanayisi (zac yağı, klor, sudkostik, süperfosfat) olmak üzere beş büyük
grupta toplanmıştır (Türkcan 2009: 435). Bu plan kapsamında ekonomik anlamda kritik öneme sahip
kamu işletmeleri olan mensucat sanayiinde Sümerbank’ın (1933) ve maden sanayisinde MTA (Maden
230
Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü) ve Etibank’ın (1935) kurulması öne çıkmaktadır. Sümerbank’a
aynı zamanda planın uygulanması sorumluluğu verilmiştir. Söz konusu sanayi işletmelerinin kuruluşu
sırasında ekonomik ve teknolojik açılardan fizibilite çalışmalarının yapılmış olması, hammadde
kaynaklarına yakınlık ve coğrafi bölgelere dengeli dağılım olacak şekilde yer seçiminin
gerçekleştirilmesi, nitelikli iş gücü, hammadde ve ara malı gereksinimlerinin nasıl karşılanacağı
konusunda yapılan hazırlıkların bilimsel çalışmalara dayandırılmaya çalışılması dikkat çekicidir.
Ayrıca bu tesislerde kullanılacak makinelerin hangi kriterlere göre seçileceğinin belirlenmesi, belirli
bir teknoloji transferi politikasının varlığını gösterir niteliktedir (Kepenek 2016: 647). Son olarak
teknik iş gücünün karşılanması konusuna Birinci Sanayi Planında yer verilmiş, bu çerçevede mesleki
ve teknik öğretim için yatırım bütçesinden pay ayrılmıştır. Sümerbank bünyesinde kurulacak pamuklu
mensucat fabrikalarının 12-15 bin kadar işçi, teknisyen, kalifiye işçi ve yüksek mühendis gerektireceği
hesaplanmış ve ilk aşamada Sovyetler Birliği’ne bu konuda eğitim alması için 50 öğrenci gönderilmiş,
sonrasında Avrupa’ya ilk partide 50, sonraki her yıl 30 olmak üzere öğrenci gönderilmesi
planlanmıştır. Tüm bu gelişmeler Milli Eğitim Bakanlığı’nın usta ve teknisyen yetiştirmek için sanat
okulları ve kurslar açmasını da gündeme getirmiş; ayrıca iktisadi ve ticari öğretiminin
yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda Birinci Sanayi Planı’nın, teknik orta öğretim talebini
artıran bir mekanizma olduğunu söyleyebiliriz (Türkcan 2009: 436-437).
İkinci Sanayi Planı’nın hazırlıkları ise 1935’te başlamış, bu hazırlıklar çerçevesinde 20-24
Ocak 1936’da Ankara’da uzman raporlarının görüşüldüğü İkinci Sanayi Kongresi toplanmıştır.
Kongreye sunulan raporlar ve yapılan tartışmalardan hareketle hazırlanan İkinci Beş Yıllık Sanayi
Planı Projesi, Kasım 1936’da İktisat Bakanlığı tarafından Başbakanlığa sunulmuştur. Ağırlıklı olarak
tüketim malları sanayisinin geliştirilmesini amaçlayan bir yapıda olan ikinci plan, ilkine göre daha
ayrıntılı mühendislik, maliyet ve piyasa araştırmaları içerse de temel vurgu yine ekonomik bağımsızlık
ve sanayi yoluyla kalkınma olmuştur. İkinci planın uygulanması sorumluluğu ise Etibank’a verilmiştir.
Büyük şehirlerde 6 adet un ve ekmek fabrikasının, Ayvalık’ta bir zeytinyağı rafinerisinin, Trabzon’da
bir et kombinasının, değişik kentlerde 30 adet yaş, kuru ve konserve meyve sebze tesisinin, sahil
kentlerinde ve göllerde 16 adet balık işleme tesisinin kurulması planda öngörülmüştür. Ancak
yaklaşan İkinci Dünya Savaşı’nın savunma harcamalarını artırması, ayrıca planın maliyetlerinin
beklenenin çok daha üzerinde gerçekleşmesi, 13 Mart 1939 tarihli kararname ile plan kapsamındaki
birçok projenin yürürlükten kaldırılmasına ya da ertelenmesine yol açmıştır (Sezen 1999: 157;
Türkcan 2009: 438). İkinci Dünya Savaşı yıllarında kaynakların idareli kullanılması adına, yeni
yatırımlara girişilmekten çok, mevcut olanların korunup işlenmesi politikası uygulanmıştır. Bu
çerçevede elde kalan projeler kaynak bulundukça sürdürülmeye çalışılmıştır (Sönmez 1999: 7)
231
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemi belirleyen en önemli iki gelişme Türkiye’nin 1950
yılında Demokrat Parti’nin kazandığı seçimle çok partili rejime geçmesi ve uluslararası planda ABD –
Sovyetler Birliği ekseninde gerçekleşen kapitalizm – komünizm ayrışmasında safını ABD’den yana
kullanmasıdır. Bu iki gelişmenin sonucunda 1950’lerden itibaren Türkiye devletçi sanayileşme
politikalarını terk edip, liberal iktisadi politikaları benimsemeye başlamıştır. Nitekim konuya kalkınma
planları açısından bakarsak, planı hazırlayan ekibin başkanı Kemal Süleyman Vaner olduğu için
“Vaner Planı” olarak da adlandırılan, ulaşım ve enerji sektörlerini de kapsayan ilk genel plan olma
niteliğini de taşıyan 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı’nın ömrü uzun olmamıştır. Türkiye’de
incelemeler yapan M. W. Thornburg başkanlığındaki Amerikan uzmanlar heyetinin plana eleştiriler
getirmesi, sonrasında Türkiye’nin ilerleyen dönemde, Marshall yardımları çerçevesinde planın
finansmanı için ABD’den istenen 615 milyon dolarlık kredi talebinin, ABD İktisadi İşbirliği İdaresi
tarafından planın içeriği gerekçe gösterilerek büyük ölçüde reddedilmesi sonucunda, Vaner Planı terk
edilmiştir (Türkcan 2009: 462). Ayrıca Demokrat Parti’nin iktisadi liberalizm anlayışı çerçevesinde
1950’de ithalat yüzde 60-65 oranında serbestleştirilmiş, fiyat kontrolleri kaldırılmış, banka kredi
faizleri düşürülerek, özel sektör daha fazla kredi kullanmaya teşvik edilmiştir. DP iktidarının öne
çıkan yanlarından birisi de yoğun altyapı çalışmalarına girişmesi olmuştur. 1950’li yıllardan itibaren
ulaşım, haberleşme ve bayındırlık yatırımlarına yönelik devlet harcamaları artırılmış, teknoloji
transferi içeren yatırımları özel sektörün, dolayısıyla sermayenin üstlenmesine yönelik teşvik
politikaları uygulanmıştır (Çelik 2006: 238).
C. DPT’nin Kuruluşu ve Planlı Ekonomi Dönemi (1960-1980)
Türkiye’de teknoloji politikaları, planlı ekonomiye geçiş ile daha kurumsal kimlik
kazanmaya başlamıştır. Planlı ekonomiye geçişin arka planında ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında
sermaye birikim sürecinin dünya genelindeki temel dinamiği olarak uluslararasılaşmış üretici
sermayenin öne çıkması, bunun sonucunda az gelişmiş ülkelerde ithal ikameci (içe dönük) birikim
modelinin kurumsallaşması bulunmaktadır. Nitekim Türkiye’de 1954 yılından sonra, özellikle dış
ticarete getirilen sınırlamalarla, içe dönük / ithal ikameci birikim süreci fiili olarak başlamış, kambiyo
kriziyle birlikte korumacı politikaların kurumsallaştırılmasına yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. 27
Mayıs 1960’ta yapılan askeri darbe sonrasında Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluşuyla o
tarihe dek fiili olarak uygulanan ithal ikameci birikim modeli resmen uygulanmaya başlanmıştır
(Türkay 2003: 22-23; Akçay 2007: 51-52). Türkiye ekonomisinde yeni bir dönemin başlangıcı olan ve
iktisadi planlamayı içerdiği için planlı ekonomi olarak da adlandırılan bu dönemde kamu yatırımları
232
için “zorunlu hedefler”, özel sektör yatırımları içinse “yol gösterici” hedefler getiren kalkınma planları
hazırlanmıştır. Bu planlara göre kamu kesimi kendisine “zorunlu” olarak gösterilen hedefleri
gerçekleştirecek, özel sektör kendisi için konulan hedefleri gerçekleştirmek içen mali teşvikler ve
koruma politikasını düzenlemeleriyle özendirilecekti. Bu planların hazırlanma sürecinde ve
uygulanmasının takibinde önemli bir rol üstlenen anayasal bir kurum olarak örgütlenen DPT, özel
yatırımların bu teşvikleri alıp alamayacağı konusunda ise karar mercii haline gelmiştir (Kazgan 2006:
95-96; Çelik 2006: 238). Bu planlar ise benimsenen sermaye birikim modelinin gerekleri çerçevesinde
şekillendirilmiştir. İthal ikameci birikim modeli iç pazarın olanaklarına dayandığı için satın alma
gücüyle desteklenmiş bir talebin, birikimin gerekleri uyarınca desteklenmesi amaçlanmıştır. Özellikle
1961 Anayasası ile kurumsallaşan “sosyal devlet” anlayışı ve sendikaların varlığına dayanan toplu
pazarlık sisteminin kabul edilmesi aracılığı ile bu gereklilik sağlanmaya çalışılmıştır (Akçay 2007:
52). Türkiye’nin teknoloji politikası da bu dönemde ithal ikameci birikim modelinin gereklerine göre
şekillendirilmiştir.
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın Meclis’te kabulüyle Türkiye planlı döneme resmen
girmiştir. İthal ikameci birikim modelinin benimsenmesiyle karakterize olan bu dönem, 1980 yılında
ilan edilen 24 Ocak Kararları’na kadar sürmüştür. İthal ikameci (içe dönük) birikim modelinin terk
edilip ihracata dayalı (dışa dönük) birikim modeline geçişin ilan edildiği, IMF ve Dünya Bankası gibi
uluslararası sermaye kuruluşlarının yönlendirmesiyle bütünüyle piyasacı bakış açısıyla formüle edilen
24 Ocak kararları, planlı ekonomi döneminin sonu olmuştur. Bu kararların alınmasının arka planında
ise 1980’lerin başında ABD ve İngiltere’de Reagan ve Thatcher’ın iktidara gelmesiyle güç kazanan
neoliberalizmin öncülüğünde IMF ve Dünya Bankası’nın borç ödeyemez duruma düşen gelişmekte
olan ülkelere yönelik ihracata yönelik birikim modelini geliştirmesi ve bunu bu ülkelere kredi
vermenin bir ön koşulu olarak sunarak dayatması yatmaktadır (Kazgan 2006: 119).
Planlı ekonomi döneminde, DPT tarafından Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967),
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972) ve Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977)
hazırlanmış ve TBMM tarafından kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Yine DPT tarafından, ithal
ikameci birikim modelinin krize girdiği dönemde, 1977 yılında hazırlıklarına başlanan Dördüncü Beş
Yıllık Kalkınma Planı ise başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere uluslararası sermaye kuruluşları
tarafından eleştirilmiş, dönemin muhalefet partileri tarafından engellenmiş ve üzerinde yapılan kimi
değişikliklerle yürürlüğe giriş tarihi 1979 olarak belirlenmiştir (Akçay 2007: 141-150). Planlı dönemin
son ürünü olan bu plan, 24 Ocak 1980 kararlarının ardından kadük kalmış, 12 Eylül 1980 askeri
darbesinin ardından ise tümden yürürlükten kaldırılmıştır (Türkcan 2009: 641; Kepenek 2016: 663).
233
D. 24 Ocak Kararları ve Ekonomide “Liberalleşme”ye Geçiş (1980-2000)
24 Ocak Kararları ve hemen ardından gelen 12 Eylül askeri darbesi Türkiye’de sermayenin
gereksinimleri çerçevesinde gerçekleşen büyük dönüşümün, yeniden yapılandırmanın çıkış noktasını
oluşturmaktadır. Üçüncü bölümde bahsettiğimiz gibi neoliberal politikaların küresel kapitalist
sistemde güç kazanmasının ardından, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası sermaye
kuruluşları tarafından dayatılan ihracata dayalı (dışa dönük) birikim modeli, korumacılığın terkini,
doğrudan yabancı sermaye akımları üzerinde kısıtlamaların kaldırılmasını ve dış ticaretin
serbestleştirilmesini içermektedir. Bu model büyük oranda ihracat teşviklerinin olanak sağladığı
rantlara ve emeğin ücret maliyetlerinin fiziksel baskıyı da içeren (12 Eylül askeri yönetiminin işçi
hareketine yönelik baskıcı ve yasakçı uygulamaları bu bağlamdadır) uygulamalarla düşürülmesinden
kaynaklanan iktisadi artık yoluyla sermaye birikiminin gerçekleştirilmesine dayanmaktadır (Yeldan
2001: 54-55). Türkiye’nin 1970’lerde yaşanan ekonomik kriz nedeniyle borcunu ödeyemeyecek
duruma gelmesi, bu krizin atlatılması için her ne pahasına olursa olsun döviz kazanma politikalarının
devreye sokulmasına yol açmıştır (Kazgan 2006: 121). Öte yandan bir önceki dönem olan ithal
ikameci dönemde birikim mekanizmalarını beş yıllık kalkınma planları ve KİT sistemi ile denetleyen
devlet, ihracata yönelik birikim döneminde bu işlevini teşvik sistemi ve ücretlerin bastırılmasına
dayalı klasik iktisadi artık yaratımı mekanizmalarıyla gerçekleştirmiştir (Yeldan 2001: 55).
Ancak yine de 1980 sonrasındaki bu dönemde beş yıllık kalkınma planları uygulaması terk
edilmemiştir. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nıyla (1985-1989) birlikte ekonomik liberalleşme ve
küresel pazarlarda rekabet gücü kazanma hedefleri çerçevesinde ulusal bilim ve teknoloji
politikalarının olgunlaştırılması süreci hızlandırılmış, özellikle araştırma insan kaynağı ve araştırmaya
ayrılan kaynakların artış hedefleri ortaya konulmuştur. 1983’te tamamlanan “Türk Bilim Politikası
1983-2003” çalışması ise ulusal bilim ve teknoloji politikasının ilk taslağı olarak değerlendirilebilir.
1989’da ilerleyen dönemde ulusal bilim ve teknoloji politikaları üzerinde söz sahibi olacak Bilim ve
Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) ilk toplantısını gerçekleştirmesi; TÜBİTAK ile ilgili yapılan
hukuki ve idari düzenlemeler; kitle haberleşme kaynakları ile bağlantılanan araştırma ve geliştirme
altyapısının kurulması hedefini içeren Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın (1990-1994) uygulamaya
sokulması, 1993 yılında gerçekleştirilen 2. BTYK toplantısında “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası
1993-2003”ün kabul edilmesi; bilgi ve teknolojinin uluslararasılaşması hedefine de yer veren da
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın (1996-2000) yürürlüğe girmesi; Ulusal Yenilik Sistemi (UYS)
kurulması hedefini gündemine alan 3. BTYK’nın 1997’de toplanması; aynı yönde çalışmaları
234
derinleştiren 4. BTYK’nın toplantısının 1998 yılında gerçekleştirmesi; Türkiye için kritik
teknolojilerin belirleyen 5. BTYK’nın 1999 yılında toplanması bu dönemdeki önemli gelişmeler
arasında yer almaktadır (Ulutaş Aydoğan vd. 2006: 669-673).
E. 2000’li Yıllardan Günümüze
Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikasında değişim yaşatan bir diğer önemli dönüm
noktası 2001 yılında yaşanan ve ekonomik, politik, toplumsal sonuçları oldukça yıkıcı olan krizdir.
Türkiye’nin politik haritasını bütünüyle değiştiren krizi izleyen dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi
(AKP) kurulmuş, 2002 yılındaki genel seçimleri kazanarak uzunca yıllar sürecek iktidarını
başlatmıştır. İlerleyen dönemde Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş ile iktidarını daha da
sağlamlaştıran Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP, büyük oranda Türkiye’nin ulusal ve bilim
teknolojilerini tek başına şekillendirmiştir. AKP’nin 2000’li yıllardaki yükselişinin arkasında, partinin
“cemaatçi-muhafazakar” refah rejiminin, bu dönemde tüm dünyada hegemonyasını ilan eden
neoliberalizmin muhafazakarlaşma eğilimiyle (devletin sosyal alandan tamamen çekilerek buradaki
işlevlerini aile, akrabalık ve cemaat ilişkilerine yüklemesi) örtüşecek bir çizgide olmasının büyük bir
payı vardır (Bakın 2005: 121-122). Bu bağlamda 2001 sonrası dönem Türkiye’nin neoliberal
politikaları en dolaysız biçimde benimsediği ve uyguladığı bir dönem olarak nitelendirilebilir. 2000’li
yıllarda iyiden iyiye açığa çıkan Türkiye burjuvazisi içindeki “savaş” bu gelişmeler ekseninde
yorumlanmalıdır. 1960’lı yıllardan itibaren tekelci sermaye statüsüne yükselen, TÜSİAD gibi sermaye
kuruluşlarında örgütlenen, İstanbul, İzmir, Adana gibi büyük endüstri ve ticaret merkezlerinde yerleşik
hakim burjuva kesiminin karşısına, Anadolu’nun küçük kentlerinde KOBİ olarak doğmuş, ancak
1990’lı yıllardan itibaren büyük holdinglerden oluşan, endüstrinin, hizmetlerin, iç ve dış ticaretin,
bazen de finansın çeşitli dallarına yayılmış bir biçimde faaliyet gösteren muhafazakarlığı benimsemiş
İslamcı büyük burjuvazi çıkmıştır (Savran 2014: 54-55). Burjuvazinin bu iki kesimi arasındaki
mücadele de 2000’li yıllarda hız kazanmış, Türkiye’de kapitalist sermaye birikim sürecinin seyrini
derinden etkilemiştir. Neoliberal politikaların uygulanmasının hız kazanmasıyla birlikte 2000’li
yıllarla başlayan dönemde Türkiye dünya ekonomisi içinde büyük boyutlu yabancı sermaye girişleri,
büyük miktarlara ulaşan ve sürekli artış gösteren ve dış borç stokunda hızlı yükselme öğelerinden
oluşan bir konuma yükselmiştir (Boratav 2009: 11).
Öte yandan “güçlü hükümet” söylemi altında, önemli bir toplumsal muhalefet “engeliyle”
karşı karşıya kalmayan AKP, 2000’li yıllarda neoliberal projenin yürütücülüğü görevini üstlenmiş,
ulusal kaynakları ve ülkenin ekonomik geleceğini doğrudan yabancı sermayenin ve dizginlenmemiş
235
piyasanın ellerine bırakmıştır (Yeldan 2009: 130). Şekil 5.1’de de görülebileceği gibi 1980-2002
döneminin bütününde sadece 15 milyar ABD doları seviyesinde olan Türkiye’deki toplam yabancı
sermaye girişlerinin (yatırımlarının), 2003-2020 döneminde 225 milyar ABD doları seviyelerine
yükselmesi (Türkiye Cumhuriyeti Yatırım Ofisi), bu dönemde Türkiye kapitalizminin küresel
kapitalist sisteme eklemlenme derecesini göstermektedir. Türkiye’nin bu dönemde Avrupa Birliği’ne
tam üyelik sürecine girmesi ve uyum politikaları çerçevesinde attığı adımların da önemli etkileri
olmuştur. Dördüncü bölümde ele aldığımız küresel düzeyde enformasyon ve iletişim teknolojilerinde
yaşanan devrim niteliğindeki ilerlemeler, dördüncü endüstriyel devrimi hazırlayan koşullar, dijital
kapitalizmin ortaya çıkması Türkiye’yi de bu sürece uyum sağlamaya itmiş, ulusal bilim ve teknoloji
politikalarının bu eksende düzenlenmesine itmiştir. Bu dönemdeki Türkiye’nin bilim ve teknoloji
politikası bir sonraki bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
Şekil 5.1: Türkiye’ye Doğrudan Yabancı Sermaye Girişi (Kümülatif / ABD doları)
Kaynak: T.C. Merkez Bankası’ndan aktaran T.C. Yatırım Ofisi, Türkiye’de Uluslararası
Doğrudan Yatırım, https://bit.ly/3QGlnF2 (Erişim Tarihi: 23 Mayıs 2022).
II. Türkiye’nin Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikası ve Aktörleri
Bu bölümde Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikalarına yer verilecektir. Bu
çerçevede planlı ekonomi dönemine geçiş ile bilim ve teknoloji politikalarının oluşturulduğu temel
15
225
0
50
100
150
200
250
1980-2002 (23 yıl) 2003-2020 (18 yıl)
236
resmi metin olan Kalkınma Planları
112
ele alınacak, bu planlarda ne gibi bir politikalara yer verildiği
incelenecektir. Ancak kalkınma planlarını ele almadan önce, bu planların ve politikaların
oluşturulmasında söz sahibi olan kurum ve mekanizmalar dönemsel olarak ele alınacaktır.
A. Türkiye’nin Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikasın Aktörleri
1. TÜBİTAK
Türkiye’nin bilim ve teknoloji politikasının en önemli aktörlerinden birisi olan Türkiye
Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), 24 Temmuz 1963’te kurulmuştur.
TÜBİTAK’ın kuruluşu, Türkiye’de kuramsallaşmış bilim politikasının başlangıcını simgelemektedir
(Pak, Türkcan, Atamer 1995: 158). Kuruluşundan bugüne dek Türkiye kapitalizminin gelişimine
paralel olarak amaç ve hedeflerinde bazı değişiklikler yaşayan TÜBİTAK, günümüzde Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığının bünyesinde olsa da özel hukuk hükümlerine bağlı bir kurum olarak varlığını
sürdürmektedir. Ankara merkezli kurum, temel olarak Türkiye’de bilim ve teknolojiyi teşvik etme,
yönlendirme ve popülerleştirmeyi amaçlamaktadır.
TÜBİTAK planlı ekonomi döneminin ürünü olan bir kurumdur. Nitekim TÜBİTAK’ın
kurulması konusu ilk olarak Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (BYKP) “araştırma ile ilgili
mesele ve tebdirler” başlığı altında yer almıştır. Bu başlığın altındaki “araştırmanın teşkilatlanması”
alt başlığının içeriğinde bulunan “Tabii bilimlerde temel ve uygulamalı araştırmaları
teşkilâtlandırmak, bunlar arasında işbirliğini saklamak ve araştırma yapmayı teşvik etmek üzere bir
Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurulu kurulacaktır. Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurulu
araştırmaların plân hedeflerini gerçekleştirecek alanlara yönelmesinde ve buna göre öncelik
almasında yardımcı olacaktır” (DPT 1963: 467) ifadeleri ile Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma
Kurumunun (TÜBİTAK) kurulması hedefi net biçimde ortaya konulmuştur. Bu bağlamda söz konusu
dönemde yeni kurulmuş olan Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki bir grup akademisyenin başlattığı
girişim, TBMM’de kabul edilen bir kanunla sonuçlanmış ve 1963 yılında TÜBİTAK kurulmuştur.
TÜBİTAK, 17 Temmuz 1963’te TBMM’de kabul edilip 24 Temmuz 1963’te 11462 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanan 278 sayılı kanunla kurulmuştur. Türkiye’de modern bilim ve
112
Planlı ekonomiye geçişle birlikte, 1963 yılından günümüze toplam 11 kalkınma planı hazırlanmıştır. 1963-
2007 tarihleri arasındaki ilk 9 kalkınma planını DPT hazırlamış ya da koordine etmiştir. Onuncu planı, DPT’nin kapatılıp
yeniden organize edilmesiyle kurulan Kalkınma Bakanlığı; on birinci planı ise Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle
birlikte oluşturulan Strateji ve Bütçe Başkanlığı hazırlamıştır. Genel olarak 5 yıllık planı kapsayan bu belgelere, ilk sekiz
planda “Beş Yıllık Kalkınma Planı”, dokuzuncu plandan itibaren ise “Kalkınma Planı” adı verilmiştir.
237
teknolojinin özgün bir kurumlaşmasının başlangıcı olarak kabul edilen TÜBİTAK, kurucu kanununda
kuruluşundan sonra yapılan çok sayıda değişikliğe karşın esas amacını ve temel mekanizmalarını
koruyarak, ülkedeki seçkin bilim ve teknoloji kurumları arasında yer almayı sürdürmüştür (Türkcan
2009: 526). 278 sayılı Kanunun birinci maddesinde TÜBİTAK’ın kuruluş amacı açıkça belirtilmiştir.
Buna göre TÜBİTAK, “Türkiye’de müspet bilimler alanında temel ve uygulamalı araştırmaları
geliştirmek, teşvik etmek, düzenlemek ve koordine etmek” amacıyla kurulmuştur (Türkiye Bilimsel ve
Teknik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında 278 sayılı Kanun 1963).
TÜBİTAK’ın kuruluş amacında, Türkiye’nin kapitalist gelişimine paralel olarak zaman
içinde çeşitli değişiklikler yaşanmıştır. 1963’te ilk kuruluşu sırasında amacı saf bilim anlayışıyla,
pozitif bilimlerde temel ve uygulamalı araştırmalar yapılması olan TÜBİTAK, uzunca yıllar bu
çerçevede faaliyetini sürdürmüştür. Ancak TÜBİTAK’ı kuran 278 sayılı kanun, yaklaşık çeyrek yüzyıl
sonra, Turgut Özal hükümeti zamanında 21.10.1987 tarih ve 294 sayılı KHK ile değiştirilmiştir. Bu
değişiklikle TÜBİTAK’ın amacı, “Türkiye’de müspet bilimler ve kalkınma planları doğrultusunda
araştırma ve geliştirme yapmak, yapılmasını sağlamak, koordine etmek, bu alanlarda mevcut olan
bilgilere erişmek ve erişilmesini sağlamak...” olarak değiştirilmiştir. Diğer bir ifadeyle, ilk haliyle
“temel bilimlerde araştırma yapmak” şeklinde yorumlanabilecek maddeye ek olarak endüstri
geliştirmesini “kalkınma planları doğrultusunda yapmak ve yapılmasını sağlamak” amacı eklenmiştir.
Planlı kalkınma kavramı ithal ikameci birikim modelinin terk edilip, neoliberalizmin güç
kazanmasıyla 1980’lerde önemini yitirse de kanun maddesinde bu kavrama yer verilmesini “toplumun
ihtiyaçları doğrultusunda” şeklinde yorumlamak olanaklıdır. Bu durum ulusal bir bilim ve teknoloji
politikasını gerekli kılmaktadır. Nitekim diğer maddelerdeki değişiklikler de artık sanayi Ar-Ge’sine
ağırlık verildiğini göstermektedir. Bu değişikliğin getirdiği ana farklılığın TÜBİTAK faaliyetlerinin
rekabete açılması olduğu da söylenebilir (Pak, Türkcan, Atamer 1995: 158; Türkcan 2009: 541; Erat
ve Arap 2016: 179-185; Arap ve Erat 2017: 331).
TÜBİTAK’ın amaçlarındaki ikinci değişiklik, 1993 yılında 498 sayılı KHK ile
gerçekleştirilmiştir. Buna göre TÜBİTAK’ın amaçları arasında yer alan araştırmaların “müspet
bilimler ve kalkınma planları doğrultusunda…” yapılacağı ifadesi “müspet bilimlerde araştırma ve
geliştirme faaliyetlerini ülke kalkınmasındaki önceliklere göre geliştirmek…” şeklinde değiştirilmiştir.
Böylece ilk kuruluştaki “bilim için araştırma” yaklaşımından biraz uzaklaşılmış ve “kalkınma için
bilim” anlayışına yaklaşılmıştır. TÜBİTAK’ın görev maddelerinde yapılan, “… ülkenin bilimsel ve
teknolojik rekabet gücünü arttırmak…” ve “… bilimsel araştırmaların teknolojik yeniliklere süratle
dönüşebilmesi için yöntemler geliştirmek…” şeklindeki değişikliklerle de 1990’lı yıllardan itibaren
238
güç kazanmaya başlayan neoliberal küreselleşme söylemine uygun biçimde “rekabet için bilim”
anlayışına yer verilmiştir (Arap ve Erat 2017: 331-332).
2005 yılında 278 sayılı Kanunda değişikliğe gidilmiş ve 29.6.2005 tarihli 5376 sayılı
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun ile kurumun adı “Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu” olarak
değiştirilmiştir. Söz konusu kanunla TÜBİTAK’ın amacı “Türkiye’nin rekabet gücünü ve refahını
artırmak ve sürekli kılmak için; toplumun her kesimi ve ilgili kurumlarla iş birliği içinde, ulusal
öncelikler doğrultusunda bilim ve teknoloji politikaları geliştirmek, bunları gerçekleştirecek alt
yapının ve araçların oluşturulmasına katkı sağlamak, araştırma ve geliştirme faaliyetlerini
özendirmek, desteklemek, koordine etmek, yürütmek; bilim ve teknoloji kültürünün geliştirilmesinde
öncülük yapmak” olarak yeniden belirlenmiştir. Bu değişiklikle bilim, teknoloji, buluş ve yenilik
küresel rekabetin dayanak noktaları olarak sayılmış ve kanuna bilginin metalaşmasına ve özel sektör
odaklı iş birliği sürecine vurgu yapan maddeler eklenmiştir (Arap ve Erat 2017: 332).
2012 yılında ise TÜBİTAK’ın görevlerinde önemli bir değişikliğe gidilmiş, neoliberal
politikalara uyumlu olacak şekilde sermaye ile daha dolaysız bir ilişki kurulmuştur. 4.7.2012 tarih ve
6353 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun
5. maddesinde şu ifadeler yer almıştır:
“Kamu ve özel sektörün teknolojik araştırma, geliştirme ve yenilik
faaliyetlerine etkin katılımını sağlayacak teşvik ve destek sistemlerini geliştirmek ve
uygulamak; erken aşamadaki gelişme potansiyeli olan buluşların ticarileştirilmesi
amacıyla faaliyet gösteren tüzel kişi ve fonları desteklemek, ayrıca bu amaçla ilgili
Bakanın onayı üzerine şirket kurmak, kurulmuş şirketlerde imtiyazlı pay sahibi olmak;
kamu ve özel sektörün araştırma, geliştirme ve yenilik faaliyetleri sonucu elde
edecekleri çıktıların ticari değere dönüştürülmesini desteklemek; sanayinin üniversite
ve araştırma kurum ve kuruluşları ile iş birliği yapmasını sağlayacak programlar
geliştirmek ve bu iş birliğinin somut hale dönüşebileceği ortamlar oluşturmak; bu
alanlarda girişimciliği desteklemek; fikri ve sınaî haklara ilişkin destek vermek; bu
bentte sayılan amaçlarla Bilim Kurulu tarafından belirlenecek usul ve esaslar
doğrultusunda teminatlı veya bir defaya mahsus olmak üzere teminat alınmaksızın,
hibe niteliğinde ve/veya geri ödemeli destekler vermek ve ön ödemede bulunmak.”
(Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun 2012).
Ayrıca aynı Kanunun 6. maddesiyle kurumun amacı ve görevleri ile ilgili hususlarda kuluçka
ve teknoloji merkezleri, proje geliştirme ve bilgi aktarım merkezleri, teknoloji transfer ofisleri, müze,
239
bilim parkı, bilim merkezi, yurt dışı irtibat büroları ve benzeri oluşumların kurulmasına, yönetimine ve
desteklenmesi ile bu konularda gerekli destek programlarının oluşturulmasına olanak tanınmıştır.
TÜBİTAK kanununda son büyük değişiklik ise 2.7.2018 tarihli 703 sayılı KHK’nin 98’inci
maddesiyle yapılmıştır. 278 sayılı kanunun başta TÜBİTAK’ın kuruluş amaçlarını açıklayan ve başta
1. maddesi olmak üzere birçok hükmü mülga edilirken, görevlerin yer aldığı maddelerde de
değişikliğe gidilmiştir. TÜBİTAK’ın güncel misyonunu ise kurumsal web sitesinde şu cümlelerle
ifade etmektedir: “Ülkemizin ve insanlığın güvenlik, sağlık, refah, huzur ve sosyal gelişimi için; ulusal
bilim, teknoloji ve yenilik ekosistemini desteklemek, bilim tabanlı teknoloji ile katma değeri yüksek
ürün ve hizmetler geliştirmek ve bu amaçlara yönelik nitelikli bilgi üretimi ve nitelikli insan kaynağı
geliştirilmesini sağlamak.” Söz konusu maddede de görülebileceği gibi, TÜBİTAK’ın misyonu temel
ve uygulamalı alanlarda araştırmayı koordine ve organize etmek, desteklemek olmuş, günümüze dek
kurum Türkiye’de bilim ve teknoloji politikası oluşturmada önemli bir rol üstlenmiştir (Bülbül, Özbay
2011: 27). Ancak TÜBİTAK’ın kuruluş amacı, görev ve misyonunun kuruluşundan bu yana defalarca
değişmesinin arkasında, Türkiye’de ve dünyada iktisadi paradigmada yaşanan değişim yer almaktadır.
Tüm dünyada Keynesyen iktisadi paradigmanın egemenliğinin ifadesi olan ithal ikameci modelinin bir
parçası olan planlı ekonomi döneminde kurulan TÜBİTAK, 1980’li yıllarda neoliberal politikaların ve
egemen olmasıyla kuruluş amacında ve görev tanımlarında değişikliğe gitmiştir. Bu durum da giriş
bölümünde değindiğimiz gibi bilim ve teknolojinin tarafsız olmadığı, iktidar ilişkilerinden etkilendiği
görüşünü destekler niteliktedir.
2. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)
1960 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), tıpkı TÜBİTAK gibi “planlı
dönem”in bir ürünüdür, ancak üründen de öte bu dönemin temel aktörlerinden biridir. Kuruluş
kanununda yer alan yetkilere bakıldığında DPT, iktidarların alacağı temel kararlar doğrultusunda
onlara “yardımcı olan”, “tavsiyelerde bulunan” ve “müşavirlik yapan” bir kurumdur (Akçay 2007: 77-
78). 8 Haziran 2011’de Resmi Gazete’de yayımlanan 641 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile
kapatılan ve Kalkınma Bakanlığını oluşturacak şekilde yeniden yapılandırılan DPT, 51 yıllık süre
içinde ilerleyen dönemde siyasi iktidarda yer alıp ülke yönetiminde söz sahibi olacak birçok ismi
bünyesinde barındırmıştır. 1967-1971 yılları arasında asaleten, 1979-1980 yılları arasında ise
vekaleten DPT müsteşarlığı görevini yürüten Turgut Özal, kurumda çeşitli görevlerde bulunan Yusuf
Korkut Özal, Beşir Atalay, Yaşar Yakış, Hasan Celal Güzel bu isimler arasında sayılabilir (Yaşlı
2017: 82).
240
DPT, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında kurulmuştur. DPT’nin kurulması hakkındaki 91
sayılı kanun, askeri darbe sonrasında yasama görevi yapan Milli Birlik Komitesi’nde 30 Eylül 1960
tarihinde kabul edilmiş ve 5 Ekim 1960 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Yine aynı kanunda
DPT’nin 6 maddeden oluşan görevleri belirtilmiştir. “Memleketin tabii, beşeri ve iktisadi her türlü
kaynak imkanlarını tam bir şekilde tespit ederek takip edecek iktisadi ve sosyal politikayı ve hedefleri
tayinde Hükümete yardımcı olmak” (Devlet Planlama Teşkilatının Kurulması Hakkında 91 sayılı
Kanun, 1960) şeklindeki ilk madde, kurumun ilerleyen dönemde Türkiye’nin teknoloji politikasında
izleyeceği rolün temel dayanak noktasını oluşturacaktır. DPT’nin kuruluşundan bir yıl sonra ilan
edilen 1961 Anayasasının, “Kalkınma ve Devlet Planlama Teşkilatı” başlıklı 41. ve 129. maddeleriyle
DPT’ye anayasallık statüsü kazandırılmıştır. Bütün bunlara ek olarak kalkınma planlarının TBMM’de
görüşülme ve kabul usullerini düzenleyen 1962 tarihli 77 sayılı kanun; 1980’li yıllara kadar
Türkiye’de planlamanın hukuki temelini oluşturmuştur (Akçay 2007: 81-83).
DPT, yaptığı ilk çalışmada kalkınma planlarının hazırlanması ve planlı sisteme geçiş için, bir
hazırlık döneminin gerekli olduğunu öngörmüştür. Bu çerçevede DPT 3 “beş yıllık plan”ı kapsayan 15
yıllık bir perspektif plan ve planlı devreye geçiş için 1962 yılı programı ve icra planını hazırlamıştır.
1963 yılı ise beş yıllık planın başlangıcı olarak belirlenmiştir. Ancak bu planın hazırlanması sırasında
özellikle kamu bürokrasisinin planlı çalışma sistemine alışkın olmaması, bunun sonucunda
koordinasyon eksikliği ve bürokrasi ile yaşanan yetki konusundaki çekişmeler, bundan kaynaklı olarak
kurumun planın yapılması için gerekli olan veri ve bilgileri elde edememesi önemli güçlükler
yaratmıştır. Bu güçlüklere ek olarak Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın hazırlanması sırasında DPT
teknisyenleri ile siyasi iktidar arasında ciddi görüş ayrılıklarının ortaya çıkması, kurumun hazırladığı
taslaktaki bazı maddelerin reddedilmesi 26 Eylül 1962’de DPT Müsteşarı Osman Nuri Torun, İktisadi
Planlama Dairesi Başkanı Attila Karaosmanoğlu, Sosyal Planlama Dairesi Başkanı Necat Erder ve
Koordinasyon Dairesi başkanı Ayhan Çilingiroğlu gibi isimlerin istifalarını Başbakan İsmet İnönü’ye
sunmalarına yol açmıştır (Akçay 2007: 85-98; Türkcan 2009: 465). İstifaların ardından, istifa eden
ekiple sürtüşme içerisindeki bürokrasinin temsilcilerinden biri olan, Hazine Genel Müdürü Ziya
Müezzinoğlu DPT müsteşarı olarak atanmıştır. Ancak Müezzinoğlu döneminde de DPT ile siyasal
iktidar ilişkilerindeki bazı anlaşmazlıklar sürmüştür. Yaşanan tüm sorunlara karşın Meclis’te ve
Senato’da yapılan görüşmelerde Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 21 Kasım 1962’de kabul edilmiştir.
DPT ile siyasal iktidar ve bürokrasi arasındaki çekişmeler ilerleyen yıllarda da devam etmiş, zaman
zaman kurumdan önemli istifalar gerçekleşmiştir. Tüm bu anlaşmazlıkları, 1960’lı yıllarda sermaye
birikim sürecinin geldiği düzey ve ithal ikameci sermaye birikiminin doğal destekleyicisi olması
241
gereken üretken sermayenin gelişmişlik düzeyinin söz konusu dönemde görece düşük olmasına ve
kapitalist sınıfın henüz ilk plancıların önerilerini destekleyecek bir “bilince” sahip olmamalarına
bağlayabiliriz (Akçay 2007: 98).
DPT ilerleyen dönemde hazırladığı kalkınma planlarıyla, Türkiye’nin ulusal bilim ve
teknoloji politikalarının oluşturulmasında uzunca yıllar söz sahibi olmuştur. Bu çerçevede ilk dokuz
BYKP, DPT tarafından hazırlanmıştır. Öte yandan ithal ikameci (içe dönük) birikim modelinin
Türkiye’de uygulanmaya başlandığı dönemde kurulan DPT, bu modelin terk edilip neoliberal
politikaların etkisiyle ihracata dayalı (dışa dönük) birikim modelinin uygulanmaya başlandığı 1980
yılından itibaren bir dönüşüme girmiş, yeniden şekillendirilmiştir. Süleyman Demirel
başbakanlığındaki AP hükümetinin, IMF ve Dünya Bankası ile yaptığı temasların ardından 29 Kasım
1979’da Bilsay Kuruç’un DPT Müsteşarlığı döneminde hazırlanan 1980 yılı programının değiştirmek
istemesi ile başlayan süreç, 2 Aralık 1979’da Kuruç’un müsteşarlık görevinden alınmasıyla
sonuçlanmış ve bu göreve halihazırda Başbakanlık Müsteşarlığı’nı yürüten Turgut Özal vekaleten
atanmıştır. Kısa bir süre öncesine kadar Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası’nın (MESS) yönetim
kurulu başkanı olan, bunun sonucunda sermaye ile doğrudan ilişkileri bulunan Özal, görevi
devralmasının ardından ekibi ile DPT’de büyük bir kadro değişimi yapmış ve IMF ve Dünya Bankası
gibi uluslararası kuruluşlarla görüşmeler yaparak 24 Ocak kararlarının hazırlanmasında söz sahibi
olmuş ve bu kararın alınması sırasında DPT’yi devre dışı bırakmıştır (Akçay 2007: 150-162).
Sonrasında 1980-1994 arasında DPT 12 hukuksal değişiklik ile önemli ölçüde bir yeniden yapılanma
sürecine girmiştir. Neoliberal politikalar çerçevesinde özelleştirmelerin hız kazanmasıyla ekonomi
alanında eski etkinliğini yitiren DPT, bu dönemde bütüncül planlama anlayışından uzaklaşarak, daha
mikro ölçekteki sorunlara çözüm bulmakla görevlendirilmiştir. Kısacası piyasa ekonomisinin geçerli
olduğu bir ortamda, DPT ve planlama kavramının prestij kaybetmiş, eski önemini her geçen gün
yitirmiştir (Akçay 2007: 178-179). Nitekim 1990’lı yıllarla birlikte ülkenin bilim ve teknoloji
politikasını belirleme sorumluluğu DPT’den TÜBİTAK’a geçmiş (Çelik 2006: 283), kurum 2011
yılında kapatılmış, mevcut planlama teşkilatı Kalkınma Bakanlığı içinde yeniden organize edilmiştir.
2018 yılında ise Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile T.C. Kalkınma Bakanlığı ile T.C. Maliye
Bakanlığının Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü birleştirilerek T.C. Strateji ve Bütçe Başkanlığı
oluşturulmuştur. Bu tarihten itibaren kalkınma planı, Cumhurbaşkanlığı Programı, orta vadeli
program, orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sektörel plan ve programları
hazırlama yetkisi Hazine ve Maliye Bakanlığı ile müştereken T.C. Strateji ve Bütçe Başkanlığına
verilmiştir (Strateji ve Bütçe Başkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi 2018).
242
3. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK)
1980’li yıllarda Türkiye’nin bilim ve teknoloji politikasının oluşturulması ve planlanması
konusunda önemli bir rol üstlenen kurumlardan bir diğeri ise Bilim ve Teknoloji Yüksek Kuruludur
(BTYK). 16.8.1983 tarihli ve 77 sayılı Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu Kurulmasına İlişkin Kanun
Hükmünde Kararname ile kurulan BTYK, Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikasının
oluşturulması ve uygulanması için gerekli yasal yetkilerle donatılmıştır. Ancak 77 sayılı KHK ile yılda
en az iki defa toplanması planlanan BTYK, kuruluş tarihinden itibaren 6 yıl boyunca toplanmamış, ilk
toplantısını 9 Ekim 1989’da gerçekleştirmiştir (Çelik 2006: 229). Sekretarya faaliyetleri TÜBİTAK
tarafından gerçekleştirilen BTYK, 29. ve son toplantısını ise 17 Şubat 2016 tarihinde yapmış,
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişin ardından 2.7.2018 tarihli ve 703 sayılı Anayasada
Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 106 numaralı
maddesinde yer alan hükümlerle faaliyetlerine son verilmiştir.
113
BTYK’nın görevleri kuruluşu düzenleyen 77 sayılı KHK’da; uzun vadeli bilim ve teknoloji
politikalarının tespitinde hükümete yardımcı olunması, hedeflerin saptanması, öncelikli alanların
belirlenmesi, plan ve programların hazırlanması, kamu kuruluşlarının görevlendirilmesi, özel
kuruluşlarla işbirliği sağlanması, gerekli yasa tasarıları ve mevzuatın hazırlanması, araştırıcı insan
gücünün yetiştirilmesinin sağlanması, özel sektör araştırma merkezlerinin kurulması için tedbirler
alınması, sektörler ve kuruluşlar arasında koordinasyonunun sağlanması kurulun görevleri ve
sorumlulukları olarak belirlenmiştir. Bu çerçevede BTYK toplantılarının ana gündem maddelerini;
kuruluşun ilk yıllarında politika oluşturma faaliyetleri, 1990’lı yıllardan itibaren uzun vadeli hedeflerin
belirlenmesi, 2000’li yılların başlangıcında ilgili kurumların görevlendirilmesi ve/veya komitelerin
kurulması, 2010 yıllardan sonra ise gelişmelerin izlemesi oluşturmuştur. Bu bölümde BTYK’nın
bugüne dek gerçekleştirdiği 29 toplantıdan ulusal bilim ve teknoloji politikaları açısından önemli
olanları kronolojik olarak kısaca aktarılacaktır.
Kurulun ilk önemli toplantısı, doğal olarak 1. toplantıdır. Bu toplantıda, BTYK’nın
Görevleri, Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik kabul edilmiş ve 18.11.1989 tarihinde
Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Türkiye’nin ithal ikameci birikim modelini terk edip neoliberal
iktisat politikalarını uyguladığı bu dönemde kurul, güçlü bir merkezi planlama anlayışı ile tüm alanları
kapsayan ulusal bilim ve teknoloji politikası oluşturmak amacıyla pek çok görevi üstlenip buna ait
113
BTYK’nın faaliyetlerine son verilse de TÜBİTAK’ın web sitesinde BTYK için bir bölüm ayrılmıştır. Kurul ile
ilgili ayrıntılı bilgi TÜBİTAK’ın web sitesinde yer almaktadır: https://bit.ly/3OZlwSn
243
yetkileri üzerine almış, ancak bunların birçoğu kağıt üzerinde kalmıştır. “Türk Bilim Politikası 1983 -
2003” dokümanındaki hedeflerin daha öne çekilmiş şekilde formüle edildiği (Türkcan 2009: 653-654)
bu toplantıda ulusal araştırma hedefleri belirlenmiş, fonlama mekanizmaları şekillendirilmiş, eylem
planları oluşturulmuş, araştırmacıların katılımı ile gerçekleştirilen uygulamaların izleme ve
değerlendirme süreçleri planlanmıştır (Ulutaş Aydoğan vd. 2006: 667-668).
Mevzuat gereği yılda en iki kere toplanması gereken BTYK, ikinci toplantısını oldukça
gecikmeli olarak tam 4 yıl sonra yapmıştır. 3 Şubat 1993’te gerçekleştirilen bu toplantıda “Türk Bilim
Politikası 1983-2003” dokümanındaki temel hedeflerin genişletilmiş ve güncellenmiş versiyonu olarak
değerlendirebileceğimiz “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası 1993-2003” kabul edilmiştir. Bu
dokümanda yer alan özellikle iletişim ve bilişim alanında yeni bir dönemi haber veren, internet
teknolojisinin TÜBİTAK (ULAKBİM) yoluyla ülkeye yayılmasının sağlanması yönündeki karar,
ilerleyen yıllarda başlayacak dijital dönüşümün habercisi olmuştur. İkinci olarak Türkiye Bilimler
Akademisi’nin (TÜBA) kurulması yönünde alınan karar, izleyen dönemde Türkiye’nin bilimsel yayın
sıralamasında (SCI) yükselmesini sağlamıştır (Türkcan 2009: 656). 2000 yılına kadar olan dönemde
BTYK toplam 5 kez toplanmış, bu toplantılarda Türkiye bilim ve teknoloji politikasının yapı taşları
(ulusal enformasyon altyapı planı, elektronik ticaret ağı, ulusal Ar-Ge bütçesi, Türkiye Akreditasyon
Konseyi Yasası, Ulusal Uzay ve Havacılık Konseyi, Uzay Araştırma Grubu, Ulusal Deprem Konseyi,
vb.) oluşturulmuş, temel politika hedefleri belirlenip idari ve hukuki mekanizmalar işletilmiştir (Ulutaş
Aydoğan vd. 2006: 668; Türkcan 2009: 657-665). 2000-2005 yılları arasında BTYK altı defa
toplanmıştır. Bu toplantılar sonucunda Türk bilim ve teknoloji politikasının bel kemiğini oluşturan
stratejilerden birisi olan ve “Vizyon 2023” olarak da bilinen “Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları
2003-2023 Strateji Belgesi” kabul edilmiştir. 2005 sonrasında BTYK toplantılarının periyotları
sıklaşmıştır. 2010 yılının sonuna gelindiğinde Kurul, 22. toplantısını gerçekleştirmiştir. 2005-2010
arasındaki bu dönem “2011-2016 Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi”nin kabulüyle
araştırma ve yenilik faaliyetlerinin belirlenmesi ve fonlanması süreçlerinde ulusal önceliklerin
belirlendiği kritik bir dönem olarak değerlendirilebilir. 2011 sonrasındaki toplantılarda ise Ulusal
Yenilik Sistemleri anlayışı olgunlaştırılmış, özel sektör ve girişimci odaklı faaliyetler ile araştırmaların
ticarileştirilmesi anlayışı tartışılmaya başlanmıştır (Ulutaş Aydoğan vd. 2006: 668). İlerleyen yıllarda
BTYK toplantıları tekrar seyrekleşmeye başlamıştır. Kurul, 29. ve son toplantısını 17 Şubat 2016’da
gerçekleştirmiştir.
244
4. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
Türkiye’de ulusal bilim ve teknoloji politikalarının önde gelen aktörlerinden bir diğeri de
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’dır. Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikasını belirleyen
güncel çalışma olan “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi” belgesi, T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
tarafından oluşturulmuştur. Bu konudaki çalışmaları koordine ettiği için bakanlık ulusal bilim ve
teknoloji politikalarında söz sahibidir.
Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nın bu adla kuruluşu yakın bir geçmişte gerçekleşmiştir. 16
Nisan 2017 Referandumu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte
Bakanlar Kurulunda ve mevcut bakanlıklarda yeniden düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede
9 Temmuz 2018 Tarihli ve 30473 Sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 703 sayılı KHK ile T.C. Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile T.C. Kalkınma Bakanlığı birleştirilerek T.C. Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı kurulmuştur. Ancak bakanlık 1920’deki ilk TBMM Hükümetinde olan ve görev alanı
“ticaret sanayi, ziraat, orman ve maadin” işleri olan İktisat Vekâleti’nin, 1949 yılında kurulan
Ekonomi ve Ticaret Vekâleti’nin, ve 1971 yılında kurulan Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın devamı
niteliğindedir (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2022).
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının görevleri, Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında
10.07.2018 tarihli ve 1 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile belirlenmiştir. Bakanlığın çok
sayıda olan görev tanımında ulusal bilim ve teknoloji politikası ile ilgili olanlar ise şu şekilde
özetlenebilir:
“Kalkınma planları ile uyumlu olarak, sanayiye yönelik politika önerileri
ve stratejiler oluşturmak, sanayi stratejilerine ilişkin uygulamaları izlemek. (…)
Ulusal düzeyde teknolojik atılımı hedefleyen Milli Teknoloji Hamlesinin temel
hedefler, odak alanlar, yol haritaları gibi esaslarını belirlemek, (…) Bilimsel ve
teknolojik gelişim, ekonomik kalkınma, toplumsal refah ve milli güvenlik hedefleri
doğrultusunda, bilim, teknoloji ve yenilik politikalarının belirlenmesi için ilgili
kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmak, (…) (bu çerçevede) uluslararası
platformlarda ve sahalarda ar-ge ve yenilik faaliyetleri yürütülmesini veya
yürütülen çalışmalara iştirak edilmesini sağlamak, (…) Bireylerin ve işletmelerin
dijital dönüşümüne ve ulusal düzeyde dijital ekonominin geliştirilmesine yönelik
politika önerileri ve stratejiler oluşturmak, (…) Milli Teknoloji Hamlesi hedefleri
doğrultusunda ilgili paydaşlarla işbirliği içerisinde, teknoloji geliştirme ile
bireylerin ve işletmelerin dijital dönüşümü konularında bireysel yetkinlikler ile
toplumsal bilinç ve kültürün gelişmesine yönelik faaliyetlerde bulunmak”
(Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında 1 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi
2018: 196-199).
245
Görüldüğü gibi görev tanımları içinde Milli Teknoloji Hamlesi öne çıkarılmaktadır. Nitekim
Milli Teknoloji Hamlesi hedefi, kendine “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi”nde yer bulmuştur. Bu
stratejik belge, bu bölümdeki “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi: Güncel Durum” başlığı altında
detaylı biçimde incelenecektir.
B. Beş Yıllık Kalkınma Planları ve Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları
Türkiye’de ulusal bilim ve teknoloji politikasının ortaya ilk çıkmasını sağlayan araçlar beş
yıllık kalkınma planlarıdır. Bu bağlamda çalışmamızın bu bölümünde, bugüne dek Türkiye’de
hazırlanmış, kabul edilmiş, belirli noktalarda uygulanmaya çalışılmış on bir adet beş yıllık planda
bulunan ulusal bilim ve teknoloji politikasına ilişkin hükümler, tarihsel gelişimi ve bağlantıları içinde
incelenecektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu planlardan ilk dokuzu DPT tarafından hazırlanmış
ya da koordine edilmiştir. Onuncu planı Kalkınma Bakanlığı, on birinci planı ise Cumhurbaşkanlığı
hükümet sistemine geçişle birlikte oluşturulan Strateji ve Bütçe Başkanlığı hazırlamıştır.
1. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967)
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (Birinci BBYKP), 1963-1967 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Bu planın bilim ve teknoloji politikaları bakımından en büyük önemi, TÜBİTAK’ın
kurulması yönünde bir kararı içermesidir. Nitekim planın “Araştırma ile İlgili Mesele ve Tedbirler”
başlıklı bölümünün “Araştırmanın Teşkilatlandırılması” maddesi altında, “Tabii bilimlerde temel ve
uygulamalı araştırmaları teşkilâtlandırmak, bunlar arasında işbirliğini saklamak ve araştırma
yapmayı teşvik etmek üzere bir Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurulu kurulacaktır” (DPT 1963: 467)
hükmü bu yönde alınan kararı göstermektedir. Bu çerçevede Birinci BYKP’nin Türkiye’nin adı
konulmamış ilk bilim politikası olduğu söylenebilir. Nitekim henüz endüstri araştırmasına girişmemiş,
kalkınma hedefini önüne koymuş bir ülkede, bilimsel ve teknik araştırma faaliyetleri, “insan gücü
yetiştirme ve istihdam” çerçevesinde bir sorun olarak algılanmış, öncelikli olarak bu sorunun çözümü
için adımlar atılmak istenmiştir (Türkcan 2009: 496). Ayrıca eğitimi kalkınmanın en etkili
araçlarından biri sayıp bunu insan gücü ve istihdam ile ilişkilendiren Birinci BYKP, bilimsel
araştırmaların ancak sağlıklı bir eğitim altyapısı üzerinde yükselebileceğini öngörmüş; bilimsel
araştırmayı ise ekonomik ve toplumsal gelişmeyi destekleyen ve hızlandıran en önemli etken olarak
görmüştür (Kepenek 2016: 653). Öte yandan Birinci BYKP’nin “uzun süreli Devlet plânlaması için
gerekli araştırmalara öncelik verecek olan bir Sosyal ve İktisadi Araştırma Enstitüsü” kurulması
yönündeki hedefi (DPT 1963: 467), TÜBİTAK’a göre daha dar kapsamda olmasına, enstitü biçiminde
246
düşünülmesine ve planın kamu kesimi için emredici nitelikte olmasına karşın, ilgili dönemde hayata
geçirilmemiştir (Kepenek 2016: 653).
2. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972)
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (İkinci BYKP), 1968-1972 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Turgut Özal müsteşarlığındaki DPT tarafından hazırlanan plan, temel olarak
endüstrileşme sürecinin hızlandırılması yoluyla kalkınmaya odaklanmış, bu çerçevede dayanıklı
tüketim mallarının yerli üretimine önem vermiş, endüstrinin ekonominin bir bakıma lokomotif sektörü
olmasını hedeflemiştir (Kepenek 2016: 655). Ekonominin yılda ortalama yüzde 7 oranında
geliştirilmesini amaçlayan plan, bunun için ekonomik faaliyetlerin tümüyle modernleştirilmesini,
geleneksel tarım yöntemleri yerine ileri teknoloji ve yeniliklerinin kullanılmasını bir hedef olarak
belirlemiştir (DPT 1967: 2). Plan, söz konusu kalkınma sürecinin başarısının istenen bir büyüme
hızına ulaşılmasını gerektirdiğini, büyüme hızının da doğal kaynaklar, sermaye ve insan gücünden
meydana gelen tüm iktisadi kaynakların verimli kullanılmasına bağlı olduğu görüşünü dile
getirmektedir. Türkiye’de sermaye kıt olduğu için, Türkiye’de kalkınmanın en önemli unsurunun
vasıflı insan gücü olduğu görüşünün savunulduğu planda, “İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planında
insangücü planlaması ile yapılmak istenen, böyle bir kaynağı ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşmada
en iyi ve verimli kullanmanın yollarını ortaya koymak ve uzun sürede insangücü darboğazlarını
gidermektir” (DPT 1967: 145-146) ifadeleri yer almıştır.
İkinci BYKP, ilk plandaki kadar olmasa da bilim politikasında bazı önemli hedefleri ortaya
koymuştur. Araştırmaya 3.215 milyon lira harcanması, Gayrisafi yurt içi Ar-Ge harcamasının GSYH
içindeki oranının yüzde 0,6’ya çıkarılması, 1968-1972 döneminde, mevcut yukarı seviyede 3500 olan
araştırmacı sayısının 5000’e yükseltilmesi planda öngörülmüştür (DPT 1967: 199; Türkcan 2009: 630-
631). İkinci BYKP, bir bilim politikası organı olarak TÜBİTAK’a temel görev veren ilk plandır.
Planda TÜBİTAK’a açık biçimde stratejik görev yüklenmekte, ekonomik ve sosyal hedeflerini veri
alarak bir Ar-Ge programı üretmesi önerilmektedir. Bu çerçevede TÜBİTAK’tan “özel sektörün
araştırma yapmaya, yaptırmaya veya araştırma birimleri kurmaya özendirilmesi, bilimsel çalışma
sonuçlarının uygulayıcılara ve halka duyurulması” sürecine önderlik etmesi istenmektedir (DPT 1967:
201). Bu bağlamda TÜBİTAK’tan kurulma hazırlıklarına başlanmış bulunan (ilerleyen süreçte
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi – [TÜBİTAK – MAM] adını alacak) Sanayi Araştırmaları
Enstitüsü’nde temel araştırmalar bölümünün geliştirilmesini uzun süreli bir programa bağlayarak,
sanayi araştırmaları bölümünü planlı kalkınmanın gereklerine ve önceliklerine uyarak hızla
247
geliştirmesi istenmektedir (DPT 1967: 200; Türkcan 2009: 631). Son olarak İkinci BYKP’de temel
bilim dallarında araştırmacı ve öğretici insan gücü sıkıntısı çekildiği tespiti yapılmaktadır. Sorunun
çözümü için bu alanda eleman yetiştirmek için 1968-1972 döneminde yurt içinde 2.000 kişiye burs
verileceği belirtilmekte, TÜBİTAK’a da bu konuda üniversitelerle işbirliği yaparak, bursların
kullanılmasını izleme görevi verilmektedir (DPT 1967: 172).
3. Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977)
Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (Üçüncü BYKP), 1973-1977 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Bu planın arka planında ise 12 Mart 1971 darbesiyle işbaşına gelen siyasal yönetim
anlayışının, 1961 Anayasası ile genişleyen hak ve özgürlükleri sınırlama çabası bulunmaktadır.
Özellikle ekonomik ve sosyal hakların genişliğinden yakınan bu kesim, Üçüncü BYKP’ye bu anlayışı
yansıtmıştır (Kepenek 2016: 659). “Yaşama düzeyinin yükseltilmesi” başlığı altında Üçüncü
BYKP’de şu ifadelere yer verilmekte, toplumdan birtakım fedakarlıklarda bulunmaları istenmektedir:
“Türkiye’nin bu yüzyılın sonuna kadar gelişmiş ülkelerle arasındaki yaşama
düzeyi farklarını hızla azaltacak yüksek bir büyüme hızını gerçekleştirmesi için
toplumun, millet hayatında kısa sayılabilecek bir dönemde bazı fedakârlıkları
benimsemesi gerekmektedir. Bu dönem içinde kaynakların artan oranlarda tasarruf
edilerek, ileride daha hızlı bir gelir artışına ve daha yüksek bir yaşama düzeyine
ulaşmayı sağlayacak olan yatırımlara yöneltilmesi zorunlu olmaktadır. Toplumun bu
dönemde yapacağı fedakarlıklar gelecekte daha yüksek bir yasama düzeyine
kavuşmakla ödüllenecektir.” (DPT 1972: 119-120).
Nitekim Üçüncü BYKP’ye hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının kaçınılmaz olarak
bilimsel araştırmaları da sınırlandıracağı şeklinde eleştiriler getirilmiştir (Kepenek 2016: 659). Öte
yandan Üçüncü BYKP’de ilk iki planın bir değerlendirmesi yapılmakta ve araştırmacılara ilişkin bazı
veriler sunulmaktadır. Özellikle yurtdışına gönderilmesi planlanan araştırmacılar konusunda hedefin
çok gerisinde kalındığını gösteren veriler önemlidir. Üçüncü BYKP’ye göre 1963-1971 yılları
arasındaki dönemde ancak l.181 (öngörülenin yüzde 19,7 si) öğrenci lisansüstü eğitim için yurt dışına
gönderilmiştir (DPT 1972: 685). Ancak planda kamu Ar-Ge harcamalarının giderek düştüğü de
belirtilmiş, bu yüzden bu konuda makro plandan kaçınılmıştır. Yine de planda araştırmacı ve nitelikli
iş gücü konusunda var olan açık tespit edilmekte; üniversitelerin, özellikle insan gücü açıklarının en
fazla olduğu ve endüstrinin gelişmesinde ön şart olan temel bilimler ve mühendisliğin bazı dallarında
öğretim üyesi ve araştırmacı yetiştirmek amacıyla lisans üstü eğitimdeki mevcut kapasitenin
artırılacağı ve bu alana kaynak ayrılacağı belirtilerek bu soruna çözüm bulunmaya çalışılmaktadır
(DPT 1972: 689).
248
Üçüncü Planın getirdiği bir başka önemli yaklaşım, bilim ve teknoloji politikasını diğer
politikalarla koordine etmesi, teknoloji transferinden teknoloji seçimine değin birçok temel sorunu
ilgilendiren daha geniş bir alana taşımasıdır. Bu çerçevede Üçüncü BYKP’de insan gücü verimliliği,
bu alandaki örgütlenme ve sosyoekonomik ilişkiler açısından ele alınmıştır. Planın alt sektörlerinde
teknolojik gelişme ve tercih sorunlarına yer verilmekte, bir bakıma, teknolojik unsurlar da içeren dar
bilim politikasının bilim ve teknoloji politikalarına doğru evrimleşmesi hedeflenmektedir (Türkcan
2009: 637).
Üçüncü BYKP’nin “Teknoloji Politikası” başlıklı bölümünde de bazı açık teknoloji
hedeflerine yer verilmiştir. Bu bağlamda üretimde maliyet ve kalite yönlerinden dış rekabetin önemli
olduğu kimya, petro-kimya, makine imalat, madeni eşya ve demir dışı metaller sanayilerinde en ileri
teknolojilere ağırlık verileceği, buna karşın gemi yapımı, inşaat, elektronik, orman ürünleri, toprak ve
su işleri gibi alanlarda iş gücü yoğun (emek yoğun) teknolojiler benimseneceği belirtilerek teknoloji
seçimlerinin ve teknoloji transferinin sektörel anlamda nasıl yapılacağı açıklanmaktadır. Kullanılacak
teknolojilerin saptanmasında, bu teknolojilerin ülke gereklerine yanıt veren, plan önceliklerine dönük,
yaşama düzeyinin iyileşmesine katkıda bulunacak mevcut teknolojileri tamamlayıcı ve teknoloji
düzeyini yükseltici nitelikte olmasına dikkat edileceği dile getirilmekte, ithal edilen teknolojilerin
kesinlikle ülke koşullarına uydurulabilir olmasına dikkat edileceği vurgulanmaktadır (DPT 1972: 898-
899).
Üçüncü BYKP, ithal ikameci birikim modelinin tıkanmaya başladığı ve özellikle döviz
kıtlığı söz konusu olduğu bir dönemde hazırlandığı için, planda bu kıt faktörün (dövizin) harcamasının
kontrol mantığı ile hareket edilmekte, bu da bilim politikasına da yansımaktadır. Bu yüzden teknoloji
transferinin, eski ve bilinen teknolojilerin yeniden ülkeye girmesini önleyecek biçimde denetlenmesi
istenmekte, bu sayede kaynak (döviz) israfı önlenmeye çalışılmaktadır. Ancak bu yönde teknoloji
transferinin denetimi ne KİT’lerde ne de özel sektörde başarılı olamamıştır. Türkiye’nin bu dönemde
tek kontrol edebildiği teknoloji transferi, o dönemde yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan bilgisayarlar
ve çevre birimleri olmuştur (Türkcan 2009: 638).
4. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-1983)
Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (Dördüncü BYKP), 1979-1983 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Türkiye’deki klasik planların sonuncusu sayılabilecek olan bu plan, ithal ikameci
249
birikim modelinin ve siyasal sistemin krize girdiği bir ortamda, yoğun tartışmaların ve engellemelerin
ardından yürürlüğe girmiş ve 24 Ocak 1980 Kararları’nı takip eden 12 Eylül 1980 askeri darbesinin
ardından yürürlükten kalkmıştır
114
. Üçüncü BYKP ile Türkiye yatırım ve teknoloji tercihlerini yapıp,
yükseköğretimi yeniden yapılandırıp hızlı bir endüstrileşme sürecine girmişken, 1973’te petrol
krizinin yaşanması, Fordizmin krizinin bir sonucu olarak bu krizin 1979-80’de daha ağır bir dünya
konjonktüründe kendini tekrarlaması ile kalkınma planları, artık ülkeyi yeni dünya ekonomisinin
koşullarına uyarlamak ve krizin getirdiği sorunlara çözüm bulmakla ilgilenmek zorunda bırakmıştır.
Nitekim Dördüncü BYKP de gerek küresel kapitalizmin gerekse de Türkiye kapitalizminin yaşadığı
iktisadi krize bir çözüm bulmak için çabaladığı bir dönemin ürünüdür. Ancak plan kabul edildiği
dönemde yaşanan döviz darboğazı ve ithal ikameci birikim modelinin sonu anlamına gelen 24 Ocak
1980 Kararları ile hükmünü yitirmiş, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle tamamen yürürlükten
kaldırılmış, dolayısıyla planın ağır sanayiye ve yatırım mallarına ağırlık veren politikaları
uygulanamamıştır (Türkcan 2009: 642). Dördüncü BYKP, teknoloji ve bilim politikaları konusunda
önceki planlara göre yenilik getirmemiş, daha çok durum tespiti yaparak bir önceki planın araştırma –
geliştirme ve teknoloji hedeflerinde yaşanan yetersizlikleri, sınırlılıkları dile getirmiştir (DPT 1979:
48-51).
Dördüncü BYKP yürürlükten kaldırılsa da planın geçerli olduğu dönemde, Türk ulusal bilim
ve teknoloji politikasını uzunca bir dönem yön verecek üç önemli gelişme yaşanmıştır. Bunlardan ilki,
bazı değişikliklerle günümüzde de geçerliliğini koruyan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 6
Kasım 1981’de yürürlüğe girmesiyle Türk üniversiteler sisteminin baştan aşağı yeniden
yapılandırılmasıdır. Bir diğer gelişme ise kalkınma planlarından bağımsız olduğu için daha ayrıntılı bir
metne sahip, bu anlamda daha ileri bir bilim politikasına geçilmesi anlamına da gelen (Türkcan 2009:
643), “Türk Bilim Politikası 1983-2003”ün Ekim 1983’te yayımlanmasıdır. Bu gelişmeler ayrı bir
başlık halinde çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde incelenecektir. Üçüncü gelişme ise daha önceden
ele aldığımız Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun 1983 tarihinde kuruluşunun ilan edilmesidir.
5. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1985-1989): EİT İçin İlk Adımlar
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (Beşinci BYKP), 1985-1989 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. 24 Ocak 1980 Kararları’yla birlikte Türkiye iktisadi paradigma değişikliğine gitmiş ve
ihracata dayalı (dışa dönük) birikim modelini benimseyip dış ticareti serbestleştirmiş ve piyasacı
114
Dördüncü BYKP’nin hazırlanması ve kabulü sırasında yaşananlar “DPT’nin Kuruluşu ve Planlı Ekonomi
Dönemi (1960-1980)” başlığı altında daha önceden aktarılmıştı. Bu yüzden bu bölümde bu gelişmelere tekrar yer
verilmeyecektir.
250
iktisat politikalarını uygulamaya başlamıştır. “Planlı dönem”in sonu anlamına gelen bu politika
değişikliğine karşın, biraz Anayasa gereği biraz da artık gelenekleştiği için plan ve programların
yapımına devam edilmiştir (Türkcan 2009: 646). Nitekim bir yıl gecikmeli de olsa (Dördüncü BYKP
1983 yılı sonuna kadar geçerliydi), Beşinci BYKP, 13 Temmuz 1984 tarihinde TBMM’de kabul
edilerek yürürlüğe girmiştir.
Beşinci BYKP, bilim, araştırma ve teknoloji alanlarında ilke ve politikaları içerse de uzun
dönemli plan hedef ve stratejilerine yer vermemiştir. Bu çerçevede Beşinci BYKP, uzun dönemli plan
hedef ve stratejilerine uygun bir bilim ve teknoloji politikası için 1983 yılında sonuçlandırılan “Türk
Bilim Politikası 1983-2000” konulu çalışmanın hareket noktası olarak kabul edileceğini açıklamış, bu
belgeyi referans göstermiştir (DPT 1984: 159). DPT’nin bu yöndeki kararı, bilim ve teknoloji
politikalarının ayrı bir konu olarak kalkınma planlarına dışına çıkarma eğilimini göstermektedir.
Nitekim ilerleyen yıllarda hazırlanacak “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası 1993-2003” ile “2023
Sanayi ve Teknoloji Stratejisi” bu görüşü destekler niteliktedir. Bir başka görüş ise artık pratik bir
önemi kalmayan beş yıllık kalkınma planları yerine uzun vadeli stratejik bilim ve teknoloji planlarının
tercih edilmeye başlandığıdır (Türkcan 2009: 646).
Ancak Beşinci BYKP’nin çalışmamız açısından önemli bir unsurunu “Bilgi İşleme” başlığı
oluşturmaktadır. 1984 gibi erken bir tarihte enformasyon ve iletişim teknolojilerine
115
(EİT) ve bu
teknolojiyi kullanacak yetişmiş iş gücüne planda yer verilerek, Türkiye’de dijital emeğin oluşturulması
için belki de ilk adım atılmıştır. Planda “Bilgi İşleme” bölümüne “enformasyon teknolojisinin
ürünlerinden (bilgisayar donanımı + yazılımı) gereğince yararlanmama” durumunda bir verim
kaybının yaşanacağından bahsedilerek başlanmış, yurt çapında EİT’lerin kullanılması için bu
teknolojilerin dengeli olarak yaygınlaştırılmasının bir hedef olarak benimsendiği dile getirilmiştir.
EİT’nin geliştirilmesinin ve bu konuda gerekli insan gücünün yetiştirme ve çalıştırma şartlarının
hazırlanmasını sağlayıcı her türlü tedbirin alınacağının ifade edilmesinin ardından, internet ağını tarif
edecek şekilde, bir bilgi bankası oluşturulmasından söz edilmiş, bu ağın oluşturulması için öncelikle
telekomünikasyon altyapısının geliştirilmesinin ilke olarak benimsendiği dile getirilmiştir. Bu
bilgisayarların amaçlanan hizmeti yerine getirmesi için gereken sistem uzmanlarının, donanımcıların
yeterli sayıda yetiştirilmesinin hedef olarak belirleneceğinin ifade edilmesinin ardından,
“Memleketimizdeki yetişmiş insangücü ve bilgi birikiminin, bilgisayar yazılımının (software)
ithalinden çok, giderek yurt içinde üretilmesini, geliştirilmesini ve daha ileride ise bölge ülkelerine
ihracını mümkün kılacak bir düzeye eriştiği göz önünde tutularak bilgisayar yazılımı geliştirme
115
Beşinci BYKP’de “bilgi işleme teknolojisi” ifadesi kullanılsa da çalışmamızda kavramın “enformasyon ve
iletişim teknolojisi” olarak kullanılması tercih edilmiştir.
251
şirketleri teşvik edilecektir” (DPT 1984: 160) denilerek dijital emekçilerin yetiştirileceği taahhüt
edilmiştir. Böylece Türkiye bir bilişim toplumu yolunda ilerlemeye başlamış (Türkcan 2009: 646),
dahası dijital kapitalizmin inşası ve dijital emek formunun ortaya çıkışı yönünde ilk adımlarını
atmıştır. Bu yüzden çalışmamız açısından Beşinci BYKP büyük öneme sahip bir plandır.
6. Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (1990-1994)
Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (Altıncı BYKP), 1990-1994 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Altıncı BYKP ile bilim ve teknoloji politikası fiilen plan mekanizması dışına itilmiştir
(Türkcan 2009: 647). Nitekim planda Birinci BTYK toplantısında alınan kararlar (araştırmacı personel
sayısının iki katına çıkarılması, üniversitelere tahsis edilen kadro sayısının iki kat artırılması) tekrar
edilmekte, yeni ve farklı bir unsur ortaya konulmamaktadır. Ancak bir önceki BYKP’de olduğu gibi
dijital kapitalizmin inşası ve dijital emeğin oluşturulması yolunda öneme sahip olan “bilgi teknolojisi”
politikalarına bu planda da yer verilmiştir. Özellikle Türkiye’de yazılım sektörünün geliştirilmesi ve
bir endüstriye dönüştürülmesi için atılacak adımlar, bu çerçevede ihtiyaç duyulan iş gücünün
yetiştirilmesi, “bilgisayar okur-yazarlığı”nın tüm eğitim seviyelerinde artırılması, yazılım alanında
telif haklarının düzenlenmesi, bu alanda Ar-Ge faaliyetlerini koordine edecek, gerektiğinde yol
gösterip danışmanlık hizmeti verecek bir örgütlenmenin kurulması konusu Altıncı BYKP’de yer
almıştır (DPT 1989: 309-310).
Altıncı BYKP’nin uygulandığı dönemde Türkiye bilim ve teknoloji politikasına yön verecek
bir dizi önemli kurumsal gelişme yaşanmıştır. Bunlardan ilki, uzunca yıl aradan sonra BTYK’nın
1993’te ikinci toplantısını yapıp bir dizi stratejik karar almasıdır. İkincisi ise BTYK’nın bu
toplantısında alınan karar çerçevesinde TÜBİTAK’ın kuruluş kanununun değiştirilerek, Tanzimat
döneminde Encümen-i Daniş adıyla ilk adımları atılan Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA)
kurulmasıdır. Bir diğer önemli kurumsal gelişme ise 1991 yılında Dünya Bankası’ndan alınan bir kredi
ile “amacı ülkemizin teknolojik altyapısının geliştirilip güçlendirilmesine ve Türk sanayiinin
uluslararası pazarlardaki rekabet gücünün artmasına katkıda bulunmak” olan Türkiye Teknoloji
Geliştirme Vakfı’nın (TTGV) kurulmasıdır (Türkcan 2009: 648). TTGV, günümüzde de özel sektörün
teknoloji geliştirme ve inovasyon faaliyetlerini destekleyerek Türkiye’nin teknoloji geliştirme
faaliyetlerine katkıda bulunmaktadır.
252
7. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000)
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (Yedinci BYKP), 1996-2000 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Yedinci BYKP’nin uygulanması, Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği sürecini
başlattığı döneme denk gelmiştir. Türkiye’nin Gümrük Birliği Antlaşması’nı imzalarken nihai
hedefinin AB üyeliği olduğu için, Yedinci BYKP, bir uyumlulaştırma metni, kurumsal ve hukuki
düzenlemeler manzumesi olarak tasarlanmıştır (Türkcan 2009: 651).
Yedinci BYKP’nin bilim ve teknoloji politikalarına olan kararlarına baktığımızda, ortaya
konulan hedef ve tedbirlerin 1993’te toplanan ikinci BTYK toplantısının ve burada alınan kararlardan
hareketle oluşturulmuş “Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi”ne dayandığını söylemek olanaklıdır.
Yedinci BYKP’de yer alan Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi başlığı altında öncelikle mevcut
durum değerlendirilmekte, bu çerçevede Ar-Ge faaliyetlerinin yetersizliği dile getirildikten sonra,
çözüm önerileri sunulmaktadır. EİT’lerde yaşanan olağanüstü gelişmelerin değişimde kritik öneme
sahip olduğu belirtildikten sonra, bilimsel temele dayanan teknolojik değişimlerle üretimin teknik
içeriğinin hızla değiştiği, ileri teknolojinin üretim sürecinde rekabet üstünlüğünü sağlayan bir girdi
olduğu dile getirilmektedir. Planda, teknoloji geliştirme bölgeleri politikasının önemine de
değinilmektedir. Bu bağlamda üniversite sanayi iş birliği çerçevesinde 5 adet teknoparkın
oluşturulduğunun ve 2 adet yüksek teknoloji enstitüsü kurulduğunun aktarılmasının ardından, bu
sayının artırılmasına yönelik ihtiyaç ortaya konulmuştur (DPT 1995: 70-73)
8. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005): Dijital Kapitalizme Doğru
İlk Adımlar
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (Sekizinci BYKP), 2001-2005 arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Türkiye’de kapitalist sistemin neoliberal muhafazakarlaşma eliyle yeni bir dönüşüm
sürecine girmesinin, küresel entegrasyonun üst boyutlara ulaşmasının öngününde hazırlanan planda,
bilim ve teknoloji politikaları bölümünde artık her yıl düzenli olarak toplanmaya başlayan BTYK
kararlarına vermiştir. Sekizinci BYKP’de bilim ve teknoloji politikasına ilişkin yaklaşımlar iki başlık
altında toplanmıştır. Bunlardan ilki “Bilim ve Teknoloji Yeteneğinin Geliştirilmesi”dir. Bu başlık
altında öncelikle 7. BYKP dönemindeki uygulamaların genel bir değerlendirmesi yapılmış, Türk
Akreditasyon Kurumunun (TÜRKAK) kurulması dahil olmak üzere kurumsal planda atılan adımlar
sıralanmış, Araştırma Geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerinin ve araştırmacı yetiştirilmesinin önemine
değinilmiştir. “Bilgi toplumu olma amacı doğrultusunda bilimsel ve teknolojik gelişmeler sağlayarak
uluslararası düzeyde rekabet gücü kazanmak esastır” hedef cümlesiyle başlayan “amaçlar, ilkeler ve
253
politikalar”, Ar-Ge’ye GSYİH’den ayrılan payın yüzde 1,5’a çıkarılması, Ulusal Yenilik Sisteminin
tamamlanarak devreye sokulması, eğitim politikalarının hızla değişen teknolojilere uyum sağlayabilen
yaratıcı ve sorun giderici niteliklere sahip insan gücü yetiştirmeye yönelik olması, üniversitelerin
bilimsel araştırmalar konusunda daha fazla desteklenmesi, teknolojik gelişmeye katkıda bulunacak
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının özendirilmesi, AB ile teknolojik işbirliği imkânların azami
ölçüde değerlendirilmesi ve bilgi ekonomisi ve toplumuna geçiş için mevcut çalışmalar da dikkate
alınarak eylem planları hazırlanması gibi başka hedefler içermektedir (DPT 2000: 125-127).
Sekizinci BYKP’de bilim ve teknoloji politikalarının ele alındığı ikinci başlık, “Bilgi ve
İletişim Teknolojileri”dir. Beşinci ve altıncı planda olduğu gibi, bu planda da EİT’lerdeki gelişmeler
yakından takip edilmekte, tüm dünyada hızla seyreden ilerlemeleri yakalayabilmek için adımlar
atılmak istenmektedir. Bu bağlamda henüz bilincinde olunmasa da ilerleyen dönemlerde ortaya
çıkacak dijital kapitalizmin altyapısının oluşturulduğu söylenebilir. Nitekim bu başlık altında yine
önce mevcut durum analiz edilmekte, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin (internet ve mobil
iletişimi de içerecek şekilde), telekomünikasyon altyapısının geliştirilmesi için atılan adımlar
aktarılmaktadır. Plan döneminde EİT’lere öncelik verileceği, yazılımın stratejik bir alan olarak ele
alınacağı, EİT’lerin tabana yayılmasının, herkesin makul ücretlerle telekomünikasyon altyapısından ve
hizmetlerinden yararlanabilmesini sağlayacak düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, elektronik ticaretin
geliştirilmesi konusunda adımların atılması, üniversitelerin EİT altyapılarının ve ağ bağlantılarının
güçlendirilmesi, telekomünikasyon alanında dijital yayıncılığa geçilmesi başlıca hedefler arasında yer
almaktadır (DPT 2000: 128-131).
9. Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013)
Dokuzuncu Kalkınma Planı, 2007-2013 arasındaki dönemi kapsamaktadır.
116
Önemli bir
konu ise planın DPT koordinasyonunda hazırlanması; hazırlık sürecinde kamu, özel kesim, üniversite
ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin katılımı ile oluşturulan Özel İhtisas Komisyonlarının daha
kritik bir rol üstlenmesidir. Dokuzuncu Kalkınma Planı, Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerini
başlattığı 3 Ekim 2005’in ardından hazırlanmıştır. Bu yüzden planda AB ile yürütülen bu sürecin
izlerini görmek olanaklıdır. Zaten planın giriş paragrafında, bu durum net biçimde belirtilmektedir:
“Dokuzuncu Kalkınma Planı, ‘İstikrar içinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte
rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen, AB’ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir
Türkiye’ vizyonu ve Uzun Vadeli Strateji (2001-2023) çerçevesinde hazırlanmıştır” (DPT 2006: 1).
116
Dokuzuncu plan, diğer kalkınma planlarının aksine 5 yıllık değil 7 yıllık bir dönemi içermektedir. Bu yüzden
plan, “Beş Yıllık Kalkınma Planı” olarak değil, “Kalkınma Planı” olarak adlandırılmıştır.
254
Plana bilim ve teknoloji politikaları açısından baktığımızda, özellikle “Ar-Ge ve
yenilikçiliğin geliştirilmesi” konusunun üzerinde durulduğu net biçimde dikkati çekmektedir.
Ülkemizde Ar-Ge harcamalarının GSYİH içindeki payının 2002 yılı itibarıyla yüzde 0,67 olduğu ve
bunun bilim ve teknoloji alanında gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça düşük olduğu
tespitinin ardından, teknoloji geliştirme bölgelerine verilen önem üzerinde durulmuş, sonrasında
araştırmacı sayısının yetersizliği dile getirilmiştir. Planda yer alan ve çalışmamız açısından önemli
olan konu ise “Bilgi ve İletişim Teknolojilerinin Yaygınlaştırılması” başlığı altında yer almaktadır.
Elektronik haberleşme sektörünün durumunun ele alındığı bu bölümde, Telekomünikasyon
Kurumunun kurulmasıyla hız kazanan faaliyetler, GSM mobil haberleşme piyasasının güncel durumu,
dijital yayıncılığa geçişle ilgili RTÜK koordinatörlüğünde yürütülen çalışmalar, e-Dönüşüm Türkiye
Projesinin başlatılması ile ilgili bilgiler aktarılmıştır (DPT 2006: 75-76).
10. Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018)
Onuncu Kalkınma Planı, 2014-2018 arasındaki dönemi kapsamaktadır. Devlet Planlama
Teşkilatı’nın 8 Haziran 2011’de kapatılmasının ardından, bu kalkınma planı yeni organize edilen T.C.
Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanmış, 30.10.1984 tarihli ve 3067 sayılı Kanun gereğince,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 01.07.2013 tarihli 127’nci Birleşiminde onaylanarak
yürürlüğe girmiştir. Onuncu Kalkınma Planı, AKP iktidarının koyduğu 2023 hedefleri doğrultusunda
hazırlanmıştır. Plan, tıpkı önceki kalkınma planlarında olduğu gibi bilim, teknoloji ve yenilik
politikalarının genel bir durum analizi ile başlamış, Ar-Ge harcamalarının ne durumda olduğu,
araştırma altyapıları oluşturmak için yapılan yatırımlar, teknoloji geliştirme bölgelerinde yürütülen
çalışmalar hakkında bilgi verilmiş, özellikle Ar-Ge ve yenilik (inovasyon) için ayrılan kaynakların
hem miktarının hem de istenilen faydaya dönüşmek üzere etkinliğinin artırılması ihtiyacı üzerinde
durulmuştur. Planda bilim, teknoloji ve yenilik politikaları ile ilgili amaç ve hedefler kısmında,
AKP’nin neoliberal politikaları benimsemesini yansıtır biçimde bilim ve teknolojinin ticarileştirilmesi
üzerinde durulmuştur: “Ar-Ge ve yenilik politikasının temel amacı; teknoloji ve yenilik faaliyetlerinin
özel sektör odaklı artırılarak faydaya dönüştürülmesine, yeniliğe dayalı bir ekosistem oluşturularak
araştırma sonuçlarının ticarileştirilmesine ve markalaşmış teknoloji yoğun ürünlerle ülkemizin küresel
ölçekte yüksek rekabet gücüne erişmesine katkıda bulunmaktır” (T.C. Kalkınma Bakanlığı 2013: 86).
Onuncu Kalkınma Planında, “öncelikli dönüşüm programları” başlığı altında sektörel
programlara yer verilmiştir. Ulusal bilim ve teknoloji politikalarıyla yakın ilişkili olan üç alt program,
255
“Öncelikli Teknoloji Alanlarında Ticarileştirme Programı”, “Kamu Alımları Yoluyla Teknoloji
Geliştirme ve Yerli Üretim Programı” ve “Nitelikli İnsan Gücü için Çekim Merkezi Programı” bu
bölümde yer almıştır. Planda, “Öncelikli Teknoloji Alanlarında Ticarileştirme Programı” ile ülke
açısından önem taşıyan sektörlerde, uluslararası rekabetçi teknolojik ürün ve markaların ortaya
çıkarılmasının amaçlandığı, bu kapsamda öncelikli sektörlerin enerji, sağlık, havacılık ve uzay,
otomotiv ve raylı sistemler ve savunma olduğu, program çerçevesinde bu sektörlerde son ürün ve
faydanın ortaya çıkmasını sağlayacak alt programlar oluşturulacağı ifade edilmektedir. T.C. Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı koordinasyonunda yürütülecek bu programla, öncelikli alanlarda
ticarileştirmenin desteklenmesi, beşeri ve fiziksel altyapının güçlendirilmesi, teknolojik ürünlere
yönelik yerli üretim ve ihracatın artırılması, yenilikçi girişimciliğin desteklenmesi ve teknoloji
transferine yönelik mekanizmaların oluşturulması hedeflenmektedir (T.C. Kalkınma Bakanlığı 2013:
170-171). “Kamu Alımları Yoluyla Teknoloji Geliştirme ve Yerli Üretim Programı” ile ise Kamu
alımlarında orta-yüksek ve yüksek teknoloji sektörlerindeki yerli firmaların payının artırılması, yüksek
teknoloji sektörlerinde uluslararası alanda markalaşma sürecinin desteklenmesi ve markalaşmış ürün
sayısının artırılması, kamu tedarik sistemi yoluyla Ar-Ge harcamalarının artırılması, kamu alımlarında
uygulanacak politikalarla uluslararası doğrudan yatırımların artırılması hedeflenmektedir (T.C.
Kalkınma Bakanlığı 2013: 172-173). Son olarak “Nitelikli İnsan Gücü için Çekim Merkezi Programı”
ile ise küresel düzeyde bilgiye dayalı rekabet gücünün artırılmasına yönelik başta yurtdışındaki
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olmak üzere yerli ve yabancı nitelikli insan gücü için üniversite,
sanayi, kamu ve araştırma merkezleri arasındaki iş birliğini geliştirip uygun ortam ve koşullar
sağlanarak ülkemizin cazibe merkezi haline getirilmesi amaçlanmaktadır (T.C. Kalkınma Bakanlığı
2013: 188-189)
11. On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023)
On Birinci Kalkınma Planı, 2019-2023 arasındaki dönemi kapsamaktadır. 9 Temmuz
2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesiyle başlayan yeni dönemde, On Birinci
Kalkınma Planı, Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından
oluşturulmuştur. Planın oluşturulması sürecine üç bin beş yüzü aşkın kamu çalışanını, özel sektör ve
sivil toplum kuruluşu temsilcilerini ve akademisyeni bir araya getiren 75 adet özel ihtisas komisyonu
(ÖİK) ve çalışma grubu katkı sunmuştur. On Birinci Kalkınma Planı, 18 Temmuz 2019’da TBMM
Genel Kurulunda onaylanmış ve 23 Temmuz 2019’da Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir. Bu planın kabulünden kısa bir süre sonra, T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, “Milli
Teknoloji Güçlü Sanayi” hedefini içeren “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi” belgesini ilan etmiştir.
256
Dolayısıyla Türkiye’nin bu dönemdeki bilim ve teknoloji politikası asıl olarak “2023 Sanayi ve
Teknoloji Stratejisi”nde ortaya konulmuştur. Öte yandan On Birinci Kalkınma Planı, Haziran 2018’de
T.C. Bilim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yayımlanan ve Türkiye’nin Endüstri 4.0 sürecine yönelik
hazırlık sürecini ifade eden “Türkiye’nin Sanayi Devrimi – ‘Dijital Türkiye’ Yol Haritası” stratejik
belgesinin hedeflerine de yer vermektedir. Bu yüzden On Birinci Kalkınma Planı’nın bilim ve
teknoloji politikaları ile ilgili bölümlerine bakmakta yarar bulunmaktadır. Plan, dünyada “Endüstri
4.0” olarak da adlandırılan 4. Endüstriyel Devrim’in ön gününde olunduğu şeklinde görüşlerin
yaygınlaştığı bir dönemde hazırlanmıştır. Planın arka planında dijital dönüşümün bir an önce
tamamlanması, böylece Türkiye’nin Endüstri 4.0 sürecine hazırlıklı girilmesi, diğer endüstriyel
devrimlerin aksine Türkiye’nin yeni endüstri devrimini “ıskalamaması” arzusu ve iddiası
bulunmaktadır.
Planda bilim ve teknoloji politikalarına, “Bilim, Teknoloji ve Yenilik” ve “Bilgi ve İletişim
Teknolojileri” maddeleriyle “Sektörel Politikalar” başlığı altında yer verilmiştir. Ayrıca “Sanayi
Politikaları” başlığı altında, bilim ve teknoloji politikalarıyla yakından ilişkili olan “Dijital Dönüşüm”,
“Ar-Ge ve Yenilik” ve “Kritik Teknolojiler” konuları ele alınmıştır. Bu konu “2023 Sanayi ve
Teknoloji Stratejisi” başlığı altında daha sonraki bölümlerde incelenecektir. Plana göre bilim, teknoloji
yenilik politikalarının ana amacı; bilgi üretme ve kullanma kapasitesinin geliştirilmesi, yüksek katma
değerli ürün ve hizmetleri destekleyecek nitelikte Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerinin artırılmasıdır. Bu
amaç doğrultusunda araştırmacı insan gücünün artırılması için alınacak önlemler, diğer kalkınma
planlarında olduğu gibi On Birinci Kalkınma Planı’nda da dile getirilmiştir (T.C. Strateji ve Bütçe
Başkanlığı 2019: 105-107). Planda “Bilgi ve İletişim Teknolojileri” başlığı altında Türkiye’de
EİT’lerin geliştirilmesi ve kullanımı yoluyla ekonomide verimliliğin ve rekabet gücünün
artırılmasının, bu yolla iş süreçlerinin dönüştürülmesinin temel amaç olduğu ifade edilmektedir. Bu
amaç doğrultusunda yüksek hızlı ve kaliteli erişim imkânı sunan sabit ve mobil genişbant
altyapılarının yaygınlaştırılması, elektronik haberleşme sektöründeki küresel gelişmelerin yakından
takip edilip gerekli adımların atılması, elektronik haberleşme sektörünün kurumsal açıdan
yapılandırılması, 5G ve ötesi teknolojilere geçiş için yapılacak çalışmalar, uydu teknolojilerini
geliştirmek için atılacak adımlar, veri merkezi sektörünün geliştirilmesini sağlayacak düzenleyici
çerçeve ve teşvik mekanizması, yazılım sektörünün geliştirilmesi için yapılacak çalışmalar, yapay
zekâ teknolojilerinin üretilmesi ve kullanımının yaygınlaştırılmasına yönelik izlenecek politikalar,
siber güvenlik sektörünün geliştirilmesinde izlenecek yollar gibi politikalar önerilmektedir (T.C.
Strateji ve Bütçe Başkanlığı 2019: 113-118).
257
C. Türkiye ve Endüstri 4.0
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de özellikle sermaye çevrelerinde Endüstri 4.0
projesi büyük yankı bulmuştur. Bu bağlamda Endüstri 4.0, Türkiye’nin ekonomik ve endüstriyel
anlamda geri kalmışlığını tersine çevirecek bir fırsat olarak algılanmıştır. Bu bölümde Türkiye’nin
Endüstri 4.0 hedef ve politikaları ve bu devrimin hangi aşamasında olunduğu tartışılacaktır.
1. Türkiye’de Ekonominin Sektörel Gelişimi
Türkiye’nin Dördüncü Endüstriyel Devrim hedefine ne kadar mesafede olduğunun
anlaşılabilmesi için, öncelikle mevcut durumun tespit edilmesi ve tarihsel süreç içerisindeki gelişimin
aktarılması gerekmektedir. Bu çerçevede, Türkiye’de ekonominin sektörel gelişimi tarım, endüstri ve
hizmetler ekseninde, kısaca özetlenecektir. Bu bölümün başında “Türkiye’de Bilimsel ve Teknolojik
Değişim ve Uygulanan Politikalar” konusunu ele alırken gördüğümüz gibi Türkiye’de kapitalizmin
gelişim süreci içerisinde çeşitli evrelerden söz edilebilir. Nitekim bu bölümde de böyle bir
dönemlendirme yapılacak ve Türkiye’de ekonominin sektörel gelişimi, çeşitli ara dönemleri de içeren
üç ana dönem şeklinde değerlendirilecektir. Birinci ana dönem 18. yüzyıldan Osmanlı ekonomisinin
yarı sömürgeleştirilmesinden 1950’li yıllara uzanan büyük oranda tarımsal üretimin söz konusu
olduğu dönemdir. İkinci ana dönem ise 1950’lerden 1980’lere uzanan, ithal ikameci politikaların
uygulamaya sokulduğu, endüstriyel ekonominin ağırlık kazanmaya başladığı dönemdir. Son olarak
1980’li yıllardan günümüze uzanan, tarımsal üretiminin gerilediği, hizmetler sektörünün ağırlık
kazandığı dönemdir. Bu dönemselleştirmeye geçmeden önce Türkiye’de nüfusun kır/kent dağılımına
bakmak yararlı olacaktır. Kentleşmeyi birinci bölümde ele aldığımız endüstrileşmenin bir ürünü olarak
değerlendirirsek, Tablo 5.1, Türkiye’de tarıma dayalı toplumsal ve ekonomik yapının zaman içerisinde
bir çözülme yaşadığını, nüfusun endüstri ve hizmet sektörünün gelişkin olduğu kentlerde (il ve ilçe
merkezleri) toplanmaya başladığını göstermektedir. Buna göre 1927 yılında yapılan nüfus sayımında
kırsal alanda (belde ve köyler) yaşayanların oranı yüzde 75,8 düzeyindedir.
117
1980’li yıllara kadar
kırsal nüfus kent nüfusunun gerisindeyken, ilk kez 1950’li yıllarla birlikte hız kazanan iç göçün
etkisiyle 1985 yılındaki nüfus sayımında kent nüfusu kır nüfusunun sayısını geride bırakmıştır. 1980’li
yıllarla birlikte gerek ekonomik gerek politik nedenlerle iç göçün daha da artış göstermesi (İçduygu,
Sirkeci 1999: 250-254), kırsal kesimdeki nüfusu daha da eritmiştir. 2021 verilerine göre Türkiye’nin
kır nüfusu toplam nüfusun yüzde 6,8’i düzeyine kadar inmiştir.
117
1924 tarihli ve 442 sayılı Köy Kanununun birinci maddesine göre nüfusu iki binden aşağı yurtlara köy ve
nüfusu iki bin ile yirmi bin arasında olanlara kasaba ve yirmi binden çok nüfusu olanlara (şehir) denilmektedir. TÜİK’in
istatistiği bu kanuna dayanmaktadır. Ancak neredeyse 100 yıllık bir kanuna dayanarak hazırlanan bu veri, nüfusu 20 bini
geçse de kırsal öğelerin baskın olduğu 20 bin kişiden kalabalık kimi yerleşim yerlerinin kent olarak değerlendirilmesine yol
açmıştır. Bu yüzden verilerin hazırlanmasında kullanılan bu yöntemin değiştirilmesi gerekmektedir.
258
Tablo 5.1
Türkiye’de Yıllara ve Cinsiyete Göre İl/İlçe Merkezleri ve Belde/Köyler Nüfusu (1927-2021)
Yıl
Toplam
İl ve ilçe
merkezleri
Belde ve
köyler
Toplam
İl ve ilçe
merkezleri
Belde ve
köyler
Genel Nüfus Sayımları
1927
13 648 270
3 305 879
10 342 391
100,0
24,2
75,8
1935
16 158 018
3 802 642
12 355 376
100,0
23,5
76,5
1940
17 820 950
4 346 249
13 474 701
100,0
24,4
75,6
1945
18 790 174
4 687 102
14 103 072
100,0
24,9
75,1
1950
20 947 188
5 244 337
15 702 851
100,0
25,0
75,0
1955
24 064 763
6 927 343
17 137 420
100,0
28,8
71,2
1960
27 754 820
8 859 731
18 895 089
100,0
31,9
68,1
1965
31 391 421
10 805 817
20 585 604
100,0
34,4
65,6
1970
35 605 176
13 691 101
21 914 075
100,0
38,5
61,5
1975
40 347 719
16 869 068
23 478 651
100,0
41,8
58,2
1980
44 736 957
19 645 007
25 091 950
100,0
43,9
56,1
1985
50 664 458
26 865 757
23 798 701
100,0
53,0
47,0
1990
56 473 035
33 326 351
23 146 684
100,0
59,0
41,0
2000
67 803 927
44 006 274
23 797 653
100,0
64,9
35,1
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi
2010
73 722 988
56 222 356
17 500 632
100,0
76,3
23,7
2011
74 724 269
57 385 706
17 338 563
100,0
76,8
23,2
2012
75 627 384
58 448 431
17 178 953
100,0
77,3
22,7
2013(1)
76 667 864
70 034 413
6 633 451
100,0
91,3
8,7
2014
77 695 904
71 286 182
6 409 722
100,0
91,8
8,2
2015
78 741 053
72 523 134
6 217 919
100,0
92,1
7,9
2016
79 814 871
73 671 748
6 143 123
100,0
92,3
7,7
2017
80 810 525
74 761 132
6 049 393
100,0
92,5
7,5
2018
82 003 882
75 666 497
6 337 385
100,0
92,3
7,7
2019
83 154 997
77 151 280
6 003 717
100,0
92,8
7,2
2020
83 614 362
77 736 041
5 878 321
100,0
93,0
7,0
2021
84 680 273
78 908 631
5 771 642
100,0
93,2
6,8
(1) Bir önceki yıla göre “il ve ilçe merkezleri” ile “belde ve köyler” nüfuslarındaki büyük farklılıkların ana
nedeni, 6360 sayılı Yasa uyarınca yapılan idari bölünüş değişiklikleridir.
Kaynak: TÜİK İstatistik Veri Portalı (2021), “Yıllara ve Cinsiyete Göre İl / İlçe Merkezleri
ve Belde / Köy Nüfusu, Genel Nüfus Sayımları – ADNKS, 2021”, https://bit.ly/3bOtZcH, (Erişim
Tarihi: 25 Temmuz 2022).
259
Birinci dönem 1830’lardan 1950’lere kadar uzanan dönemdir. Bu dönemin özelliği Batı
Avrupa ve ABD’de kapitalizm birinci ve ikinci endüstriyel devrimleri yaşarken, Osmanlı
ekonomisinin yarı sömürgeleşmesidir. Bu dönemde ülke ekonomisi geleneksel yöntemle yapılan
tarıma dayanmaktadır.1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması’yla İngiltere ve Fransa açık Pazar olarak
Osmanlı devletini uluslararası ticaret ağına sokmuş, bunun sonucunda yarı-sömürgeleşme hızlanmıştır
(Kazgan 2006: 20-21). Ağırlıklı olarak bir tahıl üreticisi olan Türkiye 1920’lerle birlikte tarımda
makineleşme yolunda ilk adımları atmıştır. Ancak 1929’da patlak veren Büyük Buhran’la birlikte
küresel ölçekte tarım ürünlerindeki dalgalanmalar, Türkiye’de tarımsal ürün fiyatlarının düşüşüne yol
açmıştır, bu durum tarım sektörünü olumsuz yönde etkilemiştir (Köymen 1999: 5-12). Birinci dönem
aynı zamanda Türkiye’de devletçi endüstrileşme politikalarının uygulandığı dönemdir. Türkiye
burjuvazisinin yeterince sermaye birikimine sahip olmadığı bu evrede, 1929-1939 yılları arasında
büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nden sağlanan dış finansmanla önemli endüstri yatırımları
gerçekleştirilmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, endüstrileşme yönünde atılan
adımları aksatmıştır (Sönmez 1999: 3-7).
İkinci dönem, 1950’lerden 1980’lerin başına kadar uzanan dönemdir. Bu dönemde
Türkiye’de endüstrileşmenin iç birikim yoluyla (ithal ikame) gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Ancak
bu dönemde tarımsal alanda da önemli adımlar atılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyalizm
“tehdidine” karşı kapitalist dünyayı yeniden yapılandırmak ve güçlendirmek gibi bir amacı
benimseyen yeni hegemonik güç ABD’nin girişimleriyle tarımda modernizasyona gidilmek
istenmiştir. 1950’lerde Marshall Planı çerçevesinde sağlanan kredilerle alınan traktörlerin sayısının
artması, makineli tarım yolunda kat edilen önemli bir aşama olarak değerlendirilebilir. 1950’de 9 bin
905 olan traktör sayısı, 1952 yılında 31 bin 415’e çıkmış, bu sayı 1971’de 118 bin 825’e ulaşmıştır
(Köymen 1999: 17). Tarımdaki bu makineleşmenin doğal sonucu, kırsal alanda bir nüfus fazlasının
ortaya çıkması olmuştur, nitekim bu dönemden itibaren iç göç (ve başta Almanya olmak üzere dış göç)
hızlanma eğilimine girmiştir. Kentlerde yeni kurulan fabrikalar için bir iş gücü havuzu ortaya
çıkmıştır. Bu dönemin başında özellikle endüstride önemli büyüme oranları yakalanmıştır. 1963-67
arasında yüzde 10’ları bulan endüstride büyüme oranları, 1970’lerde ortaya çıkan sermayenin birikim
kriziyle de ilişkili olarak hızla düşmeye başlamıştır. 1978 yılına gelindiğinde endüstride büyüme oranı
yüzde 2,6’ya kadar gerilemiştir. Hatta bu oran 1979 yılında negatife dönüşmüş, yüzde 4,1’lik bir
küçülme yaşanmıştır. İthal ikameci model çerçevesinde sermaye birikiminin tıkanması anlamına gelen
bu gelişmeler sonrasında, Türkiye 24 Ocak 1980’de ilan edilen kararlarla ihracata dönük
260
endüstrileşme stratejisine geçmiştir (Sönmez 1979: 12-15). Bu kararın alınmasında küresel planda güç
kazanan neoliberal politikaların uygulayıcısı olan IMF ve Dünya Bankası’nın da payı büyüktür.
Üçüncü dönem ise 1980’de başlamıştır ve günümüzde devam etmektedir. Bu dönemin
özelliği tarımda makineleşmenin devam etmesi (1991’de traktör sayısı 702 bin 822’ye ulaşmıştır)
Köymen 1999: 123), buna karşın neoliberal politikaların benimsenmesiyle ve IMF, Dünya Bankası
gibi uluslararası sermaye kuruluşlarının verdikleri kredilere bir koşul olarak getirmesiyle, tarımda
devletin “koruyucu ve düzenleyici” tavrının ortadan kalkmasıdır. Tarım ürünlerine yönelik dış ticaret
korumacılığının ortadan kaldırılması, girdi sübvansiyonlarının büyük oranda son bulması, ürün fiyat
desteklerinin kapsamının daraltılması gibi uygulamaları içeren bu politikalarla iç ve dış ticaret hadleri
tarım aleyhine değişmiştir (Kazgan 1999: 33). Bunun toplumsal yansıması olarak iç göç daha da
hızlanmış ve Tablo 5.1’de görebileceğimiz gibi nüfusun büyük çoğunluğu artık kentlerde yaşamaya
başlamıştır. İthal ikameciliğin terk edilmesiyle, Türkiye ekonomisi yeni bir döneme girmiştir. Dünya
ekonomisiyle daha fazla bütünleşme adına gümrük vergilerinin düşürülmesi ve dış ticaret politikası
araçlarının sınırlandırılması, Türkiye endüstrisinin bel kemiğini oluşturan çeşitli kamu kuruluşlarının
özelleştirilmesi, finansal serbestleştirme bu dönemin karakteristikleri arasındadır (Sönmez 1999: 15-
16). Bu politikalar sonrasında Türkiye ekonomisi büyük oranda dış etkilere açık hale gelmiş, 1994 ve
2001 yılında yaşanan krizler, IMF’ye daha fazla taviz verilmesiyle sonuçlanmıştır.
Şekil 5.2 Türkiye’de İstihdamın Sektörel Dağılımı (2021)
Kaynak: TÜİK İstatistik Veri Portalı (Temmuz 2022), “İşgücü İstatistikleri, 2021”,
https://bit.ly/3BW6sSa, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022)
.
17%
22%
6%
55%
İstihdamın sektörel dağılımı, (%)
Tarım Sanayi İnşaat Hizmet
261
Günümüze gelindiğinde ise Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluş yıllarının aksine bir tarım
ülkesi olmadığı söylenebilir. Şekil 5.2’de yer alan Türkiye’de istihdamın sektörel dağılımına ilişkin
veriler bu görüşü doğrular niteliktedir. Buna göre resmi istatistikleri göre Türkiye’deki istihdamın
yüzde 55’i hizmetler, yüzde 22’si endüstri, yüzde 17’si tarım, yüzde 6’sı ise inşaat sektöründe yer
almaktadır. Türkiye’nin artık bir tarım ülkesi olmaması, endüstriyel alanda önemli ilerlemeler kat
etmesi, Endüstri 4.0 tartışmalarının gündeme geldiği bir dönemde, başta sermaye çevrelerinde
Türkiye’nin diğer endüstriyel devrimlerin aksine bu kez Dördüncü Endüstriyel Devrimi
yakalayabileceği beklentisinin doğmasına yol açmıştır. Ancak Türkiye’nin Dördüncü Endüstriyel
Devrim’e hazır olup olmadığı, daha doğrusu diğer endüstriyel devrim aşamalarını tamamlayıp
tamamlamadığı tartışma konusudur.
Bu konuda TÜBİTAK’ın yaptığı bir anket ve analiz çalışması önemli fikirler vermektedir.
Haziran 2016’da ilgili teknolojik alanlarda TÜBİTAK’tan Ar-Ge desteği almış olan yaklaşık 1000
özel sektör kuruluşuyla yapılan anket çalışmasının sonucunda Türkiye endüstrisinin dijital olgunluk
seviyesinin Endüstri 2.0 ile Endüstri 3.0 arasında olduğu bulgusuna ulaşılmıştır (TÜBİTAK 2016).
Araştırma sonuçlarına göre dijital olgunluk seviyesi en yüksek üç sektör, “malzeme”, “bilgisayarlar,
elektronik ve optik ürünler” ve “otomotiv ve beyaz eşya yan sanayisi” olurken, firmaların yalnızca
yüzde 22’sinin bu konuda kapsamlı bilgiye sahip olduğu orta çıkmıştır (TÜBİTAK 2016). Bu
araştırma, Türkiye’nin Endüstri 4.0 konusunda daha uzun bir yol kat etmesi gerektiğini gösterir
niteliktedir.
2. Türkiye’nin Endüstri 4.0 Politika ve hedefleri
Dördüncü Endüstriyel Devrim olarak adlandırabileceğimiz Endüstri 4.0’ın Türkiye’de
özellikle sermaye çevrelerinde büyük yankı doğurduğu konusunu dile getirmiştik. Bu çerçevede T.C.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı başkanlığında 2016 yılı aralık ayında TÜSİAD, MÜSİAD,
TOBB, TİM, TTGV ve YASED başkanlarından oluşan “Sanayide Dijital Dönüşüm Platformu”
(SDDP) kurulmuştur. Türkiye’yi yeni endüstriyel devrime hazırlamak gibi bir iddiayı taşıyan bu
platform içinde iş bölümü yapılmış ve operasyonel işlemleri gerçekleştirmek için dijital teknolojiler,
ileri üretim teknolojileri, açık inovasyon, eğitim, altyapı ve standardizasyon, patent ve mevzuat temalı
çalışma grupları oluşturulmuştur. Ayrıca bakanlık bünyesinde Dördüncü Sanayi Devrimi Dairesi
Şubat 2017 tarihinde kurulmuştur.
262
Sanayide Dijital Dönüşüm Platformu tarafından yapılan çalışmalar sonucunda Temmuz 2018
tarihinde “Türkiye’nin Sanayi Devrimi: ‘Dijital Türkiye’ Yol Haritası” başlıklı rapor yayınlanmıştır.
Türkiye’nin Endüstri 4.0 projesi için hangi adımları atacağı, nasıl bir planlama yapacağı, hangi
alanlara öncelik vereceği bu raporda ortaya konulmuştur. Buna göre endüstrinin (imalat sanayinin)
dijital dönüşüm sürecinde, daha önce ele aldığımız yapay zekâ, otonom robotlar, büyük veri ve ileri
analitik, bulut bilişim, artırılmış ve sanal gerçeklik, nesnelerin interneti, eklemeli üretim, yeni nesil
akıllı sensör teknolojileri ve siber güvenlik gibi teknolojiler katma değerin, verimliliğin, kârlılığın,
kalitenin en üst seviyeye çıkarılmasında öncü teknolojiler olarak görülmektedir. Raporda söz konusu
dijital teknolojilerin yardımıyla aynı üretimin daha az iş gücü kullanılarak yapılabileceği belirtilmekte,
ancak bu istihdam kaybının ekonominin büyümesiyle sağlanacak ek istihdam olanakları ile
önlenebileceği ileri sürülmektedir. Bu çerçevede hedeflenenin verimlilik, kalite, hız, esneklik artışı
sağlamak ve iş gücü kaybına karşı yeni önlemler geliştirmek amacıyla bir dijital yol haritası sunmak
olduğu raporda belirtilmektedir (T.C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 16). Buna göre
dijital dönüşüm sürecinde Organize Sanayi Bölgeleri (OSB), Endüstri Bölgeleri ve Teknoloji
Geliştirme Bölgeleri (TGB) ile özel sektör Ar-Ge Merkezlerinin öncü bir rol üstleneceği 10 yıllık bir
dijital yol haritası hazırlanmıştır. İlk iki yıl genel hazırlık ve dijital dönüşüme ivme kazandıracak
somut adımlardan oluşacak, yol haritasının orta vadeli (3-5 yıl) vizyonunu oluşturan dönemin sonunda
başta odak sektörlerde ve seçili teknolojilerde olmak üzere Türkiye’nin dijitalleşme konusundaki
açığını kapatması hedeflenecektir. Uzun vadede (6-10 yıl) ise Türkiye’nin dijitalleşme sürecinde
belirli sektör ve teknolojilerde bölgesel veya küresel lider olmayı amaçlayacağı iddia edilmektedir
(T.C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 17). Dijital Yol Haritası çerçevesinde bir
önceliklendirme modeli oluşturulmuş ve bunun sonucunda Türkiye’nin önümüzdeki dönemde
odaklanacağı sektörler olarak kimya ve ilaç, motorlu kara taşıtları, makine ve teçhizat, yarı iletkenler
ve elektronik ile gıda ve içecek ürünleri sektörleri belirlenmiştir. Raporun yaptığı projeksiyona göre
Endüstri 4.0 projesinin hayata geçirilmesi durumunda Türkiye’nin katma değerin 143 milyar dolardan
293 milyar dolara çıkacağı, ihracatın 135 milyar dolardan 338 milyar dolara ulaşacağı, ihracatta
yüksek teknolojili sektörlerin payının yüzde 3 seviyesinden yüzde 15’e çıkarılacağı, imalat sanayi
toplam istihdamının 4,4 milyon kişiden 8,3 milyon kişiye yükselebileceği ileri sürülmektedir (T.C.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 116).
Türkiye’nin Endüstri 4.0 ile ilgili hedefleri, 18 Eylül 2019’da T.C. Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı tarafından açıklanan “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi”nde de kendine yer bulmuştur. Bir
sonraki başlıkta ayrıca ele alınacak belge, Türkiye’nin “Milli Teknoloji Güçlü Sanayi” vizyonunu
gerçekleştirmede yol haritası olma iddiasını taşımakta, dördüncü endüstriyel devrim ile ilgili hedeflere
263
yer vermektedir. Öte yandan Endüstri 4.0 ile ilgili çalışmalar, Aralık 2020’de Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı, Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ve Dünya Ekonomi Forumu (WEF) iş
birliğiyle Türkiye Dördüncü Sanayi Devrimi Merkezi’nin açılmasıyla devam etmiştir.
Endüstri 4.0 projesi ile ilgili olarak SDDP bileşenlerinden TÜSİAD’ın BCG ile yürüttüğü
çalışmalar da öne çıkmaktadır. Bu çalışma kapsamında Türkiye’de teknoloji kullanan şirketlerin dijital
dönüşüm yetkinlik seviyelerinin ölçülmesi, teknoloji tedarikçisi şirketlerin eksiklerinin saptanması ve
odaklanılması gereken noktaların belirlenmesi amacıyla 108 teknoloji kullanıcısı ve 110 teknoloji
tedarikçisi şirket ile kapsamlı bir araştırma gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın sonuçlarına göre
endüstride dijital dönüşüm yolculuğunda karşılaşılan engeller açısından Türkiye’deki şirketler yatırım
öncesi ve planlama dönemindedir, şirketlerin dijital dönüşümünün önündeki en büyük engeller ise
yatırım maliyetlerinin yüksekliği ve yatırımın geri dönüş belirsizliğidir. Bu yüzden Türkiye’de
öncelikli olarak şirketlerin strateji ve yönetişim yetkinliklerinin geliştirilmesi ve yapılan yatırımların
belirlenen stratejik hedeflere göre önceliklendirilmesi önerilmektedir (TÜSİAD, BCG 2017: 14-16).
Söz konusu raporda Endüstri 4.0’ın emek üzerindeki etkilerinden bahsedilmemesi ise dikkat çekicidir.
D. 2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi: Güncel Durum
Türkiye’de ulusal bilim ve teknoloji politikasını belirleyen güncel çalışma “2023 Sanayi ve
Teknoloji Stratejisi” belgesidir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteme geçişin ardından yeniden
yapılanan T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan belge 18 Eylül 2019’da
kamuoyuna duyurulmuştur. Büyük oranda Türkiye’nin Endüstri 4.0 hedefleri ve bu hedefler
çerçevesinde dijital dönüşümün gerçekleştirilmesi ekseninde hazırlanan “2023 Sanayi ve Teknoloji
Stratejisi” belgesi, “Milli Teknoloji Hamlesi”, “2023 Sanayi ve Teknoloji Hedefleri”, “2023 Sanayi ve
Teknoloji Stratejisi Bileşenleri” ve “Sonuç ve Sonraki Adımlar” başlıklarından oluşmaktadır.
Teknolojik ilerleme ve dönüşümün Dördüncü Sanayi Devrimi’nin kapısını araladığı ve bu devrimin
sunduğu büyük fırsatlar nedeniyle küresel arenada yeni bir yarışı gündeme getirildiği belgede dile
getirilmekte, bu yarış çerçevesinde Almanya, ABD, Çin, Japonya ve G. Kore gibi ülkelerin yaptığı
büyük yatırımlar aktarılmaktadır (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 8-10).
Daha önceki endüstriyel devrimleri bir bakıma “ıskalayan” Türkiye’nin, Dördüncü
Endüstriyel Devrim’i yakalayarak gelişmiş kapitalist ülkeler arasında yerini alması belgenin arka
planındaki temel düşüncedir. Bu çerçevede Türkiye’nin endüstri ve teknoloji devriminin öncü ülkeleri
arasında yer alması için, endüstri ve teknoloji alanlarını bütüncül biçimde ele alan “Milli Teknoloji
264
Hamlesi” yaklaşımı önerilmektedir. “Milli Teknoloji Hamlesi” ile Türkiye’nin küresel rekabette daha
güçlü olmayı sağlayacak sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve toplumsal refah artışını elde edeceğinin
savunulduğu belgede, bunun yolunun ülke dinamiklerine göre tasarlanmış, geniş katılımı sağlayan ve
toplumu harekete geçiren bir programın yürütülmesi olduğu görüşü dile getirilmiştir (T.C. Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığı 2018: 10). Türkiye’nin Milli Teknoloji Hamlesi’ni gerçekleştirmek için 207
üniversite, 1200’e yakın Ar-Ge Merkezi, 350’den fazla Tasarım Merkezi, 84 Teknoloji Geliştirme
Bölgesi, 153 bin Ar-Ge personeli, 112 bin araştırmacıdan oluşan güçlü bir altyapı ve kapasiteye sahip
olduğu belgede savunulmaktadır. “Milli Teknoloji Hamlesi”, toplumsal refah artışı, küresel rekabet
gücü, ekonomik ve teknolojik bağımsızlık, katma değerli ürün, kritik teknolojilerde atılım ve
sürdürülebilir ekonomik kalkınma gibi unsurlardan oluşmaktadır. Ancak 2023 yılına gelindiğinde bu
hamleyi gerçekleştirebilmek için sanayi ve teknoloji alanında 12 ana hedef belirlenmiştir. İmalat
endüstrisinde gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) içindeki oranının yüzde 16,5’ten yüzde 21’e
yükseltilmesi; 2018’de 28 bin ABD doları olarak hesaplanan sanayide çalışan işçi başına sanayinin
ürettiği katma değerin 35 bin ABD dolarına çıkartılması, yine 2018’de 158,8 milyar ABD doları olan
imalat endüstrisi ihracatının 210 milyar ABD doları seviyesine getirilmesi, 2023’te teknoloji tabanlı
işlere yapılan yatırım büyüklüğünün 5 milyar TL’ye ulaştırılması, 2017 yılında yüzde 1 olan Ar-Ge
harcamalarının gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) içindeki oranının 2023’te yüzde 1,8’e çıkartılması bu
hedefler arasında yer almaktadır.
Konuya dijital emek ekseninde bakarsak, yazılım geliştirici sayısının artırılmasına belgede
büyük önem verilmektedir. 2018 yılında Türkiye’de dijital emeğin önemli bir unsurunu oluşturan,
profesyonel yazılım geliştirici sayısının 140 bin civarında tahmin edildiği belirtilirken, bu sayının
Almanya ve İngiltere’de yaklaşık 850 bin, Fransa’da 500 bin, Rusya’da 400 bin, Polonya’da 250 bin
ve Ukrayna’da 200 bin civarında olduğu aktarılmaktadır. Dijital dönüşümü, bir başka ifadeyle
kapitalizmin dijitalleşmesi için Türkiye’deki yazılım geliştiricilerinin sayısının yetersizliğine dikkat
çekilirken, bu sayının 2023 yılına kadar 500 bini geçmesinin hedeflendiği strateji belgesinde yer
almaktadır (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 18-30).
Belgede küresel üretim maliyetlerine yönelik bazı değerlendirmelere de yer verilmiştir. Buna
göre mevcut durumda, küresel üretim endeksine göre 98 ortalama birim maliyet ile Türkiye’nin iş
gücü maliyetlerinde (ucuz emek) avantajlıdır; ABD 100, Almanya ise 121 ortalama birim maliyetle
üretim gerçekleştirmektedir. Ancak Endüstri 4.0 ile birlikte Almanya’nın yüzde 15-25 oranında
verimlilik artışı sağlaması beklenmektedir. Bunun anlamı Türkiye ile hemen hemen aynı birim
maliyetle üretim yapabilecek konuma gelmesidir. Bu yüzden Türkiye’nin benzer adımları atması (Ar-
265
Ge ve yenilik yatırımlarının yapılması ve ihtiyaç duyulan nitelikli insan kaynağını karşılayacak
önlemleri alması) ciddi bir zorunluluktur (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 45). Strateji
belgesinde yer alan bazı ifadeler ise kapitalizmin dijitalleşmesiyle (dijital dönüşüm) emek gücünde
yaşanacak değişimler hakkında tahminleri içermekte, bir bakıma ortaya çıkacak dijital emek ile ilgili
bilgiler vermektedir. Buna göre kalite kontrolüne odaklanan işçilerin sayısının azalması gerek üretimi
bilen gerekse bilgi teknolojileri sistemlerine hakim, ayrıca veri analizi ve sonuç üretme yeteneğine
sahip veri analistlerine gereksinim bulunmaktadır. Üretim hatlarında fiziksel iş gücünün azalacağı,
buna karşın robot operatörlere gereksinimin artacağı belgede savunulmaktadır. Otonom lojistik araçlar
nedeniyle lojistik işçilerinin sayılarının azalacağı, ayrıca Endüstri 4.0 planının önemli bir bileşeni olan
simülasyon teknolojileri nedeniyle, üretim hattının simülasyonuna yönelik analizleri yapacak işçilere
de gereksinim duyulacağı çalışmada ortaya konulmaktadır. Strateji belgesine göre, izleme ve sensör
teknolojilerinin gelişimiyle, üretim hattındaki potansiyel arızaların tespiti, artık bilgi teknolojileri ve
veri uzmanları tarafından yapılacaktır. Ayrıca AR teknolojilerini kullanacak saha mühendislerine, 3
boyutlu modelleme konularında uzman kişilere gereksinim artacaktır. Bütün bunların sonucunda
parçaların montajında çalışan işçilere yönelik gereksinim azalacaktır (T.C. Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı 2018: 46).
Strateji belgesinde beşeri sermayenin önemine de değinilmektedir. Beşeri sermayenin
geliştirilmesi için özellikle eğitim sisteminde atılacak adımların sıralandığı belgede, yazılım
teknolojilerine müfredatta daha fazla yer verilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı ile ortak çalışma
yapılacağı dile getirilmektedir. Strateji belgesinin sermayenin çıkarlarına göre hazırlandığı ve
biçimlendirdiği ise dikkati çekmektedir. Belgede yer alan, “Esnek çalışma saatleri, uzun süreli izin
kullanımı, uzmanlık alanlarına göre serbest zamanlı çalışma olanağı, yazılım ve hizmet sektörlerinde
çalışanlar için mekân bağımsız çalışma imkânı gibi dijital iş modellerini de destekleyen sistemler
geliştirilecektir” (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 71) ifadesi, çalışmamızda ortaya
koyduğumuz kapitalizmin 1970’li yıllardan itibaren sermaye birikim krizine çözüm bulmak için
uygulamaya koyduğu neoliberal politikalar ve esnek birikim modeliyle bire bir uyum içerisindedir.
Dahası dijital işyerinin ortaya çıkışı, mekanın değişimi, daha doğrusu üretimin mekansızlaşması, iş-
özel yaşam arasındaki sınırların belirsizleşmesi ve “toplumsal fabrika”nın ortaya çıkışı gibi, dijital
emek ile yakından ilgili gelişmeler bu cümlelerde özetlenmiş ve bir hedef olarak ortaya konmuştur.
Strateji belgesi ekseninde Türkiye’nin “Milli Teknoloji Hamlesi”nin önemli unsurlarından
birisini de savunma sanayi endüstrisinde atılan adımlar oluşturmuştur. Bu çerçevede teknoloji
geliştirme bölgeleri oluşturulmuş, yerli tedarikçilerin teknoloji üretme yetenekleri artırılmış,
266
maliyetleri azaltmış ve insansız hava aracı, füze, radar sistemi ve uydu gibi ileri teknolojilerde ürün
geliştirme kapasitesi yükseltilmiştir. Bir özel sektör kuruluşu olan Baykar Teknoloji’nin geliştirdiği
Bayraktar Akıncı ve Bayraktar TB2, birçok ülkeye ihraç edilmiş ve Azerbaycan ile Ermenistan
arasında yaşanan Yukarı Karabağ savaşında olduğu gibi kritik bir rol üstlenmiştir. Çok sayıda ülkeye
ihracatta bulunan Baykar Teknoloji, bu sayede Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre 2022
yılında savunma ve havacılık sanayisinin ihracat şampiyonu haline gelmiştir (Anadolu Ajansı 2022).
Politik iktidarla yakın ilişkilerinin avantajlarını kullanması bir yana bırakılırsa, Baykar Teknoloji’nin
durumu, belli ölçülerde İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de ortaya çıkan askeri-endüstriyel-
bilimsel kompleksin durumunu andırmaktadır. Dördüncü bölümde “Enformasyon ve İletişim
Teknolojileri’nin Tarihsel Gelişimi” başlığı altında gördüğümüz gibi bu kompleks, başta EİT’ler
olmak üzere bir dizi kritik teknolojinin geliştirilmesini sağlamış, bu anlamda Dördüncü Endüstriyel
Devrim’in yolunu açmıştır. Türkiye’nin bu sektörde yoğunlaşması ve bu alandaki çalışmaları teşvik ve
koordine etmek için “Türkiye İnsansız Hava Aracı Sistemleri Yol Haritası (2011-2030)” stratejik
belgesini oluşturması önemlidir. Nitekim bakanlık verilerine göre savunma sanayisinde kritik
teknolojilerin yerli üretimi ve yerli ürün kullanım düzeyinin yüzde 20’lerden yüzde 68’lere yükselmesi
(T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2018: 17), Türkiye’nin endüstrileşmesinde bu yöndeki
çalışmaların önümüzdeki yıllarda büyük önem kazanacağını göstermektedir. Öte yandan insansız hava
araçları sistemlerinin önemli bileşenlerinden birisi yazılımdır. Bu anlamda bu yöndeki çalışmalar,
yazılım işçileri özelinde Türkiye’deki dijital emeğin gelişimini olumlu yönde etkileyecek potansiyele
sahiptir.
E. Turkuaz Kart
Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikası çerçevesinde gerçekleştirilen uygulamalardan
bir diğeri Turkuaz Kart’tır. Onuncu Kalkınma Planı’nda bir hedef olarak ortaya konulan ve Nitelikli
İnsan Gücü İçin Çekim Merkezi Program Eylem Planı doğrultusunda çalışmalarına başlanan Turkuaz
Kart, T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikle yasal bir
çerçeveye kavuşturulmuş ve 14 Mart 2017 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Nitelikli İnsan Gücü İçin
Çekim Merkezi Program Eylem Planı 2015). Turkuaz Kart ile bilim, teknoloji, kültür, sanat, spor,
yatırım ve üretim alanlarında isim yapmış diğer ülke yurttaşlarına geniş haklar ve ayrıcalıklar
tanınmakta, böylelikle bu kişilerin Türkiye’ye gelmeleri hedeflenmektedir. Turkuaz Kart verilebilecek
yabancılar yönetmeliğin 5. maddesinde belirtilmiştir. Konuyu bilim ve teknoloji açısından ele alırsak,
“Eğitim düzeyi, ücreti, mesleki bilgisi ve deneyimi, bilim ve teknolojiye katkısı ve benzeri nitelikleri
itibarıyla yüksek nitelikli işgücü olarak değerlendirilen”, ayrıca “Bilimsel ve teknolojik gelişmeye katkı
267
sağlayan veya bilim, sanayi ve teknoloji alanlarında uluslararası düzeyde ülke menfaatleri açısından
stratejik kabul edilen çalışmalar ve araştırmalar yapan bilim insanı veya araştırmacı” yabancılara
Turkuaz Kart verilebilmektedir (Turkuaz Kart Yönetmeliği 2017). Turkuaz Kart’ın kimlere
verileceğini ise Uluslararası İşgücü Politikası Danışma Kurulu’nun önerisiyle T.C. Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı belirlemektedir. Turkuaz Kart ile kart sahibiyle eşi ve çocuklarına Türkiye’de
süresiz çalışma ve ikamet hakkı tanınmakta; seyahat, yatırım, ticari faaliyet, miras, taşınır ve taşınmaz
edinme (iktisap) ya da başkasına devretme (ferağ) gibi konularda Türk vatandaşlarına uygulanan
mevzuat hükümleri uygulanmaktadır. Turkuaz Kart, ilk üç yılı geçiş süresi olmak kaydıyla verilmekte,
geçiş süresi sonucunda gerekli nitelikleri taşımaya devam eden kullanıcıların Turkuaz Kart’ı süresiz
hale gelmektedir.
Turkuaz Kart ile bilim ve teknoloji alanında önemli katkıda bulunan isimlerin Türkiye’ye
yerleşmeleri ve burada çalışmaları hedeflenmektedir. Akademik alanda uluslararası kabul görmüş
çalışmaları bulunanlar ile bilim, sanayi ve teknolojide Türkiye açısından stratejik kabul edilen bir
alanda öne çıkmış olanlar veya ihracat, istihdam ya da yatırım kapasitesi olarak ulusal ekonomiye
önemli katkı sağlayan, sağlaması öngörülenler Turkuaz Kart kapsamında nitelikli yabancı olarak
değerlendirilmektedir (T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2022). Bu anlamda bu kartın
verilme amacının bir tersine beyin göçü yaratma hedefi olduğu söylenebilir. Bu sayede Türkiye’nin
yüksek nitelikli iş gücü bakımından tercih edilir hale getirilmesi, böylece ülkenin küresel rekabet
üstünlüğü elde etmesi amaçlanmaktadır. Ancak 2017 yılında yasal çerçeveye oturtulan Turkuaz Kart,
2022 Ağustos ayına kadar olan dönemde sadece üç kişiye verilmiştir. Turkuaz Kart ilk olarak 17 Eylül
2021’de Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Türkiye-Almanya İş Konseyi Başkanı Steven
Young’a verilmiştir. Sonrasında Turkuaz Kart, 3 Şubat 2022’de Ford Otosan Genel Müdür
Başyardımcısı David Joseph Cuthbert Johnston’a, 21 Temmuz 2022’de ise Türkiye A Milli Kadın
Voleybol Takımı Antrenörü Giovanni Guidetti’ye teslim edilmiştir.
118
Görüldüğü gibi bu isimlerin
hiçbiri bilim ve teknoloji alanına katkı bulunmuş isimler değildir. Bu çerçevede Turkuaz Kart’ın henüz
Türkiye’nin ulusal bilim ve teknoloji politikalarına katkı sunduğundan söz etmek olanaklı değildir.
118
Turkuaz Kart’ın verilmesiyle ilgili olarak T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın web sitesindeki şu
haberlere bakılabilir: “Türkiye’de Yabancı Girişimciye Turkuaz Kart Uygulaması Başladı” https://bit.ly/3Qu3Qij, (Erişim
Tarihi 31 Temmuz 2022); “Nitelikli Yabancı İşgücünü Türkiye’ye Çekmek İçin Geliştirilen “Turkuaz Kart” Yeni Sahibini
Buldu”, https://bit.ly/3D9V9X7, (Erişim Tarihi 31 Temmuz 2022); “Türkiye A Milli Kadın Voleybol Takımı Antrenörü
Guidetti’ye ‘Turkuaz Kart’ Verildi” https://bit.ly/3x8Bq6l, (Erişim Tarihi 31 Temmuz 2022).
268
III. Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Eğitimi
Türkiye’de geçmişten bugüne yaşanan bilimsel ve teknolojik değişimi, uygulanan politikalar
çerçevesinde ele aldıktan sonra, bilim ve teknoloji eğitimi konusu üzerinde duracağız. Eğitim sistemi,
içinde bulunduğu toplumun toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel yapısı ve mirasıyla yakın ve
karmaşık ilişkiler içinde şekillenmektedir. Bu çerçevede söz konusu topluma egemen olan, o toplumun
ekonomik ve politik karar verme mekanizmasında yer alan güçler, kendi tercihleri ve çıkarları
çerçevesinde eğitim anlayışını şekillendirmekte, üstelik kendi tercihlerini bütün toplumun genel
çıkarıymış gibi yansıtıp, toplumsal güç dengelerini yeniden üretmektedirler. Endüstriyel devrimler
sonucunda kapitalizmin bir ekonomik sistem olarak tüm dünyaya hakim olmasıyla bu durum daha
belirginleşmiş, bireylerin toplumsal işbölümünün farklı konumları için seçimi ve yetiştirilmesi eğitim
sistemlerinin temel işlevi haline gelmiştir (Gök 1999, 1). Türkiye’de bilim ve teknoloji eğitimini bu
çerçevede değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye’de kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak, sermaye sınıfı içinde zaman zaman
güç dengeleri farklılaşmış (ithal ikameci modelden ihracata dayalı büyüme modeline geçiş bunun
örneklerinden biridir), toplumu oluşturan bireylerin toplumsal iş bölümünün farklı konumları için
seçimi ve yetiştirilmesi noktasında eğitim sistemi yeniden şekillendirilmiştir. Toplumsal iş bölümü
bağlamında çalışmamızın ana odağı olan dijital emek formunun seçimi ve yetiştirilmesi konusunda
Türkiye eğitim sisteminin incelenmesi bu bölümün konusunu oluşturacaktır. Ancak dijital emek
formunun görece yüksek bir nitelik (vasıf) gerektirmesi, onu diğer emek formlarından farklı bir eğitim
süreci (yüksek öğretim) gerektirmesi bakımından ayırmaktadır. Başlı başına bir araştırma konusunu
oluşturacak Türkiye eğitim sisteminin bütününü bu çalışmada ele almak hem çalışmamızın kapsamı
hem de gereksinimleri açısından gerekli değildir. Bu yüzden, çalışmamızda bilim ve teknoloji
eğitiminin asli unsuru olan yükseköğretime, Cumhuriyet dönemindeki gelişmeleriyle, ana hatlarıyla
yer verilecektir. Türkiye’deki bilim ve teknoloji eğitiminin ne düzeyde olduğu, geçmişten bugüne nasıl
bir seyir izlediği, özellikle mesleki ve yüksek eğitimin mevcut seviyesi ve olanakları, dijital emek
formunun gelişimine ne derecede yanıt verdiği / vereceği bu bölümün temel sorununu oluşturacaktır.
Bu çerçevede öncelikle Türkiye’deki yüksek öğretimin tarihsel gelişim süreci incelenecek, uygulanan
bilim ve teknoloji politikalarının bu gelişime nasıl bir katkı sunduğu analiz edilecektir.
A. Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Yükseköğretim
Bu bölümün başında gördüğümüz gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminden Cumhuriyet’e
yükseköğretim ve bilim ve teknoloji araştırmaları kurumları alanında çok az miras kalmıştır.
269
İstanbul’da bir üniversite ile 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında kurulan İpek
Böcekçiliği Araştırma Enstitüsü, İstanbul Zirai Deneme İstasyonu, Veteriner Kontrol ve Araştırma
Enstitüsü, Kandilli Rasathanesi, Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e devredilen yegane eğitim ve
araştırma kurumlarıdır (Pak, Türkcan, Atamer 1995: 154). Bütün bunlara savaşlarla geçen yılların hem
ekonomik alt yapı ama daha da önemlisi yetişmiş nitelikli insan gücü anlamında yarattığı tahribat
eklenince, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir eğitim-bilim seferberliği kaçınılmaz olmuştur (Türkcan
2009: 466). Öte yandan bu dönemde eğitim politikaları açısından bir başka önemli gelişme, dini
meşruiyet kaynağı olmaktan çıkararak onun yerine pozitivist bilim anlayışıyla şekillenen laik bir
eğitim düzenine geçiş yolunda atılan adımlardır (Gök 1999: 5). Bu çalışmanın kapsamını fazlasıyla
aşan ilk ve orta öğretimde yaşanan önemli dönüşümleri bir kenara bırakırsak, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında yükseköğretim hamlesi oldukça sınırlı olmuştur. Özerk bir üniversite olan Darülfünun’un bir
türlü bekleneni verememesi üzerine 1933’te kapatılıp yerine İstanbul Üniversitesi kurulması bu yönde
atılan ilk adımlardan biridir. İstanbul Üniversitesi’nin akademik kadrosunun oluşturulması sırasında
eski Darülfünun hocalarına ek olarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Avrupa’ya gönderilip eğitim
almaları sağlanan akademisyenlerden ve Almanya’daki Nazi iktidarından kaçarak Türkiye’ye gelen
Yahudi kökenli Alman profesörlerinden yararlanılmıştır. Bu gelişmeler Türkiye’de Alman üniversite
modelinin yerleşmesini önemli ölçüde etkilemiştir (Pak, Türkcan, Atamer 1995: 154). Öte yandan
kökleri Osmanlı İmparatorluğu’na dayanan Yüksek Mühendis Mektebi 1926’da yeniden
yapılandırılmış ve akademik faaliyete başlamıştır.
Buna karşın Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni başkent Ankara’da herhangi bir yüksekokul
bulunmamaktadır. Ancak bu eksiklik hızla giderilmiş Ankara Hukuk Fakültesi 1925’te, Yüksek Ziraat
Enstitüsü 1933’te, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi 1935’te, Fen Fakültesi 1943’te, Ankara Tıp
Fakültesi ise 1945’te kurulmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Türk üniversite
sistemi parçalı bir yapı sergilemiştir. Bu sorunu ortadan kaldırmak için 1946 yılında 4936 sayılı
Üniversiteler Kanunu çıkarılmış, Yüksek Mühendis Mektebi bir kere daha yeniden yapılandırılarak,
inşaat, mimarlık, makine ve elektrik fakültelerinden oluşan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)
kurulmuş, Ankara’daki yüksekokul ve enstitüler yeni kurulan Ankara Üniversitesi çatısı altında bir
araya getirilmiştir (Pak, Türkcan, Atamer 1995: 154; Türkcan 2009: 474-475). Üniversite Kanunu,
üniversitelere şeklen bilimsel özerklik ve tüzel kişilik getirse de idari özerkliği kısıtlamış, Milli Eğitim
Bakanı’na üniversiteleri denetleme konusunda önemli yetkiler vermiştir. Bu Kanun, tek parti
döneminin “halk için, gerekirse halka rağmen” şiarında ifadesini bulan otoriter, merkeziyetçi,
reformcu anlayışın izlerini taşımıştır (Gök 1999: 6). Öte yandan yeni oluşturulan üniversite sistemi
çerçevesinde başka üniversiteler de kurulmuştur. 1955 tarihli kanun ile kurulan ama eğitim öğretime
270
1963’te Trabzon’da başlayan Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ); 1955 tarihli kanunla kurulan ve
1955 yılında İzmir’de öğretime başlayan Ege Üniversitesi; 1953 yılında kurulan ve 1956-57 akademik
yılında öğretime başlayan Atatürk Üniversitesi; son olarak Türkiye’de İngilizce öğretim yapan ilk
teknik üniversite olan, 1956 ve 1959 tarihli kanunlarla kurulan, Ankara’da 1959 yılında öğretime
başlayan Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) (Türkcan 2009: 476) yeni kurulan bu üniversitelerdir.
Öte yandan ilk kurulan üniversitelerin Avrupa geleneğini model almalarının aksine, son kurulan
üniversiteler ABD üniversite sistemini model almışlardır (Gök 1999: 6).
Öte yandan üniversite sisteminin dışında çeşitli araştırma enstitüleri bu dönemde
faaliyetlerine başlamıştır. Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü 1929’da, Maden Tetkik ve
Arama Enstitüsü (MTA) ve Elektrik İşleri Etüt idaresi (EİEİ) 1935’te, Karayolları Araştırma Fen
Heyeti 1948’de, Konya Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü 1950’de, Ankara Ormancılık
Araştırma Enstitüsü 1952’de, Ankara Toprak ve Gübre Araştırma Enstitüsü 1954’te, Başbakanlık
Atom Enerjisi Komisyonu Genel Sekreterliği 1956’da, Ankara Sebzecilik Araştırma İstasyonu ve
Ankara Bölge Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü 1957’de, Yapı Malzemesi Araştırma ve
Laboratuvarı 1958’de, Balıkesir Zeytincilik Araştırma İstasyonu 1959’da, Devlet Su İşleri Araştırma
Dairesi 1960’ta kurulmuştur (Türkcan 2009: 470).
B. 1960 Sonrasında Türkiye’de Yükseköğretim Sistemi
27 Mayıs askeri darbesinden sonra hazırlanan ve üniversitelerin büyük katkı sunduğu 1961
Anayasası, eğitim, öğretim ve bilim konusunda özgürlükçü, laik ve sosyal devlet anlayışına uygun bir
yaklaşım sergilemiştir (Gök 1999: 6). İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fordist modelin uygulanmasıyla
elde edilen istikrarlı büyüme oranları ve büyümenin getirdiği refah artışının sermaye ile işçi sınıfı
arasındaki zımni sınıf ittifakıyla bölüşülmesi ekseninde şekillenen Keynesyen politikaların izlerini
1961 Anayasası’nda bulmak olanaklıdır. Askeri darbe sonrasında oluşturulmasına karşın, 1961
Anayasası’nın Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en özgürlükçü metinlerinden birisi olması, kapitalizmin
tarihsel gelişimindeki bu evreye denk gelmesiyle ilişkilendirilebilir. Nitekim bu gelişmelerden
üniversiteler de olumlu anlamda payını almış, 27 Ekim 1960 tarih ve 1155 sayılı kanunla, 4936 sayılı
kanunda bazı değişiklikler yapılmış ve üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerkliği yönünde adımlar
atılmış, Milli Eğitim Bakanı’nın üniversitenin başı olması hükmü ortadan kaldırılmıştır (Türkcan
2009: 476). Üstelik üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerkliği 1961 Anayasası’nın 120. Maddesinde
yer alan “üniversiteler bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir” hükmüyle Anayasal
güvence altına alınmıştır. Ancak 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından Anayasa değişikliği
271
yapılmış, bu madde yürürlükten kaldırılarak üniversiteler devletin yürütme organına bağlanmıştır
(Gök 1999: 7).
1960’lı yıllarla başlayan dönem aynı zamanda Türkiye’de endüstrileşme ve kalkınma plan ve
politikalarının sonuçlarını vermeye başladığı, artan kentleşme nedeniyle yıllık nüfus artışının
Cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamlarına ulaştığı
119
, ilk ve orta öğretimdeki okullaşma
oranlarındaki yükselişe paralel olarak yükseköğretim talebinin de arttığı bir dönemdir. Ancak mevcut
üniversite sistemi bunu karşılayamayınca paralı özel okullar sistemi ortaya çıkmıştır. Bu okullar
akademik anlamda verimi düşürüp, akademik kadroda bir yük oluşturmaya başlayınca 1971 tarihli
1472 sayılı Özel Yüksekokul Öğrencilerinin Öğrenimlerine Devam Edebilmeleri İçin Açılacak Resmi
Yüksekokullar Hakkında Kanun ile İzmir’deki özel yüksekokullar Ege Üniversitesi’ne; Ankara,
İstanbul, Adana ve Eskişehir’de bulunanlar da bu kentlerdeki İktisadi ve Ticari İlimler Akademilerine
bağlanmışlardır. Özel yabancı yüksekokul statüsündeki Robert Kolej ise 1971 yılında çıkarılan bir
kanunla Boğaziçi Üniversitesi adını almış, böylece Türkiye’de İngilizce öğretim yapan ikinci devlet
üniversitesi olmuştur (Türkcan 2009: 478). Ancak bu dönemde Türkiye yüksek öğretim sisteminde
asıl büyük genişleme 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından çıkarılan 1973 tarihli 1750 sayılı
Üniversiteler Kanunu sonrasında yaşanmıştır. 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çerçevesinde, artan
üniversite talebinin karşılanmasına yönelik politik baskıların da etkisiyle, Anadolu’da arka arkaya 10
üniversite açılmasına yönelik kuruluş kanunları çıkartılmıştır. Bu çerçevede 1973 yılında
Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi, Adana’da Çukurova Üniversitesi, Eskişehir’de Anadolu
Üniversitesi; 1974 yılında Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi; 1975 yılında Malatya’da İnönü
Üniversitesi, Elazığ’da Fırat Üniversitesi, Samsun’da Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Konya’da Selçuk
Üniversitesi, Bursa’da Uludağ Üniversitesi; 1978 yılında ise Kayseri’de Erciyes Üniversitesi
kurulmuştur. Böylece planlı dönemin bir bakıma uygulamaya konulan son planı olan Üçüncü
BYKP’nin sonuna gelindiğinde Türkiye’de 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’na tabi toplam 19
üniversite ve bunlara bağlı 183 fakülte; 1184 ve 1438 sayılı kanunlarla kurulan 13 Devlet Mühendislik
ve Mimarlık Akademisi, 7334 sayılı kanunla kurulan 6 İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, 1172
sayılı kanunla kurulan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olmak üzere 20 akademi yer almıştır. Bunlara
ek olarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı iki yıllık meslek yüksekokulları, üç yıllık eğitim enstitüleri
ve dört yıllık spor akademisinden oluşan toplam 107 kurum ile diğer bakanlıklara bağlı 19 meslek
yüksekokulu olmak üzere toplam 126 kurum, dönemin Türkiye yüksekokul sisteminin bileşenlerini
oluşturmuştur (Türkcan 2009: 480-481).
119
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 1931’de binde 21,10 olan yıllık nüfus artışı, İkinci Dünya Savaşı’nın
yaşandığı 1942’de binde 10,59’a düşmüş, 1958’de binde 28,53’e yükselmiş, 1962’de binde 24,63’e inmiş, 1967’de ise tekrar
yükselerek binde 25,19 olarak gerçekleşmiştir. 2021 yılına ait nüfus artış hızı ise binde 12,7’dir. (TÜİK İstatistik Veri
Portalı).
272
C. 1980 Sonrasında Türkiye’de Yükseköğretim Sistemi
Türkiye’nin iktisadi paradigma değişikliğini ifade eden, ithal ikameci (içe dönük) birikim
modelinin terk edilip ihracata dayalı (dışa dönük) büyüme modeline geçmesi anlamına gelen 24 Ocak
1980 Kararları ve hemen arkasından gelen 12 Eylül askeri darbesi, Türkiye toplumunu derinden
etkilemiştir. Görece özgürlükçü 1961 Anayasası’nı yürürlükten kaldırıp; hak ve özgürlükleri
sınırlayan, otoriteyi yücelten, iktidar karşısında hukuku ve özgürlükleri geri plana iten bir mantığa
dayanan 1982 Anayasası’nı (Yokuş 2020: 3) getiren askeri yönetim toplumun hemen her alanını
olduğu gibi eğitim sistemini de derinden etkilemiştir. O döneme dek bir kamu hizmeti olarak sunulan,
ana çizgileri itibarıyla seçkinci olarak da değerlendirilebilecek eğitimde, 1980’ler sonrasında özellikle
devlet okullarının kalitesi hızla düşmüş ve yetersizlikler daha görünür olmuştur. Türkiye’de neoliberal
politikaların baskın hale gelmesiyle yakından ilişkili olan bu gelişmelerin sonucunda eğitimde
özelleştirme faaliyetleri başlamış ve yoğun olarak günümüze dek devam etmiştir (Gök 1999: 7).
Bu dönemde üniversite eğitim sisteminde de önemli değişiklikler yaşanmıştır. 12 Eylül
darbesinin askeri yönetimi, her şeye karşın belirli bir özerkliği olan üniversite sistemine de
müdahalede gecikmemiştir. Darbeden bir yıl sonra, büyük üniversite reformu adı altında 6 Kasım
1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Kanunu ile Türkiye üniversite sistemi
radikal bir dönüşüme sokulmuştur. Bir yıl sonra ise 20.7.1982 gün ve 41 sayılı KHK ile 8 yeni
üniversite kurularak mevcut üniversitelerin sayısı artırılmıştır. Bu çerçevede eski akademilerin ve
yüksekokulların bir araya getirilip yeni bir çatı altında toplanmasıyla İstanbul’da Marmara
Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi, Antalya’da Akdeniz
Üniversitesi, İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi, Edirne’de Trakya Üniversitesi ve Ankara’da Gazi
Üniversitesi kurulmuştur. Aynı karar çerçevesinde tamamıyla yeni bir üniversite olarak Van Yüzüncü
Yıl Üniversitesi kurulmuştur. ODTÜ’ye bağlı Gaziantep Mühendislik Fakültesi ise 1987 yılında
çıkarılan yasayla Gaziantep Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür (Türkcan 2009: 481). Yeni
üniversitelerin açılmasında büyük rol oynayan, temel amacı ise üniversitedeki hiyerarşik yapıyı
güçlendirmek olan YÖK (Erat ve Arap 2016: 244), özgürlükler konusunda olumsuz bir sicil
sergilenmiştir. 1982 yılında 12 Eylül askeri darbesine ve YÖK’e karşı çıktıkları için sıkıyönetim
komutanlıklarının isteği doğrultusunda 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanarak çok sayıda profesör
ve doçentin görevine son verilmesi bu olumsuz sicilin en önemli unsurlarından biridir. 1982’de
başlayan 1983’e kadar devam eden akademik kıyım sonucunda, Türkiye’nin önde gelen bilim
insanlarının da içinde bulunduğu, sayısı tam olarak bilinmese de 1200-1300 civarında olan öğretim
273
elemanı ya resen işten çıkarılmış ya istifaya zorlanmış ya da emekli edilmiştir (Hatipoğlu 1998: 460-
461; Türkcan 2009: 482). Böylece üniversitelerde o döneme dek sınırlı da olsa var olan demokratik
ortam ortadan kaldırılmış, YÖK aracılığıyla üniversiteler merkezileştirilmiştir (Erat ve Arap 2016:
245). Bu öğretim elemanlarının bir bölümü sonrasında mahkeme kararıyla görevlerine dönse de o
dönemde zaten çok sayıda yeni üniversitenin açılmasıyla nitelikli akademik kadro sıkıntısı yaşayan
Türk üniversite sistemi olumsuz yönde etkilenmiş, ama daha da önemlisi akademik özgürlük kolay
kolay onarılamayacak bir darbe almıştır. Nitekim Türkiye’nin 12 Eylül sonrası demokratikleşme
sürecinde, “YÖK’ün kapatılması” vaadi birçok siyasi parti tarafından sıklıkla dillendirilmiştir.
İlerleyen dönemde YÖK eliyle, Türkiye’de üniversitelerin sayısını genişletici bir yol
izlenmiştir. Nitekim ilk büyük genişleme 1992 yılında çıkarılan 3837 sayılı kanunla, 21 devlet
üniversitesi ile İzmir ve Gebze’de 2 yüksek teknoloji enstitüsünün kurulmasıyla gerçekleşmiştir
(Türkcan 2009: 482). Bu sayı ilerleyen dönemde hızla artmış, siyasal partilerin “her ile bir üniversite”
sloganı hayata geçirilmiş ve 2022 yılına varıldığında Türkiye’deki devlet üniversitelerin sayısı 129’a
ulaşmıştır. 1990’lı yılların başında genişleme konusunda atılan bir diğer önemli adım gerekli vakıflara
ve bazı özel kuruluş ve şahıslara, “vakıf yükseköğretim kurumları” (vakıf üniversiteleri) kurma
yolunun açılmasıdır. Bunun sonucunda YÖK Başkanı İhsan Doğramacı tarafından kurulan ve 1986
yılında eğitime başlayan Bilkent Üniversitesi’ne ek olarak pek çok vakıf üniversiteleri de kurulmuştur.
2022 yılına gelindiğinde Türkiye’deki vakıf üniversitelerin sayısı 75’e, vakıf MYO’larının sayısı da
4’e ulaşmıştır. Bu dönemde devlet ve vakıf üniversitelerinin toplam öğrenci sayısı ise 3 milyon 114
bin 623’ü ön lisans, 4 milyon 676 bin 657’si lisans, 343 bin 569’u yüksek lisans ve 106 bin 148’i
doktora olmak üzere 8 milyon 240 bin 997’i bulmuştur (YÖK - Yükseköğretim Bilgi Yönetimi
Sistemi). Üniversitelerde nicelik anlamda yaşanan bu büyük büyümenin niteliğe ne derece yansıdığı
konusu ise güncel bir tartışma konusu olarak varlığını sürdürmektedir.
IV. Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri
Türkiye’deki kapitalizmin gelişim dinamiklerinin bir sonucu olarak, dijital emek olarak
niteleyebileceğimiz emek gücü “teknopark”, “teknokent”, “cyberpark” gibi isimlerle anılan teknoloji
geliştirme bölgelerinde de istihdam edilmektedir. Bu kapsamda Türkiye’de dijital emeğin mekânsal
varoluşunu anlayabilmek açısından, 4961 sayılı ve 2014 tarihli Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu
çerçevesinde, üniversite yerleşkelerinde kurulan şirketlerin yer aldığı bu mekanları ele almak ve
incelemek gerekmektedir. Teknoloji politikaları kapsamında devletin yoğun teşviklerine de hedef olan
teknoloji geliştirme bölgelerindeki çalışma ilişkileri analizimizde önemli bir yer işgal edecektir.
274
A. Teknoparklar ve Ulusal Yenilik Sistemi
Türkiye’de yaygın kullanım şekliyle teknopark
120
, genellikle bir üniversite ya da bir
araştırma kurumu öncülüğünde araştırmaya dayalı ticari faaliyetleri desteklemeyi amaçlayan,
bünyesinde Ar-Ge ve yenilik temelli firmaları barındıran genellikle bir kampüste faaliyet gösteren
kurumdur (Quintas, Wield ve Massey 1992: 161; Çelik 2019: 114). Bilim parkı, teknoloji geliştirme
merkezi, inovasyon merkezi, vb. gibi adlarla da anılan teknoparklar gerek gelişmiş ülkelerde gerekse
de gelişmekte olan ülkelerde üniversite ve endüstri iş birliği için ideal bir arayüz işlevi görmektedir
(Cabral ve Dahab 1998: 727). Teknoparklar
121
, akademik araştırmacıların çıktılarını
ticarileştirebilecekleri ya da firmaların akademik uzmanlık ve araştırma sonuçlarına erişmek için
yerleşebilecekleri bir mekanizma olarak tasarlanmıştır. Teknopark konseptinin özünde ise bilimsel
bilginin teknolojik inovasyona yönelik doğrusal bir ilerlemeye öncülük ettiği düşüncesi yatmaktadır
(Quintas, Wield ve Massey 1992: 161). Küresel ölçekte ilk teknoparklar ABD’de 1950’li yıllarda
kurulmuştur, ancak gerçekte teknoparklar esnek birikime ait yeni olgulardır (Harvey 1997: 184).
Ölçek ekonomisinin avantajlarından yararlanmaya dayanan, bu çerçevede firmaların Ar-Ge faaliyetini
büyük oranda kendi bünyesinde yaptığı Fordist dönemin aksine, esnek birikim döneminde küçük
firmaların, büyük firmalara oranla daha fazla teknoloji ve ticari açıdan daha önemli yenilikler
(inovasyon) geliştirdiği yönünde görüşler bulunmaktadır. Bu çerçevede devletin ve üniversitelerin
sağladığı fonlarla, küçük firmaların üniversitelerin sağladığı araştırma faaliyetlerinden
yararlandırılması hedeflenmiş (Cabral ve Dahab 1998: 178) bunda da başarılı olunmuştur.
120
Teknoparklar, gelişmiş kapitalist ülkelerde yapılarındaki farklılıklardan dolayı farklı terimlerle anılmaktadır.
Bu çerçevede ABD’de “research park” (araştırma parkı), İngiltere’de “science park” (bilim parkı), Fransa’da “technopôle”
(teknoloji kenti), Japonya’da “technopolis” (teknoloji kenti), Almanya’da ise “gründerzentrum” (iş geliştirme merkezi”
ifadeleri kullanılmaktadır (Harmancı ve Önen 1999: 3). Türkiye’de ise zaman zaman “teknoloji geliştirme merkezi”,
“teknokent” gibi terimler kullanılsa da çalışmamızda daha yaygın kullanıma sahip “teknopark” terimi tercih edilmiştir.
121
Teknoparkların geçmişi İkinci Dünya Savaşı sonrasına dayanmaktadır. İlk teknopark, ABD’nin California
eyaletindeki Palo Alto’da Stanford Üniversitesi ile kent yönetimi iş birliğinde 1952 yılında kurulan günümüzde Silikon
Vadisi (Silicon Valley) olarak bilinen Stanford Research Park’tır. Sonrasında 1959’da yine ABD’nin Kuzey Carolina
eyaletindeki Piedmont bölgesinde Research Triangle Park kurulmuş, ilerleyen dönemde teknoparkların sayısı daha da
artmıştır. İlk kurulan teknopark olması nedeniyle ayrıca öneme sahip olan Silikon Vadisi (Stanford Research Park) aynı
zamanda dünya çapında en bilinen teknoparktır. ABD’nin California eyaletindeki San Fransisco’nun yaklaşık 50 mil
güneyinde yer alan San Jose vadisinde yer alan Silivon Vadisi’nin ismi Microsoft, Apple, Intel, HP, Google, Facebook,
Oracle ve eBay firmalarını bünyesinde barındırdığı için EİT’lerde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmelerle anılmaktadır.
Dijital emeğe mekânsal anlamda kaynaklık eden yerlerden biri olan Silikon Vadisi, birçok ülke için ilham kaynağıdır, aynı
zamanda örnek bir modeldir. ABD Savunma Bakanlığı’nın ve büyük firmaların sunduğu cömert finansman kaynaklarıyla
Silikon Vadisi’nin, yeni teknolojik bilginin, başta Stanford Üniversitesi olmak üzere bölgedeki büyük üniversitelerden bilim
insanlarının, yetenekli mühendislerin toplandığı ve çalıştığı bir yenilik mecrası konumuna gelmesi (Castells 2005: 79), birçok
ülkeyi kendi Silikon Vadisi’ni kurma denemelerine itmiştir. Bunun sonucunda teknoparklar, 1970’li yıllarda kıta Avrupası’na
yayılmıştır. 1969’da Fransa’da Sophia Antipolis, 1970 yılında ise İngiltere’de Cambridge teknoparkları kurulmuştur.
Almanya’da teknopark kurulması yönünde çalışmalar 1980’li yılların başında başlamış ve Berlin Teknik Üniversitesi
tarafından Berlin Innovationszentrum kurulmuş, bu yapı 1985’te genişleyerek teknoparka dönüşmüştür. Asya’da kurulan ilk
teknopark 1970’li yılların başında Japonya’da Tsukuba Bilim Kenti’dir. Çin ilk teknoparkını 1980’lerin ortasında açmış ve
bunların sayısını hızla çoğaltmıştır. Hindistan, Güney Kore ve Tayvan teknopark açan diğer Asya ülkeleri arasında yer
almaktadır (Harmancı, Önen 1999: 2; Phan, Siegel, Wright 2005: 168; Demirli 2014: 98; Cansız 2017: 26-27).
275
Türkiye’de teknopark konusundaki politikaların 1990’lı yıllardan itibaren geliştirilmesi,
küresel kapitalizmde yaşanan bu gelişmelerle ilgilidir. 1960’lı yılların başıyla ile 24 Ocak 1980
Kararları arasındaki dönemde ithal ikameci birikim modeline uygulayan Türkiye’de kalkınma
planlarıyla temel araştırmaların geliştirilmesine ve Ar-Ge verimliliğin artırılıp, araştırmacıların
çoğaltılmasına yönelik çalışmalar kamu eliyle yürütülmüş, bu çerçevede TÜBİTAK, sonrasında
Marmara Araştırma Merkezi (MAM) kurulmuş, yurtdışına doktora için öğrenci, eğitim için uzman ve
araştırmacılar göndermek gibi politikalar izlenmiştir (Bülbül, Özbay 2011: 33). Kısacası bu dönemde
teknoloji geliştirme faaliyetleri büyük oranda kamu eliyle (TÜBİTAK, MAM ve kısmen özerkliğe
sahip olsa da üniversiteler) sağlanmaya çalışılmıştır. 24 Ocak 1980 Kararları’yla Türkiye’nin iktisadi
paradigmada değişime gitmesi ve ihracata dayalı birikim modeline geçmesi ve neoliberal politikaların
uygulamaya konulmaya başlanması, teknoloji üretiminin kamu teşvikleriyle ancak piyasa
dinamikleriyle gerçekleştirildiği dönemin başlamasına yol açmıştır. Küreselleşme sürecinin hız
kazandığı ve rekabetin yoğunlaştığı bu dönemde, yeniliğin (inovasyonun) üretilmesinin rekabet gücü
sağlayacak en önemli unsurlardan biri olacağı düşünülmüştür. Bu yüzden odağında girişimcinin
olduğu özel sektör firmalarından oluşan, kâr amacıyla, yeni veya eski buluşları teknoloji transferiyle
sağlayan ve bunları üretime uygulayan Ulusal Yenilik Sistemi (Türkcan 2009: 223) gerektiği
yönündeki anlayış güç kazanmıştır. Bu kapsamda 1997’de toplanan 3. BTYK’da Ulusal Yenilik
Sistemi (UYS) konusu ilk kez gündeme alınmış ve bu konuda TÜBİTAK’tan katalizör rolünü
üstlenmesi istenmiştir. Bu yönde atılan adımlardan ilki 1995’te Para Kredi ve Koordinasyon
Kurulu’nun “Araştırma Geliştirme Yardımına İlişkin Tebliğ” çıkararak Ar-Ge desteklerinin sistemli
hale getirmesi olmuştur. İlerleyen yıllarda kurulan Türk Patent Enstitüsü, Ulusal Metroloji Enstitüsü,
Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), Rekabet Kurumu, Türk Teknoloji Geliştirme Vakfı ve Türk
Akreditasyon Kurumu, bu yönde atılan diğer adımlardır (Bülbül, Özbay 2011: 35). Ancak asıl önemli
gelişme Türkiye’de teknoparkların kurulması için 2001’de yapılan yasal düzenlemedir.
B. Türkiye’de Teknoparklar
Türkiye’de teknoparkların kurulması ile ilgili ilk karar 9 Ekim 1989’da gerçekleşen
BTYK’nın birinci toplantısında alınmıştır. Daha çok bir hedef koyma niteliği taşıyan bu kararı hayata
geçirmede atılan ilk somut adım ise 12.4.1990 tarih ve 3624 sayılı “Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi
Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (KOSGEB) Kurulması Hakkında Kanun” ile
KOSGEB’in kurulmasıdır. Bu gelişmenin ardından KOSGEB dört üniversite ile iş birliği halinde,
TÜBİTAK ise TÜBİTAK-MAM ile birlikte TEKMER’leri (teknoloji geliştirme merkezi) faaliyete
276
geçirmiştir. KOSGEB’in kurulması teknopark kurulması sürecini hem hızlandırmış hem de kalitesinin
ve başarısının artmasına katkıda bulunmuştur. Her ne kadar 1985’te İTÜ Teknopark, 1988’de İzmir
Teknopark, 1990’da ODTÜ Teknopark ve 1999’da TÜBİTAK-MAM Teknopark kağıt üzerinde
kurulsa da, bunların tam olarak aktif hale gelmesi, 2001 yılında yapılan yasal düzenlemenin ardından
gerçekleşmiştir (Demirli 2014: 98; Cansız 2017: 38-39).
Teknoparklarla ilgili yasal düzenleme, 26.6.2001 tarihli 4691 sayılı Teknoloji Geliştirme
Bölgesi Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin kuruluşunu, işleyişini,
yönetim ve denetimini ve bunlarla ilgili kişi ve kuruluşların görev, yetki ve sorumluluklarını kapsayan
kanun, 6.7.2001 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanun 1. maddesinde
teknoloji geliştirme bölgelerinin kuruluş amacını açıklamaktadır. Buna göre teknoloji geliştirme
bölgeleriyle, teknolojik bilginin üretilmesi, üretilen bilginin ticarileştirilmesi, üründe ve üretim
yöntemlerinde ürün kalitesi ve standardının yükseltilmesi, verimliliği artıracak ve üretim maliyetlerini
düşürecek yeniliklerin geliştirilmesi, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yeni ve ileri teknolojilere
uyumunun sağlanması, araştırmacılara iş imkânlarının sunulması ve ileri teknoloji yatırımları yapacak
yabancı sermayenin ülkeye girişinin hızlandırılması ile sanayinin rekabet gücünün artırılması
amaçlanmaktadır (4691 sayılı Teknoloji Geliştirme Bölgesi Kanunu). Kanun aynı zamanda
üniversitelerin icatlarına sahip çıkmasına, teknoloji transferi yapmasına ve ticarileşmesine izin
vermektedir. Üniversiteler böylece akademisyenlerin icatlarının patentini ve lisansını alabilmekte,
üniversitelerde yapılan araştırmaya dayalı yeni şirketlerin kurulmasına öncülük edebilmektedirler.
Ayrıca üniversiteler ile sanayi arasında teknoloji transferi ve ticarileşme faaliyetleri sayesinde güçlü
bağlantılar kurulabilmektedir (Bülbül, Özbay 2011: 34). Bu bölgeler kanunda “Teknoloji Geliştirme
Bölgesi” (TGB) olarak yer alıp, değişik isimlerle anılsa da (İTÜ Arı Teknokent, Bilkent Cyberpark,
vb.), uygulamada bu kurumlar “teknopark” olarak adlandırılmaktadır (Demirli 2014: 97). 4691 sayılı
Teknoloji Geliştirme Bölgesi Kanununun yürürlüğe girmesinin ardından, daha önce kuruluş
çalışmalarını başlatan teknoparklar aktif olarak faaliyete geçmeye başlamıştır. Bu anlamda
Türkiye’nin ilk teknoparkı, 2001 yılında Ankara’da faaliyete geçen ODTÜ Teknokent Teknoloji
Geliştirme Bölgesi’dir. ODTÜ Teknokent’in hemen ardından yine 2001 yılında Kocaeli’de TÜBİTAK
Marmara Araştırma Merkezi Teknoparkı açılmıştır. 2002 yılında ise Ankara’da Ankara Teknoloji
Geliştirme Bölgesi (Bilkent CYBERPARK), Kocaeli’de GOSB Teknopark Teknoloji Geliştirme
Bölgesi, İzmir’de ise İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi faaliyete geçmiştir. Kurulan teknopark sayısı
ilerleyen yıllarda hızla çoğalmış ve Nisan 2022’ye gelindiğinde 92’ye ulaşmıştır
122
. Ayrıntılı listesi EK
122
Nisan 2022 itibarıyla İstanbul’da 12, Ankara’da 10, Kocaeli’de 5, İzmir’de 4, Konya’da 2, Gaziantep’te 2,
Antalya’da 2, Mersin’de 2, Hatay’da 2, Kayseri’de 2, Bursa’da 2, Eskişehir’de 2 ve Trabzon, Adana, Erzurum, Isparta,
Denizli, Edirne, Elazığ, Sivas, Diyarbakır, Tokat, Sakarya, Bolu, Kütahya, Samsun, Malatya, Urfa, Düzce, Çanakkale,
277
1’de ve EK 2’de yer alan bu teknoparklardan 78’i aktif faaliyete geçerken, 14’ünde altyapı çalışmaları
devam etmektedir (T.C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı - Teknoloji Geliştirme Bölgeleri İstatistikleri).
Teknopark’lar ağırlıklı olarak Türkiye’nin üniversitelerin yoğun olduğu endüstriyel bölgelerinde
kurulmaktadır. En çok teknopark olan iller sıralamasında İstanbul (12) ve Ankara’nın (10) arkasından
Kocaeli’nin (5) gelmesi bunu açık bir biçimde göstermektedir.
V. Türkiye’de Dijital Emek
Çalışmamızın son bölümünde Türkiye’de kapitalizmin dijitalleşmesinin bir sonucu olarak
dijital emekle ilgili bazı nicel bilgilere yer verilecektir. Öncelikle dördüncü bölümde “Kapitalizmin
Dijitalleşmesi ve Yeni Bir Emek Formu Olarak: Dijital Emek” başlığında gördüğümüz gibi dijital
emeği farklı biçimde tanımlayan yaklaşımlar bulunmaktadır ve bu tanımlamaya paralel olarak dijital
emeğin kapsamı genişlemekte ya da daralmaktadır.
Tablo 5.2
NACE Rev.2 - Ekonomik Faaliyet Sınıflaması (Bilgisayar Programlama, Danışmanlık ve İlgili
Faaliyetler)
KOD
TANIM
62
Bilgisayar programlama, danışmanlık ve ilgili faaliyetler
62.0
Bilgisayar programlama, danışmanlık ve ilgili faaliyetler
62.01
Bilgisayar programlama faaliyetleri
62.01.01
Bilgisayar programlama faaliyetleri (sistem, veri tabanı, network, web sayfası vb.
yazılımları ile müşteriye özel yazılımların kodlanması vb)
62.02
Bilgisayar danışmanlık faaliyetleri
62.02.01
Bilgisayar danışmanlık faaliyetleri (donanım gereksinimleri gibi donanımla ilgili
bilişim konularında uzman görüşü sağlanması, bilgisayar gereksinimlerinin
belirlenmesi, bilgisayar sistemlerinin planlanması ve tasarlanması vb.)
62.03
Bilgisayar tesisleri yönetim faaliyetleri
62.03.01
Bilgisayar tesisleri yönetim faaliyetleri
62.09
Diğer bilgi teknolojisi ve bilgisayar hizmet faaliyetleri
62.09.01
Bilgisayarları felaketten kurtarma ve veri kurtarma faaliyetleri
62.09.02
Diğer bilgi teknolojisi ve bilgisayar hizmet faaliyetleri (kişisel bilgisayarların ve çevre
birimlerinin kurulumu, yazılım kurma vb.)
Kaynak: TÜİK Sınıflama Sunucusu (2022), “NACE Rev.2-Altılı Ekonomik Faaliyet Sınıflaması,
2022”, https://bit.ly/3cG5r6m, (Erişim Tarihi: 25 Haziran 2022).
Kahramanmaraş, Tekirdağ, Van, Çorum, Manisa, Niğde, Burdur, Yozgat, Kırıkkale, Balıkesir, Karaman, Muğla,
Afyonkarahisar (Uşak ile ortak), Aydın, Batman, Osmaniye, Zonguldak, Karabük, Nevşehir, Çankırı, Kastamonu, Kırklareli,
Giresun, Rize, Yalova, Aksaray ve Adıyaman’da 1’er adet teknopark kurulmuştur (T.C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı -
Teknoloji Geliştirme Bölgeleri İstatistikleri - Nisan 2022)
278
Kavramın en geniş kapsamlı tanımını yapan Fuchs’a göre EİT’yle ilişkili hemen her kesim
dijital emek olarak değerlendirilmektedir. Bu kesimler EİT ürünü cihazların üretiminde kullanılan
değerli madenleri çıkaran madencileri, EİT ürünlerini montajında çalışan işçileri, çağrı merkezi
çalışanlarını, yazılım işçilerini ve yaptıkları paylaşımlar, ürettikleri içeriklerle sosyal medyada
kullanıcılarını içermektedir. Yakın tarihli bir çalışmaya göre Türkiye’de sosyal medya kullanıcı sayısı
Ocak 2022’de 68,9 milyon, sadece Facebook kullanıcı sayısı ise 34,40 milyondur
123
(Datareportal
2022). Bu istatistikler, bu bakış açısından hareket edilirse Türkiye’de yer alan hemen herkesin dijital
emek kapsamında değerlendirilmesine yol açabilir. Bu yüzden bu bölümde dijital emeğin daha dar
kapsamlı tanımından hareket edilecek, üretim sürecinde enformasyon ve iletişim teknolojilerini
kullanarak entelektüel emeklerini harcayan işçilerin, daha özelde ise yazılım işçilerinin istatistiki
bilgilerine yer verilecektir. Büyük oranda TÜİK’in çalışmalarına dayanan bu veriler ele alınırken,
NACE Rev. 2 - Ekonomik Faaliyet Sınıflaması kullanılacaktır (Tablo 5.2).
Şekil 5.3 Türkiye’de Bilgi ve İletişim Sektöründe Ücretli Çalışan Kişi Sayısı (2009-2022)
Kaynak: TÜİK İstatistik Veri Portalı (2022b), “Ücretli Çalışan İstatistikleri”,
https://bit.ly/3OyKkjt, (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2022).
123
Sosyal medyada ve internette “kullanıcı” (user) ile “tekil kullanıcı” (unique user) ve “gerçek kullanıcı” (real
user) kavramları birbirinden farklı kesimleri ifade etmektedir. Örnek vermek gerekirse çeşitli gerekçelerle gerçek bir kişi
kendisi için birden fazla sosyal medya hesabı açabilir. Bu durumda ortaya çıkan “aktif kullanıcı” sayısı “gerçek kullanıcı”
sayısından çok daha yüksek olacaktır. Günümüzde birçok kişinin internete ya da sosyal medyaya girerken birden farklı cihaz
kullanması da (bilgisayar, cep telefonu, tablet, vb.), “gerçek kullanıcı”nın belirlenmesini zorlaştırmakta, bu yüzden bu
kullanıcılar “tekil kullanıcı” olarak adlandırılmaktadır. Dijital raporlama teknolojisinin gelişimine paralel olarak ise “aktif
kullanıcı” ile “gerçek kullanıcı” arasındaki farklar giderek daha keskin biçimde belirlenmektedir. Ancak yine de bu alanda
daha kat edilmesi gereken bir yol bulunmaktadır. Burada belirtilen Türkiye’deki sosyal medya kullanıcı sayısının, neredeyse
tüm Türkiye nüfusunu kapsaması bununla ilişkilidir.
279
Türkiye’de yazılım emekçileri özelinde dijital emeğin nicel durumuna ilişkin ele alacağımız
ilk çalışma TÜİK’in düzenli olarak yayınladığı “Ücretli Çalışan İstatistikleri”dir. 2009-2022
arasındaki dönemi içeren ve Tablo 5.2’de yer alan bu veriler NACE Rev. 2’nin “J – Bilgi ve İletişim”
(J - Information and communication) adlı kısmını oluşturmaktadır. Şekil 5.3’te görebileceğimiz gibi
bu kategoride ücretli olarak çalışanların sayısı son dönemde düzenli olarak artmaktadır. Nitekim
2009’de bu sektörde 45.339 olan bu sayı, 2022 Mayıs ayına gelindiğinde yüzde 237,67 artışla
153.093’e ulaşmıştır. Ancak bu veriler ayrıntıları EK 3’te yer alan NACE Rev. 2’nin “J – Bilgi ve
İletişim” kısmı, dijital emek kapsamında değerlendirdiğimiz “Bilgisayar programlama, danışmanlık ve
ilgili faaliyetlerinin dışında, “Yayımcılık faaliyetleri”, “Sinema filmi, video ve televizyon programları
yapımcılığı, ses kaydı ve müzik yayımlama faaliyetleri”, “Programcılık ve yayıncılık faaliyetleri”,
“Telekomünikasyon” ve “Bilgi hizmet faaliyetleri”ni de içermektedir. Bu sektörlerde yer alan ücretli
çalışanların bütününü dijital emek kapsamında değerlendirmek olanaklı değildir. Bu bağlamda bu
çalışmadaki veriler sorunludur.
Tablo 5.3
Ekonomik faaliyetlere göre temel göstergeler, 2020
NACE
Rev. 2(1),
Kısım
Girişim
sayısı
Çalışan
sayısı
Ücretli
çalışan
sayısı
Personel
maliyeti (TL)
Üretim değeri
(TL)
Faktör
maliyetiyle
katma değer
(TL)
Türkiye
3304054
15953915
13228250
729429998582
6031988293853
1651247742952
62 -
Bilgisayar
progr.,
dan. ve
ilgili
faaliyetler
22022
122102
109725
14462500974
55489790096
27133956668
Oran
%0,67
%0,76
%0,83
%1,98
%0,92
%1,64
Kaynak: TÜİK İstatistik Veri Portalı (2021), “Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri, 2020”,
https://bit.ly/3PQ49UA, (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2022).
Bu çerçevede TÜİK’in bir başka veri kaynağı olan “Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri
(YSHİ)”, sektörel bazda dijital emekle ile ilgili daha doğru sonuçlara ulaşmamızı sağlamaktadır. TÜİK
tarafından anket yöntemi ile yıllık bazda derlenen verilerden oluşan YSHİ, Türkiye’de sektörel
düzeyde en önemli veri kaynağı olarak değerlendirilmektedir (Taymaz 2018: 38). Tablo 5.3’te 29
280
Temmuz 2021’de yayınlanan, “Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri, 2020”ye ilişkin veriler
bulunmaktadır. YSHİ, Şekil 5.3’te yer alan “Ücretli Çalışan İstatistikleri”nden farklı olarak daha alt
kırılımlara ilişkin verileri içermektedir. Tablo 5.2’de yer alan ve NACE Rev. 2’nin “J – Bilgi ve
İletişim” kesiminin alt kırılımı olan “62 - Bilgisayar programlama, danışmanlık ve ilgili faaliyetler” de
bunlardan biridir. Büyük oranda yazılım emekçilerini içeren bu kırılımın, dijital emek kapsamında
olduğunu söylemek olanaklıdır. Tablo 5.3’te “62 - Bilgisayar programlama, danışmanlık ve ilgili
faaliyetler” kırılımına ilişkin veriler bulunmaktadır. Buna göre Türkiye’de bu alanda yer alan işletme
(girişim) sayısı 22.022’dir. Bu işletmeler Türkiye’deki toplam işletmelerin sadece yüzde 0,67’sini
oluşturmaktadır. Bu sektörde çalışanların sayısı ise 122.102’dir ve 109.725’i ücretlidir. Bilgisayar
programlama, danışmanlık ve ilgili faaliyetler sektöründe ücretli çalışanların, Türkiye genelindeki
ücretli çalışanların yüzde 0,83’ünü oluşturması, dijital emeğin Türkiye’de henüz çok küçük bir kesimi
oluşturduğunu göstermektedir. Ancak katma değer üretimi açısından teknoloji yoğun diğer sektörlerde
olduğu gibi bir verimlilik söz konusudur. Tablo 5.3’te de görülebileceği gibi yüzde 1,64 oranıyla
neredeyse her bir çalışan Türkiye ortalamasının iki katı büyüklükte bir değer üretmektedir. Kârlılık
açısından bu veriler, dijital emeğin kapitalizmin öncelikli tercihlerinden biri olduğunu / olacağını
gösterir niteliktedir. Nitekim daha önce ele aldığımız 2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi’nde bu
eğilimin izlerini bulmak olanaklıdır.
Türkiye’de dijital emeğe mekânsal anlamda kaynaklık eden Teknoloji Geliştirme
Bölgeleri’yle ilgili olarak T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın “Teknoloji Geliştirme Bölgeleri
İstatistikleri”ni incelemek de yararlı olacaktır. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın Temmuz 2022
verilerine göre Türkiye’de aktif olarak faaliyette bulunan 80 teknoparkta yer alan firma sayısı 8020’dir
ve bunların 335’i yabancı ortaklı firmalardır. Bu firmalardan 1.722 adedinin akademisyenlerle
ortaklığa dayanması, üniversitede üretilen bilimin ticarileşmesi konusunda gelinen aşamayı göstermesi
açısından önemlidir. Türkiye’de teknoparklarda çeşitli pozisyonlarda çalışanların sayısı ise yine
Temmuz 2022 verilerine göre, 82.603’tür. Bu çalışanların 68.399’u Ar-Ge departmanında
çalışmaktadır, araştırmacıdır. 1.129 kişi tasarım, 5.819 kişi ise destek personeli olarak çalışırken,
kapsam dışı çalışanların sayısı 7.256’dır (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2022).
Teknoparkta yer alan firmaları sektörel bazda incelediğimizde (Tablo 5.4), yazılım
firmalarının tüm firmaların neredeyse yarısını oluşturduğunu görebiliriz. Buna göre sistem, veri tabanı,
network, web sayfası vb. yazılımları ile müşteriye özel yazılımların kodlanması gibi bilgisayar
programlama faaliyetlerinde bulunan firmaların oranı yüzde 48,08’dir. Yazılım firmalarında çalışan
yazılımcı sayısıyla ilgili olarak bakanlığın paylaştığı istatistikte bilgi bulunmasa da teknoparklarda
281
çalışanların yaklaşık yüzde 82,73’ünün Ar-Ge departmanında olması, burada çalışan yazılımcıların
sayısının azımsanmayacak boyutta olduğunu göstermektedir. Bu anlamda Türkiye’de teknoparkları,
dijital emek formunun bir bileşeni olan yazılımcıları bünyesinde barındıran oluşumlar olduğunu
söyleyebiliriz. Dahası teknoparkların sayısındaki artış eğilimini de dikkate alırsak, bu sayının
önümüzdeki yıllarda hızla genişleyeceğini söyleyebiliriz.
Tablo 5.4
Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Firmalarının Sektörel Dağılımı
Nace Adı
Yüzde
Bilgisayar programlama faaliyetleri (sistem, veri tabanı, network, web sayfası vb. yazılımları ile
müşteriye özel yazılımların kodlanması vb)
48,08
Doğal bilimler ve mühendislikle ilgili diğer araştırma ve deneysel geliştirme faaliyetleri
(tarımsal araştırmalar dahil)
6,08
Biyoteknolojiyle ilgili araştırma ve deneysel geliştirme faaliyetleri
3,47
Bilgisayar danışmanlık faaliyetleri (donanım gereksinimleri gibi donanımla ilgili bilişim
konularında uzman görüşü sağlanması, bilgisayar gereksinimlerinin
belirlenmesi, bilgisayar sistemlerinin planlanması ve tasarlanması vb.)
3
Baklagillerin yetiştirilmesi (fasulye (taze ve kuru), bakla, nohut, mercimek, acı bakla, bezelye,
araka vb.)
1,56
Sanayi ve imalat projelerine yönelik mühendislik ve danışmanlık faaliyetleri (haddehaneler,
farineriler, ulaşım araçları, sanayi makineleri, vb.)
1,39
Diğer bilgi teknolojisi ve bilgisayar hizmet faaliyetleri (kişisel bilgisayarların ve çevre
birimlerinin kurulumu, yazılım kurma vb.)
1,27
Yüklü elektronik kart imalatı (yüklü baskılı devre kartları, ses, görüntü, denetleyici, ağ ve
modem kartları ile akıllı kartlar vb.)
1,12
Mühendislik danışmanlık hizmetleri (bir projeyle bağlantılı olarak yapılanlar hariç)
1,07
Başka yerde sınıflandırılmamış diğer özel amaçlı makinelerin imalatı
1,07
Enerji projelerine yönelik mühendislik ve danışmanlık faaliyetleri (kömür, petrol ve gaz gibi
enerji yakıtları kullananlar ile nükleer, su, güneş, rüzgar ve diğer
enerjiler için santrallere ve enerji iletim ve dağıtım hatlarına yönelik hizmetler)
0,96
Bilgisayar, bilgisayar çevre birimleri ve yazılımlarının toptan ticareti (bilgisayar donanımları,
pos cihazları, ATM cihazları vb. dahil)
0,95
Diyotların, transistörlerin, diyakların, triyaklar, tristör, rezistans, ledler, kristal, röle, mikro
anahtar, sabit veya ayarlanabilir direnç ve kondansatörler ile
elektronik entegre devrelerin imalatı
0,85
İşletme ve diğer idari danışmanlık faaliyetleri (bir organizasyonun stratejik, mali, pazarlama,
üretim, iş süreçleri, proje vb. yönetim hizmetleri ile ticari marka
ve imtiyaz konularında danışmanlık)
0,75
Işınlama, elektromedikal ve elektroterapi ile ilgili cihazların imalatı (elektro-kardiyograf cihazı,
işitme cihazı, radyoloji cihazı, röntgen cihazları, X, Alfa, Beta,
Gama, mor ötesi ve kızıl ötesi ışınların kullanımına dayalı cihazlar, vb.)
0,69
Hava taşıtı parçalarının imalatı (uçak gövdesi, kanatları, kapıları, kumanda yüzeyleri, iniş
takımları gibi ana montaj parçaları, pervaneler, helikopter rotorları,
motorlar, turbo jetler, turbo pervaneli motorlar vb. ile bunların parçaları)
0,57
Diğer
27,12
TOPLAM
100
Kaynak: T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri İstatistikleri - Temmuz
2022, https://bit.ly/39H626v, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022)
282
TÜİK’in dışında, Türkiye’de dijital emek ile ilgili verileri içeren başka kurumların yaptığı
çalışmalar da bulunmaktadır
124
. TÜSİAD’ın Deloitte ile gerçekleştirdiği Ocak 2021 tarihli “Türkiye’de
Yazılım Ekosisteminin Geleceği” başlıklı çalışma da bunlardan birisidir. Çalışmada yazılım sektörü
küresel planda ve Türkiye ölçeğinde değerlendirilmektedir. Buna göre küresel ölçekte yazılım sektörü
2019 yılında 565 milyar ABD doları büyüklüğüne ulaşmıştır ve sonraki 5 yıllık dönemde yıllık yüzde
5 oranında büyüyeceği tahmin edilmektedir. 2000 yılının piyasa değeri en yüksek 10 şirketi
incelendiğinde listede ürün ve hizmetlerinin en önemli bileşeni yazılım olan teknoloji şirketi olarak
sadece Microsoft bulunurken; Kasım 2020’de aynı listede ilk on şirketin yedisinin Apple, Microsoft,
Alphabet (Google), Amazon, Facebook, Alibaba ve Tencent olması, yazılım sektörünün küresel
planda yükselişinin açık bir göstergesidir (TÜSİAD, Deloitte 2021: 7-8).
Şekil 5.4 Yazılım Sektörünün Seçilmiş Ülkelerde İstihdama Katkısı ve İhracattaki Payı, (%) Toplam
İstihdam, 2019
Kaynak: TÜSİAD, Deloitte (2021), Türkiye’de Yazılım Ekosisteminin Geleceği,
https://bit.ly/3zyWuot, (Erişim Tarihi 5 Temmuz 2022): 10
Yazılım sektörünün bazı seçilmiş ülkelerde istihdama katkısı ve ihracatta payı ise Şekil
5.4’te gösterilmektedir. Şekilde de görülebileceği gibi seçilmiş ülkeler içinde Türkiye gerek yazılım
124
Türkiye’de “dijital emek” üzerine yapılan akademik çalışmalar yenidir ve sayıları bir hayli sınırlıdır.
Türkiye'de hazırlanmış lisansüstü tezlerin toplanması, düzenlenmesi ve elektronik ortamda erişime açılması hizmetlerini
yürüten merkez olan YÖK Ulusal Tez Merkezi’nin 1 Ağustos 2022 tarihli verilerine göre Türkiye’de “dijital emek” üzerine
hazırlanmış tezlerin sayısı 18’dir. Bu tezlerin sadece 3’ü doktora teziyken, 15’i ise yüksek lisans tezidir. Doktora tezlerinin
tarihleri ise yenidir. 2017 tarihli doktora tezi iletişim bilimleri alanında hazırlanmış ve dijital emeğe televizyon izleyicisi ve
televizyon endüstrisi arasındaki dönüşüm açısından yaklaşmıştır. 2021 tarihli diğer doktora tezi ise dijital oyun endüstrisi
üzerinden dijital emeği ele almıştır. 2021 tarihli diğer doktora tezi ise dijital teknoloji alanındaki gelişmelerle birlikte ortaya
çıkan dijital emek kavramının teorik bir sorgulamasını yapmaktadır (YÖK Ulusal Tez Merkezi 2022). Kısacası Türkiye’de
dijital emek üzerine yapılan çalışmalar bir hayli sınırlıdır. Bu konuda yapılacak yeni araştırmalara gereksinim vardır.
283
sektörünün istihdam katkısı gerekse ihracat payı açısından diğer üç ülkeden (Almanya, ABD ve
İrlanda) bir hayli geridedir. Buna göre Türkiye’de yazılım sektörünün istihdama katkısı yüzde 0,5’tir,
ancak süren sektörel genişleme ile bu oranın daha yüksek seviyelere çıkması beklenmektedir. 0,8
milyar dolarlık yazılım ihracat hacmi de sermaye açısından bu alanda önemli bir potansiyelin
olduğunu göstermektedir (TÜSİAD, Deloitte 2021: 10).
TÜSİAD ve Deloitte’in raporunda yazılım sektörü özelinde Türkiye’de dijital emeğe ilişkin
nitel bazı değerlendirmelere de yer verilmektedir (Tablo 5.5). Seçilmiş bazı ülkelerin verilerinin
karşılaştırılmasına dayanan araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye yazılım sektörü, yaşam maliyeti
açısından “yüksek potansiyele” sahiptir. Türkiye’de tek kişilik yaşam maliyeti 2022 yılında 772 ABD
doları düzeyindedir. Bunun anlamı Türkiye’de yazılım işçilerinin ücretlerinin diğer ülkelere göre
düşük tutulabilmesidir. Nitekim seçilmiş ülkeler arasında yazılım geliştirici (developer) ücreti en az
olan 17-25 bin ABD doları aralığıyla Türkiye’dir. Ancak teknik yetkinlik ve yabancı dil bilgisi
sıralamasında Türkiye bir hayli geridedir. Araştırmaya göre bu durum Türkiye’nin yazılım sektörü
ihracat potansiyelini düşürmektedir (TÜSİAD, Deloitte 2021: 31). 2023 Sanayi ve Teknoloji
Stratejisi’nde “beşeri sermaye” geliştirilmesine yönelik konulan hedefler, sermayenin bu
dezavantajının ortadan kaldırılmasına yönelik bir çaba olarak değerlendirilebilir.
Tablo 5.5
Seçilmiş Ülkeler ile Türkiye Karşılaştırması, 2019-2020
Nüfus
(milyon)
Teknik
Yetkinlik
Sıralaması
Yabancı Dil
Bilgisi
Sıralaması
Yaşam
Maliyeti
(dolar)
Geliştirici
Ücreti (bin
dolar)
Türkiye
83
33
69
750
17-25
Polonya
38
4
16
1.600
40-56
Çekya
11
2
19
1.650
34-53
Ukrayna
44
8
44
820
26-43
Almanya
84
10
8
2.200
50-60
Kaynak: TÜSİAD, Deloitte (2021), Türkiye’de Yazılım Ekosisteminin Geleceği,
https://bit.ly/3zyWuot, (Erişim Tarihi 5 Temmuz 2022): 31
TÜBİSAD ile yine Deloitte’in birlikte hazırladığı “Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sektörü -
2021 Pazar Verileri” adlı çalışmaya değinmek de yararlı olacaktır. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
ile BTK’nin verilerine ek olarak sektörde yapılan bir anketi içeren çalışmada “bilgi teknolojileri”,
284
donanım (bilgisayarlar), yazılım ve hizmetleri; “iletişim teknolojileri” ise donanım (sabit ve mobil
telefonlar) ve elektronik haberleşmeyi içermektedir. Bu anlamda bilgi teknolojilerinde yer alanları, bu
bölümde ele aldığımız kapsamda dijital emek içerisinde düşünebiliriz. Buradan hareketle çalışmaya
göre 2021 yılında bilgi teknolojilerindeki toplam istihdam 146 bin kişidir (Şekil 5.5). Çalışmaya göre
bir önceki anket dönemine göre bilgi teknolojilerindeki değişim yüzde 16’dır (TÜBİSAD, Deloitte
2022).
Şekil 5.5 Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sektörü İstihdamı (2017-2021)
Kaynak: TÜBİSAD, Deloitte (2022), Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sektörü - 2021 Pazar
Verileri, https://bit.ly/3PBvWbJ, (Erişim Tarihi 5 Temmuz 2022): 76
Öte yandan TÜBİSAD ile Deloitte’in yaptığı çalışmanın diğer çalışmalardan farkı sektördeki
kadın çalışanlara dair verileri içermesidir. Buna göre bilgi ve iletişim sektöründeki kadın çalışanların
oranı yüzde 27’dir. Bu durum toplumsal cinsiyet eşitliğinin bu sektörde yer almadığını göstermektedir.
Bu konudaki veriler sınırlı olsa da Türkiye’de bilişim sektöründe yer alan kadınların eşitsizlikle
fazlasıyla karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz (Ansal, Yıldırım 2018: 226). Nitekim WEF’in 2021
yılında yayınladığı “Küresel Cinsiyet Uçurumu Endeksi”ne (The Global Gender Gap Index) göre
Türkiye, 156 ülkenin arasında 133. sırada yer almaktadır. Yine aynı endekste Türkiye, kadınların iş
gücüne katılımı oranında daha da gerilerde 140. sırada yer almaktadır (WEF 2021: 10-18). Nitekim
285
TÜİK istatistikleri de Türkiye’de kadınların iş gücü piyasalarında sınırlı bir yer edindiğini
göstermektedir. Haziran 2022 verilerine göre, Türkiye’de kadınların iş gücüne katılma oranı sadece
yüzde 35,3’tür. Bu oran erkeklerde ise neredeyse iki katı büyüklükte, yüzde 72,7’dir (TÜİK İstatistik
Veri Portalı 2022a). Bu veriler Türkiye’deki dijital emek içerisinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
varlığına ilişkin fikir vermektedir. Ancak daha kesin sonuçlar çıkarabilmek için bu konuda ayrıntılar
içerecek yeni araştırmalara gereksinim bulunmaktadır.
Türkiye’de dijital emeğin örgütlenme pratiklerini incelediğimizde ise özellikle sendikal
örgütlenmenin neredeyse hiç olmadığını söyleyebiliriz. Mevzuata göre yazılım işçileri 10 nolu ticaret,
büro, eğitim ve güzel sanatlar işkolunda örgütlenebilmektedir (İşkolları Yönetmeliği). Bu iş kolunda
yer alan sendikalar yazılım işçilerini örgütleme yetkisine sahiptir. Ancak yazılım işçilerine özel olarak
yönelen üç adet sendika bulunmaktadır. Tümü bağımsız olan bu sendikalar Bilgi İşlem İşçileri
Sendikası (Bil-İş), Yazılım İşlem İşçileri Sendikası (Yaz-İş) ve Tüm İşçilerin Birlik Mücadele ve
Dayanışma Sendikası’dır (Birlik Sendikası). 10 nolu iş kolunun genelini hedefleyen ve özellikle mal
ve hizmet ticareti sektöründe belirli bir örgütlenmeyi sağlayan Birlik Sendikası’nı kısmen saymazsak
(bu sendikanın üye sayısı 836’dır ve tüm işkolunda yüzde 0,02 örgütlenme oranına sahiptir), Temmuz
2022 itibarıyla bu sendikaların üye sayıları yok denecek kadar azdır. Bil-İş’in 100, Yaz-İş’in ise 7
üyesi bulunmaktadır (T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2002, 22 Temmuz). Öte yandan bazı
yazılım işçileri çeşitli dernekler üzerinden örgütlenmektedir. Bilişim Çalışanları Dayanışma Ağı,
Özgür Yazılım Derneği, Yazılım Geliştiricileri Derneği ve daha geniş kapsamda örgütlenme faaliyeti
yürüten Plaza Eylem Platformu bu örgütlenmeler arasında sayılabilir. Sonuç olarak Türkiye’de dijital
emeğin örgütlenme seviyesinin bir hayli düşük olduğundan söz etmek olanaklıdır.
Bu bölümdeki “Türkiye ve Endüstri 4.0” başlığında gördüğümüz gibi, Dördüncü Endüstriyel
Devrim’i bir şekilde yakalamak, bu sürecin dışında kalmamak bir gerek devletin gerekse sermaye
kesimlerinin bir hedefi haline gelmiştir. Dijital teknolojilerle yakın ilişkili olan Endüstri 4.0 hedefine
ulaşabilmek için, üretim alanında dijital dönüşümü sağlamak, iş gücünün niteliğini yükseltmek
zorunludur. Yazılım işçileri özelinde dijital emek de bu nitelikli iş gücünün önemli bir bileşenini
oluşturmaktadır. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan ve hayata geçirilmek
istenen “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi”, Endüstri 4.0 hedeflerine ulaşabilmek için “Milli
Teknoloji Hamlesi” adı altında bazı politikalar önermektedir. Bunlardan biri de Türkiye’de yazılım
geliştiricilerinin sayısını 500 bine çıkarmaktır. Bu hedefe ulaşabilmek için Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından müfredatlarda yazılım teknolojileri eğitiminin yer alacağı düzenlemelerin yapılması
öngörülmektedir. Ama daha da önemlisi, dijital emeğin dijital işyerine bağlı kimi özellikleri sermaye
286
tarafından avantaja çevrilmek istenmektedir. Üretimin fiziksel mekana bağlılığının azaldığı, iş ve özel
yaşam arasındaki farkların silikleştiği dijital işyerleri üzerinden, esneklik politikalarının bir kere daha
devreye sokulması hedeflenmektedir. Strateji belgesinde yer alan aşağıdaki ifade bunu net bir biçimde
göstermektedir:
“Esnek çalışma saatleri, uzun süreli izin kullanımı, uzmanlık alanlarına
göre serbest zamanlı çalışma olanağı, yazılım ve hizmet sektörlerinde çalışanlar
için mekân bağımsız çalışma imkânı gibi dijital iş modellerini de destekleyen
sistemler geliştirilecektir” (T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2019: 71).
Bu durum bir yandan dijital emek üzerinden hem mutlak hem göreli artı değer sömürüsünün
artırılması niyetini ortaya koymaktadır. Nitekim TÜSİAD ile Deloitte’in yaptığı araştırmada da
görebileceğimiz gibi, Türkiye’de yazılım geliştiricilerinin ücretlerinin ve yaşam maliyetlerinin
düşüklüğü ön plana çıkarılmak istenmekte, bu sayede 2019 yılında 565 milyar dolarlık bir büyüklüğe
ulaşan küresel yazılım piyasası pastasından pay elde etmek hedeflenmektedir (TÜSİAD, Deloitte
2021: 7). Öte yandan “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi”nde savunma sanayi endüstrisine yönelik
hedeflere yer verilmesi önemlidir. Baykar Teknoloji örneğinde görüldüğü gibi, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ABD’de ortaya çıkan askeri-bilimsel-endüstriyel kompleksin bir benzeri Türkiye’de
oluşturulmak istenmektedir. Bu sayede Endüstri 4.0’ın kapısını aralayacak kritik teknolojilerin
üretilmesi hedeflenmekte, yazılım geliştiriciliği de burada önemli bir işlev edinmektedir. Tüm bu
gelişmeler Türkiye’de dijital emeğin niceliksel anlamda genişleyeceğinin ipuçlarını vermektedir.
Buna karşılık Türkiye’de yazılım işçileri bağlamında dijital emeğin nicel büyüklüğüne
yönelik verilerin sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bölümde ele aldığımız gibi bu konuda farklı
veriler bulunmakta, verilerin bir kısmı da çeşitli tahminleri içermektedir. Türkiye’de yazılım
işçilerinin durumunu tam olarak gösteren bir çalışma bulunmamaktadır. Bu yüzden yazılım işçilerine
ilişkin nicel büyüklüğüne ilişkin çalışmalara gereksinim bulunmaktadır. Sınırlı sayıda veri bulunsa da
Türkiye’de yazılım işçileri bağlamında dijital emeğin henüz emek gücünün küçük bir bölümünü
oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ancak tüm göstergeler önümüzdeki yıllarda bu sayının hızla
büyüyeceğini işaret etmektedir.
287
SONUÇ
Bilgisayarlar, internet, yazılım, telekomünikasyon, fiber optikler, mobil aygıtlar gibi
bileşenlerden oluşan enformasyon ve iletişim teknolojilerinde son dönemde yaşanan hızlı gelişmeler
ve ilerlemeler, toplumun hemen her kesimini derinden etkilemiştir. Enformasyon ve iletişim
teknolojilerinin ürünlerinin özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hızla yaygınlaşması, teknolojiye dayalı
yazılımların ve donanımların insanların gündelik yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmesi
teknolojik devrim söyleminin toplumun genelinde kabul görmesine yol açmıştır. Teknolojiyi ve
teknolojik gelişmeyi adeta kutsayan, teknolojiyi iktisadi, ideolojik, politik anlamda toplumun yararına
iş gören, topluma dışarıdan müdahale eden bağımsız bir değişken olarak gören görüşler ortaya
çıkmıştır. Teknolojik belirlenimcilik olarak nitelendirebileceğimiz bu görüşler toplumun geniş
kesiminde kendine yer bulmuştur.
Oysaki neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan teknoloji toplumdan ve o toplumdaki güç
ilişkilerinden bağımsız değildir. Bu anlamda teknoloji ile toplum arasında yakın ama karmaşık bağlar
bulunmaktadır. Teknolojik gelişmeler birbirinden farklı toplumsal ve politik etkenler tarafından
yaratılmaktadır. Bu gelişmeler toplumdaki güç dağılımıyla, maddi ve ideolojik denetimle yakından
ilişkilidir. Bu anlamda teknolojinin tarafsızlığından söz etmek olanaklı değildir. Teknoloji içinde
bulunduğu toplumun egemen sınıflarının elinde diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmayı
sağlayabilecek güçlü bir silaha dönüşebilmektedir. Çalışmamızda da ortaya koyduğumuz gibi
teknoloji kapitalizmin gelişimi ile birlikte bu işlevini daha fazla yerine getirmeye başlamıştır. İnsanlık
tarihin ilk dönemlerinde bilim ile ayrı yollardan yürüyen teknoloji, kapitalizmin gelişimi ile farklı bir
döneme girmiştir. Sermayenin elinde teknolojinin dönüştürücü rolü açığa çıkmış, özellikle endüstriyel
devrimlerde bu etki net bir biçimde görülmüştür.
Bu çerçevede enformasyon ve iletişim teknolojilerinde gelişimin arka planında sermayenin
güncel çıkarları yer almaktadır. Üçüncü bölümde aktardığımız gibi özellikle İkinci Dünya Savaşı
sonrasından 1970’li yıllara kadar uzanan dönemde, Keynesyen makroiktisat politikaları ve ona eşlik
eden Fordist kitlesel üretim, istikrarlı biçimde seyreden büyüme oranları ve bu büyümenin getirdiği
refah artışının sermaye ile işçi sınıfı arasındaki zımni sınıf ittifakıyla bölüşülmesiyle kapitalizm “altın
çağı”nı yaşamıştır. Ancak 1970’li yıllarda kapitalist sermaye birikiminde yaşanan kronik ve aşırı
birikim (kriz) bu dönemin sonunu getirmiştir. Birikim krizine çözüm bulmak için Fordizm ve refah
devleti uygulamalarına dayanan Keynesyen zımni sınıf ittifakı politikaları terk edilmiş, neoliberal
politikaları uygulamaya konulmuştur. Kapitalist sistemin yeniden yapılandırıldığı bu dönemde atılan
288
bir başka önemli adım, sermaye dolaşım hızını tüm evrelerinde artırmak ve bu dolaşımı
kolaylaştırmak, zaman yoluyla mekanı ortadan kaldırmak olmuştur. Üretimde ve piyasada sermayenin
devir süresini kısaltma ve tüketim mallarının ömrünü azaltma yoluyla aşırı birikim sorununu çözme
olarak da özetlenebilecek bu politikaların hayata geçirilmesi konusunda enformasyon ve iletişim
teknolojileri önemli bir rol üstlenmiştir. Enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler
sayesinde sermaye ulaşım ve iletişimin hızını artırıp, coğrafi mesafe engellerini ve pürüzlerini
aşabilmiştir. Anında enformasyon ve haber alma olanağı sayesinde sermaye, gücünün yeniden
üretimini sağlayabilmiştir. Ayrıca enformasyon ve iletişim teknolojileri sayesinde yatırım kararları ve
piyasa faaliyetleri yönlendirilebilmiş, üretim etkinliği küresel ölçekte gerçekleştirilebilmiş
(offshoring), işin ve emeğin denetimi bir üst boyuta taşınmış, tüketici tercihlerinin yönlendirilebilmesi
olanaklı olmuş, finansman ve para sermaye için yaşamsal bir platform inşa edilebilmiştir. Bu dönemde
yaşanan bir başka önemli gelişme her türlü enformasyonun elektronik bir sayı (digit) şeklinde dijital
(ikili) formda depolanabilmesini sağlayan dijital teknolojilerinin geliştirilmesidir. Dijitalleşme ile
birlikte dijital veri bilgisayarlarda işlenebilmiş, içerikleri hızla değiştirilebilmiş ve saklanabilmiş ve
telekomünikasyon altyapısının (başta internet ve mobil cihazlar) yardımıyla dünyanın herhangi bir
noktasına anında gönderilebilir hale gelmiştir. Dijitalleşme toplumun hemen her kesiminin yaşamına
etkide bulunmuş ve bir dönüşümü ortaya çıkarmıştır. Üretim ve dolaşım piyasa odaklı bir ağ (network)
etrafında dijital bir ağ görünümü kazanmaya başlamış, bazı emek ürünü metalar da dijital bir görünüm
kazanmaya başlamıştır. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren ise çok uluslu şirketler EİT’leri daha etkin
kullanarak dijital ağ etrafında küresel ölçekte örgütlenmiştir.
Enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki devrim niteliğindeki ilerlemeler ise tesadüf
değildir, bilinçli bir çabanın ürünüdür. Bu dönemde enformasyon ve iletişim teknolojilerine önemli
yatırımlar yapılmıştır. 1970’lerde 17 milyar dolar seviyesinde olan bu yatırımlar, 1990’da 175 milyar
dolara, 2017 sonunda 700 milyar dolara ulaşmıştır. Sermaye, aşırı değerli enformasyon ve iletişim
teknolojileri sektörlerine yaptığı bu yatırımlar sayesinde hem aşırı birikmiş sermayeyi boşaltma
olanağı elde etmiş hem de bu teknolojiler aracılığıyla küreselleşmeyi en uç noktalara götürerek küresel
ekonomiyi dijitalleştirmiştir. Özellikle gelişmiş kapitalist (Kuzey) ülkelerde yaşanan bu gelişmeler
sonrasında “dijital kapitalizm”, “bilişsel kapitalizm”, “enformasyonel kapitalizm” “ve “büyük veri
kapitalizmi” gibi adlar taşıyan çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Bu kuramlar dijital teknolojilere ve
ağlara dayanan günümüz kapitalizminin yeni bir evreye girdiğini ileri sürmektedir.
Kapitalizmdeki dijitalleşmenin önümüzdeki dönemde de süreceği ve başta gelişmiş kapitalist
Kuzey ülkeleri tarafından stratejik bir hedef olarak hayata geçirilmek istenen Endüstri 4.0 ile daha da
289
hızlanacağı söylenebilir. Dijitalleşmenin merkezinde ise akıllı robotlar, yapay zekâ, 3 boyutlu baskı,
Nesnelerin İnterneti ve makine öğrenmesi (machine learning), biyoteknoloji ve nanoteknoloji,
kuantum ve bulut bilişim, yeni enerji depolama biçimleri ve otonom araçlar alanındaki teknolojik
gelişmeler yer almaktadır. Teknolojideki bu gelişmenin işin geleceğini tehlikeye attığı yönündeki
geçmiş tartışmalar yeniden gündeme gelmiştir. Bundan önceki endüstriyel devrimlerde de benzeri
gelişmeler yaşanmış, belirli meslekler, işler ortadan kalkarken, yeni meslekler iş alanları ortaya
çıkmıştır. Birinci Endüstriyel Devrim döneminde geliştirilen ve dünyadaki ilk gerçek otomatik makine
olan “otomatik katır” adı verilen iplik eğirme makinesi, iplik eğirmenin zanaatçı bilgisine sahip olan
ve bu yüzden üretim süreci üzerinde denetim gücü olan abacıları gereksiz kılmış, bu durum
İngiltere’nin Hyde kasabasında üç ay süren ve bütün dokuma fabrikalarının kapanmasına yol açan bir
greve neden olmuştur. Ancak ilerleyen süreçte abacılar ortadan kalkmış, bunun yerine yeni meslekler,
işler ortaya çıkmıştır. Teknolojinin gelişimiyle bir yandan belirli bir iş / meslek yok olurken, başka
yeni işler/meslekler ortaya çıkmış, istihdam kaybı dengelenmiştir.
Teknolojinin gelişimiyle maliyetleri daha da düşen robotların yaygınlaşmasıyla kol gücünün
yerini robotların, beyin gücünün yerini ise yapay zekanın alacağı, bunun sonucunda istihdam alanında
bir daralmanın yaşanacağı yönünde güçlü belirtiler vardır. Frey ile Osborne’un ABD iş gücü
piyasasında yer alan 702 meslek üzerinden yaptıkları bir analiz bu görüşü desteklemektedir. İşleri
bilgisayarlı otomasyona geçiş olasılıkları üzerinden, yüksek, orta ve düşük risk kategorilerine ayıran
Frey ve Osborne, ABD iş gücü piyasasında yer alan işlerin yüzde 47’sinin araştırmanın yapıldığı
tarihten sonraki on ya da yirmi yıl içinde yüksek risk kategorisinde yer alacağını ileri sürmüştür.
Üretim alanında yaşanan bu gelişmelerin sonucunda istihdam kutuplaşmasının yaşanacağı, bir yanda
düşük düzey nitelik gerektiren ve düşük ücrete sahip işler, diğer tarafta ise robotlar tarafından
gerçekleştirilen işleri tamamlayan yüksek nitelik gerektiren ve yüksek ücrete sahip işlerin yer alacağı,
orta düzey nitelik gerektiren işlerin ise giderek azalacağı öngörülmektedir. Öte yandan Endüstri 4.0 ile
hızlanacak dijitalleşme süreciyle yeni işler, yeni emek formları ortaya çıkacaktır. Dijitalleşen
kapitalizmde ortaya çıkan bu emek formu dijital emek olarak adlandırılmaktadır.
Dijital emek, akademik literatürde son dönemde geniş bir yer kaplamaya başlayan yeni bir
kavramdır. Çalışmamızda da ele aldığımız gibi dijital emek tanımı ve kimleri kapsadığı konusunda bir
mutabakat söz konusu değildir. Bunun en temel nedeni Endüstri 4.0’ın da bir parçasını oluşturduğu
kapitalizmin dijitalleşmesi sürecinin tamamlanmamış, henüz oluş içerisindeki bir süreç olmasıdır.
Akademik literatürde çok eleştirilmesine karşın dijital emek tartışmalarına önemli bir katkı sunan, bu
alanda ilk kapsamlı kuramı geliştiren Fuchs, uluslararası dijital iş bölümü kuramı adı altında dijital
290
emeğin kapsamını genişletmiş, birbirinden farklı emek formlarını dijital emek formu altında
değerlendirmiştir. Fuch’un bu kuramı aşırı genellemeler içerdiği için bünyesinde hataları
barındırmaktadır. Örneğin Fuchs’un Uluslararası Dijital İş Bölümü’nün bileşenleri arasında ilk sırayı
alan maden işçilerinin, zorlu çalışma koşulları dışında diğer maden işçilerinden tek farkı, çıkardıkları
madenin enformasyon ve iletişim teknolojileri ürünlerinde kullanılıyor olmasıdır. Yine Fuchs’un
kuramında dijital emek kapsamında değerlendirilen “EİT montaj endüstrisi” işçilerinin, endüstri
sektöründe yer alan montaj işçisinden farklı olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır. Smythe’nin
1977 yılında geliştirdiği “izleyici metası” kuramından hareketle, Fuchs’un sosyal medyada paylaşım
yapan kullanıcıları “internet üretketicileri” adıyla dijital emeğin bir bileşeni olarak değerlendirmesi de
sorunludur. Fuchs’a göre sosyal medya platformlarında, kullanıcılar sadece enformasyonun tüketicileri
olmamakta, ayrıca kullanım değerleri olarak profiller, içerik, bağlantılar, toplumsal ilişkiler, ağlar ve
topluluklar yaratmaktadır. Bu yüzden bu kullanıcıları (üretketiciler) yaratıcı, etkin, ağlaşmış dijital
işçiler olarak değerlendirmek gerekmektedir. Söz konusu kullanıcıların (üretketicilerin) sosyal medya
platformlarında gerçekleştirdikleri bu etkinlikler, sosyal medya platformunun sahipleri tarafından
veriye dönüştürülmekte ve kullanıcılara özelleştirilmiş reklamlar sunan hedefli reklam verenlere
satılmakta, kısacası metalaştırılmaktadır. Bu anlamda yaşanan bir artı değer üretimidir. Oysa sosyal
medya platformlarının elde ettiği kâr, “metaların” satışından değil, finansal sektörde değerin tahsisinde
ve dağıtımında (finansal rant) gerçekleşmektedir. Sosyal medya platformlarında arama motorlarının
elde ettiği değer, emeğin ürettiği artık değerden türemektedir. Ayrıca Fuchs’un, sosyal medyada dijital
emek olarak kavramlaştırdığı “internet üretketici emeği”ne Marx’ın artı değer kuramını uygulaması da
sorunludur. Çünkü Fuchs’un internet üretketici emeği olarak değerlendirdiği sosyal medya
kullanıcılarına Marx’ın sömürü oranı formülü uygulandığında, paydası sıfır olan bir kesirle
karşılaşılmakta, dolayısıyla sömürü oranı sonsuza yakınsamaktadır. Bütün bunların sonucunda sosyal
medya kullanıcılarını dijital emeğin bir parçası olarak değerlendirmek olanaklı değildir.
Bu çerçevede çalışmamızda dijital emek, enformasyon ve iletişim teknolojileriyle bağlantılı
olan, ürünleri soyut, sanal bir faaliyet içeren emek türü olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda dijital
emeğin asli unsurunu, Fuchs’un uluslararası dijital iş bölümü kuramında yer alan yazılım işçileri
oluşturmaktadır. Yazılım işçileri, kapitalizmin dijital nitelik kazanması ile ortaya çıkan dijital
işyerlerinde faaliyet göstermektedir. Öte yandan yazılım işçileri homojen değildir. Silikon
Vadisi’ndeki büyük teknoloji şirketlerinde görece yüksek ücretlere ve yan haklara sahip yazılımcılar
ile Upwork, Amazon Mechanical Turk gibi kendilerine sunulan işleri dünyanın herhangi bir
noktasından çok düşük ücretlerle yerine getiren, bir bakıma parça başı çalışan yazılımcılar bir bakıma
iki zıt kutbu oluşturmaktadır. Öte yandan her iki kesimi de üretim araçlarına sahip olmadığı (yazılım,
291
kod, vb.) ve farklı düzeylerde de olsa belirli bir ücret karşılığında emek güçlerini sattığı için işçi olarak
değerlendirmek olanaklıdır.
Dijital emeği Türkiye özelinde ele aldığımızda bu konudaki araştırmaların ve çalışmaların
sayısının yetersizliği göze çarpmaktadır. Kısıtlı sayıdaki veri ve araştırmadan yola çıkarak, bir
değerlendirme yaptığımızda ise Türkiye’de dijital emeğin sınırlı da olsa gelişmeye başladığından söz
edebiliriz. Kapitalist gelişim sürecine geç girmesiyle de ilişkili olarak daha önceki endüstriyel
devrimlerin dışında kalan Türkiye, Endüstri 4.0 fırsatını kaçırmak istememektedir. Bu amaç
doğrultusunda gerek hükümet gerekse sermaye çevreleri bir irade ortaya koymaktadır. Bu çerçevede
dijital dönüşümü de içerecek 2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi uygulanması gündemdedir. Bu
stratejinin içerdiği hedeflerden birisi de 2018 yılında 140 bin civarında olduğu tahmin edilen
Türkiye’deki yazılım işçilerinin sayısının, 2023 yılında 500 binin üzerine çıkartılmasıdır. Bu hedefler
önümüzdeki dönemde Türkiye’de dijital emek gücünün niceliksel anlamda büyüyebileceğini
göstermektedir.
Öte yandan Türkiye’nin “Milli Teknoloji Hamlesi”nin bir parçası olarak savunma sanayi
endüstrisinde attığı adımlar da Türkiye’de dijital emeğin geleceği açısından önemlidir. Bu çerçevede
“Türkiye İnsansız Hava Aracı Sistemleri Yol Haritası (2011-2030)” stratejik belgesinin oluşturulması
ve insansız hava aracı, füze, radar sistemi ve uydu gibi ileri teknolojilerde ürün geliştirme
kapasitesinin artırılması için özel sektörle iş birliği yapılması, belli ölçülerde İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ABD’de ortaya çıkan askeri-endüstriyel-bilimsel kompleksin durumunu andırmaktadır. Bu
yöndeki çalışmalar, Türkiye’nin endüstrileşmesine yönelik bir hükümet politikası haline gelmiştir. Öte
yandan insansız hava araçları sistemlerinin önemli bileşenlerinden birisi yazılımdır. Bu anlamda bu
yöndeki çalışmalar, yazılım işçileri özelinde Türkiye’deki dijital emek gücünü büyütecektir.
Bütün bunların sonucunda Türkiye’de dijital emek hakkında nicel ve nitel veriler sunan,
değerlendirmelerde bulunan kapsamlı araştırmalara gereksinim bulunmaktadır. Özellikle yazılım
işçileriyle ilgili olarak yapılacak bir saha çalışması, çalışma ilişkilerinin dinamiklerini kavrayabilmek,
Türkiye’de yazılım işçileri özelinde dijital emeği değerlendirebilmek için yararlı olacaktır.
292
KAYNAKÇA
Acemoglu, D., Autor, D. (2011), “Skills, tasks and technologies: Implications for
employment and earnings”, Handbook of labor economics, 4: 1043-1171.
Acemoglu, D., Restrepo, P. (2018), “The race between man and machine: Implications of
technology for growth, factor shares, and employment”, American Economic Review, 108(6): 1488-
1542.
Adams, F. G., Gangnes, B., Shachmurove, Y. (2006). “Why is China so competitive?
Measuring and explaining China's competitiveness”, World Economy, 29(2): 95-122.
Adorno, T. W. (2011), Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi (6. Baskı), (çev. N. Ülner, M.
Tüzer, E. Gen), İstanbul: İletişim Yayınları.
Aglietta, M. (2015), A Theory of Capitalist Regulation - The US Experience, (çev. D.
Fernbach), Londra: Verso (orijinal baskı tarihi: 1976).
Akalın, A. (2007), “Duygulanım ve Duygulanımsal Emek Üzerine Notlar”, Birikim, (217):
114-121.
Akçay, Ü. (2007), Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlama ve DPT’nin Dönüşümü,
İstanbul: SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı.
Akçomak, İ. S., Erdil, E., Pamukçu, M. T., Tiryakioğlu, M. (2016), “Bilgi, Bilim, Teknoloji
ve Yenilik: Kavramsal Tartışma”, Erdil, E., Pamukçu, M., Tiryakioğlu, M. (Ed.). Bilim Teknoloji ve
Yenilik Kavramlar, Kuramlar ve Politika, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları: 19-46.
Akçoraoğlu, A. (2019), “‘Yeni Kapitalizm’ Teorileri, Dijital Devrim ve Türkiye
Kapitalizmi”, Mülkiye Dergisi, 43(3): 525-575.
Alçın, K. S. (2006), Teknolojik Yenilik-Emek İlişkisi ve Emeğin Teknoloji Algısı, Doktora
Tezi, İstanbul, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Alçın, S. (2016), “Üretim İçin Yeni Bir İzlek: Sanayi 4.0”, Journal of life Economics, 3(2):
19-30.
293
Allmer, T., Sevignani, S., Prodnik, J. A. (2015), “Mapping approaches to user participation
and digital labour: A critical perspective”, Fisher, E., Fuchs, C. (Ed.), Reconsidering value and labour
in the digital age, Londra: Palgrave Macmillan: 153-171.
Amin, A. (1994), “Post-Fordism: Models, Fantasies and Phantoms of Transition”, Amin, A.
(Ed.). Post-Fordism: A Reader, Oxford: Blackwell Publishers Ltd: 1-39.
Ancarani, A., Di Mauro, C. (2018), “Reshoring and Industry 4.0: how often do they go
together?”, IEEE Engineering Management Review, 46(2): 87-96.
Ancarani, A., Di Mauro, C., Fratocchi, L., Orzes, G., Sartor, M. (2015), “Prior to reshoring:
A duration analysis of foreign manufacturing ventures”, International Journal Production Economics,
(169): 141-155
Andrejevic, M. (2009), “Exploiting YouTube: Contradictions of user-generated labor”, The
Youtube Reader, 413(36): 406-423.
Andrejevic, M. (2014), “The Big Data Divide”, International Journal of Communication,
(8): 1673-1689.
Aneesh, A. (2006), Virtual migration: The programming of globalization. Durham: Duke
University Press.
Ansal, H. (1992), “Önsöz: Alternatif Teknoloji ve Son Teknolojik Gelişmeler”, Dickson, D.,
Alternatif Teknoloji – Teknik Değişmenin Politik Boyutları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları: 9-25
Ansal, H. (1996), “Teknolojik Gelişmelerin İşgücü Niteliğine Etkileri”, Lordoğlu, K. (Ed.),
İnsan, Toplum, Bilim – 4. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi Bildiriler 1995, İstanbul: Kavram
Yayınları.
Ansal, H. (2018), “Sanayi 4.0 İşgücünü Nasıl Etkileyecek?”, Sosyal Demokrat Dergi,
(95/96): 3-6
Ansal, H., Ekinci, M., Kaşdoğan, D. (2018), “Bilim, Teknoloji ve Toplum Çalışmaları’na bir
giriş”, Toplum ve Bilim, (144): 9-37.
Ansal, H., Yıldırım, N. (2018), “Sanayi 4.0 ve İşgücüne Etkileri: Kadınlar için bir fırsat
olabilir mi”, Toplum ve Bilim, (144): 217-232.
Antunes, R. (2013), The meanings of work: Essay on the affirmation and negation of work,
(çev. Molinari, E.). Leiden: Brill (orijinal baskı tarihi: 1999).
294
Aronowitz, S., DiFazio, W. (1994), The jobless future, Minneapolis: University of
Minnesota Press.
Arap, İ., Erat, V. (2017), “Türkiye’nin Bilim Politikası: TÜBİTAK Üzerinden Bir
Çözümleme”, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 32(1): 323-339.
Armbrust, M., Fox, A., Griffith, R., Joseph, A. D., Katz, R., Konwinski, A., Lee, G.,
Patterson, D., Rabkin, A., Stoica, I., Zaharia, M. (2010), “A View of Cloud Computing”,
Communications of the ACM, 53(4): 50-58
Artut, S. (2014), Teknoloji – İnsan Birlikteliği, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Arvidsson, A. (2011), “Ethics and value in customer co-production”, Marketing Theory,
11(3): 261-278.
Arvidsson, A., Colleoni, E. (2012), “Value in Informational Capitalism and on the Internet”,
The Information Society: An International Journal, 28(3):135-150
Atabek, Ü. (2013), “Yeni Medya ve Yeni İletişim Düzeni”, Mülkiye Dergisi, 37(3): 175-181
Attaran, M., Attaran, S., Kirkland, D. (2019), “The need for digital workplace: increasing
workforce productivity in the information age”, International Journal of Enterprise Information
Systems (IJEIS), 15(1): 1-23.
Autor, D. (2011), The unsustainable rise of the disability rolls in the United States: Causes,
consequences, and policy options. Cambridge, Massachusetts: National Bureau of Economic
Research, Working Paper No: 17697.
Aydın, A. (2021), “Robotların İstihdam Üzerindeki Etkisi: Seçilmiş Ülkeler Üzerine
Ampirik İnceleme”, Çalışma ve Toplum, 2021/1(68): 269-288.
Babacan, M. E., Haşlak, İ., Hira, İ. (2011), “Sosyal Medya ve Arap Baharı”, Akademik
İncelemeler Dergisi, 6(2): 63-92.
Bakın, A. (2005), Küreselleşme, Sosyal Politika Alanında Yaşanan Dönüşüm ve Türkiye’nin
Refah Rejiminin Karmaşık Niteliği. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Banaji, J. (2010), Theory as history: Essays on modes of production and exploitation.
Leiden: Brill.
295
Barbier, J. C. (2004), A comparative analysis of ‘employment precariousness’ in Europe.
Learning from employment and welfare policies in Europe, European Xnat Cross-national research
papers, Seventh series: 7-18
Barbieri, P., Stentoft, J. (2016) “Reshoring: a supply chain innovation perspective – Guest
Editorial”, Operations Management Research, 9(3-4): 49–52
Baroncelli, A., Belvedere, V., Serio, L. (2017), “Offshoring Versus Reshoring? Rather,
Shouldn’t It Be Rightshoring?”, Vecchi, A. (Ed.), Reshoring of Manufacturing, Cham: Springer: 39-56
Bartodziej, C. J. (2017), The Concept Industry 4.0, An Empirical Analysis of Technologies
and Applications in Production Logistics, Wiesbaden: Springer Gabler.
Basalla, G. (2013), Teknolojinin Evrimi, C. Soydemir (Çev.). Ankara: Doğu-Batı Yayınları,
(orijinal baskı tarihi: 1988).
Bauchspies, W. K., Croissant, J., Restivo, S. (2019), Bilim Teknoloji ve Toplum Sosyolojik
Bir Yaklaşım, (Çev. B. Kuryel, B. Balkız, Ü. Tatlıcan), Ankara: Phoenix Yayınevi.
Bayuk, M. N., Öz, A. (2017), “Nesnelerin İnterneti ve İşletmelerin Pazarlama Faaliyetlerine
Etkisi”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5(43): 41-58
Bell, D. (1976) “The Coming of the Post-Industrial Society”, The Educational Forum, 40(4):
574-579
Berardi, F. (2005), “What does cognitariat mean? Work, desire and depression”, Cultural
Studies Review, 11(2): 57–63
Boratav, K. (2009), “Bir Çevrimin Yükseliş Aşamasında Türkiye Ekonomisi”, N.
Mütevellioğlu, Sönmez, S. (Ed.), Küreselleşme, Kriz ve Türkiye’de Neoliberal Dönüşüm, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları: 1-25.
Bowring, F. (2004), “From the mass worker to the multitude: A theoretical contextualisation
of Hardt and Negri’s Empire”. Capital & Class, 28(2): 101-132.
Braudel, F. (2017), Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm (XV. ve XVIII. Yüzyıllar) –
Gündelik Hayatın Yapıları (3. Baskı), (Çev. M. A. Kılıçbay), Ankara: İmge Kitabevi, (orijinal baskı
tarihi: 1979).
Braverman, H. (2008), Emek ve Tekelci Sermaye, (Çev. Çiğdem Çidamlı), İstanbul:
Kalkedon Yayınevi, (orijinal baskı tarihi: 1974)
296
Briken, K., Chillas, S., Krzywdzinski, M., Marks, A. (2017), “Labour process theory and the
new digital workplace”, Briken, K, Chillas, S., Krzywdzinski, M., Marks, A. (Ed.), The New Digital
Workplace: How New Technologies Revolutionise Work, Londra: Palgrave: 1-17
Brown, T. J., Idoine, N. E., Raycraft, E. R., Shaw, R. A., Hobbs, S. F., Everett, P., Deady, E.
A., Bide, T. (2018), World mineral production 2012-16, Nottingham: British Geological Survey.
Bruland, K. (2006), “Industrialisation and technological change”, Floud, R. McCloskey, D.
(Ed.). The Cambridge economic history of modern Britain Volume I: Industrialisation, 1700–1860,
Cambridge: Cambridge University Press: 117-146 (orijinal baskı tarihi: 2004)
Brynjolfsson, E. ve A. McAfee. (2014), The Second Machine Age, New York: W. W. Norton
Company.
Bulbul, A. A. M., Biswas, S., Hossain, M. B., Biswas, S. (2017), “Past, present and future of
mobile wireless communication”, IOSR Journal of Electronics and Communication Engineering
(IOSR-JECE, 12(5): 55-58.
Burton, J. (2013), “Capitalism’s Californian Revolution: Yann Moulier Boutang, Cognitive
Capitalism”, Parrhesia, (16): 71-76
Bülbül, Y. (2008), Teknonomi: Tarihsel Açıdan Teknoloji - Ekonomi İlişkisi, İstanbul:
Kitabevi
Bülbül, Y., Özbay, R. D. (2011), Teknoparklar Teknolojik Bilginin Ticarilesmesi, İstanbul:
İstanbul Ticaret Odası.
Cabral, R., Dahab, S. S. (1998), “Science parks in developing countries: the case of BIORIO
in Brazil”, International Journal of Technology Management, 16(8): 726-739.
Caffentzis, G. (2014), “Bir Bilişsel Kapitalizm Eleştirisi”, (Çev. Y. Dönmez), Peters, M. A.,
Bulut, A. (Ed.), Bilişsel Kapitalizm, Eğitim ve Dijital Emek, Ankara: NotaBene Yayınları: 75-114
Calhoun, C. (2013), “Occupy wall street in perspective”, British Journal of Sociology, 64(1):
26-38.
Cansız, M. (2017), 2023’e Doğru Türkiye Teknoparkları, Ankara: T.C. Kalkınma Bakanlığı.
Caraway, B. (2011), “Audience labor in the new media environment: A Marxian revisiting
of the audience commodity”, Media, Culture & Society, 33(5): 693-708
297
Casilli, A. A. (2017), “Global digital culture| Digital labor studies go global: Toward a
digital decolonial turn”, International Journal of Communication, (11): 3934-3954
Castells, M. (2005), Ağ Toplumunun Yükselişi, (Çev. E. Kılıç), İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1996).
Cengiz, F. B. (2019), Türkiye'de 'Düzenli' Göçün Yönetimi ve Göçmenlerin Değişen
Düzenlileşme Pratikleri, Doktora Tezi, İstanbul, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Chakravartty, P., Schiller, D. (2011), “Global Financial crisis| neoliberal newspeak and
digital capitalism in Crisis”, International Journal of Communication, (4): 23.
Chandler, A. D. (1999), The Visible Hand - The Managerial Revolution in American
Business. Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, (orijinal baskı tarihi: 1977).
Chandler, D. (2021), “Büyük Veri Eleştirisinde Neler Söz Konusu? Christian Fuchs’un
Bölümü Üzerine Düşünceler”, Chandler, D., Fuchs, C. (Ed.), Dijital Nesneler Dijital Özneler – Büyük
Veri Çağında Kapitalizm, Emek ve Siyaset Üzerine Disiplinlerarası Yaklaşımlar, İstanbul: NotaBene
Yayınları: 101-108.
Chen, M. (2020), “A new world of workers: Confronting the gig economy”, Socialist
Register: Beyond Market Dystopia - New Ways of Living, (56): 122-142
Childe, G. (1995), Tarihte Neler Oldu? (Çev. M. Tunçay, A. Bilgi), (Altıncı Baskı). İstanbul:
Alan Yayıncılık, (orijinal baskı tarihi: 1942).
Childe, G. (2009), Tarihte Neler Oldu? (Çev. M. Tunçay, A. Bilgi), (Beşinci Baskı).
İstanbul: Kırmızı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1942).
Collis, J. (1984), The European Iron Age, London: Taylor & Francis (orijinal baskı tarihi
1944)
Coté, M., Pybus, J. (2014), “Maddi Olmayan Emek 2.0’ı Öğrenme: Facebook ve Sosyal
Ağlar”, (Çev. D. Öz), Peters, M. A., Bulut, E. (Ed.), Bilişsel Kapitalizm, Eğitim ve Dijital Emek,
Ankara: NotaBene Yayınları: 241-270
Çağlayan Akay, E. (2018), “Ekonometride Yeni Bir Ufuk: Büyük Veri ve Makine
Öğrenmesi”, Social Sciences Research Journal, 7(2): 41-53
Çakır, M. (2018), “Bilgi Toplumu Kuramları ve Prekarya Tartışmaları”. Çakır, M. (Ed.),
Bilgi Toplumu Tartışmaları, İstanbul: Pales Yayınları: 19-114.
298
Çelen, S. (2017), “Sanayi 4.0 ve Simülasyon”, International Journal of 3D Printing
Technologies and Digital Industry, 1(1): 9-26.
Çelik, A. (2007), Eğreti emek- parçalanan sınıf, Birikim, (217): 122-133.
Çelik, A. (2019), “Sembiyotik İlişkiler ve Otoriter Korporatizm Kıskacında 2010’lu Yıllarda
Türkiye’de Sendikalaşma, Toplu Pazarlık ve Grev Eğilimleri”, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme
Dergisi, 15(15): 39-69.
Çelik, F. (2019), “Yerel Kalkınmada Teknopark Modeli: Emilia-Romagna (İtalya) ve
Shannon (İrlanda) Bölgeleri Örnekleri”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21(4):
1112-1129.
Çelik, N. (2006), Küreselleşme sürecinde gelişmekte olan ülkelerde teknolojik gelişme ve
devletin rolü: Yeni sanayileşen ülkeler deneyimi ve Türkiye örneği, Doktora Tezi, İstanbul: Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Day, G. (2001), Class, Londra: Routledge
Giffi, C. A., Rodriguez, M. D., Gangula, B., Michalik, J., de la Rubia, T. D., Carbeck, J.,
Cotteleer, M. J. (2015), Advanced Technologies Initiative: Manufacturing & Innovation, Londra:
Deloitte and Council on Competitiveness
Demirci, H. E. (2018), “Nesnelerin İnterneti Teknolojisine Güncel Bakış”, Anahtar, 30(353):
25-29
Demirli, Y. (2014), “Türkiye’de Teknoparklara Yönelik Teşvikler ve Teknoparkların Bilim
ve Teknoloji Kapasitesinin Gelişimine Katkısı”, Maliye Dergisi, (166): 95-114.
Dery, K., Sebastian, I. M., Van der Meulen, N. (2017), “The digital workplace is key to
digital innovation”, MIS Quarterly Executive, 16(2): 135-152
Dicken, P. (2011), Global Shift - Mapping the Changing Contours of the World Economy,
New York: The Guilford Press.
Dickson, D. (1992), Alternatif Teknoloji – Teknik Değişmenin Politik Boyutları. (Çev. N.
Erdoğan). Ankara: Ayrıntı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1974).
Dikmen, A. A. (2017), Makine, İş Kapitalizm ve İnsan (Güncellenmiş 4. Baskı), Ankara:
NotaBene Yayınları.
299
Dölen, E. (1985), “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi – 1. Cilt, İstanbul: İletişim Yayınları. 154-196.
Dyer-Witheford, N. (2004), Siber Marx - Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi, (Çev.
A. Çakıroğlu), İstanbul: Aykırı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1999).
Dyer-Witheford, N. (2019), Siber Proleterya – Dijital Girdapta Küresel Emek, (Çev. E.
Akçay), İstanbul: Z Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2015).
Ebbinghaus, B., Visser, J. (2000), Trade Unions in Western Europe Since 1945, Londra:
Macmillan Reference Ltd.
Edgell, S. (1998), Sınıf, (Çev. D. Özyiğit). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, (orijinal baskı
tarihi: 1993).
Ege, B. (2014), “4. Endüstri Devrimi Kapıda mı?”, Bilim ve Teknik Dergisi, (558): 27-29.
Ellul, J. (2003), Teknoloji Toplumu, (Çev. M. Ceylan), İstanbul: Bakış Yayınları, (orijinal
baskı tarihi: 1954).
Erat, V., Arap, İ. (2016), Dünyada ve Türkiye’de Bilim-İktidar İlişkisinin Evrimi. Ankara:
NotaBene Yayınları.
Erbaşlar, G., Dokur, Ş. (2016), Elektronik Ticaret, (Geliştirilmiş 3. Basım), İstanbul: Nobel
Akademik Yayıncılık.
Erdem, M. N. (2014), Tüketime Dayalı Bilinç Endüstrisi ve Reklam Bağlamında Bir Dijital
Reklam Okuryazarlığı Eğitim Modeli Önerisi, Doktora Tezi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Erdoğdu, S. (2006), Küreselleşme Sürecinde Uluslararası Sendikacılık, Ankara: İmge
Yayınları.
Erdoğdu, S. (2021), “En Çok İş Kaybı Robot Üretmeyen ve Kullanmayan Ülkelerde
Olacak”, İş’te Gelecek – Görüşler, Öneriler, Beklentiler, (Boyacıoğlu, H. (Ed.), Ankara: Türk Metal
Sendikası Araştırma ve Eğitim Merkezi: 127-143.
Ericsson (2018), Ericsson Mobility Report June 2018, Stockholm: Ericsson.
Fang, T., Lin, C. (2015), “Minimum wages and employment in China”, IZA Journal of
Labor Policy, 4(1): 1-30.
300
Feenberg, A. (1999), Questioning technology, Londra: Routledge.
Ferrarotti, F. (1997), “Endüstri Devrimi ve Bilim, Teknoloji ve İktidarın Yeni Nitelikleri”,
Mayor, F, Forti, A. (Ed.), Bilim ve İktidar, (Çev. M. Küçük), Ankara: TÜBİTAK Yayınları: 41-68
Fisher, E. (2014), “Daha Az Yabancılaşma Nasıl Daha Fazla Sömürü Yaratır? Sosyal
Paylaşım Sitelerinde İzleyici Emeği”, (Çev. G. Baydar), Mosco, V., Fuchs, C., Başaran, F. (Ed.), Marx
Geri Döndü, Ankara: NotaBene Yayınları: 119-150.
Ford, M. (2018), Robotların Yükselişi: Yapay Zeka ve İşsiz Bir Gelecek Tehlikesi, (Çev. C.
Duran), İstanbul: Kronik Kitap, (orijinal baskı tarihi: 2015).
Forti, A. (1997), “Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgürlüğü”, Mayor, F, Forti, A.
(Ed.), Bilim ve İktidar, (Çev. M. Küçük), Ankara: TÜBİTAK Yayınları: 23- 38
Frase, P. (2017), Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat, (Çev: A. E. Pilgir), İstanbul:
Koç Üniversitesi Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2016).
Frankish, K., Ramsey, W. M. (2014), The Cambridge Handbook of Artificial Intelligence,
Cambridge: Cambridge University Press.
Fratocchi, L. (2018), “Additive manufacturing technologies as a reshoring enabler: a why,
where and how approach”, World Review of Intermodal Transportation Research, 7(3): 264-293.
Fratocchi, L., Di Mauro, C., Barbieri, P., Nassimbeni, G., Zanoni, A. (2014), “When
manufacturing moves back: Concepts and questions”. Journal of Purchasing and Supply Management,
20(1): 54-59.
Freeman, C, Perez, C. (1988), “Structural crises of adjustment, business cycles and
investment behaviour”, G. Dosi, Freeman, C., Nelson, R., Silverberg, G., Soete, L. (Ed.), Technical
Change and Economic Theory, Londra: Pinter Publisher: 38-66
Freeman, C., L. Soete. (2003), Yenilik İktisadı, (Çev. E. Türkcan), Ankara: TÜBİTAK
Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1997).
Frey, C. B., Osborne, M. A. (2017), “The future of employment: How susceptible are jobs to
computerisation?”, Technological forecasting and social change, (114): 254-280
Fröbel, F., Heinrichs, J., Kreye, O. (1982), Uluslararası Yeni İş Bölümü ve Serbest Bölgeler,
(Çev. Y. Öner), İstanbul: Belge Yayınları.
301
Fuchs, C. (2014), “Bilişsel Kapitalizm ya da Enformasyonel Kapitalizm”, (Çev. K. Özdil),
Peters, M. A., Bulut, E. (Ed.), Bilişsel Kapitalizm, Eğitim ve Dijital Emek, Ankara: NotaBene
Yayınları: 137-188.
Fuchs, C. (2015), Dijital Emek ve Karl Marx, (Çev. T. E. Kalaycı, S. Oğuz), Ankara:
NotaBene Yayınları.
Fuchs, C. (2018), “Industry 4.0: The Digital German Ideology”, tripleC, 16(1): 280-289.
Fuchs, C. (2021), “Büyük Veri Kapitalizmi Çağında Karl Marx”, Chandler, D., Fuchs, C.
(Ed.). Dijital Nesneler Dijital Özneler – Büyük Veri Çağında Kapitalizm, Emek ve Siyaset Üzerine
Disiplinlerarası Yaklaşımlar, İstanbul: NotaBene Yayınları: 75-100
Fuchs, C., Chandler, D. (2021), “Giriş: Büyük Veri Kapitalizmi – Siyaset, Eylemcilik ve
Kuram”, ‘Çev. G. Boztepe), Chandler, D., Fuchs, C. (Ed.), Dijital Nesneler Dijital Özneler - Büyük
Veri Çağında Kapitalizm, Emek ve Siyaset Üzerine Disiplinlerarası Yaklaşımlar, İstanbul: NotaBene
Yayınları: 7-33
Galbraith, J. K. (2007), The New Industrial State, Princeton, New Jersey: Princeton
University Press, (orijinal baskı tarihi: 1967).
Gambetti, Z. (2014). “Occupy Gezi as Politics of the Body”, Özkırımlı, U. (Ed.) The Making
of a Protest Movement in Turkey: #occupygezi, Londra: Palgrave Pivot: 89-102.
Gamson, W. A., Sifry, M. L. (2013), “The# Occupy movement: an introduction”, The
Sociological Quarterly, 54(2): 159-163.
Genestier, P. (2019), “Les ‘gilets jaunes’: une question d’autonomie autant que
d’automobile”, Le Débat, 204(2): 16-34.
Giddens, A. (2005), Sosyoloji (2. Baskı), Güzel, C. (Ed.). Ankara: Ayraç Yayınları
Gorz, A. (1985), Cennetin Yolları - Yaşanan Ekonomik Buhran Üzerine Tezler, (Çev. T.
Ilgaz). İstanbul: Afa Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1983).
Gök, F. (1999), “75 yılda İnsan Yetiştirme, Eğitim ve Devlet”, Gök, F. (Ed.), 75 Yılda
Eğitim, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları: 1-8
Göker, A. (2001), “Bilim ve Teknoloji Politikalarına Giriş İçin ‘Enformasyon Toplumu’
Üzerine Kavramsal Bir Yaklaşım Denemesi”, Mülkiye Dergisi, 25(230): 27-66
302
Grace, K., Salvatier, J., Dafoe, A., Zhang, B., Evans, O. (2018), “When will AI exceed
human performance? Evidence from AI experts”, Journal of Artificial Intelligence Research, (62):
729-754.
Gramsci, A. (2011), Hapishane Defterleri - Cilt 2, Buttigieg, J. A. (Ed.), (Çev. B. Baysal),
Birinci Baskı, İstanbul: Kalkedon Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1996).
Grappi, S., Romani, S., Batöze, R. P. (2018), “Reshoring from a demand-side perspective:
Consumer reshoring sentiment and its market effects”, Journal of World Business, 53(2): 194-208.
Greengard, S. (2015), The Internet of Things, Cambridge, Massachusetts: The MIT Press.
Greenwood, J. (1999), “The Third Industrial Revolution: Technology, Productivity, and
Income Equality”, Economic Review, 35(2): 2-12.
GSMA (2018), The Mobile Economy 2018, Londra: GSM Association
Gülalp, H. (1993), Kapitalizm, Sınıflar ve Devlet, (Çev. O. Akınhay, A. Yılmaz), İstanbul:
Belge Yayınları.
Günay, D. (2002), “Sanayi ve Sanayi Tarihi”, Mimar ve Mühendis Dergisi, (31): 8-14.
Gürak, H. (2004), Emek, Teknolojik Yenilik ve Büyüme, Sakarya: Değişim Yayınları.
Hall, R. ve B. Stahl. (2014), “Metalaştırmaya Karşı: Üniversite, Bilişsel Kapitalizm ve Yeni
Gelişen Teknolojiler”, (Çev. B. Durdağ, H. Yüksel), Mosco, V., Fuchs, C., Başaran, F. (Ed.), Marx
Geri Döndü, Ankara: NotaBene Yayınları: 151-192
Harari, Y. N. (2015), Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens, (Çev. S. Işıldar), İstanbul: Kolektif
Kitap, (orijinal baskı tarihi: 2011).
Hardt, M., Negri, A. (2003), İmparatorluk (Beşinci Baskı), (Çev. A. Yılmaz), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2000).
Hardt, M., Negri, A. (2004), Çokluk - İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, (Çev. B.
Yıldırım), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2004).
Harmancı, M., Önen, M. O. (1999), Dünyada ve Türkiye’de Teknopark ve Teknokent
Uygulamaları, Ankara: Türkiye Kalkınma Bankası AŞ Araştırma Müdürlüğü.
Hart-Landsberg, M. (2013), Capitalist Globalization: Consequences, Resistance, and
Alternatives, New York: Monthly Review Press
303
Hartman, P. L., Ogden, J. A., Wirthlin, J. R., Hazen, B. T. (2017), “Nearshoring, reshoring,
and insourcing: Moving beyond the total cost of ownership conversation”, Business Horizons, 60(3):
363-373.
Harvey, D. (1997), Postmodernliğin Durumu, (Çev. S. Savran), İstanbul: Metis Yayınları,
(orijinal baskı tarihi 1990).
Harvey, D. (2004), Yeni Emperyalizm, (Çev. H. Güldü), İstanbul: Everest Yayınları, (orijinal
baskı tarihi 2003).
Harvey, D. (2012), Sermayenin Sınırları, (Çev. U. Balaban), Ankara: Tan Kitabevi
Yayınları, (orijinal baskı tarihi 2007).
Harvey, D. (2015a), Neoliberalizmin Kısa Tarihi (İkinci Baskı), (Çev. A. Onacak), İstanbul:
Sel Yayıncılık, (orijinal baskı tarihi 2005).
Harvey, D. (2015b), On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, (Çev. E. Soğancılar), İstanbul:
Sel Yayıncılık, (orijinal baskı tarihi 2014).
Hashem, I. A. T., Yaqoob, I., Anuar, N. B., Mokhtar, S., Gani, A., & Khan, S. U. (2015),
“The rise of ‘big data’ on cloud computing: Review and open research issues”, Information Systems,
(47): 98-115.
Hatipoğlu, M. T. (1998), Türkiye Üniversite Tarihi 1845-1997, Ankara: Selvi Yayınları.
Haug, W. F. (2010), “Historical-Critical Dictionary of Marxism”, Historical Materialism,
18(2): 177-185.
Heinemann, G., Gaiser, C. (2015), Social – Local – Mobile, The Future of Location-based
Services, Berlin: Springer-Verlag.
Henkoğlu, T., Külcü, Ö. (2013), “Bilgi Erişim Platformu Olarak Bulut Bilişim: Riskler ve
Hukuksal Koşullar Üzerine Bir İnceleme”, Bilgi Dünyası, 14(1): 62-86.
Hesmondhalgh, D. (2010), “User-generated content, free labour and the cultural industries”,
ephemera, 10(3/4): 267-284.
Hirst, P., Zeitlin J. (1991), “Flexible specialization versus post-Fordism: theory, evidence
and policy implications”, Economy and Society, 20(1): 1-56.
Hirst, P., Thompson, G. (2003), Küreselleşme Sorgulanıyor, (Çev. Ç. Erdem, E. Yücel),
Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1999).
304
Hobsbawm, E. (2005), Devrim Çağı - Avrupa 1789-1848, (Çev. B. S. Şener), Ankara: Dost
Kitabevi Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1962).
Hobsbawm, E. (2003), İmparatorluk Çağı - 1875-1914, (Çev. V. Aslan), Ankara: Dost
Kitabevi Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1987).
Holman D., Batt R., Holtgrewe U. (2007), The global call centre report: International
perspectives on management and employment, Industrial and Labor Relations Collection, Research
Studies and Reports, Ithaca, NY: Cornell University.
Howe, J. (2010), Crowdsourcing: Kalabalıkların Gücü Bir İşin Geleceğine Nasıl Şekil
Verebilir, (Çev. G. Aksoy), İstanbul: Optimist Kitap.
Hudson, P. (2014), The Industrial Revolution, Londra: Bloomsbury Publishing. (orijinal
baskı tarihi: 1992).
Huws, U. (2015), “Setting the Standards: The USA and Capitalism in the Digital Age”,
Frayssé, O., O’Neil, M. (Ed.), Digital Labour and Prosumer Capitalism, Hampshire: Palgrave
Macmillan: 20-29
Huws, U. (2018), Küresel Dijital Ekonomide Emek, (Çev. C. Şenesen), İstanbul: Yordam
Kitap, (orijinal baskı tarihi: 2014).
Hyman, R. (1991), Strikes, (Dördüncü Baskı), Londra: McMillan Academic.
IOM (2013), World Migration Report - Migrant Well-being and Development, Cenevre:
International Organization for Migration (IOM).
ITU, (2017), Measuring the Information Society Report- Volume 1, Cenevre: International
Telecommunication Union.
İçduygu, A., & Sirkeci, İ. (1999). “Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Göç Hareketleri”,
Baydar, O. (Ed.), 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları: 269-276
İnam, A. (2014), Teknoloji Benim Neyim Oluyor? (4. Baskı), Ankara: ODTÜ Yayıncılık.
İnsel, A. (2021), Neo-liberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili (2. Baskı), İstanbul: İletişim
Yayınları.
Jackson, P. C. (1985), Introduction to Artificial Intelligence, New York: Dover Publications
305
Jaeger, P. T., Lin, J., Grimes, J. M., Simmons, S. N. (2009), “Where is the cloud?
Geography, economics, environment, and jurisdiction in cloud computing”, First Monday, 14(5).
Janicke, M., Jacob, K. (2013), “A third industrial revolution?”, Siebenhüner, B., Arnold, M.,
Eisenack, K., Jacob, K. (Ed.), Long-term Governance for Social-Ecological Change, Oxfordshire:
Routledge: 47-71.
Jarrett, K. (2021), “Yeniden Üretim Merceğinden: Kültür ve Ekonominin Kesişiminde Emek
ve Mücadele”, Chandler, D., Fuchs, C. (Ed.), Dijital Nesneler Dijital Özneler – Büyük Veri Çağında
Kapitalizm, Emek ve Siyaset Üzerine Disiplinlerarası Yaklaşımlar, İstanbul: NotaBene Yayınları: 139-
157
Javaid, M., Haleem, A., Singh, R. P., Haq, M. I. U., Raina, A., Suman, R. (2020), “Industry
5.0: Potential applications in COVID-19”, Journal of Industrial Integration and Management, 5(04):
507-530.
Jessop B. (1990), “Regulation theories in retrospect and prospect”, Economy and Society,
19(2): 153-216
Jia, P. (2014), “Employment and working hour effects of minimum wage increase: Evidence
from China”, China & World Economy, 22(2): 61-80.
Jin, D. Y., Feenberg, A (2015), “Commodity and Community in Social Networking: Marx
and the Monetization of User-Generated Content”, The Information Society, 31(1): 52-60
Kagermann, H. (2015), “Change Through Digitization—Value Creation in the Age of
Industry 4.0”, Albach, H., Meffert, H., Pinkwart, A., Reichwald, R. (Ed.), Management of Permanent
Change, Wiesbaden: Springer-Gabler Verlag: 23-45
Kagermann, H., Wahlster, W., Helbig, J. (2013), Recommendations for Implementing the
Strategic Initiative INDUSTRIE 4.0 - Securing the Future of German Manufacturing Industry (Final
Report of the Industrie 4.0 Working Group). Frankfurt: Acatech - National Academy of Science and
Engineering.
Kangal, K. (2018), “Dijital Emek Tartışmaları”, Koşar, A. (Ed.), Maddi Olmayan Emek
Teorisi – Kuramsal Bir Eleştiri, İstanbul: Kor Kitap: 157-171
Kaplinsky, R. (1989), “‘Technological revolution’ and the international division of labour in
manufacturing: A place for the Third World?”, Kaplinsky, R., Cooper, C. (Ed.), Technology and
Development in the Third Industrial Revolution, Londra: Frank Cass & Co. Ltd.: 5-35.
306
Karahanoğulları, Y. (2008), “Marx’ta Üretken Emek Kategorisi ve 1988-2006 Dönemi
Türkiye Ekonomisi İçin Ampirik Bulgular”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63(2): 117-142.
Karahanoğulları, Y., Tonak, E. A. (2009), “Türkiye’de Üretken Olmayan İşçiler
Sömürülmüyorlar mı?”, Toplum ve Hekim, 24(2): 91-97
Kazgan, G. (1980), “1980’lerde Türk tarımında yapısal değişme”, Baydar, O. (Ed.), 75 Yılda
Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları: 31-42
Kazgan, G. (2006), Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi (Genişletilmiş 3. Baskı),
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kepenek, Y. (2016), “Türkiye’nin 1980 Öncesi Bilim ve Teknoloji Politikaları”, Akçomak,
İ., Erdil, E., Pamukçu, M., Tiryakioğlu, M. (Ed.), Bilim Teknoloji ve Yenilik Kavramlar, Kuramlar ve
Politika, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları: 641-666.
Kıyan, Z. (2015), “‘Dijital Kapitalizm’in İletişim Alanındaki İzleri: Üretim, Dolaşım, Emek
ve Tüketim Süreçleri”, Toplum ve Bilim, (135): 27-57.
Kıyan, Z. (2016), Metalaştırma ve Direnç – Kapitalizmde Kültürün İkili Üretim Yapısı,
Ankara: Notabene Yayınları.
Kibritçioğlu, A. (1998), “Firma ve Ürün Kalitesi: Nedir? Neden Önemlidir?”, Future’s
Technologies, (51): 52-56.
King, A. (1997), “II. Dünya Savaşının Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji”, Mayor, F,
Forti, A. (Ed.), Bilim ve İktidar (Çev. M. Küçük), Ankara: TÜBİTAK Yayınları: 69-105.
Kinkel, S. (2014), “Future and impact of backshoring - Some conclusions from 15 years of
research on German practices”, Journal of Purchasing and Supply Management, 20(1): 63-65.
Kiper, M. (2004), “Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Bu Kapsamda Üniversite Sanayi
İşbirliği”, Kiper, M. (Ed.), Teknoloji, Ankara: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yayını: 59-
122.
Kline, S. J. (1985), “What is technology?”, Bulletin of Science, Technology & Society, 5(3):
215-218.
Koşar, A. (2018), “Marx’ta ‘Maddi Olmayan Emek’ Kavramının Bağlamı”, Koşar, A. (Ed.),
Maddi Olmayan Emek Teorisi – Kuramsal Bir Eleştiri, İstanbul: Kor Kitap: 97-113.
307
Kozanoğlu, H. (2018), 50 Soruda Teknolojik Gelişmeler ve Hayatımız, İstanbul: Altınbaş
Üniversitesi Yayınları.
Kozanoğlu, H., Gür, N., Özden, B. A. (2015), Neoliberalizmin Gerçek 100’ü (3. Baskı),
İstanbul: İletişim Yayınları.
Köymen, O. (1999), “Cumhuriyet Döneminde Tarımsal Yapı ve Tarım Politikaları”, Baydar,
O. (Ed.), 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları: 1-30
Kumar, K. (2004), Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma - Çağdaş Dünyanın
Yeni Kuramları (İkinci Baskı), (Çev. M. Küçük) Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, (orijinal baskı
tarihi: 1995).
Kuş, O. (2021), “Metaverse: ‘Dijital Büyük Patlamada’ Fırsatlar ve Endişelere Yönelik
Algılar”, Intermedia International E-journal, 8(15): 245-266.
Kutup, N. (2011), “Nesnelerin interneti; 4H her yerden, herkesle, her zaman, her nesne ile
bağlantı”, XVI. Türkiye’de İnternet Konferansı: 151-156.
Kücklich, J. R. (2009), “Virtual worlds and their discontents: Precarious sovereignty,
governmentality, and the ideology of play”, Games and Culture, 4(4): 340-352.
Landes, D. S. (1988), The Unbound Prometheus: Technological Change and Industrial
Development in Western Europe from 1750 to the present. Cambridge: Cambridge University Press,
(orijinal baskı tarihi: 1969).
Lapavitsas, C. (2003), Social Foundations of Markets, Money and Credit, Londra:
Routledge.
Lasi, H., Fettke, P., Kemper, H. G., Feld, T., Hoffmann, M. (2014), “Industrie 4.0”,
Wirtschaftsinformatik, (56): 261-264.
Lazonick, W. (1991), Business Organization and the Myth of the Market Economy,
Cambridge: Cambridge University Press.
Lazzarato, M. (1996), “Immaterial labor”, Virno, P., Hardt, M. (Ed.), Radical Thought in
Italy: A Potential Politics, Minneapolis, Minnesota: University of Minnesota Press: 133-47.
Lebert, D., Vercellone, C. (2015), “Kapitalizmin Uzun Vadeli Dinamiği İçinde Bilginin
Rolü: Bilişsel Kapitalizm Varsayımı”, (Çev: D. Kundakçı), Vercellone, c. (Ed.), Bilişsel Kapitalizm –
Post-Fordist Dönemde Bilgi ve Finans, İstanbul: Otonom Yayıncılık: 17-39.
308
Lee, J. Y. (2021), “A study on metaverse hype for sustainable growth”, International
Journal of Advanced Smart Convergence, 10(3): 72-80.
Lee, N. K. (2018), “Total automation: The possibility of lights-out manufacturing in the near
future”, Missouri S&T’s Peer to Peer, 2(1).
Lemarchand, R. (1998), “Genocide in the Great Lakes: Which Genocide? Whose
Genocide?” African Studies Review, 41(1): 3-16.
Lessard, B., Baldwin, S. (2003), Netslaves 2.0: Tales of “Surviving” the Great Tech Gold
Rush, New York: Allworth Press.
Lu, Y. (2017), “Industry 4.0: A survey on technologies, applications and open research
issues”, Journal of Industrial Information Integration, (6): 1-10.
Lucarelli, S. (2013), “Introduction: From Knowledge-based Economy to Cognitive
Capitalism (Section A)”, Bria, F., Roio, D. (Ed.), Theoretical Framework on Future Knowledge-based
Economy, Paris: Université Paris1 Panthéon-Sorbonne (Post-Print and Working Papers): 5-14.
Lukač, D. (2015), “The fourth ICT-based industrial revolution ‘Industry 4.0’ - HMI and the
case of CAE/CAD innovation with EPLAN P8”, 23rd Telecommunications Forum TELFOR 2015:
835-838
Lyotard, J. F. (1994), Postmodern Durum – Bilgi Üzerine Bir Rapor, (Çev. A. Çiğdem),
Ankara: Vadi Yayınları
MacMillan, D., Burrows, P., Ante, S. E. (2009), “Inside the app economy”, Business Week,
(22): 1-6.
Maddikunta, P. K. R., Pham, Q. V., Prabadevi, B., Deepa, N., Dev, K., Gadekallu, T. R.,
Ruby, R., Liyanage, M. (2022), “Industry 5.0: A survey on enabling technologies and potential
applications”, Journal of Industrial Information Integration, 26-100257: 1-19
Magdoff, F., Yates, M. (2009), Ekonomik Krizin ABC’si, (Çev. A. Kırmızıgül), Ankara:
Epos Yayınları.
Manyika, J., Chui, M., Bisson, P., Woetzel, J., Dobbs, R., Bughin, J., Aharon, D. (2015), The
Internet of Things: Mapping the value beyond the hype, Washington, DC: McKinsey Global Institute,
3.
309
Manyika, J., Lund, S., Chui, M., Bughin, J., Woetzel, J., Batra, P., Ko, R. ve S. Sanghvi.
(2017), Jobs lost, jobs gained: Workforce transitions in a time of automation, Washington, DC:
McKinsey Global Institute, 150.
Marx, K. (1966), Felsefenin Sefaleti – M. Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne Cevap, (Çev.
E. Başar), Ankara: Sol Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1841).
Marx, K. (1998), Artı-Değer Teorileri - Birinci Kitap, (Çev. Y. Fincancı), Ankara: Sol
Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1862).
Marx, K. (2011), Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi - I. Cilt, (Çev. M. Selik, N. Satlıgan),
İstanbul: Yordam Kitap, (orijinal baskı tarihi: 1867).
Marx, K. (2015), Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi - III. Cilt, (Çev. M. Selik, E. Özalp),
İstanbul: Yordam Kitap, (orijinal baskı tarihi: 1894).
Mason, P. (2016), Kapitalizm Sonrası – Geleceğimiz İçin Bir Kılavuz, (Çev. Ş. Alpagut),
İstanbul: Yordam Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2015).
McClellan III, James E., Dorn, H. (2006), Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, (Çev. H.
Yalçın), Ankara: Arkadaş Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1999).
McCloskey, D. N. (1981), “The Industrial Revolution, 1780-1860: A Survey”, Floud, R.,
McCloskey, D. (Ed.), The Economic History of Britain, since 1700 - Vol. 1: 1700-1860, Cambridge:
Cambridge University Press: 103-127, (orijinal baskı tarihi: 2004).
Mell, P., Grance, T. (2011), “The NIST Definition of Cloud Computing”, NIST Special
Publication 800-145, Gaithersburg, MD: National Institute of Standards and Technology.
Mokyr, J. (2006), “Accounting for the Industrial Revolution”, Floud, R., McCloskey, D.
(Ed.), The Economic History of Britain, since 1700 - Vol. 1: 1700-1860, Cambridge: Cambridge
University Press: 1-27, (orijinal baskı tarihi: 2004).
Moore, G. E. (2006), “Cramming more components onto integrated circuits”, IEEE solid-
state circuits society newsletter, 11(3): 33-35, (Electronics, 1965, 38(8): 114’te yayımlanan makalenin
yeniden basımı).
Moulier Boutang, Y. (2007), Le capitalisme cognitif - La nouvelle grande transformation,
Paris: Éditions Amsterdam.
310
Mumford, L. (2017), Teknik ve Uygarlık, (Çev. E. C. Ercan), İstanbul: Açılım Kitap, (orijinal
baskı tarihi: 1937).
Munck, R. (2013), “The Precariat: a view from the South”, Third World Quarterly, 34.(5):
747-762.
Murphie, A., Potts, J. (2017), Culture and technology, Hampshire: Palgrave Macmillan.
Müller, J., Voigt, K. I. (2017), “Industry 4.0 - Integration Strategies for Small and Medium-
Sized Enterprises”, Viyana: Proceedings of the 26th International Association for Management of
Technology (IAMOT) Conference: 14-18.
Narin, Ö. (2008), Teknolojik Değişim: Türkiye’de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005),
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı Kalkınma İktisadı
ve İktisadi Büyüme Bilim Dalı.
Narin, Ö. (2018), “Sanayi 4.0’ın İma Ettikleri ve Sınırlarına Dair Bir Tartışma: Çevrimiçi
Kapitalizm Olabilir mi?”, Toplum ve Bilim, (144): 233-253
Negri, A. (1988) “Archaeology and project: The mass worker and the social worker”,
Revolution Retrieved: Selected Writings on Marx, Keynes, Capitalist Crisis and New Social Subjects
1967-83, Londra: Red Notes.
Negri, A. (2014), “Çokluğun Emeği ve Biyopolitiğin Dokusu”, (Çev. O. Kartal), Peters, M.
A., Bulut, E. (Ed.), Bilişsel Kapitalizm, Eğitim ve Dijital Emek, Ankara: NotaBene Yayınları: 11-30.
Ness, I (2018), Güneyin İsyanı: Küresel İşçi Sınıfının Gelişi, (Çev. A. E. Pilgir), İstanbul:
Koç Üniversitesi Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2015).
Ngai, P., Chan, J. (2012), “Global capital, the state, and Chinese workers: the Foxconn
experience”, Modern China, 38(4): 383-410.
O’Halloran, D., Kvochko, E. (2015), Industrial Internet of Things: unleashing the potential
of connected products and services, Davos: World Economic Forum.
O’Shea, L. (2021), Geleceğin Tarihleri - Ada Lovelace, Tom Paine ve Paris Komünü Bize
Dijital Teknoloji Hakkında Ne Öğretebilir?, (Çev. A. Ay), İstanbul: Metis Yayınları, (orijinal baskı
tarihi: 2019).
OECD (2011), OECD Factbook 2011-2012: Economic, Environmental and Social Statistics,
Paris: OECD Publishing.
311
Oğuz, Ş. (2011), “Tekel Direnişinin Işığında Güvencesiz Çalışma / Yaşama: Proletaryadan
‘Prekarya’ya mı?”, Mülkiye Dergisi, 35(271): 7-24.
Ökten, A. N. ve E. Seçkin (2015), “Emek piyasasındaki bölünme: Türkiye’de çağrı merkezi
sektörü”, Toplum ve Bilim, (135): 74-92
Öngen, T. (2014), Prometheus’un Sönmeyen Ateşi - Günümüzde İşçi Sınıfı (Gözden
Geçirilmiş 3. Baskı), İstanbul: Yordam Kitap.
Özatalay, C. (2014), “Gezi Direnişi: Antikapitalist mi, Alterkapitalist mi?”, Öğütle, V. S.,
Göker, E. (Ed.), Gezi ve Sosyoloji – Nesneyle Yüzleşmek, Nesneyi Kurmak, İstanbul: Ayrıntı Yayınları:
170-185.
Özgün, A. (2007), “Kılçıksız Emek, Yağsız Sermaye: Gayrı-maddi Emek Tartışması”,
Birikim, (217): 31-45.
Özmakas, U. (2015), “İnsan Sermayesinin Kaynağı: Maddi Olmayan Emek”, Toplum ve
Bilim, (135): 8-27.
Özsoy, K., Duman, B. (2017), “Eklemeli İmalat (3 Boyutlu Baskı) Teknolojilerinin Eğitimde
Kullanılabilirliği, International Journal of 3D Printing Technologies and Digital Industry, 1(1): 36-48
Pacey, A. (1985), The Culture of Technology (9. Baskı), Cambridge, Massachusetts: MIT
Press.
Pak, N. K., Türkcan, E., Atamer, H. (1995), “Araştırma-Geliştirme Faaliyetleri: 1923-95”,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi - Cilt 11, İstanbul: İletişim Yayınları: 154-164.
Parlak, Z. (1999), “Yeniden Yapılanma ve Post-Fordist Paradigmalar”, Bilgi Sosyal Bilimler
Dergisi, (1): 83-102.
Parlak, Z. (2004), “Sanayi Ötesi Toplum Teorilerinin Eleştirel Bir Değerlendirmesi”,
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (8): 95-125
Pasquinelli, M. (2009), “Google’s PageRank algorithm: A diagram of cognitive capitalism
and the rentier of the common intellect”, Becker, K, Stalder, F. (Ed.), Deep search: The politics of
search beyond Google, Londra: Transactions Publishers: 152-162.
Peck, J., Tickell, A. T. (2002), “Neoliberalizing space”. Antipode, (34), 380-404.
312
Peshkin, M. A., Colgate, J. E., Wannasuphoprasit, W., Moore, C. A., Gillespie, R. B.,
Akella, P. (2001), “Cobot architecture”, IEEE Transactions on Robotics and Automation, 17(4): 377-
390.
Pfeiffer, S. (2017), “Industrie 4.0 in the Making – Discourse Patterns and the Rise o Digital
Despotism”, Briken, K, Chillas, S., Krzywdzinski, M., Marks, A. (Ed.), The New Digital Workplace:
How New Technologies Revolutionise Work, Londra: Palgrave: 21-41
Phan, P. H., D. S. Siegel ve M. Wright (2005), “Science parks and incubators: observations,
synthesis and future research”, Journal of Business Venturing, 20(2): 165-182.
Polanyi, K. (2003), Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, (3. Baskı),
(Çev. A. Buğra), İstanbul: İletişim Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1944).
Qiu, J. L. (2021), “Hoşça Kal iKöle: Dijital Nesnelerle Alternatif Özneler Oluşturmak”,
Chandler, D., Fuchs, C. (Ed.), Dijital Nesneler Dijital Özneler - Büyük Veri Çağında Kapitalizm,
Emek ve Siyaset Üzerine Disiplinlerarası Yaklaşımlar, İstanbul: NotaBene Yayınları: 203-222
Quintas, P., Wield, D, Massey, D. (1992), “Academic-industry links and innovation:
questioning the science park model”, Technovation, 12(3): 161-175.
Ramtin, R. (1991), Capitalism and Automation: Revolution in Technology and Capitalist
Breakdown, Londra: Pluto Press.
Rifkin, J. (1995), The End of Work: The Decline of the Global Labor Force and the Dawn of
the Post-Market Era, New York: Jeremy P. Tarcher/Putnam Book
Rifkin, J. (2019), Üçüncü Sanayi Devrimi (2. Baskı), (Çev. P. Sıral, M. Başekim), İstanbul:
İletişim Yayınları (orijinal baskı tarihi: 2011).
Roberts, S. T. (2014), Behind the screen: The hidden digital labor of commercial content
moderation, Doktora Tezi, University of Illinois at Urbana-Champaign.
Roberts, S. T. (2016), “Commercial Content Moderation: Digital Laborers’ Dirty Work”,
Noble, S. U., Tynes, B. M. (Ed.), The Intersectional Internet - Race, Sex, Class, and Culture Online,
New York: Peter Lang International Academic Publishers: 147-159.
Robinson, W. I. (2018), “The next economic crisis: digital capitalism and global police
state”, Race & Class, 60(1): 77-92.
313
Rosanvallon, P. (2004), Refah Devletinin Krizi, (Çev. B. Şahinli), Ankara: Dost Kitabevi,
(orijinal baskı tarihi: 1981).
Ruben, E. B. (2017), İktisadın Unuttuğu İnsan, (Dördüncü Baskı), İstanbul: Bağlam
Yayıncılık.
Russell, S. J., Norvig, P. (2003), Artificial Intelligence: A Modern Approach, New Jersey:
Pearson Education.
Rüßmann, M., Lorenz, M., Gerbert, P., Waldner, M., Justus, J., Engel, P., Harnisch, M.
(2015), Industry 4.0: The future of productivity and growth in manufacturing industries, Boston:
Boston Consulting Group
Sapancalı, F. (2005), Sosyal Dışlanma, İzmir: Dokuz Eylül Yayınları
Savran, S. (1988), “Bunalım, Sermayenin Yeniden-Yapılanması, Yeni-Liberalizm”, Satlıgan,
N., Savran, S. (Ed.), Dünya Kapitalizminin Bunalımı, İstanbul: Alan Yayıncılık: 19-65
Savran, S. (2014), “İslamcılık, AKP, Burjuvazinin İç Savaşı”, Balkan, N., Balkan, E., Öncü,
A. (Ed.), Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, İstanbul: Yordam Kitap. 53-142
Savul, G. (2018a), Sınıfın Yeni Görünümleri ve Bilişim Sektörü: Maddi, Gayri-Maddi Emek,
İstanbul: NotaBene Yayınları.
Savul, G. (2018b), “Gayrimaddi Emeğin Üretkenleşmesi: ‘Talihsizliğin’ Görünümleri”,
Koşar, A. (Ed.), Maddi Olmayan Emek Teorisi – Kuramsal Bir Eleştiri, İstanbul: Kor Kitap: 173-210.
Say, C. (2018), Yapay Zekâ, İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı.
Scase, R. (2000), Sınıf - Yöneticiler, Mavi ve Beyaz Yakalılar, (Çev. B. Şarer), Ankara:
Rastlantı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1992).
Schumpeter, J. (1939), Business Cycles - A Theoretical, Historical and Statistical Analysis of
the Capitalist Process, New York: McGraw-Hill Book Company.
Schwab, K. (2016), The Fourth Industrial Revolution, Cenevre: World Economic Forum.
Schiller, D. (1999), Digital Capitalism: Networking the Global Market System, Cambridge,
Massachusetts: The MIT Press.
Schiller, D. (2011), “Power under pressure: Digital capitalism in crisis”, International
Journal of Communication, (5): 924-941.
314
Seçer, H. Ş. (2009), “Profesyonel Mesleklere ve Profesyonel Bireylere Güven”, Kamu-İş İş
Hukuku ve İktisat Dergisi, 10(4): 247-277
Seidman, G. W. (1994), Manufacturing Militance: Workers' Movements in Brazil and South
Africa, 1970-1985, Berkeley ve Los Angeles: University of California Press.
Sennett, R. (2000), Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri,
(Çev. B. Yıldırım), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1998).
Sevgi, H. (2021), “Dijital Kapitalizm ve Endüstri İlişkileri”, Sevgi, H. (Ed.), 21. Yüzyılda
Endüstri İlişkileri – Çalışma Yaşamının Dönüşümü, Aktörleri ve Geleceği, İstanbul: NotaBene
Yayınları: 7-35
Sezen, S. (1999), Devletçilikten Özelleştirmeye Türkiye’de Planlama, Ankara: Türkiye ve
Orta Doğu Amme idaresi Enstitüsü Yayınları.
Sharma, P. (2013), “Evolution of Mobile Wireless Communication Networks-1G to 5G as
well as Future Prospective of Next Generation Communication Network”, IJCSMC, 2(8): 47-53
Shapiro, C., Varian, H. R. (1998), Information rules: A strategic guide to the network
economy, Boston: Harvard Business Press.
Silver, B. J. (2003), Forces of Labor: Workers' Movements and Globalization Since 1870,
New York: Cambridge University Press.
Simpson, L. C. (1995), Technology, time, and the conversations of modernity, New York:
Routledge
Smythe, D. W. (1977), “Communications: Blindspot of Western Marxism”, Canadian
Journal of Political and Social Theory, 1(3): 1-27.
Sönmez, M. (1999), “75 Yılın Sanayileşme Politikaları”, Baydar, O. (Ed.), 75 Yılda
Çarklardan Çiplere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları: 1-19
Srnicek, N. (2017), “The challenges of platform capitalism: Understanding the logic of a
new business model”, Juncture, 23(4): 254-257.
Standing, G. (2017a), Prekarya - Yeni Tehlikeli Sınıf (4. Baskı), (Çev. E. Bulut), İstanbul:
İletişim Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2011).
Standing, G. (2017b), Prekarya Bildirgesi - Hakların Kısılmasından Yurttaşlığa, (Çev. S.
Demiralp, S. Çınar), İstanbul: İletişim Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 2014).
315
Stock, T., Seliger, G. (2016), “Opportunities of sustainable manufacturing in industry 4.0”,
Procedia CIRP, 40: 536-541.
Şenses, F. (2017), İktisada (Farklı Bir) Giriş: Giriş İktisadı Öğrencileri ve İktisada İlgi
Duyanlar için Yardımcı Kitap, İstanbul: İletişim Yayınları.
Tansan, B., Gökbulut, A., Targotay, Ç., Eren, T. (2016), Türkiye’nin Küresel Rekabetçiliği
İçin Bir Gereklilik Olarak Sanayi 4.0 - Gelişmekte Olan Ekonomi Perspektifi, İstanbul: TÜSİAD
Yayınları.
Taylor, P., Bain, P. (2005), “India calling to the far away towns’ the call centre labour
process and globalization”, Work, employment and society, 19(2): 261-282.
Taymaz, E. (2018), Dijital Teknolojiler ve Ekonomik Büyüme: Dijital Teknoloji
Sektörlerinde Türkiye’nin Konumu, Fırsatları, Seçenekleri, İstanbul: TÜSİAD Yayınları.
TDK (2005), Türkçe Sözlük (10. Baskı), Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Temiz, H. E. (2004), “Eğreti istihdam: İşgücü piyasasında güvencesizliğin ve istikrarsızlığın
yeni yapılanması”, Çalışma ve Toplum, 2(2): 55-80.
Terranova, T. (2000), “Free Labor: Producing Culture for the Digital Economy”, Social Text,
18(2): 33-58.
Tez, Z. (2005), Tekniğin Evrimi, Ankara: Paragraf Yayınları
Thompson, E.P. (2004), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, (Çev. U. Kocabaşoğlu), İstanbul:
İletişim Yayınları, (orijinal baskı tarihi: 1963).
Thompson, P., Briken, K. (2017), “Actually Existing Capitalism: Some Digital Delusions”,
Briken, K, Chillas, S., Krzywdzinski, M., Marks, A. (Ed.), The New Digital Workplace: How New
Technologies Revolutionise Work, Londra: Palgrave: 241-263
Tilley, J. (2017), “Automation, robotics, and the factory of the future”, Blackwell, E.,
Dhawan, R., Gambell, T., George, K., Marya, V., Singh, K., Schmitz, C. (Ed.), The great re-make:
Manufacturing for modern times, New York: McKinsey & Company: 67-72.
Toffler, A. (2018), Üçüncü Dalga, (Çev. S. Yeniçeri), İstanbul: Koridor Yayıncılık, (orijinal
baskı tarihi: 1980).
Tronti, M. (2010), “Workerism and politics”, Historical Materialism, 18(3): 186-189.
316
Turchetto, M. (2014), “‘Kitlesel İşçi’den ‘İmparatorluk’a: İtalyan Operaismo’sunun Şaşırtıcı
Yörüngesi”, (Çev. Ş. Alpagut), Bidet, J., Kouvelakis, S. (Ed.), Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel
Kılavuz, İstanbul: Yordam Kitap: 274-295.
Turner, B. S. (1997), Eşitlik, (Çev. B. S. Şener), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, (orijinal
baskı tarihi: 1986).
Türkay, M. (2003), “Türkiye’de Kapitalizmin Gelisme Dinamikleri”, İktisat’ın Dama Taşları
III: Ekoller, Kavramlar, İz Bırakanlar, İstanbul: İÜ İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti: 7-38.
Türkcan, E. (2009), Dünya’da ve Türkiye’de Bilim, Teknoloji ve Politika, İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları.
TÜSİAD, BCG (2017), Türkiye’nin Sanayide Dijital Dönüşüm Yetkinliği, Numanoğlu, N.,
İnce, F. H. (Ed.), İstanbul: TÜSİAD Yayınları.
Ulutaş Aydoğan, S., Erdil, E., Pamukçu, M. T. (2016), “Türkiye Bilim, Teknoloji ve Yenilik
Politikasının 1980 Sonrası Tarihçesi ve Gelişimi”, Akçomak, İ., Erdil, E., Pamukçu, M., Tiryakioğlu,
M. (Ed.), Bilim Teknoloji ve Yenilik Kavramlar, Kuramlar ve Politika, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları: 667-699.
UNCTAD (2017), World Investment Report: Investment and the Digital Economy, United
Nations Conference on Trade and Development, Cenevre: United Nations Conference on Trade and
Development.
Vatansever, A. (2013), “Prekarya Geceleri - 21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan
Beyaz Yakalıların Rüyası”, LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 4(2): 1-20
Vercellone, C. (2007), “From formal subsumption to general intellect: Elements for a
Marxist reading of the thesis of cognitive capitalism”, Historical materialism, 15(1): 13-36.
Vercellone, C. (2014), “From the mass-worker to cognitive labour: Historical and theoretical
considerations”, van der Linden, M., Roth, K.H. (Ed.), Beyond Marx - Theorising the Global Labour
Relations of the Twenty-First Century, Leiden: Brill: 417-443
Von Tunzelmann, G.N. (1995), Technology and industrial progress: the foundations of
economic growth, Aldershot: Edward Elgar Publishing.
Waldrop, M. M. (2016), “More than Moore”, Nature, 530(7589): 144-148.
Weber, M. (1986), Sosyoloji Yazıları, (Çev. T. Parla), İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
317
Webster, F. (2014), Theories of the Information Society (Fourth Edition), Londra: Routledge.
WEF (2016), The future of jobs: Employment, skills and workforce strategy for the fourth
industrial revolution, Cenevre: World Economic Forum.
WEF (2021), Global Gender Gap Report 2021, Cenevre: World Economic Forum.
Whitfield, G. (2017), “Offshoring, Overshoring, and Reshoring: The Long-Term Effects of
Manufacturing Decisions in the United States”, Breaking up the Global Value Chain (Advances in
International Management, Vol. 30), Bingley: Emerald Publishing Limited: 123-139
Williams, S. P., Schubert, P. (2018), “Designs for the digital workplace”, Procedia computer
science, (138): 478-485.
Womack, J. P., Jones, D. T., Ross, D. (1990), The Machine that Changed the World, New
York: Maxwell MacMillan International.
World Bank (2018), World Development Report 2019: The Changing Nature of Work,
Washington, DC: World Bank.
World Bank (2019), World Development Report 2020: Trading for Development in the Age
of Global Value Chains, Washington, DC: World Bank.
Wortmann, F., Flüchter, K. (2015), “Internet of Things - Technology and Value Added”,
Business & Information Systems Engineering, 57(3): 221-224.
Wright, E. O. (1997), Class counts: Comparative studies in class analysis, Cambridge:
Cambridge University Press.
Wright, S. (2018), “Gerçeklik Kontrolü: Maddi Olmayan Bir Dünyada mı Yaşıyoruz?”,
(Çev. Arif Koşar), Koşar, A. (Ed.), Maddi Olmayan Emek Teorisi – Kuramsal Bir Eleştiri, İstanbul:
Kor Kitap: 53-67.
WTO (2017), Annual Report 2017, Cenevre: World Trade Organization.
WTO (2019), World Trade Statistical Review 2019, Cenevre: World Trade Organization.
Yang, D. T., Chen, V. W., Monarch, R. (2010), “Rising wages: Has China lost its global
labor advantage?”, Pacific Economic Review, 15(4): 482-504.
Yaşlı, F. (2017), AKP, Cemaat, Sünni-Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler, İstanbul: Yordam
Kitap.
318
Yeldan, E. (2001), Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi - Bölüşüm, Birikim ve
Büyüme, İstanbul: İletişim Yayınları.
Yeldan, E. (2009), “Finans Çağında Eklemlenme Kalıpları: Neoliberal Küreselleşmenin
Çevresel Bir Ekonomisi Olarak Türkiye Örneği”, Mütevellioğlu, N., Sönmez, S. (Ed.), Küreselleşme,
Kriz ve Türkiye’de Neoliberal Dönüşüm, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları: 129-158.
Yeldan, E. (2010), İktisadi Büyüme ve Bölüşüm Teorileri, (Çev. M. Yıldırımoğlu, H.
Öztürkler). Ankara: Efil Yayınevi.
Yılmaz, B. (2009), “Gerçekliğin Toplumsal İnşasında Bilgi ve Bilgi Merkezi”, Bilgi
Dünyası, 10(1): 23-34.
Yurtsever, H. (2012), Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, İstanbul: Yordam
Yayınları.
Yücesan-Özdemir, G. (2014), İnatçı Köstebek - Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve
Direniş, İstanbul: Yordam Kitap.
Yüksel, H. (2015), “Enformasyon Toplumu ve İnsan: Avrupa Birliği Politika Belgelerinin
Eleştirel Bir Değerlendirmesi”, Amme İdaresi Dergisi, 48(2): 37-71.
Xu, X., Lu, Y., Vogel-Heuser, B., Wang, L. (2021), “Industry 4.0 and Industry 5.0 —
Inception, conception and perception”, Journal of Manufacturing Systems, 61: 530-535.
Mevzuat:
237 sayılı Köy Kanunu (1924, 7 Nisan), Resmî Gazete (Sayı: 68), Erişim adresi:
https://bit.ly/3purd09, (Erişim Tarihi: 25 Temmuz 2022).
Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 6353 sayılı
Kanun (2012, 12 Temmuz), Resmî Gazete (Sayı: 28351), Erişim adresi: https://bit.ly/3ycMJu4,
(Erişim Tarihi: 28 Nisan 2022).
Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (2018, 10
Temmuz), Resmî Gazete (Sayı 30474), Erişim adresi: https://bit.ly/3JEsIC, (Erişim Tarihi: 25
Temmuz 2022).
Devlet Planlama Teşkilatının Kurulması Hakkında 91 sayılı Kanun (1960, 5 Ekim), Resmî
Gazete (Sayı: 10621), Erişim adresi: https://bit.ly/3nziGrC, (Erişim Tarihi: 31 Mayıs 2022).
319
İşkolları Yönetmeliği (2012, 19 Aralık), Resmî Gazete (Sayı: 28502), Erişim adresi:
https://bit.ly/3RY8oPl, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2022).
Strateji ve Bütçe Başkanlığı Teşkilatı Hakkında 13 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi
(2018, 24 Temmuz), Resmî Gazete (Sayı 30488), Erişim adresi: https://bit.ly/3AUrRu2, (Erişim
Tarihi: 20 Ağustos 2022).
Turkuaz Kart Yönetmeliği (2017, 14 Mart), Resmî Gazete (Sayı: 30007). Erişim adresi:
https://bit.ly/3L1pMAg, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2022).
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında 278 sayılı Kanun
(1963, 24 Temmuz), Resmî Gazete (Sayı: 11462). Erişim adresi: https://bit.ly/3CP3hw2, (Erişim
Tarihi: 31 Mayıs 2022).
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair 5376 sayılı Kanun (2005, 7 Temmuz), Resmî Gazete (Sayı: 25868). Erişim adresi:
https://bit.ly/3R0Tfwy, (Erişim Tarihi: 31 Mayıs 2022).
İnternet Kaynakları:
Akgün, M. H. (2022), “Sosyal Medya ve Regülasyon Trendi”, https://bit.ly/3BVVE6t,
(Erişim Tarihi: 5 Ağustos 2022).
Anadolu Ajansı (2022, 14 Haziran), “Milli İHA ve SİHA’lar ihracat şampiyonunu
değiştirdi”, https://bit.ly/3paLSWz, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022).
BBC (2013, 16 Ocak), “US employee ‘outsourced job to China’”, https://bbc.in/3u9FcLv,
(Erişim Tarihi: 22 Mayıs 2020).
Bendell, J. (2016), “Does capitalism need some Marxism to survive the Fourth Industrial
Revolution”, https://bit.ly/3ys68bG, (Erişim tarihi: 16 Mayıs 2022).
Bourdieu, P. (1998 Mart). “L’essence du néoliberalisme”, Le Monde Diplomatique,
https://bit.ly/3y2u0Bx, (Erişim tarihi: 23 Nisan 2022).
BTK, (2018), “5G ve Dikey Sektörler Raporu”, Ankara: Bilgi Teknolojileri ve İletişim
Kurumu, https://bit.ly/3AgHcVY, (Erişim Tarihi: 10 Haziran 2022).
Datareportal (2022), Digital 2022: Turkey, https://bit.ly/3OzwDRv, Erişim Tarihi: 25
Temmuz 2022).
320
Deloitte (2014), The Digital Workplace: Think, Share, Do Transform Your Employee
Experience, https://bit.ly/3crTeSC, (Erişim Tarihi: 21 Temmuz 2022).
DİSK-AR (2020), “Türkiye’de Sendikalaşma, Toplu İş Sözleşmesi Kapsamı ve Grevler
(2013-2019)”, Çelik, A. (Ed.), DİSK-AR Emek Araştırmaları 2016-2019, İstanbul: Türkiye Devrimci
İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi, https://bit.ly/3RXtgpV, (Erişim Tarihi 5 Ağustos
2022).
DPT (1963), Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967), https://bit.ly/3OQccjH, (Erişim
Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (1967), İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972), 1967, https://bit.ly/3QSRm54,
(Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (1972), Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977), https://bit.ly/3yCTaIx, (Erişim
Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (1979), Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-1983), https://bit.ly/3ynjd59,
(Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (1984), Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1985-1989), https://bit.ly/3bBw7om,
(Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (1989), Altıncı Beş Yılllık Kalkınma Planı (1990-1994), https://bit.ly/3OwbWXr,
(Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (1995), Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000), https://bit.ly/3OTVyzP,
(Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (2000), Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005),
https://bit.ly/3OwMa5m, (Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
DPT (2006), Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), 2006, https://bit.ly/3OxrxG2, (Erişim
Tarihi: 4 Haziran 2022).
European Commission Directorate-General for Research and Innovation, (2021), Industry
5.0 : towards a sustainable, human-centric and resilient European industry, Brüksel: Publications
Office, https://bit.ly/3xgHOsx, (Erişim Tarihi: 1 Ağustos 2022)
321
Evans Data Corporation (2022) “Worldwide Professional Developer Population’s Slow
Growth Rate May Return to Pre-Pandemic Levels as Early as 2022”. https://bit.ly/3u0BBz7, (Erişim
Tarihi: 20 Haziran 2022).
Evans, D. (2011), The Internet of Things: How the Next Evolution of the Internet is
Changing Everything (White Paper), Cisco Internet Business Solutions Group (IBSG),
https://bit.ly/3bvD6yV, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2020).
Federici, S. (2006), “Precarious Labour: A Feminist View Point”, https://bit.ly/3OBWDMM,
(Erişim Tarihi: 25 Haziran 2022).
Financial Times (2022), Hon Hai Precision Industry Co Ltd, https://on.ft.com/3nc4iW4,
(Erişim Tarihi: 24 Haziran 2022).
Garntner (2020, 3 Nisan), “Gartner CFO Survey Reveals 74% Intend to Shift Some
Employees to Remote Work Permanently”, https://gtnr.it/3q4FoZS, (Erişim tarihi: 15 Temmuz 2022).
Gartner (2022, 12 Ocak), “Gartner Says Worldwide PC Shipments Declined 5% in Fourth
Quarter of 2021 but Grew Nearly 10% for the Year”, https://gtnr.it/3QAl8LT, (Erişim tarihi: 15 Mayıs
2022).
Google Glass (2018), https://x.company/glass/, (Erişim Tarihi: 29 Ağustos 2018).
Help Net Security (2013, 16 Ocak), “Log audit reveals developer outsourced his job to
China”, https://bit.ly/3yq4yqP, (Erişim Tarihi: 28 Temmuz 2018).
Huffpost (2017, 6 Aralık), “Where Design Boosts Creativity -- the Offices of Google, NYC”,
https://bit.ly/3yhed2R, (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2020).
Hürriyet (2017, 10 Mayıs), “Milli Eğitim Bakanı Yılmaz’dan öğrencilere: Önce hayal edin,
sonra icat çıkarın”, https://bit.ly/3ObZJae, (Erişim Tarihi: 8 Ağustos 2018).
IAB (2019), “U.S. Digital Ad Revenues Surpass $100 Billion Mark for the First Time,
Hitting Landmark $107.5 Billion in 2018, According to IAB Internet Advertising Revenue Report”,
https://bit.ly/3HWI1oU, (Erişim Tarihi: 7 Haziran 2019).
IDC (2021), Data Creation and Replication Will Grow at a Faster Rate than Installed Storage
Capacity, According to the IDC Global DataSphere and StorageSphere Forecasts.
https://bit.ly/3nCC1Ix, (Erişim Tarihi: 7 Haziran 2022).
322
IFR (2021), Executive Summary World Robotics 2021 Industrial Robots,
https://bit.ly/3ywFGNd, (Erişim Tarihi: 17 Mayıs 2022).
ILO (1999), Report of the Director-General: Decent Work, Cenevre: International Labour
Organization, https://bit.ly/3yCuP5p, (9 Mayıs 2022).
ILO (2016), Non-standard employment around the world: Understanding challenges, shaping
prospects, Cenevre: International Labour Organization, https://bit.ly/3bKM0sm, (9 Mayıs 2022).
Internetworldstats.com (2022), “World Internet Usage and Population Statistics”,
https://bit.ly/3HD5V8K, (Erişim Tarihi: 15 Haziran 2022).
ISOC (1997), “Brief History of the Internet”, https://bit.ly/3yz9J82, (Erişim Tarihi: 15 Eylül
2018).
ITU (2015), “Internet of Things Global Standards Initiative”, https://bit.ly/3ukYH3K,
(Erişim Tarihi: 26 Temmuz 2020).
Juniper Research (2020), IoT - The Internet of Transformation 2020, https://bit.ly/3bJYel8,
(Erişim Tarihi: 7 Haziran 2022).
Localiq (2022, 5 Mayıs), “What Happens in an Internet Minute in 2022: 90 Fascinating
Online Stats”, https://bit.ly/3Nhfuv9, (Erişim Tarihi: 7 Haziran 2022).
Marin, D. (15 Kasım 2014), “Globalisation and the Rise of Robots”, VoxEU.org,
https://bit.ly/3yfHCcq, (Erişim tarihi: 17 Mart 2019).
Mordor Intelligence (2021), “Virtual Reality (VR) Market Size”, https://bit.ly/3yEAoR1,
(Erişim Tarihi: 15 Eylül 2021).
OpenCloudManifesto.org (2009), “The open cloud manifesto: A call to action for the
worldwide cloud community”, https://bit.ly/3nyWeif, (Erişim Tarihi: 23 Ekim 2018).
Packer, G. (2013, 20 Mayıs), “Change the world: Silicon Valley transfers its slogans —and
it’s money— to the realm of politics”, New Yorker, https://bit.ly/3yfThbg, (Erişim Tarihi: 26 Temmuz
2019).
Reimer, J. (2005, 15 Aralık), “Total share: 30 years of personal computer market share
figures”, Arstecnica, https://bit.ly/3ahLCBj/, (Erişim Tarihi: 10 Eylül 2018).
Rekabet Kurumu (2019), Rekabet Terimleri Sözlüğü, https://bit.ly/3Ay0QLM, (Erişim
Tarihi: 30 Mayıs 2022).
323
SACOM (2010, 13 Ekim), Workers as Machines: Military Management in Foxconn,
https://bit.ly/3OF8jyh, (Erişim Tarihi: 10 Ocak 2019).
Seymour, R. (2012). “We Are All Precarious—On The Concept Of The “Precariat” And Its
Misuses”, New Left Project, https://bit.ly/3P0e7Cp, (Erişim Tarihi: 30 Nisan 2022).
Sputnik Türkiye (2018, 11 Mayıs), “İnce: Endüstri 4.0 diyen bir cumhurbaşkanı olacağım”,
https://bit.ly/3bgt6cE, (Erişim Tarihi: 8 Ağustos 2018).
T.C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı (2018), Türkiye’nin Sanayi Devrimi - ‘Dijital
Türkiye’ Yol Haritası, https://bit.ly/3Ouydol, (Erişim Tarihi: 14 Mayıs 2022).
T.C. Cumhurbaşkanlığı (2022), “Türkiye’de Uluslararası Doğrudan Yatırım”,
https://bit.ly/3QGlnF2, (Erişim Tarihi: 23 Mayıs 2022).
T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2022), “Turkuaz Kart”, https://bit.ly/3qq1N4e,
(Erişim Tarihi: 23 Temmuz 2022).
T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2022, 22 Temmuz), 6356 Sayılı Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Gereğince; İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına
İlişkin 2022 Temmuz Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliğ, Resmî Gazete (Sayı: 31900). Erişim adresi:
https://bit.ly/3DCjy82, (Erişim Tarihi: 1 Ağustos 2022).
T.C. Kalkınma Bakanlığı (2013), Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018),
https://bit.ly/3NudsYK, (Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
T.C. Kalkınma Bakanlığı (2015), Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018) - Nitelikli İnsan
Gücü İçin Çekim Merkezi Program Eylem Planı, https://bit.ly/3D9vcqI, (Erişim Tarihi: 4 Temmuz
2022).
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı (2019), “2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi”,
https://bit.ly/3otEgO, (Erişim Tarihi: 30 Haziran 2022).
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı (2022), “Bakanlığımızın Tarihçesi”,
https://bit.ly/3QfCVaG, (Erişim Tarihi: 20 Haziran 2022).
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, (Temmuz 2022), Teknoloji Geliştirme Bölgeleri
İstatistikleri, https://bit.ly/39H626v, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022).
T.C. Strateji ve Bütçe Başkanlığı (2019), On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023),
https://bit.ly/3Al0olk, (Erişim Tarihi: 4 Haziran 2022).
324
Telek, A. (2018, 6 Aralık), “Öfkeliler: Sarı Yelekliler yeni bir sınıf hareketi mi?”,
https://bit.ly/3bMxkcz, (Erişim Tarihi: 14 Mayıs 2022).
The Economist (2011, 6 Ağustos), “Robots don’t complain - Or demand higher wages, or
kill themselves”, https://econ.st/3R6IMzN, (Erişim Tarihi: 18 Mayıs 2020).
The New York Times (2013, 12 Kasım), “Trying to Measure the Amount of Information
That Humans Create”, https://nyti.ms/3OzzaLL, (Erişim Tarihi: 29 Ekim 2018).
The Telegraph (2018, 7 Ocak), "Suicide at Chinese iPhone factory reignites concern over
working conditions", https://bit.ly/3dq5xQf, (Erişim Tarihi: 20 Nisan 2022).
The Verge (2021), “Mark in the metaverse”, https://bit.ly/3xVb2wt, (Erişim Tarihi: 26
Haziran 2022).
TÜBİSAD, Deloitte (2022), Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sektörü - 2021 Pazar Verileri,
https://bit.ly/3PBvWbJ, (Erişim Tarihi 5 Temmuz 2022)
TÜBİTAK (2016), “Yeni Sanayi Devrimi Akıllı Üretim Sistemleri Teknoloji Yol Haritası”,
https://bit.ly/3JMtJYI, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022).
TÜBİTAK (2022), “Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu”, https://bit.ly/3OZlwSn, (Erişim
Tarihi: 20 Mayıs 2022).
TÜİK İstatistik Veri Portalı (2021), “Genel Nüfus Sayımları, 1927-2000”,
https://bit.ly/3bOtZcH, (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2022).
TÜİK İstatistik Veri Portalı (2021), “Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri, 2020”,
https://bit.ly/3PQ49UA, (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2022).
TÜİK İstatistik Veri Portalı (2022a), “Temel iş gücü göstergeleri (15+ yaş)”,
https://bit.ly/3zTRrOp, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022).
TÜİK İstatistik Veri Portalı (2022b), “Ücretli çalışan istatistikleri (Ticaret-Hizmet), 2009-
2022”, https://bit.ly/3OyKkjt, (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2022).
TÜSİAD, Deloitte (2021), Türkiye’de Yazılım Ekosisteminin Geleceği,
https://bit.ly/3zyWuot, (Erişim Tarihi 5 Temmuz 2022).
U.S. Geological Survey (2017), 2014 Minerals Yearbook - Africa, https://bit.ly/3IfvVHp,
(Erişim Tarihi: 20 Ocak 2019).
325
We Are Social, Hootsuite. (2019), “Digital 2019” https://bit.ly/3NhiPdx, (Erişim Tarihi: 7
Haziran 2019)
We Are Social, Hootsuite. (2022). “Digital 2022”, https://bit.ly/3tZMuBk, (Erişim Tarihi: 24
Haziran 2022).
World Bank (2022, 1 Temmuz), “New World Bank country classifications by income level:
2022-2023”, https://bit.ly/3BjzPvT, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2022)
World Bank Open Data (2022), “Employment in industry (% of total employment)”,
https://bit.ly/3BJ8Zi7, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2022)
World Bank Open Data (2022), “Labor force, total”, https://bit.ly/3R1o1EB, (Erişim Tarihi:
31 Temmuz 2022)
Workspace Design & Build (2017), “What can we learn from Google’s offices about
workplace design?”, https://bit.ly/3yhH2MG, (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2020).
Yükseköğrenim Kurulu Başkanlığı Ulusal Tez Merkezi (2022), https://bit.ly/3eIjMjL,
(Erişim Tarihi: 01.08.2022)
326
EKLER
EK 1 – Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri (Faaliyette Olan Bölgeler)
Sıra
No
Teknoloji Geliştirme Merkezinin Adı
Üniversite
Bulunduğu İl
Kuruluş
Yılı
1
ODTÜ Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi
ODTÜ
Ankara
2001
2
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Teknoparkı
TÜBİTAK - TTGV
Kocaeli
2001
3
Ankara Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Bilkent Üniversitesi
Ankara
2002
4
GOSB Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Sabancı Üniversitesi
Kocaeli
2002
5
İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
İzmir
2002
6
Eskişehir Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Anadolu Üniversitesi
Eskişehir
2003
7
Hacettepe Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Hacettepe Üniversitesi
Ankara
2003
8
İstanbul Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Üniversitesi
İstanbul
2003
9
İTÜ Arı Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Teknik Üniversitesi
İstanbul
2003
10
Kocaeli Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Kocaeli Üniversitesi
Kocaeli
2003
11
Selçuk Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Selçuk Üniversitesi
Konya
2003
12
Yıldız Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Yıldız Teknik Üniversitesi
İstanbul
2003
13
Batı Akdeniz Teknokenti Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Akdeniz Üniversitesi
Antalya
2004
14
Çukurova Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Çukurova Üniversitesi
Adana
2004
15
Erciyes Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Erciyes Üniversitesi
Kayseri
2004
16
Trabzon Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Trabzon
2004
17
Erzurum Ata Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Atatürk Üniversitesi
Erzurum
2005
18
Göller Bölgesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Süleyman Demirel Üniversitesi
Isparta
2005
19
Mersin Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Mersin Üniversitesi
Mersin
2005
20
Ulutek Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Uludağ Üniversitesi
Bursa
2005
327
21
Ankara Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Ankara Üniversitesi
Ankara
2006
22
Gaziantep Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gaziantep Üniversitesi
Gaziantep
2006
23
Cumhuriyet Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Cumhuriyet Üniversitesi
Sivas
2007
24
Dicle Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Dicle Üniversitesi
Diyarbakır
2007
25
Fırat Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Fırat Üniversitesi
Elâzığ
2007
26
Gazi Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gazi Üniversitesi
Ankara
2007
27
Pamukkale Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Pamukkale Üniversitesi
Denizli
2007
28
ASO Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
TOBB Ekonomi ve Teknoloji
Üniversitesi
Ankara
2008
29
Sakarya Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Sakarya Üniversitesi
Sakarya
2008
30
Tokat Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
Tokat
2008
31
Trakya Üniversitesi Edirne Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Trakya Üniversitesi
Edirne
2008
32
Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Boğaziçi Üniversitesi
İstanbul
2009
33
Bolu Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Bolu
2009
34
İstanbul Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Ticaret Üniversitesi
İstanbul
2009
35
Kütahya Dumlupınar Tasarım Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Dumlupınar Üniversitesi
Kütahya
2009
36
Malatya Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İnönü Üniversitesi
Malatya
2009
37
Samsun Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Samsun
2009
38
Düzce Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Düzce Üniversitesi
Düzce
2010
39
Harran Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Harran Üniversitesi
Şanlıurfa
2010
40
Çanakkale Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Onsekiz Mart Üniversitesi
Çanakkale
2011
41
Kahramanmaraş Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Sütçü İmam Üniversitesi
Kahramanmaraş
2011
42
Muallimköy Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gebze Teknik Üniversitesi
Kocaeli
2011
43
Namık Kemal Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Namık Kemal Üniversitesi
Tekirdağ
2011
44
Celal Bayar Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Celal Bayar Üniversitesi
Manisa
2012
45
Çorum Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Hitit Üniversitesi
Çorum
2012
46
İzmir Bilim ve Teknoloji Parkı Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İzmir Ekonomi Üniversitesi
İzmir
2012
47
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Van
2012
48
Bozok Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Bozok Üniversitesi
Yozgat
2013
49
Dokuz Eylül Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
İzmir
2013
328
50
Kırıkkale Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Kırıkkale Üniversitesi
Kırıkkale
2013
51
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi -BAKA Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Burdur
2013
52
Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi
Niğde
2013
53
Ankara Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Ankara
2014
54
Balıkesir Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Balıkesir Üniversitesi
Balıkesir
2014
55
Ege Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Ege Üniversitesi
İzmir
2014
56
Hatay Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Mustafa Kemal Üniversitesi
Hatay
2014
57
Marmara Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Marmara Üniversitesi
İstanbul
2014
58
OSTİM Ekopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Ankara - Hacettepe - Atılım - Çankaya -
Başkent - TOBB Ekonomi ve Teknoloji
Üniversiteleri
Ankara
2014
59
Afyon-Uşak Zafer Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Afyon Kocatepe - Uşak Üniversiteleri
Afyon / Uşak
2015
60
Karaman Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi
Karaman
2015
61
Konya Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Selçuk- Necmettin Erbakan-Aksaray-
Karamanoğlu Mehmet Bey -KTO
Karatay Üniversiteleri
Konya
2015
62
Muğla Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Muğla
2015
63
Adnan Menderes Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Adnan Menderes Üniversitesi
Aydın
2016
64
Batman Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Batman Üniversitesi
Batman
2017
65
Gaziantep OSB Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Hasan Kalyoncu Üniversitesi
Gaziantep
2017
66
Karabük Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Karabük Üniversitesi
Karabük
2017
67
Osmaniye Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi -
Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi
Osmaniye
2017
68
Zonguldak Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Zonguldak
2017
69
Dudullu OSB Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Boğaziçi Üniversitesi
İstanbul
2018
70
Gebze Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gebze Teknik Üniversitesi
Kocaeli
2018
71
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
İstanbul
2018
72
İstanbul Sebahattin Zaim Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Sebahattin Zaim Üniversitesi
İstanbul
2018
73
Kapadokya Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi
Nevşehir
2018
74
Kastamonu Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Kastamonu Üniversitesi
Kastamonu
2018
75
Mersin Tarım Gıda İhtisas Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Mersin Üniversitesi
Mersin
2018
329
76
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi Sağlık
Teknokenti
Sağlık Bilimleri Üniversitesi
İstanbul
2018
77
İskenderun Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İskenderun Teknik Üniversitesi
Hatay
2019
78
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ve Türk-Alman Üniversitesi
Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi -
Türk-Alman Üniversitesi
Rize / İstanbul
2019
54
Balıkesir Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Balıkesir Üniversitesi
Balıkesir
2014
55
Ege Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Ege Üniversitesi
İzmir
2014
56
Hatay Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Mustafa Kemal Üniversitesi
Hatay
2014
57
Marmara Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Marmara Üniversitesi
İstanbul
2014
58
OSTİM Ekopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Ankara - Hacettepe - Atılım - Çankaya -
Başkent - TOBB Ekonomi ve Teknoloji
Üniversiteleri
Ankara
2014
59
Afyon-Uşak Zafer Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Afyon Kocatepe - Uşak Üniversiteleri
Afyon / Uşak
2015
60
Karaman Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi
Karaman
2015
61
Konya Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Selçuk- Necmettin Erbakan-Aksaray-
Karamanoğlu Mehmet Bey -KTO
Karatay Üniversiteleri
Konya
2015
62
Muğla Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Muğla
2015
63
Adnan Menderes Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Adnan Menderes Üniversitesi
Aydın
2016
64
Batman Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Batman Üniversitesi
Batman
2017
65
Gaziantep OSB Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Hasan Kalyoncu Üniversitesi
Gaziantep
2017
66
Karabük Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Karabük Üniversitesi
Karabük
2017
67
Osmaniye Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi -
Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi
Osmaniye
2017
68
Zonguldak Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Zonguldak
2017
69
Dudullu OSB Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Boğaziçi Üniversitesi
İstanbul
2018
70
Gebze Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gebze Teknik Üniversitesi
Kocaeli
2018
71
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
İstanbul
2018
72
İstanbul Sebahattin Zaim Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Sebahattin Zaim Üniversitesi
İstanbul
2018
73
Kapadokya Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi
Nevşehir
2018
74
Kastamonu Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Kastamonu Üniversitesi
Kastamonu
2018
75
Mersin Tarım Gıda İhtisas Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Mersin Üniversitesi
Mersin
2018
330
76
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi Sağlık
Teknokenti
Sağlık Bilimleri Üniversitesi
İstanbul
2018
77
İskenderun Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İskenderun Teknik Üniversitesi
Hatay
2019
78
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ve Türk-Alman Üniversitesi
Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi -
Türk-Alman Üniversitesi
Rize / İstanbul
2019
79
Teknohab Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Gazi Üniversitesi
Ankara
2018
80
Bursa Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Bursa Teknik Üniversitesi
Bursa
2020
Kaynak: T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, (Temmuz 2022), Teknoloji Geliştirme Bölgeleri İstatistikleri, https://bit.ly/39H626v, (Erişim Tarihi:
10 Ağustos 2022)
331
EK 2 – Türkiye’de Teknoloji Geliştirme Bölgeleri (Altyapı Çalışmaları Devam Eden Bölgeler)
Sıra
No
Teknoloji Geliştirme Merkezinin Adı
Üniversite
Bulunduğu İl
Kuruluş Yılı
1
Antalya OSB Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Akdeniz Üniversitesi - Antalya Bilim
Üniversitesi
Antalya
2018
2
Çankırı Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Çankırı Karatekin Üniversitesi
Çankırı
2018
3
Kırklareli Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Kırklareli Üniversitesi
Kırklareli
2018
4
ASBÜ Sosyal İnovasyon ve Girişimcilik Teknoloji Geliştirme
Bölgesi
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi
Ankara
2019
5
Giresun Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Giresun Üniversitesi
Giresun
2019
6
Abdullah Gül Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Abdullah Gül Üniversitesi
Kayseri
2020
7
Yalova Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Yalova Üniversitesi
Yalova
2020
8
Esenler Akıllı Şehir Odaklı İhtisas Teknoloji Geliştirme
Bölgesi
İtanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik
Üniversitesi, İbn Haldun Üniversitesi, İstanbul
Üniversitesi
İstanbul
2021
9
Aksaray Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Aksaray Üniversitesi
Aksaray
2021
10
Teknogü Teknoloji Geliştirme Bölgesi (TTGB)
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Eskişehir
2021
11
Adıyaman Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi - ADYÜ
Teknokent
Adıyaman Üniversitesi
Adıyaman
2021
12
Biruni Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi
Biruni Üniversitesi
İstanbul
2021
13
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Teknoloji
Geliştirme Bölgesi
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Ankara
2022
14
İTÜ Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi
İstanbul Teknik Üniversitesi
İstanbul
2022
Kaynak: T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, (Temmuz 2022), Teknoloji Geliştirme Bölgeleri İstatistikleri, https://bit.ly/39H626v, (Erişim Tarihi:
10 Ağustos 2022)
332
EK 3 – NACE Rev.2 - Ekonomik Faaliyet Sınıflaması (J- Bilgi ve İletişim)
KOD
TANIM
58
Yayımcılık faaliyetleri
58.1
Kitapların, süreli yayınların yayımlanması ve diğer yayımcılık faaliyetleri
58.11
Kitap yayımı
58.11.01
Kitap yayımı (broşür, risale, ansiklopedi vb. dahil; çocuk kitaplarının, ders kitaplarının
ve yardımcı ders kitaplarının yayımlanması hariç)
58.11.03
Çocuk kitaplarının yayımlanması
58.11.04
Ders kitaplarının ve yardımcı ders kitaplarının yayımlanması (sözlük, atlas, grafikler,
haritalar vb. dahil)
58.12
Rehberlerin ve posta adres listelerinin yayımlanması
58.12.01
Rehberlerin ve posta adres listelerinin yayımlanması (telefon rehberleri, iş ve ticaret
rehberleri, belediye ve şehir rehberleri, vb.)
58.13
Gazetelerin yayımlanması
58.13.01
Gazetelerin yayımlanması (haftada en az dört kez yayımlananlar) (reklam gazeteleri
dahil)
58.14
Dergi ve süreli yayınların yayımlanması
58.14.02
Eğitime destek amaçlı dergi ve süreli yayınların yayımlanması (haftada dörtten az
yayımlananlar)
58.14.03
Bilimsel, teknik, kültürel vb. dergi ve süreli yayınların yayımlanması (haftada dörtten
az yayımlananlar)
58.14.90
Diğer dergi ve süreli yayınların yayımlanması (haftada dörtten az yayımlananlar) (çizgi
roman, magazin dergileri vb.)
58.19
Diğer yayıncılık faaliyetleri
58.19.04
Değerli kağıtların yayımlanması faaliyetleri (pul, tahvil, hisse senedi, bono veya senet
vb. değerli kağıtlar)
58.19.90
Bys. diğer yayıncılık faaliyetleri (kartpostal, tebrik kartları vb. ile katalog, poster,
reklam materyali vb.)
58.2
Yazılım programlarının yayımlanması
58.21
Bilgisayar oyunlarının yayımlanması
58.21.01
Bilgisayar oyunlarının yayımlanması
58.29
Diğer yazılım programlarının yayımlanması
58.29.01
Diğer yazılım programlarının yayımlanması
59
Sinema filmi, video ve televizyon programları yapımcılığı, ses kaydı ve müzik
yayımlama faaliyetleri
59.1
Sinema filmi, video ve televizyon programı faaliyetleri
59.11
Sinema filmi, video ve televizyon programları yapım faaliyetleri
59.11.03
Sinema filmi, video ve televizyon programları yapım faaliyetleri (belgesel yapımcılığı
dahil)
59.12
Sinema filmi, video ve televizyon programları çekim sonrası faaliyetleri
59.12.01
Sinema filmi, video ve televizyon programları çekim sonrası faaliyetleri (ses-görüntü
redaksiyonu, asıl kopyaların aktarımı, renk düzeltme, sayısal iyileştirme, görsel efekt,
animasyon, alt yazı, başlıklandırma, grafik, vb. işler)
59.13
Sinema filmi, video ve televizyon programları dağıtım faaliyetleri
59.13.02
Sinema filmi, video ve televizyon programları dağıtım faaliyetleri (film hakları ve
gelirleri için lisanslama hizmetleri, çalışmaların gösterimi, yayımlanması ve
kiralanması için izin verilmesi, elde edilen gelirlerin dağıtılması vb.)
59.14
Sinema filmi gösterim faaliyetleri
333
59.14.02
Sinema filmi gösterim faaliyetleri
59.2
Ses kaydı ve müzik yayıncılığı faaliyetleri
59.20
Ses kaydı ve müzik yayıncılığı faaliyetleri
59.20.01
Müzik yayıncılığı faaliyetleri (basılı müzik notaları, elektronik formdaki müzikal
besteler, müzikal ses diskleri, indirilebilir müzikler vb.)
59.20.02
Ses kayıt ve canlı kayıt faaliyetleri (seslerin, sözlerin ve müziğin ses kayıt stüdyosunun
özel teknik ekipmanları kullanılarak kaydedilmesi ile konferans, seminer, konser vb.
canlı etkinliklerde yapılan kayıt hizmetleri vb.)
59.20.03
Orijinal ses kayıtlarını kullanım hakkı için lisanslama faaliyetleri
59.20.06
Radyo programı yapımcılık faaliyetleri
60
Programcılık ve yayıncılık faaliyetleri
60.1
Radyo yayıncılığı
60.10
Radyo yayıncılığı
60.10.09
Radyo yayıncılığı (radyo yayın stüdyoları vb.)
60.2
Televizyon programcılığı ve yayıncılığı faaliyetleri
60.20
Televizyon programcılığı ve yayıncılığı faaliyetleri
60.20.01
Televizyon programcılığı ve yayıncılığı faaliyetleri
61
Telekomünikasyon
61.1
Kablolu telekomünikasyon faaliyetleri
61.10
Kablolu telekomünikasyon faaliyetleri
61.10.15
Kablolu telekomünikasyon faaliyetleri (kablolu ağlar üzerinden internet erişiminin
sağlanması hariç)
61.10.17
Kablolu ağlar üzerinden internet erişiminin sağlanması
61.2
Kablosuz telekomünikasyon faaliyetleri
61.20
Kablosuz telekomünikasyon faaliyetleri
61.20.02
Kablosuz telekomünikasyon faaliyetleri (kablosuz ağlar üzerinden internet erişiminin
sağlanması ve uydu üzerinden yapılanlar hariç)
61.20.03
Kablosuz ağlar üzerinden internet erişiminin sağlanması
61.3
Uydu üzerinden telekomünikasyon faaliyetleri
61.30
Uydu üzerinden telekomünikasyon faaliyetleri
61.30.01
Uydu üzerinden telekomünikasyon faaliyetleri
61.9
Diğer telekomünikasyon faaliyetleri
61.90
Diğer telekomünikasyon faaliyetleri
61.90.04
Telekomünikasyon uygulamalarına yönelik radar istasyonlarının işletilmesi
61.90.05
İnternet kafelerin faaliyetleri
61.90.07
Telekomünikasyon hizmeti yeniden satıcılarının faaliyetleri
61.90.90
Bys. diğer telekomünikasyon faaliyetleri (uydudan izleme, iletişim telemetresi vb.
uzmanlık gerektiren telekomünikasyon uygulamalarının sağlanması, çevrim içi internet
erişimi sağlanması, VOIP sağlanması, vb.)
62
Bilgisayar programlama, danışmanlık ve ilgili faaliyetler
62.0
Bilgisayar programlama, danışmanlık ve ilgili faaliyetler
62.01
Bilgisayar programlama faaliyetleri
62.01.01
Bilgisayar programlama faaliyetleri (sistem, veri tabanı, network, web sayfası vb.
yazılımları ile müşteriye özel yazılımların kodlanması vb)
62.02
Bilgisayar danışmanlık faaliyetleri
62.02.01
Bilgisayar danışmanlık faaliyetleri (donanım gereksinimleri gibi donanımla ilgili
bilişim konularında uzman görüşü sağlanması, bilgisayar gereksinimlerinin
belirlenmesi, bilgisayar sistemlerinin planlanması ve tasarlanması vb.)
62.03
Bilgisayar tesisleri yönetim faaliyetleri
334
62.03.01
Bilgisayar tesisleri yönetim faaliyetleri
62.09
Diğer bilgi teknolojisi ve bilgisayar hizmet faaliyetleri
62.09.01
Bilgisayarları felaketten kurtarma ve veri kurtarma faaliyetleri
62.09.02
Diğer bilgi teknolojisi ve bilgisayar hizmet faaliyetleri (kişisel bilgisayarların ve çevre
birimlerinin kurulumu, yazılım kurma vb.)
63
Bilgi hizmet faaliyetleri
63.1
Veri işleme, barındırma ve ilgili faaliyetler; web portalları
63.11
Veri işleme, barındırma ve ilgili faaliyetler
63.11.08
Veri işleme, barındırma ve ilgili faaliyetler (veri girişi, verinin işlenmesi, özel
raporların oluşturulması, depolanması, vb.)
63.12
Web portalları
63.12.01
Web portalı faaliyetleri
63.9
Diğer bilgi hizmet faaliyetleri
63.91
Haber ajanslarının faaliyetleri
63.91.01
Haber ajanslarının faaliyetleri (medya için haber, resim ve röportaj tedarik eden haber
bürosu ve haber ajanslarının faaliyetleri)
63.99
Başka yerde sınıflandırılmamış diğer bilgi hizmet faaliyetleri
63.99.01
Başka yerde sınıflandırılmamış diğer bilgi hizmet faaliyetleri (bilgi araştırma
hizmetleri, gazete kupürleri hizmetleri vb.)
Kaynak: TÜİK Sınıflama Sunucusu (2022), “NACE Rev.2-Altılı Ekonomik Faaliyet Sınıflaması,
2022”, https://bit.ly/3cG5r6m, (Erişim Tarihi: 25 Haziran 2022).