ArticlePDF Available

Halkla İlişkileri Sosyo-Kültürel Perspektiften Değerlendirmek: Kültürel Aracı Bir Meslek Olarak Halkla İlişkiler

Authors:
DOI:10.16878/gsuilet.508678
Makale gönderilme tarihi: 05.10.2018
Makale kabul tarihi: 05.01.2019
Halkla İlişkileri Sosyo-Kültürel
Perspektiften Değerlendirmek: Kültürel
Aracı Bir Meslek Olarak Halkla İlişkiler1
Beris Artan Özoran
Araştırma Görevlisi Doktor
Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi
beris87@hotmail.com
Orcid: 0000-0002-1814-4323
Abstract
Evaluating Public Relations Through Socio-Cultural
Perspectives: Public Relations as a Cultural Intermediary
Profession
Public Relations field has been influenced by management
paradigm through long years. Evaluating public relations as a mean
of “management” caused suppression of public relations’ relation-
ship with culture. However, studies addressing the relationship
between public relations and culture has begun to increase after
2000’s. The rise in the culture-centered studies generated a discus-
sion about whether it is a “socio-cultural turn” or not. The main pur-
pose of this article is to discuss arguments which evaluate public re-
lations as a “cultural intermediary” profession. In this scope, firstly
the criticisms of alternative perspectives towards management par-
adigm was emphasized. Thereafter, the meaning of “socio-cultural
turn” in public relations and perspectives that argue this profession
as a cultural intermediary was discussed. Finally, the approach that
accepts public relations as a symbolically violent cultural intermedi-
ary was mentioned.
keywords: Public relations, socio-cultural perspective, cultur-
al intermediary, symbolic violence
1 Bu çalışma, Prof. Nuran YILDIZ danışmanlığında Beris Artan Özoran tarafından ha-
zırlanan ve Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kabul edilen “Postmo-
dern kültür ve halkla ilişkiler: Kampanyalar üzerine bir analiz” başlıklı doktora tezinden
türetilmiştir.
221
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
Résumé
Evaluation des relations publiques du point de vue socio-culturel :
relations publiques comme métier intermédiaire culturel
Pendant plusieurs années, le domaine des relations publiques était sous
l’influence du paradigme de gestion. La considération des relations publiques en
tant qu'outil de « gestion » cause l’affaiblissement des relations entre le domaine
et la culture. Cependant, après les années 2000, il est possible d’observer que
les études sur ces relations augmentent. L’augmentation des recherches et des
études axées sur la culture, a entraîné un débat sur une éventuelle transforma-
tion « socio-culturelle » dans le domaine des relations publiques. Cet article a
pour objectif de discuter les points de vu qui considèrent les relations publiques
comme un métier « intermédiaire culturel ». Dans ce contexte, tout d'abord, les
critiques envers le paradigme de gestion par les points de vu considérant les re-
lations publiques sous des perspectives alternatives, ont été soulignés. Ensuite,
il a été discuté de ce que l'on entend par transformations socioculturelles dans
le domaine des relations publiques, et les approches considérant les relations
publiques comme intermédiaires culturels ont été recueillies. Finalement, l'idée
selon laquelle les relations publiques sont considérées comme intermédiaires
culturels contenant une violence symbolique, a été discutée.
mots-clés: Relations publiques, approche socio-culturelle, outil culturel,
violence symbolique
Öz
Halkla ilişkiler alanının uzun yıllar halkla ilişkileri bir “yönetim” aracı olarak
ele alan yönetim paradigmasının etkisinde kalması, alanın kültürle ilişkisinin ger
planda kalmasına neden olmuştur. Ancak 2000’li yıllardan sonra halkla ilişkilerle
kültür arasındaki ilişkiyi irdeleyen çalışmaların artmaya başladığı görülmektedir.
Kültürü merkeze alan araştırmaların ve çalışmaların artması, halkla ilişkiler alanın-
da “sosyo-kültürel” bir dönüşüm yaşandığı tartışmasını başlatmıştır. Makalenin
amacı halkla ilişkileri “kültürel aracı” bir meslek olarak konumlandıran görüşleri
tartışmaktır. Bu bağlamda öncelikle, halkla ilişkileri alternatif bakış açılarıyla de-
ğerlendiren görüşlerin, yönetim paradigmasına yönelttiği eleştiriler üzerinde du-
rulmuştur. Daha sonra halkla ilişkilerdeki sosyo-kültürel dönüşümün ne anlama
geldiği tartışılmış ve halkla ilişkileri kültürel aracı olarak ele alan yaklaşımlar derlen-
miştir. Son olarak halkla ilişkileri simgesel şiddet içeren bir “kültürel aracı” olarak
değerlendiren görüş tartışılmıştır.
anahtar kelimeler: Halkla ilişkiler, sosyo-kültürel yaklaşım, kültürel aracı,
sembolik şiddet
222 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
Giriş
“Halkla ilişkiler” kavramının tanımı, alanın sınırlarının nerede başladığı ve
bittiği konularında fikir birliği bulunmamaktadır. “Tanım” üzerine tartışmaların
akademik alanda önemini koruduğu görülmektedir. Tanım tartışmalarının ve bol-
luğunun en önemli nedeni, alanın hem bir “meslek” olarak kendi meşruiyetini
sağlamaya, hem de bir uzmanlık alanı olarak “yetki alanı” tanımlamaya çalışma-
sıdır. Halkla ilişkiler kendini hem stratejik ve etkili bir örgütsel işlev hem de pro-
pagandadan farklı etik bir meslek olarak konumlandırmak istemektedir (L’Etang,
2013, s. 779). Halkla ilişkiler bir yandan kendini komşu alanlar olan reklam ve
pazarlamadan ayrıştırmaya çalışırken diğer yandan örgütler için önemli “bir işlev”
olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.
Halkla ilişkilerin yüzlerce farklı tanımı bulunmaktadır. Ancak bu tanımların
genel çerçevesinin zamanla dönüştüğü, belirli dönemlerde alanın nasıl kavram-
sallaştırılması gerektiği yönünde baskın görüşler oluştuğu görülmektedir. Alanın
ilk ortaya çıktığı yıllarda yapılan tanımların ana teması “iletişim kullanarak iyi ni-
yet oluşturmak ve sürdürmek”tir. 1940’lı yıllarda yapılan tanımlarda sıklıkla “top-
lumsal yönlendirme için yol gösterici”, “motive edici”, “ikna edici” gibi ifadeler
kullanılmıştır. 1960’larda yapılan tanımlara ise “pilot (yönlendirici)”, “katalizör”,
“yorumlayıcı”, “şeytanın avukatı” gibi metaforlar eklenmeye başlamıştır (Hutton,
1999, s. 200-202).
Halkla ilişkilerin 472 farklı tanımını inceleyen ve 65 uygulayıcının fikrini alan
Rex V. Harlow, 1999’da gerçekleştirdiği araştırmada, halkla ilişkiler tanımlarında
en sık rastlanan tanımsal bileşenlerin “yönetim”, “örgüt” ve “kamu” olduğunu
bulmuştur (aktaran Hutton, 1999, s. 200-202). Dolayısıyla, özellikle 2000’li yılların
başlarına kadar, halkla ilişkilerin “örgüt” çerçevesinde değerlendirildiği ve bir yö-
netim işlevi olarak ele alındığı görülmektedir.
Yüzlerce farklı tanımı olmasına rağmen, halkla ilişkilerin “yönetim” alanına
ait bir kavram olarak değerlendirilmesinin en önemli nedenleri, “halkla ilişkiler
alanında ABD hegemonyasının bulunması” (L’Etang, 2013, s. 804) ve ilk dönem
araştırmacılarının araştırma gündemini yeni nesil halkla ilişkiler araştırmacıları için
önceden belirlemiş olmasıdır. Bu durum pek çok dezavantajı beraberinde getir-
miş ve alternatif fikirler egemen araştırma gündemleri nedeniyle uzun bir süre
soyutlanmıştır (Gower, 2009, s. 32).
Halkla ilişkilerde egemen paradigma; alanın ilerlemeci, etik olarak gelişen
bir meslek olduğunu ve daima etki alanını artırarak geliştiğini savunmaktadır. Bu
anlayış, uzun yıllar halkla ilişkilere bakışı etkilemiştir (L’Etang, 2013, s. 804-807).
Bu bakışı benimseyen erken dönem kuramcılarının temel amaçlarından biri halkla
ilişkileri profesyonelleştirmek ve bir yönetim işlevi olarak alanı desteklemektir.
Böylece halkla ilişkiler uygulayıcılarının örgüt içindeki rollerinin araştırılması önem-
li hale gelmiştir (Gower, 2009, s. 33). Alandaki en baskın görüşün ise “Grunig
223
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
paradigması” (Dühring, 2015, s. 7) olarak adlandırılan James E. Grunig ve Todd
Hunt’ın (1984) ortaya attığı “halkla ilişkilerin dört modeli”2 ve bunu takiben geliş-
tirilen mükemmel halkla ilişkiler teorisi olduğu görülmektedir.
Grunig ve Hunt’ın modeli, halkla ilişkiler uygulayıcılarının başlangıçta tek
yönlü ve manipülatif yöntemler kullandığını, yıllar içinde yöntemlerin diyalog te-
melli ve iki yönlü anlayışa doğru evirildiğini varsaymaktadır. Bu ilerlemeci anlayış
gelişimin yalnızca tek yönlü iletişimden, iki yönlü iletişime doğru kaydığını değil,
aynı zamanda alanın etik olarak da geliştiğini vurgulamaktadır (Aktaş Yamanoğlu
vd., 2013, s. 20).
Jacquie L’Etang’a (2013, s. 804-807) göre bu anlayışın yayılması, geniş çap-
lı uluslararası bir projenin oluşmasına neden olmuştur. Etkililik ve mükemmelliğe
odaklanan proje, halkla ilişkilerde kuramsal temelin oluşmasına ön ayak olmuştur.
1984 yılında Uluslararası İş İletişimcileri Derneği’nin gerçekleştirdiği araştırma so-
nucunda, “mükemmel halkla ilişkiler teorisi” ortaya çıkmıştır. Araştırmada temel
hedef halkla ilişkiler uygulamalarını mükemmel hale getirecek özelliklerin bulun-
masıdır. Bu teoriye göre halkla ilişkiler kurumun etkin bir şekilde çalışabilmesi için
çok önemli bir bileşendir. Mükemmel halkla ilişkilere sahip olmak için şu özellik-
lerin bulunması gerekmektedir: iletişim değeri, stratejik örgütsel işlevlere katkı,
yönetim rolü, iki yönlü simetrik model, bu modeli uygulayabilecek becerilere sa-
hip halkla ilişkiler çalışanları, güçlü bir kurum kültürü, çokkültürlü bir örgüt yapısı
(Grunig, 2006). Bu modelin ortaya çıkmasının, alternatif görüşlerin oluşmasını ve
alanda ağırlık kazanmasını zorlaştırdığı görülmektedir. Karla K. Gower’a (2009, s.
32) göre bir kuram uygulamalar için “mükemmel” model olarak öne sürüldüğün-
de, artık bütün çalışmalar bu modelin geliştirilmesine odaklanmaktadır. Bu sırada
2 Grunig paradigmasına göre, halkla ilişkilerin ilk modeli “basın ajansı”dır. Bu model, mümkün olan
her yolu kullanarak medyanın ilgisini çekmeye çalışan, propaganda amacını taşıyan halkla ilişkileri
ifade etmektedir (Dozier ve Grunig, 2005, s. 425). Burada temel amaç örgütün tanıtımını yapmak-
tır. Örgütün ya da bireyin medyada yer alması için, kandırmak ve hile yapmak da dâhil, her yol
denenmektedir (Dozier vd.,2010, s. 41, 209). 1900 ile 1920’li yıllar arasında Kamuoyu Bilgilendir-
me olarak adlandırılan modelin kullanıldığı savunulmaktadır. 20. yüzyılın başında büyük şirketler
ve hükümet daireleri kendileri hakkında olumsuz yazılar yazan gazetecilere karşı, başka bir halkla
ilişkiler modeli geliştirmiş, örgütün eylemlerini açıklayan yazılar yazmaları için kendi gazetecilerini
tutmuşlardır. Bu modeli uygulayanlar, genellikle örgütlerle ilgili sadece iyi haberleri yazmayı tercih
etmektedir. Ama yazılanlar genellikle gerçek ve doğrudur (Grunig ve Grunig, 2005, s. 310). Bu
modelde bilginin doğruluğu önemli hale gelmiş olsa bile iletişimin hâlâ tek yönlü, yani örgütten ka-
muya doğru, olduğu görülmektedir. 1920’lerden sonra iki yönlü asimetrik modele geçildiği savu-
nulmaktadırlar. Bu model, örgütün davranışını değiştirmesine gerek kalmadan kamuların desteğini
sağlayacak mesajları belirlemek amacıyla, araştırmadan ve bilimsel ikna çabasından yararlanmak-
tadır (Dozier ve Grunig, 2005, s. 425). Örgüt ile kamu arasında iki yönlü iletişim vardır, ancak bu
ilişki asimetriktir çünkü hedef kitleden alınan bilgiler örgüt lehine kullanılmaktadır (Becerikli, 2008,
s. 6). 1960’lı yıllardan sonra iki yönlü simetrik modele geçildiği söylenmektedir. Bu model hem ka-
muların hem de örgütün bilgi, tutum ve davranışlarında sembiyotik değişimler yaratmak amacıyla
pazarlığa, müzakereye ve çatışma çözümü stratejilerine başvurmaktadır (Dozier ve Grunig, 2005,
s. 429). Bu modelde iletişim iki yönlüdür ancak bu ilişkinin simetrik olup olmadığı halkla ilişkiler
literatüründe halen tartışılan bir konudur. Tartışmalı olan bir diğer konu ise, halkla ilişkilerin ger-
çekten doğrusal bir şekilde tek yönlü iletişimden, iki yönlü iletişime; asimetriden simetriye doğru
ilerleyip ilerlemediğidir.
224 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
alana alternatif bakış açıları, “mükemmel” olan model karşısında önemini kaybet-
mektedir.
İki yönlü iletişime dayanan mükemmel halkla ilişkiler modeli, kendi işlerini
ikna ile eş gören araştırmacıların ve öğrencilerin kendilerini iyi hissetmelerini sağ-
lamaktadır. Alanın bu şekilde algılanması, uygulayıcıları ve araştırmacıları mutlu
etmektedir. Sonuç olarak mükemmellik görüşü bir teoriden çok söyleme ve bir
düşünme biçimine dönüşmüştür. Pek çok araştırmacı kendi fikirlerini, baskın olan
bakışa uydurmaya çalışmıştır (L’Etang, 2013, s. 804-807). Ancak özellikle 2000’li
yıllardan sonra “halkla ilişkiler” alanında farklı paradigmalar oluşmaya ve sesleri-
ni duyurmaya başlamıştır. Birbirinden farklı bakış açılarına sahip paradigmalar te-
melde “yönetim” paradigmasını eleştirmekte ve halkla ilişkilerin farklı biçimlerde
kavramsallaştırılmasının önünü açmaktadır.
Yönetim Paradigmasına Eleştiriler
2000’li yıllardan sonra akademik alanda ağırlık kazanmaya başlayan alterna-
tif yaklaşımlar, halkla ilişkileri farklı biçimlerde ele almakta ve farklı sorun alanları-
na odaklanmaktadır. Birbirinden farklı bakış açılarına sahip olan yaklaşımların ortak
özelliği, halkla ilişkilerin “yönetim” alanı içine sıkışan tanımını eleştirmeleridir.
İlk dönem halkla ilişkiler kuramcılarının araştırmaları sayesinde son 30 yılda
güçlü bir bilgi birikimi oluştuğunu vurgulayan Gower (2009, s. 31-32), halkla ilişki-
lerin bir yol ayrımında olduğunu savunmaktadır. Önceki araştırmaların dayandığı
varsayımlar, postmodernistler, eleştirel/kültürel kuramcılar ve diğerlerince kabul
edilmemekte ve bu gruplar tarafından yeni yaklaşımlar önerilmektedir. Lisa Düh-
ring (2015, s. 6) ise halkla ilişkilerin her zamankinden daha fazla yönetim alanına
yöneldiğini ve bunu yaparken de yavaş ama emin adımlarla iletişim ve gazetecilik
okullarındaki köklerini terk ettiğini savunmaktadır. Hatta o kadar ki “halkla ilişki-
ler” kelimesi tabu haline gelmekte, yerine “iletişim yönetimi” ya da “stratejik
iletişim” kelimeleri kullanılmaktadır. Ancak bu gelişmeye paralel olarak pozitivist
ve işlevsel bakışı eleştiren sesler de güçlü bir şekilde duyulmaya başlamıştır.
Eleştirel yaklaşımlar halkla ilişkiler araştırmalarını ABD modellerine ve teorilerine
bağlıkları nedeniyle eleştirmektedir. Daha önce alanın “kenarında” bulunan konu-
lar, “merkeze” doğru ilerlemeye; halkla ilişkiler akademisyenleri sosyoloji, siyaset
bilimi, işletme, kültürel teori ve psikoloji gibi alanlardan daha fazla yararlanmaya
ve bu bilgileri kendi alanlarında daha fazla kullanmaya başlamıştır.
Alternatif yaklaşımlar, egemen halkla ilişkiler paradigmasını eleştirmiş ve
bu yaklaşımdan farklılaşacak, alanın gelişiminin önünü açacak kuramsal yaklaşım-
lar geliştirmiştir. Dühring (2015, s.7) bu yeni yaklaşımları “dönüşüm” (turn) olarak
tanımlamaktır. Normatif yaklaşımlardan farklı bir yol izleyen bu araştırmaların daha
önce ihmâl edilmiş olan toplumsal cinsiyet, ırk, kültür, sömürgecilik, eşitsizlik gibi
konuların halkla ilişkilerde daha fazla ilgi görmesini sağladıklarını söylemiştir. Bu
konular tamamen “yeni” olmasa da görünürlüğü ve görülme sıklığı son yıllarda
225
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
artmaktadır. Gecikmiş olsa da halkla ilişkiler araştırmaları toplum bilimlerinde ve
sosyal bilimlerde yaşanan “dönüşümleri” yakalamayı başarmaktadır.
Alternatif paradigmalar, baskın paradigmanın “eleştirinin işe yarar bir teori
üretmede başarısız olacağına” yönelik oluşturduğu algıya direnmiştir. 21. yüzyılda
antropoloji, etnografi, postkolonyal, eleştirel ve madunlara yönelik araştırmaları
içeren alternatif kavramsallaştırmalar çoğalmaya başlamıştır. Halkla ilişkiler uy-
gulamalarını bir “kültürel aracı” olarak tanımlayan ve promosyon kültürüne odak-
lanan çalışmalar artmıştır. Halkla ilişkiler uzmanlarını bir “söylem teknolojisti”
olarak değerlendiren; halkla ilişkiler uygulayıcılarını dinamik ve devamlı değişen
postmodern çevreye yanıt veren işlevsel yardımcılar olarak ele alan; Beck, Bour-
dieu, Foucault, Giddens, Goffman gibi yazarlar ışığında halkla ilişkileri değerlendi-
ren çalışmalar ortaya çıkmıştır (L’Etang, 2013, s. 808-809).
İşlevsel halkla ilişkiler teorisine itiraz eden ve mükemmellik prensiplerini
yeniden değerlendiren, kendi görüşleriyle işlevsel yaklaşım arasındaki farkları
ortaya koyan çalışmalar çoğalmıştır (Edwards, 2011, s. 11). Örneğin Linda Al-
doory halkla ilişkiler araştırması için “yeniden tasarlanmış feminist paradigmayı”
önermiş, toplumsal cinsiyet, güç ve çeşitlilik ile ilgili değerli perspektifler ortaya
koymuştur. Dawn R. Gilpin ve Priscilla J. Murphy “karmaşıklık teorisi”yle işlevsel
yaklaşımın doğrusallık ve durağanlık kavramlarına meydan okumuştur (Edwards,
2011, s. 12-13). Bu gelişmeler alandaki önemli bir dönüşümü göstermektedir.
Artık sosyolojik sorular sorulmaya ve alandaki çeşitlilik artmaya başlamaktadır
(L’Etang, 2013, s. 809).
Ortaya çıkan alternatif yaklaşımlara rağmen Lee Edwards’a (2011, s. 11-
14) göre işlevsel paradigma halen en baskın görüştür, o kadar ki halkla ilişkiler
alanını genişletmek için uğraşanlar üzerinde bile etkili olmaktadır. Araştırmaların
odağında halkla ilişkiler söylemlerinin topluma etkisi olduğu zaman bile, örgüt-
sel alan hâlâ halkla ilişkilerin merkezi olarak görülmektedir. Yönetim paradigma-
sına karşı çıkan araştırma gündemleri, halkla ilişkilerin temel ontolojisine meydan
okumadan gelişmektedir. Meydan okunan şey, halkla ilişkilerin temel odağının
örgütsel alan olması değil, örgütsel çıkarların ayrıcalığıdır. Bu nedenle ontolojik
tartışmalar gerçekleşmemektedir.
Türkiye’de de alternatif tanımlamaların ve bakış açılarının göz ardı edildiği
görülmektedir. Melike Aktaş Yamanoğlu ve Pınar Özdemir (2009, s. 28), halkla
ilişkiler doktora tezleri ve makaleleri üzerine yaptıkları araştırma sonucunda, ana
akıma alternatif olabilecek eleştirel tanımlama çabalarının adeta yok sayıldığını
bulmuştur. Türkiye’de yapılan halkla ilişkiler çalışmalarının büyük bir kısmında
halkla ilişkiler, “var olan sistemin etkin ve verimli çalışmasını sağlamaya yönelik
bir araç” olarak ele alınmaktadır. Dolayısıyla özellikle Türkiye’de halkla ilişkiler ala-
nın farklı şekillerde anlaşılmasının ve yorumlanmasının önünü açacak çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır.
226 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
Sonuç olarak halkla ilişkiler neredeyse tamamen örgütün ihtiyaçlarına odak-
lanan konumundan uzaklaşarak, sosyal teori ve kültürel çalışmalardan etkilenen
daha yaratıcı bir disipline dönüşmektedir (L’Etang, 2013, s. 810). Halkla ilişkiler
ve kültür arasında her zaman bir ilişki bulunmaktadır. Halkla ilişkiler uygulayıcıları
sadece kültür değişim programlarına katıldıkları zaman değil, her zaman “kültür
işçileri”dir (L’Etang, 2015, s.19). Bu nedenle halkla ilişkiler ve kültür arasındaki
ilişkinin araştırılması büyük bir önem taşımaktadır. Son yıllarda halkla ilişkiler ala-
nıyla kültür arasındaki ilişkiye odaklanan çalışmalar artmaktadır. Alanda yaşanan
bu gelişme Edwards ve Hodges tarafından “kültürel dönüşüm” olarak tanımlan-
mıştır.
Halkla İlişkilerde Kültürel Dönüşüm
Halkla ilişkiler ile kültür arasındaki ilişki temel olmasına rağmen kültürün
halkla ilişkiler çalışmalarında uzun yıllar merkeze alınmadığı, başka bir ifadeyle
hak ettiği role sahip olmadığı görülmektedir. Hâlbuki kültürün hem halkla ilişkiler
uygulamalarında hem de alanın konumlandırılmasında önemli bir etkisi bulunmak-
tadır. Halkla ilişkiler uygulayıcıları belirli kültürel gruplara ait olan kamularla iletişim
kurmakta, aynı zamanda “kültürel aracı” olarak kültürün üretimine dâhil olmakta-
dır. Halkla ilişkiler uygulayıcılarının birlikte çalıştığı örgütlerin daha geniş toplumsal
yapıları ve ideolojileri ifade eden kültürel kimlikleri bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
halkla ilişkiler uygulayıcılarının da kendi kültürel kimlikleri bulunmaktadır (Bardhan
ve Weaver, 2011). Dolayısıyla halkla ilişkiler alanının kültürden bağımsız düşü-
nülmesi mümkün değildir. Buna rağmen, kültürü odağa alan çalışmaların 2000’li
yıllardan sonra artmaya başladığı görülmektedir.
Halkla ilişkiler alanında yapılan sosyo-kültürel araştırmalar, halkla ilişkile-
rin toplum içindeki konumunu incelemektedir. Bu perspektifle gerçekleştirilen
araştırmaların farklı konulara odaklandığı görülmektedir. Araştırmaların bir kısmı,
halkla ilişkileri sivil toplumla ilişkisi çerçevesinde incelemektedir. Bu araştırmalar
halkla ilişkiler uzmanlarının ilişki kurma ve demokrasiyi güçlendirme işlevini tar-
tışmaktadır. Halkla ilişkiler alanını toplumun yapısını değiştiren bir disiplin olarak
değerlendirmektedir. Diğer araştırmalar ise alanın değişim yaratmada aktif rol oy-
nama potansiyeli üzerinde durmaktadır. Bu araştırmalar mesleği “sembolik bir iş”
olarak ele alarak halkla ilişkiler uzmanları tarafından üretilen söylemleri incelemek-
tedir (Edwards ve Hodges, 2011, s. 3).
Bu perspektif çerçevesinde gerçekleştirilen araştırmalar (Holtzhausen,
2000; Holtzhausen, 2002; Toth, 2002; Holtzhausen ve Rosina, 2009; Holtzhau-
sen, 2009; Allagui, 2017) halkla ilişkiler ile kültür arasındaki ilişkiyi irdelemektedir.
Araştırmaların büyük bir kısmında, halkla ilişkilerin aktivizm ve radikal politika yo-
luyla demokrasiye katkıda bulunabileceğine, uygulamaların kamu yararı çerçeve-
sinde gerçekleşebileceğine vurgu yapılmaktadır. Örgütsel aktivizm ve halkla iliş-
kiler uzmanlarının örgütsel aktivistler olarak sahip olabilecekleri roller tartışmaya
açılmaktadır. Aynı zamanda halkla ilişkilerin savunuculuk kapasitesi ve güç denge-
227
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
sini kamu lehine dönüştürme potansiyeli ele alınmaktadır. Devletlerin status qu-
o’yu korumaya yönelik eğilimleri karşısında, örgütlerin toplumsal sorunlara dikkat
çekmek için halkla ilişkiler aracılığıyla aktivist bir duruşa sahip olabilecekleri vurgu-
lanmaktadır. Bu araştırmaların son on yılda büyük bir hızla arttığı görülmektedir.
Edwards ve Hodges’a (2016, s. 3) göre yaşanan bu gelişme bir “kültürel
dönüşüm”dür. Bir alanda yaşanan gelişmelerin dönüşüm olarak tanımlanması
için, bu gelişmelerin entelektüel sınırları açan, yeni görme yolları yaratan ve ce-
vaplanacak yeni sorular öneren bir düşünce hareketi olması gerekmektedir. Yeni
fikirlerin titizlikle tartışılmasını ve söylemleri şekillendiren felsefi varsayımların de-
rinlikle araştırılmasını cesaretlendirmelidir. “Kültürel dönüşüm”ün bir “dönüşüm”
olarak değerlendirilmesinin en önemli nedeni, bu yaklaşımın alanın ontolojik ve
epistemolojik odağını değiştirmesidir. Bu yaklaşımda halkla ilişkiler uygulamala-
rının, sürecinin ve çıktılarının toplumsal inşacı doğası odağa alınmaktadır. Dolayı-
sıyla halkla ilişkiler alanıyla ilgili yeni görme yolları yaratmakta, alanın kültürel bir
etkisi olup olmadığı, kültürden etkilenip etkilenmediği, bir kültürel aracı işlevine
sahip olup olmadığı gibi yeni soruların sorulmasını sağlamaktadır. Alandaki temel
varsayımlara karşı çıkarak yeni görme yolları yaratmakta ve yeni araştırmaların
önünü açmaktadır. Aynı zamanda halkla ilişkiler alanını örgütsel çıkarlar ve ilişkiler
ağıyla bağlantılı olarak açıklayan işlevsel yaklaşımın dayandığı felsefi varsayımları
eleştirmektedir. Bu doğrultuda ortaya çıkan yeni çalışmaların bir “dönüşüm” ola-
rak tanımlanması yerinde olacaktır.
Halkla ilişkiler alanında bir “dönüşüm” yaşandığı fikrini destekleyen Iris Rit-
tenhofer ve Chiana Valentini (2014, s. 11), bu dönüşümün yalnızca “kültürel” ola-
rak tanımlanmaması gerektiğini vurgulamaktadır. “Kültürel dönüşümün”, kültürel
çalışmalar alanında farklı başlıklar altında tanımlandığı bilinmektedir. Halkla ilişkilerin
pozitivist ve yönetimsel anlayışını kırmak için çalışan ve toplumların dönüşümünü
etkileyen bir alan olarak konumlandırılmasını destekleyen alt alanlar (post-kolonyal,
postmodern, akışkanlık teorisi v.b.) bulunmaktadır. Halkla ilişkileri post-kolonyal
perspektifle değerlendiren (Dutta ve Pal, 2011; Munshi ve Kurian, 2015; Shome ve
Hedge, 2002), postmodern teoriler ışığında ele alan (Mickey, 2003; Holtzhausen,
2000; Holtzhausen, 2002; Toth, 2002; Holtzhausen ve Voto, 2009), karmaşıklık ve
kaos teorisiyle ilişkisini kuran (Gilpin ve Murphy, 2010; Murphy, 1996), eşitsizlik,
ırk ve toplumsal cinsiyet konularını odağa alan (Aldoory vd., 2008; Brunner, 2006;
Dozier vd., 2013; Hon vd., 2005; Munshi ve Edwards, 2011; Waymer, 2010; McKie
ve Galloway, 2007) çalışmalar olduğu görülmektedir.
Kültürel dönüşümle halkla ilişkiler, örgütsel bağlamda sahnelenen işlevsel
bir süreç olarak anlaşılmak yerine; toplumun kendi sembolik ve maddi gerçeği-
ni inşa ettiği iletişimsel sürecin bir parçası olan sosyo-kültürel bir eylem olarak
anlaşılmaya başlanmıştır. Kültür, hayatla ilgili bilgilerin ve tavırların iletildiği, geliş-
tirildiği ve dönüştürüldüğü bir süreçse, halkla ilişkiler de bu anlamları üretme, sür-
dürme ve düzenleme ile ilgilidir. Bu yaklaşıma göre sosyo-kültürel bağlam hem
halkla ilişkileri oluşturmakta hem de halkla ilişkiler tarafından oluşturulmaktadır.
228 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
Bu araştırmalar, halkla ilişkiler tarafından oluşturulan toplumsal bağlamı inceler-
ken aynı zamanda halkla ilişkilerde örgütsel yönelimli görüşlerin içine yerleşen
neoliberal, ırkçı ve toplumsal cinsiyetçi değerleri ortaya çıkarmayı amaçlamakta-
dır. Söylem analizleri yoluyla halkla ilişkiler tarafından anlamların nasıl üretildiği
ve bu söylemler yoluyla kamuların güçsüzleştirip güçsüzleştirilmediği, devlet ile
kurumlar lehine anlam üretilip üretilmediği araştırılmaktadır (Edwards ve Hodges,
2011, s. 2,3; Edwards, 2011, s. 18).
Alanın ontolojik varsayımlarına da karşı çıkıldığı görülmektedir. Ontolojik
olarak halkla ilişkilerin hem kendi onaylanmasını/yasallaşmasını3 yönlendirdiği var-
sayılan yapılardan hem de bu onaylanmayı/yasallaşmayı gerçekleştiren ajanlar-
dan/aracılardan4 ayrı bir şekilde konumlandırıldığı görülmektedir. Gerçekleştirilen
araştırmalarda halkla ilişkiler ya tahakkümün (yapısal) kaynağı ya da değişim için
bir (aracı) güç olarak ele alınmaktadır. Ancak gündelik halkla ilişkilerin karmaşık
doğası bu ayrım ile anlaşılamaz. Yapı/fail ayrımı alanın ilerlemesini engelleyen bir
duvar oluşturmaktadır. Halkla ilişkileri fail (agency) olarak ele alıp halkla ilişkilerin
üretici kapasitesini vurgulayan çalışmalarda, değişimin önünde duran yapısal en-
gelleri tartışmak mümkün değildir. Eleştirel araştırmalar da bunun tersine, halkla
ilişkilerin değişim ve gelişim için taşıdığı potansiyeli problemli görmektedir. Bu iki-
liğin üstesinden gelinmesi, alanın gelişimi için büyük bir önem taşımaktadır. Sos-
yo-kültürel yaklaşımda halkla ilişkiler ne yalnızca değişimin yegâne kaynağı olarak
görülmekte, ne de değişim için taşıdığı potansiyel göz ardı edilmektedir. Halkla
ilişkilerin hem toplumu etkileyen ve toplumdan etkilenen hem de kültürü (yeni-
den) oluşturan ve kültür tarafından (yeniden) oluşturulan bir meslek olduğu kabul
edilmektedir. Bu bağlamda halkla ilişkiler toplumsal ve kültürel anlamları üreten
“bir transaksiyon (iletişim işlemi)5 yeri” olarak tanımlanmaktadır. Halkla ilişkiler
“iletişim işlemi” yeri olarak değerlendirildiğinde, aktörlerin devamlı anlam oluştu-
ran birimler olduğu kabul edilmektedir. Başka bir ifadeyle aktörler (halkla ilişkiler
uzmanları, müşterileri, toplumun üyeleri, halkla ilişkiler şirketleri, işverenler v.b.)
arasındaki her ilişki, ilişkiye giren aktörlerin kimliğinde bir değişim yaratmakta,
kimlikler bu “iletişim işlemi” sonucunda oluşmaktadır. Dolayısıyla halkla ilişkiler
toplumdaki yapısal ve bireysel (agentic) unsurların geçici olarak tanımlanması ve
akıcı bir şekilde ifade edilmesi olarak ele alınmaktadır. Bu görüşün analitik odağı,
farklı toplumsal aktörler arasındaki iletişim işlemlerini yansıtan söylemsel halkla
ilişkiler göstergeleri ve toplumsal aktörler için nasıl yeni anlamlar ve kimlikler oluş-
turulduğudur (Edwards ve Hodges, 2011, s. 4).
Sosyo-kültürel perspektife göre toplumsal anlamların üretilmesi, bütün
toplumsal pratiklerin işlemesi için bir önkoşuldur. Bu yaklaşım teorik gelişimi, po-
litik ekonomiden kültürel ekonomiye döndürmektedir. Paul du Gay kültürel eko-
nomiye birbirini tamamlayan iki anlam atfetmektedir: kültürel olarak inşa edilen
3 enchantment
4 agents
5 “Transaction” kavramı, Edward ve Hodges’ın çalışmasında Dewey’den alınarak kullanılmıştır.
Dewey’in kullandığı bağlamda, “transaction” kelimesi “iletişim işlemi” anlamına gelmektedir.
Makale kapsamında transaction kavramı için “iletişim işlemi” kullanılacaktır.
229
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
ekonomi ve ekonomik pratik tarafından belirlenen kültür. Bu iki tanımda da halkla
ilişkilerin merkezde bulunduğu görülmektedir (Curtin ve Gaither, 2005, s. 93-94).
Halkla ilişkileri anlam yaratan kültürel bir pratik olarak ele almak birbiriyle
yarışan kimlikleri, farklılığın ilişkisel karakterini ve gücün başat rolünü değerlendir-
meyi de beraberinde getirmektedir. du Gay’ın “kültür çemberi” kavramı, bu de-
ğerlendirmeleri gerçekleştirebilecek bir çerçeve sağlamaktadır (Curtin ve Gaither,
2005, s. 95-96). Bu model “sosyo-kültürel” dönüşümün anlaşılması ve bu yakla-
şımla yapılacak çalışmalar için bir çerçeve sunması nedeniyle oldukça önemlidir.
“Kültür çemberi” kavramının temelleri Marx’ın “kapitalizm çemberi”ne da-
yanmaktadır. Ancak bu kavram klasik Marksist ekonomik düşünceden, Frankfurt
okulunun neo-Marksist yaklaşımından ve Birmingham Merkezi’nin eleştirel-kül-
türel yaklaşımından farklılaşmaktadır. Daha önceki modeller toplumsal yapı ve
üretim tarzı lehine “yaşanan deneyimleri” ihmal etmektedir. Bu nedenle, “kültür
çemberi” modeli klasik eleştirel-kültürel düşünceden kaymış ve söylemsel post-
modern geleneğe yaklaşmıştır. Böylece göstergebilim çalışmalarından, söylem
çalışmalarına; temsilin araştırılmasından, etki sorunsalına ve kültür politikasına
doğru bir kayma yaşanmıştır. Kültür çemberi modeli kültürle iktidarın birbiriyle
sınırsız noktada kesiştiği bir model oluşturmakta ve hareketi Marksist düşüncenin
temelinde olan politik ekonomiden, postmodern düşünceye kaydırmaktadır (Cur-
tin ve Gaither, 2005, s. 97).
du Gay’a göre “kültürel anlam”6 toplumsal beş “an” (moment) aracılığıyla
6 du Gay’ın “kültür çevrimi” anlayışı her birinde anlamın inşa edildiği beş “an”a dayanmaktadır (akt.
Curtin ve Gaither, 2005, s. 99-103):
Temsil: Kültürel anlamın oluşturulduğu ve şekillendirildiği söylemsel süreçtir. Bireyler şeylere, onların
nasıl temsil edildiğine göre anlam vermektedir. Anlam, sembolik sistemler ya da söylem tarafın-
dan toplumsal olarak inşa edilmektedir. Bahsedilen anlam durağan ya da temsile içkin değildir.
Dolayısıyla dil ve anlam ne göndericinin ne alıcının mülkiyetinde, ne de temsile içkindir. Bunun
yerine paylaşılan kültürel alanlardaki temsiller, bir ilişkisel süreç olarak iletişime dayanmaktadır.
Üretim: Temsillerin oluşumunu çevreleyen lojistik sınırlamaları ve ideolojik yapıyı içermektedir.
Hall’e göre, anlam üreticileri ürünlerini anlamlarla kodlamaktadır, tıpkı halkla ilişkiler şirketlerinin
ve departmanlarının hedef kitleyi tanımlayıp, bu gruplar için hedeflenen mesajlar ürettikleri gibi.
Çemberin bu anının temelini oluşturan süreç, bu kodlama anıdır. Üretim süreci pek çok farklı
düzeyde gerçekleşse de, örgüt kültürü ve örgütsel sınırlamalar en büyük rolü oynamaktadır.
Çünkü üretimin genellikle örgütün sınırlamaları ve kültürü tarafından dikte edildiği görülmektedir.
Tüketim: Üretim sırasında anlam ile kodlama olsa da, üretim süreci tüketim anına kadar asla tam
olarak gerçekleşmemektedir. Üretim sürecinde kodlanan anlam tüketilirken, farklı olanaklar bulun-
maktadır. Üretim ve tüketim ikili bir karşıtlıkta değildir. Anlamların üretiminde ve müzakeresinde
tüketim de üretim kadar önemlidir. Süreç ise doğrusal değil, döngüseldir. Sonuçta tüketimin ken-
disi de üretim olmaktadır. Öyleyse, tüketimin de oldukça dönüştürücü bir süreç olduğu söylenebi-
lir. Bu nedenle pazarlama departmanında çalışanlar, reklamcılar ve halkla ilişkiler uzmanları sürekli
olarak ürünlerin anlamlarının tüketilirken nasıl değiştiğini yorumlamak zorundadır.
Kimlik: Kimlikler belirli bir nesne ya da gruba üretim ve tüketim süreci yoluyla verilen anlamlardır.
Kimlik, toplumsal olarak inşa edilmiş anlamlar ve pratikler içerdiği için akışkan ve parçalanmıştır.
Kimliklerin genellikle farklılaştırma yoluyla, “ne olmadığının” anlatılmasıyla tanımlandığı görülmek-
tedir. Ancak anlam üreten her uygulama iktidar ilişkilerini, kimin dâhil edilip kimin edilmediğinin
belirlenmesi gücünü içermektedir. İşlevsel yaklaşımda, hedef kitle olarak belirlenen grubun kim-
liklerinin nasıl yaratılacağına odaklanmaktadır. Bu yaklaşımda hedef kitle sadece örgütle ilişkisi
230 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
dolaşıma girmekte ve sürdürülmektedir. Her “an” diğeriyle bağlantılıdır ve bir
“iletişim işlemi” oluşturmaktadır. “Kültür çemberi” yaklaşımında “iletişim iş-
lemi” kavramı oldukça önemlidir, çünkü her anın bir diğeriyle bağımlılığını vur-
gulamak gerekmektedir. Ayrıca bu anlayış anlamın, bu etkileşimler sonucunda
oluştuğundan çok, bu anlar arasındaki etkileşimle birlikte her anın “kimliğinin” de-
ğiştiğini ve anlamın devamlı olarak yeniden üretildiğini kabul etmektedir (Edwards
ve Hodges, 2011, s. 5). Ayrıca bu “an”lar birbirinden ayrı gibi durmasına rağmen,
gerçek dünyada devamlı üst üste geçmiş, iç içe, karmaşık ve devamlıdır. Bu anla-
rın çakıştığı noktalara ise “eklem” (articulation) denilmektedir. Eklem noktalarında
anlamlar sorgulanmakta ve yeniden müzakere edilmektedir (Curtin ve Gaither,
2005, s. 98).
Patricia A. Curtin ve Kenn T. Gaither (2005) “kültür çemberi” kavramının
halkla ilişkiler alanıyla ilişkisi üzerinde durmaktadır. Bu yaklaşımda halkla ilişkiler
sosyo-kültürel bir çerçevede anlam oluşturma yolları bulan, anlamın çeşitli yollarla
yeniden üretildiği ve bu süreçler ışığında toplumsal kimliklerin yeniden oluşturul-
duğu bir alan olarak değerlendirilmektedir. Oldukça üretken olan bu analiz, halkla
ilişkiler mesleğinin bir “kültürel aracı” olarak hayatın merkezinde olan bir mesele
olarak anlaşılmasının önünü açmaktadır (Edwards ve Hodges, 2011, s. 5). Eleş-
tirel- kültürel perspektiften biraz uzaklaşarak postmodern perspektifi de kapsa-
yarak, halkla ilişkileri söylem içeren bir pratik olarak değerlendiren bu yaklaşım,
mesleğin anlamın inşa edildiği toplumsal sürecin önemli bir parçası olduğunu vur-
gulamaktadır. Bu yaklaşımın ortaya koyduğu en önemli görüşlerden biri ise, halkla
ilişkiler uzmanlarının, “kültürel aracılar” olarak tanımlanmasıdır.
bağlamında konumlandırılmaktadır. Ancak “kültür çemberi”inde süreç daha dinamiktir, çeşitli kim-
likleri uygun bulan ya da müzakere eden daha gevşek gruplar olduğu kabul edilmektedir. Halkla
ilişkiler uzmanları da kampanya mesajlarının tüketilmesi için kimlikler dizayn etmekte, yaratmakta
ve dolaşıma sokmaktadır. Ancak daha önce belirtildiği gibi üretim, çemberin yalnızca bir “anı”dır
ve tüketim olmadan tanımlanamaz. Dolayısıyla, halkla ilişkiler belirli zamanlarda yeni kimlikler oluş-
turabilmekte ve bireyler de bu kimlikleri uygun bularak kendilerini yeniden inşa edebilmektedir.
Bu durum kimliği, hem üreticiler hem de tüketicilerin durumsal ihtiyaçlarına hizmet eden bir süreç
haline getirmektedir.
Düzenleme: Bu “an” kültürel faaliyeti kontrol etme girişimini ifade etmektedir. Bu aşama, teknolojik
altyapıların formel ya da yasal kontrollerinden, düzenleyici kurumlar, kurumsallaşmış eğitim siste-
minden kültürel normlar ve beklentilerin yerel kontrolüne kadar hepsini kapsamaktadır. Bu “an”da
üretilen anlamlar toplumsal hayatın düzenlendiği ve yönetildiği kurallar, normlar ve adetlerin oluş-
turulmasına yardımcı olmaktadır. Tutum ve pratikleri düzenleme ve organize etmeyi içermektedir.
Ancak diğer tüm anlarda olduğu gibi bu an da “tartışmasız” anlamlar oluşturmamaktadır. Düzen-
leme mekanik bir status quo’nun yeniden üretilmesi anlamına gelmemektedir. Ancak çıktıların
ekonomik baskı ve iktidar yapılarından etkilendiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Halkla ilişkiler
kültürel normlar ve uygulamaları kapsadığı için, çoğu halkla ilişkiler araştırması bu “an” ile ilgilidir.
Fakat araştırmaların önemli bir kısmı işlevsel perspektife dayanmakta ve oldukça dar kapsamlı
bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Örneğin, halkla ilişkiler yazının büyük bir bölümü teknolojinin
kamulara yeni bir “ses” sağlayacağı, onları güçlendireceği ve özgürleştireceğini savunmaktadır.
Aynı zamanda bu yeni teknolojilerin halkla ilişkiler uygulayıcılarının medya eşik bekçilerini baypas
etmeleri için bir yol açacağı söylenmektedir. Ancak kültür çemberi yaklaşımda yeni teknolojiler bir
kültürel üretim aracı olarak ele alınmakta ve bu aracın farklı durumda güçlendirici, güçsüzleştirici,
özgürleştirici ya da tutsak edici olabileceği vurgulanmaktadır.
231
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
Bir Kültürel Aracı Olarak Halkla İlişkiler
“Kültürel aracı” kavramı ilk defa Pierre Bourdieu tarafından, 20. yüzyılda
Fransa’da ortaya çıkan “yeni küçük burjuvazi” sınıfını tanımlamak için kullanılmış-
tır. Bu kavram halkla ilişkilerde bir “kültürel dönüşüm” yaşandığını savunanlar
için büyük bir öneme sahiptir. Onlara göre, hem halkla ilişkiler uzmanları hem de
halkla ilişkiler söylemleri, kültürden etkilenen ve aynı zamanda kültürü etkileme
gücüne sahip olan “kültürel aracılar” olarak değerlendirilebilirler.
20. yüzyılda ortaya çıkan “yeni orta sınıf” hakkında geniş bir literatür bu-
lunmaktadır. Yeni orta sınıf tanımları genellikle müdürleri, işverenleri, bilimle
uğraşanları ve teknisyenleri içermektedir. Bu sınıfın farklı isimlerle tanımlandığı
görülmektedir: bilgi sınıfı, yeni sınıf, hizmet sınıfı ya da “yeni kültür aracıları” (Fe-
atherstone, 2005, s.91). “Yeni kültür aracıları” terimi Bourdieu’nun “yeni küçük
burjuvazi” tartışmasından türetilmiştir (O’Connor, 2015, s.376). Bourdieu “yeni
küçük burjuvazi” sınıfını şu şekilde tanımlamaktadır:
“Yeni küçük burjuvazi, takdim ve temsil meslekleri (müşteri ve basın
temsilcisi, halkla ilişkiler uzmanı, moda ve dekorasyon uzmanı v.s.)
ve sağlık ve sosyal hizmetler meslekleri (aile danışmanı, seksolog,
diyetisyen, oryantasyon danışmanı, çocuk bakıcılığı v.s.) veya son
yıllarda güçlü bir artış yaşamış olan kültürel üretim ve animasyon
meslekleri (kültürel animatör, eğitici, yapımcı, radyo ve televizyon
sunucusu, dergi gazetecisi v.s.) ve hatta sanat zanaatkârları veya
hasta bakıcı türünden hâlihazırda zaten yerleşik meslekler gibi
sembolik mal ve hizmetlerin satışına dayalı tüm kurumlar içinde
kendini gerçekleştirmektedir” (Bourdieu, 2015, s. 517).
David Hesmondalgh, “yeni kültür aracıları” grubunun aslında “yeni küçük
burjuvazi” sınıfının küçük bir kesimi olduğunu ancak çoğu zaman bu iki kavramın
birbiri yerine kullanıldığını belirtmektedir. Ona göre “yeni kültür aracıları” özellikle
“en tipik örnekleri televizyon ve radyoda yayınlanan kültürel programların üreti-
cileri, gazete ve dergi eleştirmenleri ve yazarlarını” ifade etmekte, bütün küçük
burjuvazi sınıfını kapsamamaktadır (aktaran O’Connor, 2015, s. 376).
Kültür aracılarının işlerinin merkezinde sembolik üretim bulunmaktadır. Bu
da genellikle reklam görüntüleri, pazarlama ve promosyon tekniklerinin kullanıl-
ması anlamına gelmektedir. Sembolik üretim, modern metalaşmanın oluşmasın-
da büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla kültür aracıları hem kullanım değerini
hem de değişim değerini şekillendirmekte ve bu değerlerin çeşitli ikna teknik-
leri, pazarlama teknikleri ve pazarın inşa edilmesiyle bireylerin yaşamlarıyla nasıl
ilişkilendirileceğini aramaktadır. Promosyon ve pazarlama alanlarında çalışanların
çoğunun amacı, ürünü potansiyel müşteriyle bir “kimlik duygusu” yaratarak bağ-
lantılandırmaktır. Yeni ürünler, ünlüler ve hizmetler yaratıldıkça kültür aracıları da
bireylere bu metaların kullanım değerinin ve değişim değerinin ne olabileceğini
232 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
açıklama işine dâhil olmaktadır (Negus, 2002, s. 502-504). Başka bir ifadeyle bu
sınıf, bireylerin beğenilerini şekillendirmekte ve tüketim davranışları üzerinde et-
kili olmaktadır.
Halka ilişkileri “kültürel aracı” olarak gören yaklaşımda halkla ilişkiler uygu-
layıcıları enformasyonu şekillendirme ve aktarma yoluyla anlam yaratan ve temel
olarak üretim ve tüketim alanlarında faaliyet gösteren “kültür ajanları” olarak kabul
edilmektedir. Kültür aracıları, kamuların nasıl düşündüğü, hissettiği ve davrandığını
yapılandırmaya yardımcı olmak için üretim ve tüketimin yorumlanmasında devam-
olarak temsiller üretmektedir. Halkla ilişkiler bu şekilde ele alındığında, kültürel
ekonomide kilit bir oyuncu haline gelmektedir. Reklamcılık, yönetim danışmanlığı,
halkla ilişkiler gibi meslekler, başka bir ifadeyle aracılık yapan meslekler, ekono-
mik ve kültürel hayatta merkezi hale gelen enformasyon-yoğun işleri içermektedir
(Curtin ve Gaither, 2005, s. 107). Dolayısıyla halkla ilişkileri “kültürel aracı” olarak
ele alan anlayışın ekonomik ve politik söylemlerin kültürel bir boyut taşıdığını kabul
etmesi gerekmektedir. Kültür ve ekonomi birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Halkla
ilişkilerde de “kültürel boyut” kendini belirli anlamlarla artefaktları, tavırları ve dav-
ranışları ilişkilendiren sembolik “iş”te göstermektedir. Halkla ilişkiler belirli bir “ha-
bitus”u teşvik etmektedir. Örneğin nasıl iyi bir “rock fanı”, müşteri ya da vatandaş
olunacağı; nasıl daha iyi, daha çekici, daha mantıklı ve daha sorumlu olunacağıyla
ilgili varsayımlar ortaya atılmaktadır (Edwards, 2012, s. 439-441). Dolayısıyla halkla
ilişkilerin belirli bir yaşam tarzı için “aracı” olduğu görülmektedir.
Bourdieu’nun “yeni kültür aracıları” kavramı temel alındığında, bu yeni sı-
nıfın tüketimle ilişki içerisinde ele alındığı, “beğeni şekillendirme” çerçevesinde
değerlendirildiği görülmektedir. Edwards ve Hodges (2011, s. 5), kültür aracıları
ile ilgili gerçekleştirdikleri literatür taraması sonucunda, bu kavram üzerine çalı-
şan araştırmacıların kültür ve ekonomi, üretim ve tüketim arasındaki ilişkiyi, uz-
manların kültürel yapılarına odaklanarak incelediklerini bulmuşlardır. Çalışmalar
genellikle kültür aracılarının sosyal yapılarının, değer ve motivasyonlarının, işyeri
kültürlerinin, gerçekleştirdikleri kültürel uygulamaları şekillendirdiğine yönelik so-
nuçlara ulaşmaktadır. Halkla ilişkileri kültür aracısı olarak değerlendiren çalışmalar,
bu kavramı pazarlama ve tanıtım bağlamlarıyla sınırlandırmış, mesleği bir tüketim
kültürü üreticisi, yeni beğenilerin ve modanın tanıtılmasını sağlayan ajanlar ya da
manipülasyon için bir aracı olarak ele almıştır. Ancak sosyo-kültürel perspektifi be-
nimseyen Edwards ve Hodges farklı bir bakış açısı sunmakta ve “kültürel aracı”
kavramını “kültür çemberi” ile bütünleştirerek halkla ilişkiler uzmanlarının yalnızca
tüketim alanında değil, bütün bir kültürü etkileyen ve aynı zamanda bu kültürden
etkilenen “aracılar” olarak değerlendirmektedir.
Halkla ilişkiler uzmanlarını “kültür aracıları” olarak ele alan Mike Feathersto-
ne, bu kavramın “postmodernite” ile bağını kurmaktadır. “Postmodern nedir?” ve
“Neden postmodern nedir sorusunun yanıtı aranıyor?” sorularının yanıtlarını bul-
maya odaklanan Featherstone, bu kavramın anlaşılmasının ciddi bir düşünümsel-
lik gerektirdiğini savunmaktadır. Bu arayış içerisinde değerlendirilmesi gereken en
233
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
önemli noktalardan biri kültür uzmanları, iktisadi, politik, yönetsel ve kültürel aracılar
arasındaki ilişkiler; diğeri ise postmodern kültür ürünlerini tanıyabilecek ve pratikleri
esnasında kullanabilecek izle kitlelerin ve kamuların nasıl yaratıldığı ve eğitildiğidir
(Featherstone 2005, s. 12-14, 119). Kültürle ilgili uzmanların yalnızca kültürel değişi-
min işaretlerine duyarlı alıcılar ya da sözcüler olarak pasif rol oynadıkları varsayımına
karşı çıkmaktadır. Ona göre bu kişiler “belirli tecrübelerden oluşan dizileri, post-
modern yaftası aracılığıyla yorumlama duyarlılığı edinmiş izler kitlenin eğitilmesi ve
oluşturulmasında” aktif rol oynamaktadır (Featherstone 2005, s. 12-14). Başka bir
ifadeyle ortaya çıkan ve genişleyen bu sınıf yalnızca simgesel üretim ve yayın uz-
manları yaratmamakta, aynı zamanda postmodern olarak adlandırılan kültürel ve
simgesel mallar ve tecrübelere daha duyarlı ve bu değerlerle daha uyumlu hareket
edebilecek potansiyel bir izlerkitle oluşturmaktadır. Bu kişiler izler kitlenin “postmo-
dern değerlere” sahip olması için kitlenin eğitilmesi konusunda etkin aktörler ya da
postmodern kültürün aracıları olarak değerlendirilebilirler.
Featherstone, Lash ve Urry gibi postmodernizmin sosyolojisi ile ilgilenen
yazarlar “yeni kültür aracıları”nın kültürel programların üreticilerinden ya da eleş-
tirmenlerinden fazlası olduğunu savunmaktadır. Daha geniş bir grubu temsil eden
aracılar, sembolik ürünler ve hizmetler sunmakta ve yeni bir izler kitle yaratmakla
ilgilenmektedir. Dolayısıyla, kültürel aracılar kategorisinin hem bir dizi toplumsal dö-
nüşümü vurgulamak hem de postmodern toplumla ilgili genel iddialara açıklık ge-
tirmek için kullanıldığı görülmektedir (O’Connor, 2015, s. 377). Bu bağlamda, “yeni
kültürel aracılar” grubu içinde ele alınan halkla ilişkiler uzmanlarının örgütsel işlev-
lerinin yanı sıra “postmodern kültür”, “postmodern bir yaşam tarzı”nın normalleş-
mesi, benimsenmesi için aracılık ettiği görülmektedir. Ancak “kültürel aracılığın”
tek taraflı olmadığı, döngüsel bir süreç olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Halkla ilişkilerde bir “kültürel dönüşüm” olduğunu savunan yazarlar, halkla
ilişkilerin bir “kültürel aracı” olarak değerlendirilmesinde önemli bir yeri olduğunu
savundukları “kültür çemberi” modelinde, halkla ilişkilerin hem kültürü etkileyen
ve dönüştüren hem de kültürden etkilenen ve kültür tarafından dönüştürülen bir
“aracı” olduğu, döngüsel bir etkileşim bulunduğu fikrini kabul etmektedir. Ancak
Edwards (2012, s. 442), halkla ilişkilerin “kültürel aracılık” rolünün sembolik güç
mücadelesinden bağımsız düşünülemeyeceğini vurgulamaktadır. Eleştirel araştır-
malar baskın çıkarlara hizmet eden, manipülatif halkla ilişkiler söylemleri ve doğa-
üzerinde durmasına rağmen bu durum derinlemesine incelenmemiştir. Anne
M. Cronin, Graham Murdock, Keith Negus gibi pek çok araştırmacı, halkla ilişkileri
bir kültürel aracı olarak gören bakışın daha derinlemesine incelenmesi gerektiğini
vurgulamaktadır. Bu, halkla ilişkiler teorisinin gelişmesi için bir gereklilik olarak
değerlendirilmektedir.
Edwards (2012, s.442), halkla ilişkiler “kültürel aracı” olarak değerlendirildi-
ğinde, halkla ilişkiler uygulamalarının bir parçası olan izler kitle üzerinde uygulanan
“simgesel şiddetin”, uygulamanın temelinde olduğunun göz ardı edildiğini söyle-
mektedir. Halkla ilişkileri Bourdieu’nun “simgesel şiddet” kavramından yararlanarak
234 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
simgesel şiddet içeren (symbolicly violent) bir kültürel aracı olarak ele almaktadır.
Bourdieu sosyolojisinin temel kavramlarından biri olan “simgesel şiddet”,
Bourdieu’nun Cezayir’de bulunan Kabil toplumundaki hediye değiş tokuşunun
doğasını incelemesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bourdieu (1991, s. 23,24), bu
toplumdaki hediye değiş tokuşunu baskının uygulandığı ve aynı zamanda da giz-
lendiği bir mekanizma olarak ele almaktadır. Kabil gibi hegemonya ilişkilerini istik-
rarlı olarak sürdürebilecek az sayıda kurumun bulunduğu bir toplumda, bireylerin
diğerleri üzerinde güç uygulamak için daha kişiselleştirilmiş araçlara başvurdu-
ğunu savunmaktadır. Örneğin bu araçlardan biri, borç vermektir. Borç veren kişi,
borç alanın yükümlülükleri nedeniyle onu hâkimiyeti altına alabilmektedir. Ancak,
güç uygulamanın ve baskı kurmanın daha “yumuşak” ve zekice yolları da bulun-
maktadır. Bourdieu, “hediye verme”nin bu yollardan biri olduğunu söylemekte-
dir. Ona göre, bir hediye vererek -özellikle de eşdeğer bir kalitede karşı hediyeyle
karşılanamayan, cömert bir hediye vererek- kişi kalıcı bir yükümlülük yaratmakta
ve alıcıyı borçluluk ilişkisine bağlamaktadır. Acımasız bir hükümdarın açık şidde-
tinin aksine, simgesel şiddet görünmez ve kibar bir şiddet formudur. Kabil gibi
baskının, kontrolün kurumlardan çok kişiler arası ilişkilerle sağlandığı toplumlarda,
simgesel şiddet baskının uygulanmasında etkili bir araç olarak ortaya çıkmaktadır.
“Simgesel şiddet”, fiziksel güçten farklı, örtülü ve görünmez bir tahakküm biçi-
mini ifade etmektedir.
Simgesel şiddetin en önemli etkilerinden biri, boyun eğme ilişkisini sevgi
ilişkisine dönüştürmesidir. Bourdieu’ya (1995, s. 187) göre iktidar karizmaya ya
da duygusal bir cazibeye, borcun kabulü minnete ve cömertçe borç verene karşı
kalıcı bir duyguya dönüşebilmektedir. Hatta bu duygular şefkate, aşka kadar gi-
debilmektedir.
Bourdieu, simgesel şiddetle insanların silah gücüne değil, (yanlış) anlama-
nın gücüne maruz kaldıklarını belirtmektedir. Bu duruma örnek olarak Fransa’daki
öğrencileri göstermektedir. Fransa’da bilgi düzenlenirken belirli düşünme biçim-
leri, “doğru” olarak kutsallaştırılmaktadır. Ona göre, eğitim sistemi içindeki en
güçlü simgesel şiddet biçimleri, yoksulların tembel ya da göçmenlerin açgözlü
olarak tanımlanması, bu şekilde etiketlenmeleri sorunu değildir. Bu etiketlemeler
daha temel bilişsel yapılara içkindir. Öğrenciler farklı düşünme biçimlerini, kültü-
rel ürünleri, toplumsal değerleri yüksek ya da alçak şeklinde kategorize etmeyi
öğrenmektedir (Calhoun, 2007, s. 119-120). Dolayısıyla burada bahsedilen “sim-
gesel şiddet” kavramı yalnızca belirli kişiler, gruplar, sınıflar için bir etiketleme
sisteminden daha çok bir “düşünme biçimi” oluşturmaya yönelik bir çabadır.
Halkla ilişkiler söylemler aracılığıyla “anlam üreten” bir aracı meslek olarak
ele alındığında ve halkla ilişkilerin belirli bir örgüt (devlet, şirket, STK) bünyesinde ve
kaynağını bu örgütten alarak işlediği düşünüldüğünde, mesleğin Bourdieu’nün or-
taya attığı “simgesel şiddet” kavramıyla bağını görmek mümkündür. Kültürel aracı
mesleklerin toplumdaki rolünü tartışan Negus (2002, s. 504-508), kültürel aracıların,
özellikle de pazarlama ve halkla ilişkilerin, üretim ve tüketimi ilişkilendirmede önem-
235
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
li bir rol oynadığını belirtmektedir. Bu meslekler yeni uygulamaları ve bu uygulama-
ların popülerliğini şekillendirmekte ve aynı zamanda kamudan gelen geri bildirimleri
ürünün dizaynı ve pazarlanması sürecinde kullanılmak üzere iletebilmektedir. An-
cak Negus’a göre kültürel aracı rolünün her zaman eşit bir biçimde gerçekleştiğini
söylemek mümkün değildir. Enformasyon ve simgesel materyallerin üretilmesi ve
dolaşımı için çalışan kültürel aracıların işi aynı zamanda bilginin saklanması, aldatma
ve manipülasyonu da içermektedir. Yapılan çalışmaların, kültürel aracı mesleklerin
bu yönünü araştırma dışında bırakmamaları gerekmektedir. Özellikle pazarlama ve
halkla ilişkiler alanlarında çalışan kültürel aracıların enformasyonu bozma, saklama
ve yanlış fikirleri döngüye sokma gibi bir şansları vardır. Başka bir ifadeyle, Negus
halkla ilişkiler uzmanlarının, her iki taraf için eşit bir aracı olmadığını vurgulamıştır.
Bu vurgu, halkla ilişkilerin örgüt lehine “simgesel şiddet” uygulayıp uygulamadığı
sorusunun gündeme gelmesine neden olmaktadır.
Edwards’a (2012, s. 441) göre, halkla ilişkiler işi boşlukta gerçekleşme-
mektedir. Bağlam, halkla ilişkilerin kültürel aracı doğasını anlamak için oldukça
önemlidir. Halkla ilişkilerin ortaya çıkma nedeni, örgütlerin ticari ve siyasi pazarda
duyulan bir ses olmak istemeleridir. Bu söylemsel mücadele, halkla ilişkiler ça-
lışmalarının temelini oluşturmaktadır. Örgütler, rakiplerinden daha çok duyulan
bir sese sahip olmak için, kendi konumlarını pekiştirecek ve diğer perspektiflerin
geçerliliğine meydan okuyacak simgesel değerler oluşturmaktadır. Halkla ilişkiler,
bunun en “görünmez olduğu” durumda başarılıdır. Başka bir ifadeyle eğer örgü-
tün kendi çıkarı fark edilmezse, bu halkla ilişkiler işinin başarılı olduğu anlamına
gelmektedir. Böylece halkla ilişkiler tarafından hedeflenen kitleler, oluşturulan
mesajları ortak akıl, sağduyu ya da kendi çıkarları olarak değerlendirmektedir. Bu
bağlamda, halkla ilişkilerin kültürel aracı doğasının “simgesel şiddet” unsurlarını
da içerdiği görülmektedir.
Halkla ilişkilerin kültürel aracı rolüne temel oluşturan söylemsel mücadele,
uygulayıcıların çalıştıkları örgütlerin simgesel gücü kazanmaları istemeleri ile ayrıl-
maz bir şekilde bağlantılıdır. Bu durum halkla ilişkilerin simgesel “şiddet” içeren
bir kültürel aracı olduğunu göstermektedir.7 Halkla ilişkilerin hammaddesi olan dil,
7 Edwards (2012, s.448-450), halkla ilişkilerin simgesel şiddet içeren kültürel aracı rolünü ortaya
çıkarmak için bir araştırma gerçekleştirmiştir. Araştırmada İngiltere’de bir demiryolu şirketi olan
Roule’un defalarca ödül almaya hak kazanan halkla ilişkiler kampanyaları ele alınmıştır. Bu şirketin
çok başarılı iletişim kampanyaları yürüttüğü ve müşteri memnuniyetinin çok üst seviyede olduğu
görülmüştür. Ancak 2006 yılında Londra’daki toplu taşıma hatlarında gerçekleştirilen terör sal-
dırıları, ekonomik durgunluk, elektrik giderlerinde yaşanan artış gibi nedenlerle, Roule şirketinin
yolcu sayısında ciddi bir azalma gerçekleşmiştir. Roule’un büyüme hızında yaşanan azalmanın yanı
sıra, hükümet aynı güzergâhta başka şirketlerin hizmet vermesinin de önünü açmıştır. Bu olaylar
sonrasında gerçekleştirilen iletişim kampanyalarını inceleyen Edwards, halkla ilişkiler uzmanlarının
nasıl ve kimin için simgesel gücü koruma altına almak amacıyla söylemler ürettiğini araştırmıştır.
Sonuç olarak, örgütsel alanın başlıca referans noktası olduğu görülmüştür. Roule’un kurumsal
ilişkiler departmanında kararlar örgütsel alan ve onun acil durumları, çıkarları ve tren yolculuğu
alanında konumu ışığında alınmıştır. İletişim ekibinin tren seyahatini yeniden tanımladığı ve tren
yolculuğunun anahtar özelliklerine yeni simgesel değerler eklediği, bunları da ortak kabul gören
değerler (common-sense) olarak gösterdiği bulunmuştur. Oluşturulan değerler belirli bir yolcu
sınıfının ilgisini çekerek ve rakipleriyle ilişkilerinde kendi konumunu pekiştirerek Roule’un iş stra-
236 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
simgesel şiddetin önemli bir kaynağıdır. Halkla ilişkiler, belirli bir bakış açısı için
meşruiyet yaratan ve alternatif perspektifleri kenara iten ya da reddeden söylem-
lerin üretimini içermektedir. Bu nedenle, farklı konumlara belirli simgesel değerler
iliştirerek ve sonuçta somut etkiler üreterek, toplumsal hiyerarşilerin inşasına kat-
kıda bulunmaktadır (Edwards, 2012, s. 441).
Sonuç
“Halkla ilişkiler” alanı çok sayıda tartışmayı barındırmaktadır. Alanın sınır-
larının nerede başlayıp nerede bittiği, ortaya çıkış amacı, kime hizmet ettiği, yal-
nızca bir yönetsel işlev olup olmadığı, kültür ile bir bağı olup olmadığı, ne kadar
etkili olduğu gibi konularda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu farklı görüşler ve
bakış açıları, alanla ilgili farklı paradigmaların oluşmasına neden olmaktadır. 2000’li
yıllara kadar egemen paradigma halkla ilişkileri “örgütsel alan” çerçevesinde ta-
nımlayan ve sınırlandıran, halkla ilişkileri işlevsel perspektif odaklı değerlendiren
“yönetim paradigması”dır. 2000’lerden sonra alana alternatif yaklaşımların ço-
ğalmaya ve ağırlık kazanmaya başladığı görülmektedir. Bu durum halkla ilişkiler
alanında “paradigma bolluğu” yaşanmasının önünü açmıştır. Edwards’a (2011,
s.7-8) göre, alanda çok sayıda paradigma bulunması, alanın kuramsal olgunluğunu
göstermektedir. Ancak var olan paradigmaların, pratikte faydasını görmek olduk-
ça zordur. Bunun nedeni, paradigmalar arasında büyük bir yarış olması ve yarış
nedeniyle paradigmalar arasındaki bağlantılar yerine farklılıkların vurgulanmasıdır.
Bu durum paradigmaların birbirlerini besleme potansiyelini sınırlamaktadır.
Halkla ilişkilerin tek bir paradigma bağlamında değerlendirilmesi, alanının
gelişimi önünde bir engel oluşturmaktadır. Halkla ilişkiler ile kültür arasındaki iliş-
kiyi odağa alan sosyo-kültürel perspektif halkla ilişkilerin yeni ve farklı biçimlerde
kavramsallaştırılmasının önünü açacak önemli bir yaklaşımdır. Ancak kültür ile
halkla ilişkiler arasındaki ilişki, halkla ilişkilerin “kültürel aracı” rolü değerlendiri-
lirken, “örgütü” tamamen araştırma dışında bırakmak, araştırmaların tek yönlü
olması sonucunu doğuracaktır. Alanın gelişimi için farklı paradigmaların bir arada
değerlendirilmesi ve eklemlenmesi büyük bir önem taşımaktadır. Halkla ilişkilerin
“kültürel aracı” rolü değerlendirilirken, örgütün halkla ilişkilerin “temel öznesi”
olduğu göz ardı edilmemelidir. Halkla ilişkiler uzmanları örgütler tarafından finanse
edilmektedir. Dolayısıyla bu kişilerin ve oluşturulan söylemlerin örgütlerin çıkarla-
rından ve hedeflerinden bağımsız düşünülemeyeceği bir gerçeklik olarak ortaya
çıkmaktadır. Ancak diğer yandan, halkla ilişkilerle kültür arasındaki bağlantının da
göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Kültürü en geniş anlamıyla “bireyin yaşamla
kurduğu ilişki” olarak tanımlarsak, halkla ilişkiler kültürü (yeniden) üreten bir aracı
tejisine hizmet etmiştir. Özetle, Edwards halkla ilişkilerin kültürel aracı bir meslek olarak önemli
bir rol oynadığını ancak bu kültürel aracılığın örgütün çıkarları lehine simgesel şiddet içerdiğini
savunmaktadır. Dolayısıyla halkla ilişkilerin toplumsal ve kültürel çevredeki tavırları, değerleri, dav-
ranışları ve algıları manipüle etmeye odaklanmış mesajları meşrulaştırmak için bir yanlış tanıma
(misrecognition) içerdiğini söylemektedir. Sonuç olarak, halkla ilişkiler bir “kültürel aracı” olarak
tanımlanırken, mesleğin “simgesel şiddet” içerdiğinin de gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
237
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
olarak toplumsal bir güce sahiptir.
Halkla ilişkileri “kültürel aracı” olarak tanımlamak, alana farklı pencereler-
den bakmak için yeni bir patika oluşturmaktadır. Bu bağlamda du Gay’ın “kültür
çevrimi” kavramı önemli bir harita olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak halkla ilişkile-
rin “örgüt” temelinde işlediği düşünüldüğünde “kültürel aracılık” rolünün “sim-
gesel şiddet” içerdiği de değerlendirilmesi gereken önemli bir durumdur. Bu iki
perspektif birlikte değerlendirildiğinde halkla ilişkilerin toplumun maddi gerçeğini
inşa ettiği kültürü hem etkileyen hem de bu kültür tarafından biçimlendirilen bir
kültürel aracı ve aynı zamanda “kültürel aracılığı” gerçekleştirirken de örgüt lehi-
ne simgesel şiddet uyguladığı sonucuna varılmaktadır. Dolayısıyla halkla ilişkilerin
“kültürel aracılık” rolü incelenirken, örtük iktidar ve güç ilişkilerinin ortaya çıkarıl-
ması büyük bir önem taşımaktadır.
Makale kapsamında birbirinden farklı iki yaklaşım olan “yönetim paradig-
ması” ve “sosyo-kültürel yaklaşım”ın birlikte değerlendirilerek, halkla ilişkilere
yeni bir bakış açısı ve farklı araştırma gündemleri oluşturabileceği tartışılmıştır.
Halkla ilişkileri “sembolik şiddet içeren” bir kültürel aracı olarak değerlendirmek,
farklı paradigmaların birbirini beslemesine yalnızca bir örnek sunmaktadır. Farklı
perspektiflerin bir araya getirilmesiyle ve birbirinden beslenmesiyle alanın geli-
şimi için yeni ve farklı araştırma gündemleri oluşturulabilir. Sonuç olarak, halkla
ilişkiler alanı ve halkla ilişkiler tarafından üretilen söylemler değerlendirilirken ve
tartışılırken tek bir paradigmaya sıkışmamak, farklı paradigmalardan beslenmek
ve böylece değerlendirme için en uygun ve faydalı perspektifi oluşturmak için
önemlidir.
Kaynakça
Aldoory, L. vd. (2008). Is It Still Just a Women’s Issue? A Study Of Work-Life
Balance Among Men and Women in Public Relations. Public Relations Journal,
2(4), 1–20.
Allagui, I. (2017). Towards Organizational Activism in the UAE: A Case Study
Approach. PR Rewiev, 43, 258-266.
Bardhan, N. ve Weaver K. (2011). Public Relations in Global Cultural Contexts:
Multi-paradigmatic Perspectives. London: Routledge.
Becerikli, S. (2008). ... Ve Halkla İlişkiler. Ankara: Karınca Yayınları.
Bourdieu, P. (1991). Language and Symbolic Power. Cambridge:Polity Press.
Bourdieu, P. (1995). Pratik Nedenler: Eylem Kuramı Üzerine. (H. Tufan, Çev.),
İstanbul: Kesit Yayıncılık.
Bourdieu, P. (2015a). Eril Tahakküm. (B. Yılmaz, Çev.). İstanbul: Bağlam Yayıncı-
lık.
Bourdieu, P. (2015b). Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi. (D. Fırat ve A.
238 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
Günce Berkkurt, Çev.). Ankara: Heretik Yayıncılık.
Brunner, B. (2006). Where Are The Women? A Content Analysis of Introductory
Public Relations Textbooks. Public Relations Quarterly, 43–47.
Calhoun, C. (2007). Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları. G. Çeğin vd. (Ed.), Ocak
ve Zanaat içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
Curtin, P. ve Gaither, K. (2005). Privileging Identity, Difference and Power: The
Circuit of Culture As a Basis for Public Relations Theory. Journal of Public Relati-
ons Research, 17(2), 91-115.
Dozier, D. ve Grunig, L. (2005). Halkla ilişkiler İşlevinin Örgütlenişi. J. Grunig (Ed.),
Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik içinde (ss. 417-239). İstan-
bul: Tribeca.
Dozier, D, Grunig, L. ve Grınig, J. (2010). Manager’s Guide to Excellence in Public
Relations and Communication Management. NY: Routledge.
Dühring, L. (2015). Lost in Translation? On the Disciplinary Status of Public Rela-
tions. Public Relations Inquiry, 4(1), 5-23.
Dutta M. J, Pal M. (2011). Public Relations and Marginalization in a Global Con-
text: A Postcolonial Critique. N. Bardhan ve C. K. Weaver (Ed.), Public Relations
in Global Cultural Contexts içinde (ss. 195–225). New York: Routledge.
Edwards, L. (2009). Symbolic Power and Public Relations Practice: Locating Indi-
vidual Practitioners in Their Social Context. Journal of Public Relations Research,
21(3), s. 251-272.
Edwards, L. ve Hodges, E. M. C. (2011). Public Relations, Society and Culture.
New York: Routledge.
Edwards, L. (2011). Defining The Object of PR Research: A New Starting Point.
Public Relations Inquiry, 1(1): 7-30.
Edwards, L. (2012). Exploring The Role of Public Relations As A Cultural Interme-
diary Occupation. Cultural Sociology, 6(4), 438-454.
Featherstone, M. (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (M. Küçük, Çev.).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Gabardi, W. (2001). Negotiating Postmodernism. London: University of Minne-
sota Press.
Gilpin, D. R. ve Murphy, P. J. (2010). Implications of Complexity Theory for Public
Relations. R. L. Heath (Ed.), The SAGE Handbook of Public Relations (ss. 71–83).
Thousand Oaks, CA: Sage.
Gower, K. (2009). Halkla İlişkiler Araştırmaları Yol Ayrımında. F. Kesin ve P. Özde-
mir (Ed.), Halkla İlişkiler Üzerine içinde. Ankara: Dipnot Yayınları.
Grunig, J. ve Grunig, L. (2005). Halkla İlişkiler ve İletişim Modelleri. J. Grunig
239
İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
(Ed.), Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik içinde (ss. 307- 348).
İstanbul: Tribeca.
Grunig, J.(2009). Paradigms of Global Public Relations in an Age of Digitalisation.
Prism, 6(2), 1-19.
Holtzhausen, D. (2000). Postmodern Values in Public Relations. Journal of Public
Relations Research, 12 (1), 93-114.
Holtzhausen, D. (2002). Towards a Postmodern Agenda for Public Relations.
Public Relations Rewiev, 28, 251-264.
Holtzhausen, D. ve Voto, R. (2009). Resistance From The Margins: The Post-
modern Public Relations Practitioner as Organizational Activist. Journal of Public
Relations Research, 14(1), 57-84.
Holtzhausen, D. vd., (2009). Exploding the Myth of The Symmetrical/Asymmet-
rical Dichtonomy: Public Relations Models in the New South Africa. Journal of
Public Relations Research,15(4), 305-341.
Hon, L. C. vd. (2005). Halkla İlişkiler ve Kadın: Sorunlar ve Fırsatlar. J. E. Grunig
(Ed.), Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik içinde, (ss. 441-462),
İstanbul, Rota Yayın.
Hutton, J. G. (1999). The Definition, Dimensions and Domain of Public Relations.
Public Relations Review, 25(2), 199-214.
L’Etang, J. (2005). Critical Public Relations: Some Reflections. Public Relations
Review, 31, 521-526.
L’Etang, J. (2013). Public Relations: A Discipline in Transformation. Sociology
Compass, 7(10), 799-817.
McKie, D. ve Galloway, C. (2007). Climate Change After Denial: Global Reach,
Global Responsibilities, and Public Relations. Public Relations Review, 33, 368–
376.
Mickey, T. (2003). Deconstructing Public Relations. London: Lawrance Erlbaum
Publishers.
Munshi, D. ve Edwards, L. (2011). Understanding ‘Race’ in/and Public Relations:
Where Do We Start And Where Should We Go? Journal of Public Relations Re-
search, 23, 349–367.
Munshi, D. ve Kurian, P. (2005). Imperializing Spin Cycles: A Postcolonial Look at
Public Relations, Greenwashing, and the Separation of Publics. Public Relations
Review, 31, 513–520.
Murphy, P. (1996). Chaos Theory as a Model for Managing Issues and Crises.
Public Relations Review, 22(2), 95–113.
Negus, K. (2002). The Work of Cultural Intermediaries and The Enduring Distance
Between Production and Consumption. Cultural Studies, 16(4), 501-515.
240 İleti-ş-im 32 haziran/june/juin 2020
O’Connor, J. (2015). Intermediaries and Imaginaries in the Cultural and Creative
Industries. Regional Studies, 49(3), 374-387.
Özdemir, P. ve Yamanoğlu Aktaş, M. (2009). Disiplinlerarası Bir Alan Olarak Halk-
la İlişkiler: Türkiye’deki Akademik Çalışmalar Üzerine Niteliksel Bir İnceleme. F.
Kesin ve P.Özdemir (Ed.) Halkla İlişkiler Üzerine içinde. Ankara: Dipnot Yayınları.
Rittenhofer, I. Ve Valentini, C. (2014). A “Practice Turn” for Global Public Rela-
tions: An Alternative Approach. Journal of Communication Management, 19(1),
2-19.
Shome, R ve Hegde, R (2002). Postcolonial Approaches to Communication:
Charting the Terrain, Engaging the Intersections. Communication Theory, 12,
249–270.
Toth, E. (2002). Postmodernism for Modernist Public Relations: The Cash Value
and Application of Critical Research in Public Relations”, Public Relations Re-
view, 28, 243-250.
Waymer, D. (2010). Does Public Relations Scholarship Have a Place in Race? R.
L. Heath (Ed.), The SAGE Handbook of Public Relations (ss. 237–246). Thousand
Oaks, CA: Sage.
... For years, public relations has been positioned as a discipline that has been subjected to various criticisms due to its managerial approach. In the studies reflecting a critical perspective on PR, it is underlined that despite having a strong potential to serve the society, corporate interests are prioritized in public relations practices, PR is handled from a managerial perspective rather than a social perspective, public relations is evaluated as a corporate function rather than its social role and effects, and the public interest, which expresses the basic mission of the field, remains in the background (Artan Özoran, 2020;Becerikli, 2005;Berger, 2005;Edwards, 2006;Holtzhausen, 2000;Ihlen & Van Ruler, 2007;Moloney, 2005;Özkan, 2017). These perspectives, which are prominent in critical studies that consider PR from a managerial perspective and evaluate it only in terms of corporate gains and corporate success, bring the risk of ignoring the social impact and social roles of public relations. ...
Article
Full-text available
The views that public relations prioritizes corporate interests and gains, and that it is evaluated only from a managerial perspective despite having a strong potential to serve the society, represent a critical perspective towards public relations. The critical point of view that the social role and effects of public relations have been neglected underlines that public relations are handled from a managerial perspective rather than a social perspective. In recent years, attention has been drawn to the need for a society-oriented public relations approach. It has become clear that future professionals need to be trained in accordance with the society-oriented understanding of public relations. This study was planned based on the fact that public relations education assumes an important function in the perception and practice of the profession. The study aims to determine the extent to which the social roles and functions of public relations are reflected in public relations undergraduate education in Türkiye. It has been revealed that the rate of courses on the social role and functions of public relations in the curricula is low at 2.34 percent, and in this direction, the need for a reconsideration of public relations education in Türkiye in this respect has been identified.
Article
Yerel yönetimlerde halkla ilişkiler, halkın siyasete katılım taleplerinin artması ve sivil toplum örgütlerinin taleplerinin çeşitlenmesiyle 1980'lerden itibaren önem kazanmıştır. Halkla ilişkiler, yönetim ile halk arasındaki ilişkiyi geliştiren ve alınan kararların halk üzerindeki etkilerini değerlendiren bir iletişim sürecidir. Yerel yönetimler, özellikle metropollerde kültür kurumlarını koruma ve kültürel değişim taleplerini yönetme rolü üstlenmektedir. Halkla ilişkiler, kültürü biçimlendiren, anlamlar yükleyen ve toplumsal değerleri yansıtan bir disiplin olarak, kültür politikalarının oluşturulmasında aracılık etmektedir. Bu çalışma, halkla ilişkilerin kültür politikaları açısından rolünü ve bir metropol özelinde uygulanma durumunu incelemektedir. Yerel yönetimlerin kültür politikaları ile halkla ilişkiler stratejileri arasındaki ilişkiyi ele alarak, kültür ve sanat organizasyonlarının farklı izleyici kitleleriyle iletişim kurma stratejilerini değerlendirmektedir. Aynı zamanda, halkla ilişkilerin sosyal ve kültürel kalkınma için bir iletişim aracı olarak kullanılmasını incelemektedir. Çalışmada, İzmir Büyükşehir Belediyesi model alınarak, kültür ve iletişim departmanlarıyla yapılan yarı yapılandırılmış mülakatlar yoluyla halkla ilişkilerin kültür politikalarına aracılık etme stratejileri analiz edilmiştir. Sonuç olarak, kültür ve sanat alanında örgütsel ve uygulayıcı düzeydeki aktörlerin halkla ilişkiler araçlarını benimsemesi ve uygun stratejiler belirlemesi gerektiği vurgulanmıştır.
Article
toplumudur. Kaynağı doğal olmayan insan tarafından imal edilmiş(neden olunmuş) belirsizliklere işaret eden bu kavram ile iklim krizi ve buna bağlı doğacak olan ve hayatı derinden etkileyecek çok çeşitli riskleri kapsar. Bu çalışmada iklim krizinin etkilerini azaltmak amacıyla halkla ilişkilerin sosyo-kültürel yaklaşım bağlamında toplumsal değişmeyi sağlayan dönüştürücü rolü üzerine neler yapabiliriz? sorusuna yanıt aranacaktır. Sürdürülebilirlik, iklim krizi ve ortak geleceğimiz arasında halkla ilişkilerle bir ilişki kurmayı denemektir. Çalışmanın amacı; halkla ilişkilerin risk yönetimindeki rolü ve bu konuda halkta farkındalık yaratarak, ikna ederek koruyucu önleyici davranış değişiklikleriyle değişimi dönüşümü bireysel hayatlarımız kadar indirecek iletişim stratejileri üzerine odaklanmaktır. Çalışma literatüre taramasına dayanmaktadır. Risk iletişimi politikalarını oluşturacak olan hükümet, kurumlar gibi makro örgütlerdir. Ancak politikaları uygulamayı hayata geçirecek olan bireylerdir. Bu çalışma risklerin önlenmesinde bireyin dönüşümünü tartışılması açması nedeniyle alanyazına katkı sağlayabilir. Anahtar Kelimeler: Halkla ilişkiler, risk toplumu, sosyo-kültürel yaklaşım, sürdürülebilirlik, Ulrich Beck.
Article
Full-text available
Purpose – The purpose of this paper is to review recent literature on global public relations in order to scrutinize how contemporary transformations are conceptualized in the field, and what this means for the understanding of public. Design/methodology/approach – The authors offer a critical analysis and discussion of recent publications in order to explore the nexus of “public”, “culture” and “global”, questioning whether the increased interest in a specific understanding of culture actually contributes to the field’s ability to deal with complex and transforming publics in a meaningful manner. Findings – The majority of global public relations literature applies redundant understandings of globalization. It attaches prime importance to the concept of culture and contributes little to the understanding of transforming publics. Few scholars acknowledge the limitations of using “culture” for the definition of publics in global contexts. Alternative approaches to understanding “publics” in global public relations research and practice are hardly offered. Research limitations/implications – The findings imply that global public relations research would benefit from abandoning monolithic social science categories and from working transdisciplinary in order to refine its understanding of contemporary societal and social transformations and their implications for the understanding of public and relationship building. Practical implications – The discussion indicates that public relations practitioners could benefit from reorienting their understanding of publics in globalizing societies in order to build and nourish mutually beneficial relationships. The authors apply the insight into contemporary business practices to offer public relations practitioners a starting point for reorientation. Originality/value – The authors contribute to global public relations scholarship with an alternative approach to the understanding of transforming publics which merges the spatial turn and the practice turn known from wider humanities and social science research, and relevant business practices.
Article
Full-text available
O'Connor J. Intermediaries and imaginaries in the cultural and creative industries, Regional Studies. This paper conducts an historical and conceptual review of the idea of 'cultural intermediaries' and sets up a contrast between the cultural and creative industries. It draws on theorizations of 'economic imaginaries' and reconstructs the respective imaginaries of cultural and creative industries. It suggests that the former was organized around the culturalization of the economy and the second around the economization of culture. Nevertheless, there are complicities between them, not least in the contention that a new set of economic developments would redeem the traditional promises of culture.
Article
Power, Diversity and Public Relations addresses the lack of diversity in PR by revealing the ways in which power operates within the occupation to construct archetypal practitioner identities, occupational belonging and exclusion. It explores the ways in which the field is normatively constructed through discourse, and examines how the experiences of practitioners whose ethnicity and class differ from the typical PR background, shape alternative understandings of the occupation and their place within it. The book applies theoretical perspectives ranging from Bourdieuvian and occupational sociology to postcolonial and critical race theory, to a variety of empirical data from the UK PR industry. Diversity emerges as a product of the dialectics between occupational structures, norms and practitioners reactions to those constraints; it follows that improving diversity is best understood as an exercise in democracy, where all practitioner voices are heard, valued, and encompass the potential for change. This insightful text will be essential reading for researchers and students in Public Relations, Communications, Media Studies, Promotional Industries, as well as all scholars interested in the sociology of race and work relations.
Article
This article offers some brief reflections on the emergence and development of critical work in the field of public relations. Thoughts expressed are necessarily subjective and set within the context of teaching and researching in Scotland at the margins of the United Kingdom. The focus is on the relationship between the researcher and the discipline and consideration is given to definitions of critical work in public relations and the challenges that face those working within this paradigm both in research and teaching. (c) 2005 Elsevier Inc. All rights reserved.
Article
The article deals with the current status of public relations (PR) as a scientific discipline which is in the process of breaking up into several subdisciplinary fields of research. It gives an overview of the problematic aspects of the disciplinary developments of PR and crystallizes the main points of the debate. The author criticizes the constant broadening and fragmentation of the field, occupying terrain from neighboring disciplines, and the eclecticism with which PR adopts concepts and theories from other fields without providing substantial theory building of its own. PR is considered a ‘postdisciplinary’ field of research, and the author points toward both the positive and the negative aspects that are associated with this. The conclusion suggests different approaches how to address the status quo.