ChapterPDF Available

Yasin Avcı, "Latin Amerika'da Müslüman Varlığı: Tarihsel Süreç ve Mevcut Durum", İsmail Ermağan (ed.), Dünya Siyasetinde Latin Amerika, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2017, s.s. 407-432.

Authors:
1
LATİN AMERİKA’DA MÜSLÜMAN VARLIĞI: TARİHSEL SÜREÇ ve MEVCUT
DURUM
Yasin AVCI
1
Özet: Doğası gereği evrensel bir düzen ve gerçeklik iddiasını bünyelerinde barındıran dinler
bizatihi bu savları hasebiyle yerel-ulusal-kıtasal sınırları aşan bir niteliktedirler. Başka bir
anlatımla modern dünya özellikle Westphalia Antlaşması’ndan bu yana seküler ve sınır mefhumu
üzerine bina edilmiş bir çerçevedeyse de dinlerin evrensel mahiyetleri bu düzeni aşmaktadır. İşte bu
yüzden örneğin belirli bir etnik veya kültürel paydada buluşan topluluklar yine belirli bir ulus
devlet veya bölgesel coğrafya da yer alsalar da aynı dini mensubiyeti taşıyan insanlara dünya
genelinde rastlamak mümkündür. Tüm bu değerlendirme diğer dinler ile kıyaslandığında İslamiyet
için daha fazla geçerlidir. Öyle ki, İslam’ın örneğin cihat ve tebliğ anlayışları onun yerel-ulusal-
kıtasal sınırları aşmasını kolaylaştırmaktadır. Ancak diğer bölgeler ile kıyaslandığında Latin
Amerika’daki Müslüman popülasyon görece azdır. Tüm bu noktalardan hareketle çalışmanın temel
sorunsalı Latin Amerika’daki Müslüman nüfusun mevcut durumunun retrospektif açıdan ele
alınması üzerine bina edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: İslam, Latin Amerika, Müslüman Toplum, İslamiyet.
EXISTENCE of MUSLIM in LATIN AMERICA: HISTORICAL PROCESS and
CURRENT SITUATION
Abstract: The religions that hold the claim of a universal order and reality according to
their nature beyond the local-national-continental boundaries due to these claims. In other words,
the modern world, especially since the Treaty of Westphalia, is a framework built on the concept of
secularism and border, the universal nature of religions transcends this order. This is why, for
example, while communities that meet in a particular ethnic or cultural pavilion are located in a
particular nation state or regional geography, it is possible to meet people who share the same
religion in worldwide. All these evaluations are more valid for Islam than other religions. Thus, for
example Islam's understandings of jihad and edict facilitates its transcendence of local-national-
continental boundaries. Compared to other regions, however, the Muslim population in Latin
America is relatively small. From all these points, the main problem of study is based on
retrospectively addressing the current situation of the Muslim population in Latin America.
Key Words: Islam, Latin America, Muslim Community, The Islamic Faith.
1
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü,
yasinavci89@gmail.com.
2
GİRİŞ
Dinler doğaları gereği mensuplarına ve hatta tüm insanlığa evrensel ve tek geçerli-gerçek
zen iddiasında bulunmaktadırlar (Musacchio, 2012: 1). Dinlerin bizatihi bu iddiaları ise onların
herhangi bir yerel-ulusal-bölgesel-kıtasal sınıra-sınırlandırmaya bağlı olmamalarını beraberinde
getirmektedir. Başka bir anlatımla, örneğin ortak bir etno-kültürel kimliğe mensup yığınlara belirli
bir ulusal devlet içinde veya bölgesel düzlemde rastlamak mümkün iken (Rejai ve Enloe, 1969:
143) aynı dine mensup insan topluluklarını dünyanın neredeyse her yerinde görmek mümkündür
(Hockey, 2003: 203). Dolayısıyla dinler özellikle 1648 tarihli Westphalia Antlaşması ile tesis
edilmiş olan seküler ve sınır mefhumu üzerine inşa edilmiş modern dünyayı aşan bir mahiyettedirler
(Filho, 2007: 967).
Bu meyanda Westphalia Antlaşması’nın seküler dünyanın inşa anlamında katkısı
antlaşmanın imzasına papalık temsilcilerinin davet edilmemesinden ve Papa’nın da bu antlaşmayı
“kafirlerin işi” olarak betimlemesinden kaynaklanmaktadır (Cussen, 2014: 9-12). Öyle ki o tarihe
kadar devletler arasında imza edilen her antlaşmada hazır bulunarak dünyevi aktin uhrevi olarak
şahitliğini ve gözlemciliğini yapan papalık temsilcileri 30 yıl süren din savaşlarından sonra daha
seküler bir düzen tesis etmek isteyen imzacı devletler tarafından davet edilmemişlerdir (Yücel,
2006: 169-170). Bırakınız antlaşma esnasında hazır bulunmayı dünyevi iktidarları uhrevi iktidar
adına tescil eden ve hatta onlara taç giydiren papa ise bu duruma antlaşmayı “kafirlerin bir işi”
olarak betimleyerek karşılık vermiştir (Philpott, 2000: 244).
Yine Westphalia Antlaşması ile sınır mefhumu önem kazanmaya başlamış ve sınırla ilintili
olan egemenlik ve egemen eşitlik ilkeleri Antlaşma’da yer almıştır. Böylelikle sınırları belirli bir
alan içerisinde egemenlik tesisi devletlerin varlıkları için önem kazanmaya başlarken aysınırlar
içinde yaşayan insan toplulukları da hem psikolojik aidiyetliklerle hem de devletin zor unsurlarıyla
beraber yaşama temayülü göstermeye başlamışlardır (Şener, 2014: 59-60). Devletler arasında sınır
mefhumunun kurucu bir unsur olarak öne çıkmasıyla birlikte de yığınların mobilizasyonu sınırları
dahilinde tek egemen güç olan devlet otoritesinin kontrolü altına girmiştir (Bartelson, 2006: 468).
Dolayısıyla Westphalia Antlaşması’nın dinlerin uluslararası politikadaki varlıkları özelinde
iki temel değişikliği beraberinde getirdiği iddia edilebilmektedir. İlk olarak bu antlaşmayla birlikte
dinler ve dini fenomenler devletler arası ilişkileri düzenleyen bir parametre olmaktan dışlanmaya
çalışılmıştır. Ancak sistemsel düzenlemenin bu konuda başarı sağladığını ileri sürmek mümkün
değildir. Zira dinler örneğin, gerek mensubu olan devlet karar alıcıları ve dini motivasyonla kurulan
uluslararası birimler vasıtasıyla gerekse de retorik açıdan uluslararası ilişkilerin bağımsız bir
3
değişkeni olmaya devam etmişlerdir (Yihua, 2012: 21). Hatta özellikle Soğuk Savaş sonrası
dönemde yeni uluslararası ilişkilerin çerçevesini çizmeye çalışan düşünürlerin kuramlarında bile
dini referansları sıklıkla görmek mümkündür (Huntington, 1993: 22-49).
İkinci olarak –ki çalışmanın konusu makro olarak bu kapsama girmektedir- Westphalia
Antlaşması ile tesis edilen düzen etno-kültürel olarak insan topluluklarını belirli ulusal aidiyetle
belirli ulusal sınıra hapsetse de ay dine mensup insan toplulukları hem ulusal düzleme
sığmamaktadırlar hem de bu insanlar belirli bir sınıra dayalı psikolojik birlikteliği aşarak evrensel
bir paydaşlık kurmaktadırlar. Başka bir anlatımla ortak dini paydaşlık Westphalia ile tesis edilen
sınır temelli ve kontrollü mobilizasyonu aşmaktadır ve bu durumun en temel göstergesi aynı dine
mensup yığınlara neredeyse dünyanın her yerinde rastlanılmasıdır. Yine Westphalia ile
kurumsallaşan fiziksel sınırların aynı sınır içindeki yığınlar nezdinde yarattığı psikolojik birliktelik
aksine dini paydaşlık bütün psikolojik sınırları ve aidiyetlikleri aşarak evrensel bir nitelik
kazanmaktadır.
Evrensellik iddiasıyla bütün insanlara ve bütün zamanlara yönelik olduğu iddiasını taşıyan
neredeyse bütün dinler için geçerli olan tüm bu ön kabuller İslam ve Müslüman topluluklar için
daha muteberdir. Zira örneğin İslam’daki cihat ve tebliğ anlayışı onun yerel-ulusal-bölgesel sınırları
hem fiziksel hem de psikolojik olarak aşımını daha da kolaylaştırmıştır (Roy, 2004). Ancak
belirtmek gerekir ki İslam’ın sınır aşan küresel yayılımını ivmelendiren unsurları her dönemde ortak
olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bu çerçevede İslamiyet’in ilk ortaya çıkışından yayılımının
görece yavaşladığı döneme kadar onun sınır aşan bu hareketini ivmelendiren temel unsurlar temelde
cihat ve tebliğ anlayışları olmuştur. Bunlardan cihat Müslümanların kafire karşı yürüttüğü savaşı
nitelendirirken tebliğ ise kitlelere savaş dışı yumuşak unsurlarla İslam’ın bildirilmesi anlamına
gelmektedir (Taslaman, 2014: 40).
İslam’ın yayılımının “artarak arttığı” bu dönemde onun küresel cazibesini kitleler nezdinde
önceleyen bir diğer unsur da Müslüman dünyanın bilimde, sanatta, tıpta, matematikte, felsefede ve
diğer birçok alanda medeniyetsel ilerlemenin öncülüğünü yapmasıdır (Atay, 1989: 116-117).
Dolayısıyla bu süre zarfında İslam’ın sınır aşan yayılımı zor ve yumuşak unsurlar vasıtasıyla ve
ilerici bir şekilde gerçekleşmiştir. Ancak İslam’ın medeniyetsel duraklama ve geri çekilme
döneminde sınır aşan bu yayılım gerici ve korumacı bir hal almıştır. Zira bu aralıkta İslam,
mensupları vasıtasıyla cihat ve tebliğ anlayışını sürdürse de genel eğilim diğer medeniyetlerin karşı
yayılımına refleksif tepkiler vererek kendi mevcudiyetini korumak olmuştur (Kurt, 2008: 39). İlerici
yayılımdan korumacı reflekse bir kere geçildikten sonra ise İslam psikolojik üstünlüğünü kendi
mensupları nezdinde de kaybetmeye başlamıştır. Bununla birlikte diğer medeniyetlerin cazibe
4
merkezi haline gelmeye başlamasıyla birlikte de Müslüman toplulukların bahse konu medeniyet
coğrafyalarına göçleri artmıştır. Yine bu dönemde İslam coğrafyasının sömürülmeye başlaması
Müslüman toplulukların esir ticaretine konu olmalarını ve sınır aşan coğrafyalara zorla
hareketlenmelerini de beraberinde getirmiştir (Hizmetli, 1991: 189-225).
Görüldüğü üzere doğuşundan itibaren İslam bölgesel bir izolasyonizm temayülünü
benimsememiştir. Başka bir anlatımla diğer dinler gibi İslam’ın da evrensellik iddiasını bünyesinde
barındırması ve bu muhteviyatın onu küresel yayılım motivasyonu ile güdülemesi dünyanın
neredeyse her coğrafyasında İslam’a ve Müslüman topluluklara rastlanılmasını mümkün kılmıştır.
Öyle ki 1950’de dünya üzerindeki Müslüman popülasyonun dünya nüfusuna oranı %17 iken, 2020
yılından bu oranın %26’ya çıkması beklenmektedir (Pew Research Center, 2009). Bu çerçevede
İslam’ın küresel yayılımını temelde iki eksenel araçla birlikte değerlendirmek mümkündür: Barışçıl
araçlar ve zor unsurları. Bunlardan örneğin göç, din değiştirme, demokratik yollarla politik iktidarın
ele geçirilmesi ve tebliğ barışçıl araçlar arasında sayılabilmekte iken, cihadist savaş zor unsurları
arasında yer almaktadır (Haghnavaz, 2013: 214).
Bu arada bahse konu barışçıl ve zor araçlar ayrımındaki birkaç hususu belirtmek
gerekmektedir. İlk olarak İslam’ın yayılımı noktasında hangi tipolojinin kullanılacağı büyük ölçüde
İslam’ın konjonktürel etki kapasitesine bağlı bir durumdur. Başka bir anlatımla İslam küresel
düzlemde örneğin medeniyetin bir cazibe merkezi olacak şekilde bilimde, sanatta, tıpta, felsefede
vb. ileri konumdayken salt zora dayalı bir yayılım benimsenmemiştir. Buna mukabil tercih edilen
yol yumuşak güç unsurlarının başarısız olduğu veya başından başarısız olunacağı kanaatine
varıldığı coğrafyalarda zorun araçsallaştırılmasıdır. İkinci ve ilk tespitle ilintili olarak bahse konu
bu tipolojik araçların ayrı ayrı ve tek olarak dönemlere tamamen hâkim olduğunu ileri sürmek
mümkün değildir. Dolayısıyla ve pekâlâ barışçıl yayılım araçlarının muteber olduğu dönemlerde
zora dayalı araçların da kullanıldığını görmek -veya vice versa- mümkündür.
Üçüncü olarak hangi tip araçların kullanılacağı salt İslam’ın küresel pozisyonuna bağlı
olmadığı için diğer medeniyetlerin mevcut durumları ve bir bütün olarak dünya sistemine yerleşik
mekanizmalar da bu seçimde etkilidirler. Bu çerçevede örneğin İslam’ın yayılımının görece
durgunlaştığı veya gerilediği yani diğer medeniyetsel ilerlemelerin yoğunlaştığı dönemlerde barışçıl
araçlar geri plana itilirken refleksif zor araçları kullanılmıştır. Bununla birlikte sistemsel
mekanizmaların örneğin Batı’lı medeniyetlerce işlerlik kazandığı dönemlerde ise İslam zor dışı
unsurları belirli kısıtlar altında kullanabilirken sistemin mekanizmalarını zorlamaya çalışılan
unsurları da araçsallaştırmıştır. Bu minvalde zor kullanımının meşru bir yol sayılmadığı günümüz
5
sisteminde devlet destekli ve İslami temayüllü cihatçı terörist örgütlerin diğer medeniyetlere
yönelik saldırıları bu kapsamda değerlendirilebilir.
Dördüncü ve son olarak İslam’ın küresel yayılımında ne zora ne barışçıl araçlara uymayan
ve temelinde yayılım güdüsü olmayan zoraki-zorunlu dağılım tipolojisi de bulunmaktadır. Başka bir
anlatımla İslam’ın küresel yayılımında mensuplarının zorunlu-zoraki durumlar hasebiyle farklı
coğrafyalarda yer aldıkları durumlar da söz konusudur. Hatta denilebilir ki İslam’ın özellikle kendi
mensupları nezdindeki psikolojik üstünlüğün duraklamaya başlamasından ve Müslümanlar farklı
medeniyetlerin cazibe merkezlerine örneğin savaş, kıtlık, ekonomik sıkıntılar, daha iyi yaşam
şartları gibi sebeplerden ötürü mobilize olmalarından itibaren bu tipolojinin de etkinliğinin arttığını
ileri sürmek mümkündür. Öyle ki bahse konu bu tipoloji örneğin günümüzde Latin Amerika kıtası
özelinde geçerlidir.
İslam’ın ve onun mensubu Müslüman toplulukların dönemsel olarak farklılaşan
motivasyonlarla sınır aşan yayılımları neticesinde ise dünya üzerindeki her coğrafya da İslamiyet’e
ve onun mensuplarına rastlamak mümkün hale gelmiştir. Ancak diğer bölgeler ile kıyaslandığında
Latin Amerika bölgesindeki Müslüman nüfusun görece az olduğu görülmektedir. İşte tüm bu
noktalardan hareketle çalışmanın temel sorunsalları da açığa çıkmaktadır: i) İslam’ın ve Müslüman
topluluğun Latin Amerika’daki mevcudiyetinin temel motivasyonları nelerdir? ii) Latin
Amerika’daki Müslüman topluluğun mevcut durumu sosyo-politik ve ekonomik olarak nasıl
betimlenebilir? Bu çerçevede çalışma temelde iki ana bölümden oluşmaktadır. İslamiyet’in ve
slüman topluluğun Latin Amerika’da yayılımının retrospektif açıdan ele alınması çalışmanın
birinci bölümünün konusunu oluştururken, bahse konu Müslüman topluluğun Latin Amerika’daki
mevcut analizi ikinci bölümün konusunu teşkil etmektedir.
1. TARİHSEL AÇIDAN MÜSLÜMAN TOPLULUĞUN LATİN AMERİKA’DA
VARLIĞI
Vurgulanan zor-barışçıl araçlarla ve zorunlu-zoraki dağılımlar hasebiyle günümüzde
Müslüman topluluğa dünyanın neredeyse her coğrafyasında rastlamak mümkündür. Ancak İslam’ın
medeniyetsel cazibe merkezi olmaktan çıkmaya başlaması ve İslam’ın diğer medeniyetsel
sıçramalara karşı refleksif tepkilere dayanması akabinde İslam’ın küresel yayılımı yük ölçüde
zora dayalı araçları dışlamıştır. Ancak yine de cihadist terör örgütlerinin diğer medeniyetlere ve
hatta Müslüman dünya içerisindeki farklı mezheplere yönelik saldırıları günümüzde de varlığını
sürdürmektedir (Ergül, 2015: 324). Genele bakıldığında istisna olarak adlandırılabilecek olan bu
durum aslında İslam’ın mensupları için bir realitenin fark edilmesiyle ilintilidir: Zira eğer bütün
6
dünyanın Dar-ül İslam olması hedefleniyorsa bunun yalnızca zora dayalı araçlarla edinilmesi
mümkün değildir. En azından insanlık tarihi yer kürenin bütün coğrafyalarının tek bir merkez
tarafından fethedilemeyeceğini göstermiştir.
Ancak İslam’ın yayılımı noktasında zor araçları dışlansa da özellikle 11 Eylül 2001
tarihinde ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a yapılan terörist saldırılar İslam’ın
doğduğu coğrafyanın dışında yaşayan Müslüman toplulukların neredeyse işgalci olarak
görülmelerini beraberinde getirecek bir hava yaratmıştır (Allen, 2010: 14). Bu tarihten sonra ABD
Başkanı oğul Bush’un teröre karşı savaşı için Haçlı Seferi benzetmesini kullanması (Pena, 2003:
15), Avrupa’da yükselmeye başlayan İslamofobi ve aşırı spartiler (Kallis, 2015: 28) ve nihayet
günümüzde ABD Başkanı Trump’un Müslüman göçmenlere karşı takındığı ırkçı tavır bu sürecin en
sarih tecessümüdürler (Aktaş, 2014: 32). Böylesi bir durum ise yalnızca Avrupa ve Kuzey
Amerika’ya özgü bir durum değildir ve çalışmanın da konusu olan Latin Amerika özelinde
bakıldığında burada yaşayan Müslüman toplulukların kendilerine bir ev bulduklarını kavramak
konusunda bahse konu kıtanın düşünürleri de zorluk yaşamaktadırlar.
İşte bu sebeple Latin Amerika’nın İslam ve Müslümanlarla tanışıklığının retrospektif bir
açıdan ele alınması bölge nezdinde yapılan aşırı İslam karşıtı ve aşırı İslam yanlısı tarih okumasını
aşmak için önemlidir. Hatta Avrupalı ve Kuzey Amerikalı düşünürlerin bahse konu kıtalar dışında
örneğin Latin Amerika’daki Müslüman varlığı konusunda yeterli bilgiye sahip olmamaları da göz
önüne alındığında kıtanın İslam’la olan tanışıklığının irdelenmesi meselesi daha fazla öncelik
kazanmaktadır. Şüphesiz bu ilgi ve bilgi eksikliğinin bir sebebi de Avrupa ile kıyaslandığında Latin
Amerika’daki Müslüman popülasyonun az olmasıdır (Pew Research Center, 2011). Bununla birlikte
çalışma kapsamında verilecek birkaç örnek dışında Avrupalı akademisyenlerin İslam’a olan
ilgilerinin artmasını sağlayan örneğin terör saldırıları gibi gelişmeler Latin Amerika kıtasında
oldukça az yaşanmıştır (Sullivan ve Beittel, 2016: 1). Son olarak Latin Amerika’daki Müslüman
topluluğun Avrupa’ya kıyasla bulunduğu kıtanın halkı tarafından bir sorun olarak görülmesi
durumu daha az yaşandığı için kıtadaki Müslüman varlığına ilişkin çalışmaların sıklığı da bundan
etkilenmiştir (Inglehart ve Norris, 2009: 8). Zira düşünürler çalışmalarını içinde bulundukları
toplumun öne çıkan meselelerini önceleyerek yapmaktadırlar.
Vurgulanan tüm bu noktalardan sonra belirtmek gerekir ki Latin Amerika’nın İslam ile
tanışmasının tarihselliği noktasında literatürde bir oydaşmanın sağlandığını ileri sürmek mümkün
değildir. Zira örneğin Latin Amerika Müslümanlarının kıtaya gelişi takribi 10. yüzyıla kadar geri
götürülebilirse de Müslüman göçmenlerin ekseriyeti kıtadaki varlıklarını 20. yüzyıla
dayandırmaktadırlar. Bahse konu tarihsel karmaşasının sebeplerini sıralamak gerekirse ilk olarak
7
kıtanın İslam ile tanışması gerçekten de köklü bir geçmişe sahiptir. Ancak günümüzde Latin
Amerika’da bulunan Müslüman göçmenlerin jenerasyonları ekseriyetle 20. yüzyıla dayanmaktadır
(Peek, 2005: 216). Dolayısıyla tarihsel durum ile mevcut durum arasındaki jenerasyon farkı kıtaya
yönelik ilk Müslüman göçlerinin tespit edilmesini zorlaştırmaktadır. İkinci olarak Müslümanların
kıtaya gelişi çalışmada da vurgulanacağı üzere bir dönemde özellikle İspanya hegemonyasıyla
mücadele şeklinde gerçekleşmiştir (Özdemir, 1996). Dolayısıyla İspanya’nın kıtayı
“Müslümanlardan temizleme” misyonu çerçevesinde kıtadaki Hristiyanlığın varlığını tarihsel
kayıtlarla da sağlamlaştıracak verileri koruması ve fakat Müslümanlar’a ait olanları tahrip etmesi
bahse konu tarihsel karmaşaya sebebiyet vermiştir (Cruz, 2014: 17).
Öyle ki İspanyollar Müslümanların yeni dünyada herhangi bir izlerinin olmasını
istememişler ve bütün hukuk düzenlemelerini Müslümanların yayılımına direniş ekseninde dizayn
etmişlerdir. Müslümanların kıtaya gelişini engelleyen bu düzenlemelere rağmen Müslümanlar yeni
dünyaya illegal yollarla girmeye devam etmişlerdir. Kıtaya yönelik Müslümanların illegal girişleri o
kadar yaygın hale gelmiştir ki kraliçenin verdiği lisansla Müslümanların yeni dünyaya girişlerine
kısıtlı da olsa izin verilmek zorunda kalınmıştır. Bu karardan itibaren yeni dünyaya ilişkin Yahudi
ve Müslüman göçü artsa da 1539’da Kuzey Afrika’da Müslümanlar ile İspanyollar açık bir
mücadele içine girdiklerinde bu göçler 5. Charles tarafından engellenerek var olan Müslümanlar da
kıta dışına sürülmeye başlanmıştır (Bazan, 1966, 175-176).
Bu noktada Müslümanlar ile Katolik İspanyollar arasında bahsi geçen mücadele milattan
sonra 711 yılında yaşanmıştır. Afrika kıtasından gelen Moors’lar İber Yarımadası’nın işgal etmişler
ve bu mücadele yaklaşık 900 yıl sürmüştür. Yaşanan ve bir tarafın tam hakimiyetiyle
sonuçlanmayan bu mücadelede taraflar arası üstünlük sıklıkla yer değiştirmiştir. Böylesi bir durum
ise yani bir tarafın diğer tarafa tam hâkim olamaması ve üstünlüğün sıklıkla el değiştirmesi özellikle
toprağa dayalı mülkiyet haklarında ve kültürel yaklaşımların korunması konusunda karşıklı
anlayışın gelişmesini sağlamıştır. Öyle ki Müslümanların üstün olduğu dönemlerde Katolik
Hristiyanlar bahse konu alanlarda mevcut pozisyonlarını korumuşlar ve aynı şekilde Katolik
Hristiyanlar üstün olduğunda da Müslümanlar bu alanlarda serbestiye sahip olmuşlardır. Bununla
birlikte oldukça uzun olarak nitelendirilebilecek bu 900 yıllık süre zarfında taraflar p, sanat,
mimari, felsefe, matematik ve dil gibi konularda kısmen ortak bir paydada buluşmuşlardır. Hatta bu
sürenin son yüzyılında taraflar arasında evlilik münasebetleri artmaya başlamıştır. Ancak 1469
yılında Ferdinand ve Isabel’in saf Katolikliği kıtada hâkim kılmak noktasında birleşmeleri akabinde
1492 tarihli Granada Savaşı vuku bulmuş ve bu savaş İspanyolların galibiyeti ve Moors’ların
8
katledilmeleriyle sonuçlanmıştır. Zira Moors’lar din değiştirmeyi kabul etmemişlerdir (Sills ve
Baggett, 2011: 35).
Ancak bazı tarihçilere göre Müslümanların Latin Amerika’daki varlıklarının kökeni
İspanyollar ile mücadeleden önceye ve hatta Portekiz ve İspanyol denizcilerin Amerika kıtasını
keşfetmelerine kadar dayanmaktadır. Hatta Latin Amerika’nın keşfedilmesinin tarihsel arka
planında 1492’de İsabel ve Ferdinand’In İber yarımadasında Hristiyanlığı başarıya ulaştırdıkları
Müslümanlar ile savaşın yattığı ileri sürülmektedir (Helps, 1856: 177-199). Benzer şekilde aynı
dönemde kuzey Afrikada İspanyollar ve Müslüman Türkler arasında yaşanan savaşın Latin
Amerika’nın keşfinde önemli bir yeri olduğu iddia edilmektedir. Buna göre kıtayı keşfe giden
askerlerin daha sonra İspanya veya Afrika’da Müslümanlar ile olan savaşa katıldıkları açıktır
(Türkçelik, 2003: 71-96). Yine çoğu kâşifin yeni kıtayı keşfettiklerinde Müslüman topraklarını
fethetmek ve Müslümanları yenmek şeklinde bir güdülenmeye sahip oldukları düşünülmektedir. Bu
kaşifler kendilerini haçlıların devamı olan ve amaçları Müslümanları yenmek olan dini bir savaşın
parçası olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla böylesi bir güdülenme kaşiflerin yeni topraklara
geldiklerinde Müslüman dünyanın topraklarına geldiklerini ve buraların İspanya hakimiyetine
girmesi gerektiğini düşünmelerini beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte bazı kaşifler keşfettikleri
toprakların yerlilerinin ritüellerini kuzey Afrika’daki ve Avrupa’daki Müslümanların dini
ritüellerine benzetmişlerdir. Yine yerlilerin tapınaklarını camilere ve Arap mescitlerine benzetmişler
ve hatta yerlileri “Turco” (Türk) olarak bile betimlemişlerdir (Cook, 2007: 1-4). Öz bir şekilde
belirtmek gerekirse kaşiflerin yeni kıtaya yönelik tutumları Müslümanlarla olan deneyimlerinden
etkilenmiştir (Abd-Allah, 2010: 1).
Dolayısıyla özellikle İslam tarihçilerine göre yeni dünyanın keşfedilmesinde Müslüman
kaşifler önemli rol oynamışlardır. Fakat bu konuda kesin bir kayıttan bahsetmek mümkün
olmamakla birlikte güney Amerika sahillerinde bulunan Arap paralarının tarihi M.S. 800 yılına
dayanmaktadır. Yine Vasco da Gama'nın ünlü Müslüman astronomist Ahmad B. Majid’e danıştığı
iddialar arasındadır. Piri Reis’e ait olan Batı yarıküre haritasının 1929 yılında bulunması da İslam
tarihçilerinin iddialarını güçlendirmektedir. Zira Piri Reis’in gerçeğine oldukça yakın olan bu çizimi
onun ilk elden bu coğrafyaları gözlemlediğini göstermektedir. Son olarak İspanyol ve Portekizli
kaşiflere Müslüman denizciler olan Moriscosların liderlik ettikleri, Amerika’yı ilk gören
Hristiyanlar’ın anayurtlarına Müslüman olarak dönmeleri kıtanın keşfedilmesiyle birlikte İslam ile
tanışık olmaya başladığının göstergeleridirler. Bu meyanda Rodrigo de Triana ve Rodrigo de Lepe
gibi Hristiyan kaşiflerin anayurtlarına Müslüman olarak dönmelerinin sebebi ne Columbus’un ne de
kralın kendilerine hak ettikleri ganimet oranını vermemeleridir (Cook, 2007: 1-4).
9
Ancak konu özelinde çalışma yapan ve 10. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında orta bir nokta bulan
akademisyenlere göre kıtaya yönelik Müslüman göçünde üç tarihsel kırılma mevcuttur. Buna göre
kıtaya yönelik ilk Müslüman göçü dalgası 16. yüzyılda gerçekleşmiştir. İspanyol ve Portekiz
orduları vasıtasıyla kıtaya gelen bu ilk Müslüman topluluk menşeini İspanyol ve Portekiz
sömürgelerinden almaktadır. Başka bir anlatımla bahse konu devletlerin sömürgeleri altında
bulunan Müslüman topluluklardan savaşması için toplanan Müslümanlar kıtaya gelen ilk
Müslümanlardır. Ancak İspanya ve Portekiz mürge orduları altında kıtaya gelen Müslümanlar
ekseriyetle İslam ile olan bağlarını reddetmek zorunda kalmışlar ve görece daha az sayıda olan ve
Moriscos olarak adlandırılan Müslümanlar İslami inançlarını gizlice sürdürmüşlerdir. Fakat yine de
bu az sayıdaki Moriscos’un kıtadan izlerinin silinmesi de Katolik Engizisyon Mahkemeleri
marifetiyle gerçekleşmiştir (Dadson, 2011).
Latin Amerika’daki Müslüman varlığına dair ikinci tarihsel kırılma 16. yüzyılın sonu ile 17.
yüzyılın başı arasındadır. Bu çerçevede kıtaya gelen Müslümanların ise ekseriyeti Afrika
kökenlidir. Bahse konu tarihsel aralığın Afrika kıtasının sömürülmesinin yoğunlaştığı bir dönem
olduğu hatırlanırsa bu çerçevede kıtaya gelen Müslümanların köle olarak kıtaya adım attıkları
anlaşılabilmektedir (Madrigal, 2006: 3-4). Zira bu dönem aynı zamanda tedricen gelişmeye
başlayan kapitalizmin ilksel ve ilkel birikim sürecine tekabül etmektedir (Perelman, 2000: 254-
280). Ancak sömürgeciler kıtaya ithal ettikleri köleler ile aslında kıtaya yeni bir din de ithal
etmişlerdir. Bu meyanda bahse konu Müslüman kölelerin de dini ritüellerini özgür ve rahat bir
şekilde gerçekleştirdiklerini ileri sürmek mümkün değildir ve ekseriyetle politik ve pratik baskı
altında ve gizli olarak İslam’a olan bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Bu ikinci tarihsel kırılma
neticesinde kıtada yaşanan diğer önemli gelişmeler de 1758 yılında Müslümanların liderlik ettiği bir
ordunun Haiti'de isyan başlatmaları (Diouf, 2013: 159-210) ve yine 1830’da Müslümanların
Brezilya'da kısa ömürlü bir İslam devleti kurmalarıdır (Farid, 1998). Sıralanan bu gelişmeler
Müslüman popülasyonun kıtada tedricen artan politik gücünü göstermesi bakımından önemlidir.
Kıtaya yönelik Müslüman göçü noktasında bir diğer önemli tarih de 1830’lu yıllardır. Bahse
konu tarihsel aralıkta göç eden Müslümanların menşei ise çoğunlukla Asya kıtasıdır. Asya’dan
kıtaya gelen Müslümanlar ise genellikle sözleşmeli işçiler olarak Latin Amerika’ya gelmişlerdir
(Leonard, 2004: 3). Bununla birlikte 19. yüzyılın sonlarına doğru önce Suriyeli akabinde de
Lübnanlı Müslümanlar da yasal göçmenler olarak bölgeye gelmeye başlamışlardır. Bu meyanda
Suriyeli Müslümanların kıtaya yönelik göçleri 1880’den 1955 yılına kadar devam etmiştir. Arap
Ortadoğu’sundan Latin Amerika’ya yönelik göçlerin arttığı bu dönemde menşei Suriye, Lübnan ve
Filistin olan Müslümanlar Buenos Aires, Sao Paulo, Rie De Janeiro ve Santiago De Chile’ye
10
yerleşmişlerdir (Balloffet, 2016: 10-12). 20. yüzyılın ilk dönemlerine kadar olan süreçte Latin
Amerika’ya yönelik Müslüman göçmen hareketlerine bakıldığında ise birtakım hususları belirtmek
gerekmektedir.
İlk olarak bahse konu göçler temelde 3 ayrı tarihteki 3 ayrı göç dalgası şeklinde cereyan etse
de her birinde İslam medeniyetinin küresel cazibesini kaybettiği koşullar etkili olmuştur. Zira
Müslümanların kıtaya göçleri sömürge ordularına katılım, kölelik ve sözleşmeli işçi statüsü gibi
dışsal ve zorunlu unsurlarla gerçekleşmiştir. Bunlardan sömürge ordularına katılım ve kölelikteki
dışsal zorlama açık iken sözleşmeli işçi statüsündeki zorlamayı açmak gerekmektedir. Çünkü bahse
konu hareketlenmenin temelinde karşılıklı anlaşma bulunsa da Müslüman kitleleri bu kapsamda
Latin Amerika’ya yönelten ana yurtlarında yaşadıkları ve onları göçe zorlayan iktisadi koşullardır.
İkinci olarak 3 dalga şeklinde gerçekleşen göç hareketi göz önüne alındığında Latin Amerika’nın
örneğin ABD ve Avrupa gibi yoğun ve kitlesel Müslüman göçmen deneyimini yaşamadığı da
ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir durum ise diğer kıtalar ile yaslandığında günümüzdeki Latin
Amerika Müslümanlarının sayısının görece azlığında ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte Müslüman toplulukların Latin Amerika’ya yönelik göçünün tarihini ve
mahiyetini tüm kıta devletleri nezdinde yeknesak olarak değerlendirmek mümkün değildir. Örneğin
Arjantin’e yönelik ilk Müslüman göçü dalgası 1880-1955 yılları arasındadır. Göç eden
Müslümanların menşei ise ekseriyetle Suriye ve Lübnan’dır. Halihazırda Arjantin’in en fazla göç
alan şehirlerinden olan Buenos Aires’te en büyük üçüncü etnik grup Suriyeli ve Lübnanlılardan
oluşmaktadır. Ancak Suriyeli ve Lübnanlı göçmenlerin hepsini Müslüman olarak değerlendirmek
mümkün değildir ve zaten Arjantin’e ilk olarak göçenler dinsel baskı, politik karmaşa ve ekonomik
sıkıntılar hasebiyle güdülenen Ortodoks veya Katolik Hristiyanlardır. Bunları dürziler, aleviler ve
Müslümanlar takip etmişlerdir. Arjantin’in Müslüman göçü anlamındaki bu öncelikli konumu
ülkeye göç eden Müslümanların birliktelik tesis etme hızlarını da etkilemiştir. Öyle ki Arjantin’de
ilk İslami dernek 1917’de Buenos Aires’de kurulmuştur. Bununla birlikte Güney Amerika’daki en
büyük cami yine aynı şehirde ve kendi ailesi de Suriyeli Müslüman göçmen olan dönemin devlet
başkanı Carlos Menem’in yoğun katkılarıyla 2000 yılında inşa edilmiştir (Lofaso, 2016: 1-4).
Bir diğer örnek Arjantin ile benzer göçmen tecrübesine sahip olan ve Latin Amerika
özelinde en fazla Afrikalı göçmeni barındıran Brezilya’dır. Ancak Afrika dışındaki en fazla Afrika
kökenli insanın yaşadığı yer olan Brezilya’da Afrikalı göçmenler yeni bir fenomen değildir. Zira
menşei Guinea olan ilk Afrikalı köleler 1538 yılında Brezilya’ya ulaşmışlardır ve bakıldığında 16.
yüzyılın sonlarına doğru Brezilya’daki Afrikalı sayısı 20000’den fazladır. Bunu ilerleyen yıllarda
Senegal, Gambiya ve Angola menşeli Afrikalı köleler izlemişlerdir. 1822 yılı itibariyle Brezilya
11
nüfusunun üçte ikisinden fazlasını renkli olarak tabir edilen insanlar oluştururken günümüzde
Brezilya nüfusunun yüzde 30 veya 40’ı Afrika kökenlilerden oluşmaktadır. Brezilya’daki Afrika
kökenlilerin çoğu menşei Hausa, Mandinga, Fula ve Nago olan Müslümanlardır. Tarihsel süreç
irdelendiğinde Brezilya’nın Müslümanlarla ilk tanışması 8. veya 9. yüzyıla kadar
götürülebilmektedir ve ilk gelenler arasında bulunan entelektüeller ile din adamları buralarda
okuma yazma oranının artmasına yardımcı olmuşlardır. Bununla birlikte Brezilya’da kölelerin
yaşam şartları tedricen iyileşmeye başlamış ve bu durum asimilasyonun yavaşlaması ve Brezilya’ya
her gelen Müslüman’ın bölgedeki İslam’ın varlığını güçlendirici etki yapmasını beraberinde
getirmiştir. Bununla birlikte Latin Amerika’ya yönelik Müslüman göçünün tarihsel olarak üçüncü
kırılma noktasında Brezilya Arjantin ile benzer bir deneyimi yaşayarak özellikle 19. yüzyılın sonları
ve 20. yüzyılın ortalarına kadar Suriye, Lübnan ve Filistin menşei göçmenlerin yerleşkesi olmaya
başlamıştır. Hatta Arjantin’e yönelik Arap göçü zaman zaman dursa da Brezilya’ya olan göç
yavaşlamakla birlikte durmamıştır. Bu göçler ile Müslüman göçmen nüfusun Sao Paulo, Rio de
Janiero ve Tres Fronteras şehirlerinde yoğunlaştığı Brezilya’da Müslümanlar ilk derneklerini 1929
yılında kurmuşlardır ve diğer bir Müslüman dernek için 1970’li yıllara kadar beklemek gerekmiştir.
Nihayet Brezilya’daki ilk cami 6 yıllık bir çalışmanın akabinde 1987’de ve Foz de Iguazu’da
açılmıştır (Dias, 2011: 1-4).
20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar devam eden süreç irdelendiğinde ise
Müslümanların Latin Amerika’ya yönelik göçlerinin temelinde iktisadi koşullarını düzeltecek
fırsatlarına erişme güdüsünün yattığı görülecektir. Dolayısıyla ve özellikle günümüzde Latin
Amerika’ya göç eden Müslümanların ekseriyeti gençlerden müteşekkildir. İş fırsatlarını elde etmek
amacıyla kıtaya göç eden Müslümanların menşei ise büyük ölçüde Batı Afrika’dır (Kent, 2007). Bu
göç hareketinde Batı Afrikalı göçmenleri sayıca ön plana çıkaran ise Batı Afrika ile Latin
Amerika’nın coğrafi olarak birbirlerine yakın konumlanmalarıdır. Bununla birlikte ve günümüz
şartları göz önüne alındığında dünyanın neredeyse bütün coğrafyalarında yaşanılabilirlik şartları
geçmişe nazaran iyileşse de Afrika kıtasındaki yaşam şartlarının geçmişe nazaran daha az bir
iyileşme göstermesi bu devinim de etkili olmuştur (Sahn ve Younger, 2009). Bu meyanda Batı
Afrikalı Müslüman göçmenler Latin Amerika’ya hareketleri noktasında oldukça tehlikeli deniz
yolculuklarıyla ve illegal yöntemlerle özellikle Arjantin ve Brezilya yılarına ulaşmaya
çalışmaktadırlar.
Özellikle Batı Afrika’dan göç eden Müslümanların profili incelendiğinde dikkat edilmesi
gereken bir diğer husus da bunların ülkelerinde yaşanan iç savaşlardan kaçarak daha iyi bir yaşam
ümidini taşıyan kimselerden müteşekkil oluşudur. Dolayısıyla Afrika kıtasının politik
12
istikrarsızlıklarla dolu günlük yaşamı da bahse konu göç hareketini ivmelendiren ve yoğunlaştıran
hususlardandır (Ong’ayo, 2008: 4-8). Nihayet Latin Amerika ülkelerinin örneğin Avrupa ülkeleri ile
kıyaslandığında daha gevşek bir göçmenlik yasasına sahip olması Müslüman göçmenlerin kıtaya
yönelik hareketlerini kolaylaştırıcı bir etki yapmıştır. Zira daha önce de vurgulandığı üzere Avrupalı
devletlerin örneğin terörist saldırılar hasebiyle Müslüman göçmenlere yönelik sıkılaştırdıkları
göçmenlik yasalarının ve kontrollerinin benzerlerine yine terörist saldırılar gibi gelişmelere daha az
tanık olunan Latin Amerika ülkelerinde rastlamak mümkün değildir (Cantor vd., 2015: 1-4). Son
olarak belirtmek gerekir ki Latin Amerika’ya yönelik Afrika ve Ortadoğu menşeli göçlerin hepsini
Müslüman göçü olarak nitelendirmek mümkün değildir. Zira bu göçler arasında diğer dinlere
mensup insanların da kıtaya yönelik hareketlenmeleri söz konusudur.
Tüm bu tarihsel süreç Latin Amerika Müslümanları nezdinde birkaç önemli noktayı ön
plana çıkarmaktadır. İlk olarak üzerinde oydaşma sağlanmasa da kıtadaki Müslüman varlığı erken
dönemlere kadar geri götürülebilmektedir. Dolayısıyla Müslüman topluluğun Latin Amerika’da
zengin ve köklü bir geçmişi bulunmaktadır. İkinci olarak İslam’ın ve Müslümanların vurgulanan
yayılım tarihi irdelendiğinde İslam medeniyetinin diğer medeniyetlere nazaran gücünün görece
zayıf olduğu dönemde kıtaya göçler yaşanmıştır. Öyleyse kıtadaki Müslümanların tarihi kıtanın -
İslamofobik yorumların aksine- Dar-ül İslam haline getirilmesine dayanmamaktadır. Hatta
belirtildiği üzere kötü iktisadi koşullar, sömürge devletlerinin ordularına katılma, kölelik gibi
zorunlu-zoraki dağılım araçları bu göçlerde daha fazla etkili olmuştur. Üçüncü olarak
Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları coğrafyalardan yaşanan göçler dikkate alındığında her
mobilizasyonu Müslüman göçü olarak değerlendirmek mümkün değildir. Lübnan örneğinde
görüldüğü gibi diğer dinlere mensup bireyler de örneğin politik istikrarsızlık gibi sebeplerle Latin
Amerika’ya göç etmişlerdir. Tüm bu noktalardan hareketle çalışmanın bundan sonraki kısmı varlığı
tarihsel süreçle tespit edilen Müslüman topluluğun mevcut durumu üzerine bina edilmiştir.
2. LATİN AMERİKA’DAKİ MÜSLÜMAN POPÜLASYON ve MEVCUT SOSYO-
POLİTİK DURUM
Müslüman topluluğun Latin Amerika’daki tarihsel varlığı irdelendikten sonra ele alınması
gereken bir diğer konu da bu varlığın niceliksel olarak değerlendirilmesidir. Zira literatür
irdelendiğinde bu konuda da bir oydaşmanın sağlandığını ileri sürmek mümkün değildir. Öyle ki
Müslüman popülasyonun Latin Amerikada’ki sayısı örneğin Müslüman ve Hristiyan düşünürlere
göre farklılaşmaktadır. Bu çerçevede aşağıda Latin Amerika’daki Müslüman topluluğun sayısı
Güney Amerika’nın aşağı bölgesi (Tablo 1) ve Güney Amerika’nın üst bölgesi (Tablo 2) olarak
tablolar halinde verilmiştir. İncelendiğinde Güney Amerika’nın aşağısı olarak değerlendirilen
13
bölgedeki Müslüman popülasyonunun 2020 itibariyle yaklaşık 735.000 olması beklenmektedir.
Yine bu bölge ele alındığında 2020 itibariyle Müslümanların fazla nüfusla yaşadığı ülke olarak
Arjantin ön plana çıkmaktadır. Buna mukabil 2020 yılında Müslüman nüfusun en az bulunduğu
ülkenin ise Falkland Adaları ve Uruguay olması beklenmektedir (Kettani, 2010).
Tablo1: Güney Amerika’nın Aşağı Bölgesinde 1950-2020 Yılları Arasında Tahmin
Edilen Müslüman Popülasyonu
Güney Amerika’nın üstü olarak nitelendirilen bölgede ise 2020 yılı itibariyle yaklaşık
325.000 Müslüman’ın varlığı iddia edilmektedir. Bu bölge özelinde bakıldığında ise aynı yıl
itibariyle Müslüman nüfusun en fazla bulunduğu ülkenin yaklaşık 120.000 nüfusla Venezuela
olması beklenmektedir. Aynı değerlendirmeye göre ise 2020 yılı itibariyle Müslümanların en az
yaşadığı ülke olarak yaklaşık 1200 nüfusla Bolivya ön plana çıkmaktadır. Her iki bölge toptan bir
değerlendirmeye tabi tutulduğunda ise 2020 yılı itibariyle Latin Amerika’daki toplam Müslüman
nüfusun yaklaşık 1.030.000 olması beklenmektedir (Kettani, 2010). Bahse konu Müslüman
toplumun sosyo-politik ve ekonomik durumu irdelendiğinde ise göz çarpan ilk husus Müslüman
topluluğun özelde içinde yaşadıkları ülke halklarıyla genelde ise Latin Amerika halklarıyla bazı
ortak değerleri paylaştığıdır. Başka bir anlatımla Müslüman topluluğu örneğin Avrupa’dakilerle
14
kıyaslandığında Latin Amerika halklarıyla daha fazla ortak değerde buluştuğu için görece daha
kabullenilmiş durumdadır.
Tablo 2: Güney Amerika’nın Üst Bölgesinde 1950-2020 Yılları Arasında Tahmin
Edilen Müslüman Popülasyonu
Latin Amerikalı Müslümanların bulundukları devletlerin halkları ile ortak bir temelde
buluşmalarının sebeplerini açıklayan düşünürlere göre Latin Amerikalılar ile Müslümanların
sosyolojik bazı duruşlarında ortaklıklar bulunmaktadır. Buna göre bölgede yaşayan Müslümanlar ve
kıta halklarının her ikisi de ailesel bağlarına, kişisel ilişkilerinde duygusal yönlerine ve genel olarak
insani özelliklerine önem vermektedirler. Başka bir anlatımla bahse konu her iki topluluk da bir
bakıma bireyci değil toplumcu ve kolektif bir yaşam tarzını benimsemektedirler (Sills ve Baggett,
15
2011: 32-33). Böylesi bir durum ise kıtadaki Müslüman toplulukların diğer toplumlarla birlikte
yaşamasını kolaylaştırdığı gibi örneğin ailesel bağlar vasıtasıyla yaşam tarzlarının genç kuşaklara
daha yoğun bir şekilde aktarılmasını sağlamaktadır. Daha öz bir şekilde belirtmek gerekirse ailesel
ve toplumsal bağları kuvvetlendirerek insani ilişkilere önem verme durumu kıtadaki Müslüman
varlığının kalıcı olmasına katkı sağlamaktadır.
Yine Latin Amerika Müslümanları ve bölge halkı direkt olmayan yani daha gayri-resmi
iletişim yöntemlerinin benimsenmesi, multi-jenerasyonlu ve güçlü aile bağlarının öncelenmesi ve
kimliklerini kolektivist veya grupsal oryantasyonda bulmaları noktasında da ortak bir paydada
buluşmaktadırlar. Bununla birlikte her iki toplum da aile ve sosyal etkileşimdeki fiktif bağlar
üzerine bina ettikleri toplumsal çalışma konseptini benimsemektedirler. Toplumsal anlamda utanç
ve onur gibi duygulara öncelik verilmesi de bahse konu toplumların bir diğer ortak özelliğidir. Tüm
bu özelliklere bakıldığında her iki toplumun da sosyolojik olarak bireysellikten ziyade toplumsallığı
öncelediği sonucu ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir durum ise iki toplum arasındaki kaynaşmayı
yoğunlaştırdığı gibi kıtadaki Müslüman toplumun jenerasyonlar arası kültür mirasını
kolaylaştırmaktadır. Her iki toplumun da patriyarkal ve maskülen düşüncelere sahip olmaları da
onların toplumsal cinsiyetlerin günlük hayattaki rolleri konusunda erkeği kadına göre önceleyen bir
tutum benimsemelerini beraberinde getirerek bahse konu iki toplumun yakınlaşmasını
sağlamaktadır (Sills ve Baggett, 2011: 32-33).
Bununla birlikte mesleki ve günlük yaşamda programlılığı benimsememek, sosyal ve iş
hayatında kişisel ilişkileri ön planda tutmak ve toplumsal ilişkilerde güçlü liderliği öncelemek Latin
Amerika Müslümanları ile kıtadaki halklar arasındaki diğer ortak sosyolojik tavırlara tekabül
etmektedir (Sills ve Baggett, 2011: 32-33). Bunlardan özellikle programlılık yerine gelişen olaylar
karşısında refleksif tavır almak ve kişisel ilişkileri ön planda tutmak Müslüman topluluk ile
bulundukları devlet halklar arasındaki paydaşlığı arttırıcı bir etki yapmaktadır. Bunun yanı sıra
güçlü liderlikleri benimseme ise örneğin hem Latin Amerika siyasetine özgü güçlü siyasi figürlerin
hem bölge halkından hem de Müslüman topluluktan destek almalarını sağladığı gibi hem de ana
yurttan uzak olan Müslüman toplulukların kendi yaşayış tarzlarını da korumalarını sağlamaktadır.
Bir başka deyişle Müslüman topluluğun hem aile hem de bizatihi bu topluluk içinde güçlü liderliği
benimsemesi Müslüman nüfusun azınlık konumunda olduğu bölgede bu topluluğun yaşantısına dair
ritüellerin katı ve kalıcı bir şekilde yerleşikleşmesine de hizmet etmektedir.
Latin Amerika’daki Müslüman topluluk ile bölge halkı arasındaki bir diğer ortak nokta da
ABD ve onun politikalarına karşı hoşnutsuzluk ve hatta tepkiselliktir. Dolayısıyla ABD’nin
özellikle 1823 tarihli Monroe Doktrini’nden itibaren Latin Amerika’ya yönelik müdahaleci
16
politikaları (Gilderhus, 2006: 5) ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Müslüman coğrafyadaki
politikaları iki toplumu aynı paydada buluşturucu bir etki yapmıştır. Öyle ki ABD örneğin 1970’li
yıllarda Şili’nin meşru lideri Salvador Allende’yi CIA marifetiyle al aşağı etmiş (Huggins, 2010),
Kübalı lider Fidel Castro’ya yönelik yüzlere varan suikast girişimlerinde bulunmuştur (Bonsal,
1967: 260-276). Aynı ABD’nin Soğuk Savaş konsepti dahilinde örneğin Ortadoğu’da askeri
diktatörlükleri desteklemesi (Carpenter, 1985), 2003 yılında asılsız iddialarla Irak’ı işgal ederek
ülkenin bugünkü karmaşalı siyasal yaşamının müsebbibi olması (Hinnebusch, 2007: 209) gibi
politikaları ABD karşıtlığını Müslüman toplumlar ve Latin Amerika halkları nezdinde
güçlendirmiştir.
Latin Amerika halkları ile kıtadaki Müslüman topluluklar arasındaki kültürel benzerliğin
yanı sıra dünya siyasetinde siyasi liderler arasında bazı konularda oluşan fikir birliği ve çıkar algısı
da toplumları birleştirici bir etkiye sahiptir. Bu çerçevede İran ve Venezuela arasındaki yakın
ilişkiler ve Arjantin’in bir dönem Arap Birliği nezdinde gözlemci devlet statüsünde bulunması
bahse konu yakın ilişkilerin tezahürüdürler. Bahse konu kıtalar ve devletler arasındaki coğrafi
uzaklığa ve politik öncelik farklılıklara rağmen yaşanan bu yakınlaşmaların temel sebebi ise
iktisadidir. Zira Latin Amerika ülkelerinin ABD, Avrupa devletleri ve Çin ile ilişkileri ile
kıyaslandığında örneğin Arap Ortadoğusu ile ilişkileri özellikle ekonomik anlamda görece yenidir.
Yani Latin Amerika nezdinde Müslüman coğrafya iktisadi ilişkiler tesis edilmesi bakımından hem
yeni aktörler hem de yeni kaynaklar anlamına gelmektedir (Funk, 2014).
Böylesi bir durumun ise örneklerini sıralamak mümkündür. İlk olarak Arap dünyasının sahip
olduğu kaynak zenginliği Latin Amerika kıtasının iktisaden gelişimi için bir fırsat olarak
görülmektedir. Zira özellikle Batı yarıküredeki ekonomik istikrarsızlık göz önüne alındığında Latin
Amerika’nın Arap Ortadoğu gibi kendisi için yeni olan coğrafyalara yönelmesi iktisaden gereklidir
(Inter-American Dialogue, 2013). Ancak bu noktada vurgulanması gereken Latin Amerika
ülkelerinin Arap ülkeleriyle olan iktisadi ilişkilerinde eşitler arası bir ilişki tesis etmek istemeleridir.
Zira Arap Ortadoğusunun uzun bir sömürge geçmişi bulunmaktadır ve bölge çoğu teorisyene göre
post-kolonyal sömürüye maruz kalmaya da devam etmektedir (Kandiyoti, 2002: 279-280).
Dolayısıyla bahse konu ekonomik ilişkilerin Latin Amerika’da ikamet eden Müslümanlar ile
oradaki halkları yakınlaştıran bir etkiye sahip olması için Latin Amerika devletlerinin emperyal ve
sömürgeci bir zihniyetten azade olmalarına bağlıdır. Hatta bu zihniyetlerden yoksun olmakla
birlikte Latin Amerika ve Arap Ortadoğu devletleri iktisadi ilişkilerini tesis ederlerken bu politik
adımlarını büyük ölçüde Batılı kapitalist devletleri hedef alan söylemlerle yoğurmaktadırlar. Öyle ki
Chavez iktisadi ilişkilerin yürütülmesinde dolar ve euro’nun etkinliğini kırmak maksadıyla petro-
17
döviz önerisinde bulunmuştur (Corrales, 2011: 38-42). Bu öneri ise hem Latin Amerika nezdinde
Müslüman coğrafyanın yeni kaynaklar anlamına geldiğini göstermesi hem de tesis edilen iktisadi
ilişkilerin Batılı kapitalist devletleri hedef alan bir zemin üzerine oturtulmaya çalışıldığını
göstermesi bakımından önemlidir.
Bu meyanda Latin Amerika devletlerinin ve Müslüman toplulukların özelde ABD genelde
ise Batı karşıtı tutumları özellikle Latin Amerika’daki sol hükümetlerin ve siyasetin güçlendirilmesi
noktasında kullanılmaktadır (Agüero vd., 2007: 31-44). Hatta politik olarak Müslüman toplumların
isteklerini tam olarak yansıtan siyasi partiler yokluğunda Latin Amerika’daki sol siyasetin bu
manevrası Müslüman topluluğun sempatisini kazanmalarını da sağlamaktadır. Müslümanların
çoğunlukta olduğu devletler bu şekilde güdülenmiş bir ilişki tesis etmek ise hem Latin Amerika
devletlerine hem de enerji kaynaklarına sahip Müslüman devletlere karşılıklı bir kazanım
sağlamaktadır. Buna göre Müslüman devletlere yönelik daha eşitlikçi ilişki tesis etmek için harekete
geçen Latin Amerika hükümetleri bu sayede kaynak açısından zengin ve kendileri için yeni olan
coğrafyalara yönelik politik açılımlarda bulunabilmektedirler. Buna mukabil kaynak sahibi
Müslüman devletler ise ellerindeki kaynakları politik etkide bulunmak ve yeni dostlar edinmek
maksadıyla kullanmış olmaktadırlar. Nihayetinde ise Latin Amerika hükümetlerinin ve halkının
Müslüman toplumlara yönelik bakışı bu ilişki türünden pozitif olarak etkilenmektedir.
Latin Amerika Müslümanları ile onların yaşadığı ülkelerdeki halklarla yakınlaşmalarını
sağlayan bir diğer unsur da kıtanın Müslüman menşeli terör saldırılarına örneğin Avrupa
devletlerine nazaran daha az tanık oluşudur. Bu çerçevede bakıldığında Latin Amerika kıtasında
ikisi de Arjantin’in Buenos Aires şehrinde gerçekleşen iki terör eylemi yaşamıştır. İlk olarak 1992
yılında İsrail büyükelçiliği önünde yapılan bombalı saldırıda saldırıyı gerçekleştiren terörist dahil
29 kişi hayatını kaybetmiş ve 242 kişi de yaralanmıştır. 1994’de gerçekleştirilen diğer saldırıda ise
Associacion Mutual Israelita Argentina binasına yönelik saldırı sonucunda ise 85 kişi hayatını
kaybetmiş ve 300’den fazla kişi yaralanmıştır (Sills ve Baggett, 2011: 34). Bu saldırıların
değerlendirmesi yapıldığında ilk göze çarpan her iki saldırının da -her ne kadar orada yaşayan halka
mensup insanların da hayatlarını kaybetmelerine sebebiyet verse de- hedefin Arjantin devleti ile
ilintili bir hedeften ziyade İsrail devletine karşı girişilen saldırılar olduğudur. Başka bir anlatımla
şüphesiz yapılan saldırılar neticesinde bölge halnezdinde İslamofobik eğilim artmıştır ve fakat
saldırıların her ikisinin de asıl hedefinin İsrail olması bölgedeki Müslümanlar ile bulundukları
devletler arasında terör eylemlerini doğuracak kadar bir uçurumun olmadığını göstermesi
bakımından önemlidir.
18
Bununla birlikte her iki saldırı da İran destekli Hizbullah terör örgütü ile ilişkilendirilmiştir.
Ancak belirtmek gerekir ki bu suçlama konusunda kesin kanıtlara dayanmaktan bahsetmek
mümkün değildir. Zira saldırılar sonucunda yapılan soruşturmalar o kadar grift bir hal almıştır ki
görevli polisler ve hatta eski Başkan Carlos Menem bile suçlamalardan nasibini almıştır. Saldırılar
konusunda dikkat çeken bir diğer husus da her ikisinin de Tres Fronteras olarak adlandırılan ve
büyük ölçüde Tahran tarafından ikna edildikleri düşünülen kişilerin bulunduğu bölgeden yönetilmiş
olmalarıdır. Bununla birlikte Brezilya, Paraguay ve Arjantin devletleri arasında sınırı teşkil eden bu
bölge özellikle 1990’lı yıllardan itibaren yaşanan iktisadi krizlerden etkilenmiş ve bölge
hukuksuzluklarla anılan bir yer haline gelmiştir. Halihazırda bölge menşei Lübnan, Suriye ve Mısır
olan Müslüman nüfusa da ev sahipliği yapmaktadır. Buradan hareketle bazı güvenlik uzmanları
bahse konu bölgeyi Hizbullah’ın Latin Amerika’daki yöneticilerinin evi olarak görmektedirler (Sills
ve Baggett, 2011: 34). Dolayısıyla yaşanan saldırıları noktasında ve bölgedeki Müslüman topluluk
özelinde iki hususu belirtmek gerekmektedir: İlk olarak yaşanan bu gelişmelere rağmen Latin
Amerika’nın örneğin Avrupa ile kıyaslandığında İslami teröre daha az tanıklık etmiştir ve bu durum
kıta halkı ile Müslüman topluluğun kaynaşmasının sebeplerinden birini teşkil etmektedir. İkinci
olarak ise özellikle Tres Fronteras olarak adlandırılan bölge islami terörün yeşermesi bakımından
mevcut potansiyelini korumaktadır.
Latin Amerika Müslümanları ile bölge halkı arasındaki yakınlaşmayı arttıran spesifik ve
daha mikro bazı sosyolojik değerlendirmeleri de yapmak mümkündür. Örneğin Latin Amerika’nın
toplumsal yapısı incelendiğinde kadınların erkeklere nazaran daha az fırsata sahip olduğu
görülmektedir. Ancak bu haliyle bile Latin Amerika ç aldığı İslam ülkeleri ile kıyaslandığında
kadın hakları ve girişimciliği konusunda daha ileri konumdadır. Dolayısıyla kadınların görece daha
fazla haklara sahip olması Müslüman kadınların bölgeye göçünü hızlandırıcı bir etki yapmaktadır.
Yine de Müslüman kadın göçmenlerin kadın hakları ve girişimciliği konusunda daha ileri konumda
olan örneğin Avrupa devletleri yerine Latin Amerika bölgesini neden seçtiği bir soru olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu doğrultuda belirtmek gerekir ki örneğin iktisadi koşullardaki daha ileri konumuna
rağmen Müslüman kadın göçmenleri Avrupa yerine Latin Amerika’ya yönelten -kendi
değerlendirmelerine göre- Batı’daki kadınlara yönelik geliştirdikleri ahlaki eleştirilerdir. Buna göre
Müslüman göçmen kadınlar Batı’daki pornografiyi, ahlaki çürümeyi ve rastgele seks konusunda
Batı’lı kadınları eleştirmektedirler (Sills ve Baggett, 2011: 32-33). Böylesi bir durum ise Müslüman
kadın göçmenlerin diğer sebeplerle birlikte Avrupa yerine Latin Amerika’ya yönelmelerini
beraberinde getirmektedir.
19
Latin Amerika’nın Müslüman topluluklar ile tanışıklığının incelenmesinde olduğu gibi
Müslüman topluluğun sosyo-politik ve ekonomik durumunu irdelerken de ayrı ayrı devletleri
inceleme yöntemi kullanılabilmektedir. Bu çerçevede örneğin Arjantin’e göç eden Müslümanların
ekseriyeti erkeklerden oluşmaktadır ve bunlar genellikle iktisadi hayata sokak satıcısı olarak
katılmaktadırlar. Arjantin’deki Müslümanların genellikle Arjantin’li kadınlarla evli olmaları da
dikkate değer bir husustur zira bu sayede Arjantin toplumu ile Müslümanların kaynaşması daha
kolay gerçekleşmektedir. Buradaki Müslümanların ise genellikle şehirlerin belirli yerlerine
konumlandıkları ve bu noktada da cami yakınlarında kendilerine mesken buldukları
gözlemlenmektedir. Özellikle Afrika’dan gelen Müslümanlar ise özellikle Buenes Aires’teki
İslam’ın çehresini değiştirici bir etki yapmışlardır. Öyle ki örneğin 2000 yılında buradaki menşei
Suriye olan orta yaşlı Müslümanlar İspanyolca konuşmaktadırlar ve küçük sahipleridirler. Fakat
günümüzde İspanyolca’nın yanında Fransızca da konuşan Senegalli Müslüman göçmenler
sokaklarda mücevher ve saat satmaktadırlar. Hatta Arjantinde’ki camilerde hem Afrika dilleri hem
de Arapça vaazlar verilmektedir (Brieger, 2000: 33).
İncelenebilecek bir diğer devlet de Brezilya’dır. Zira İslam’ın ve Müslüman topluluğun
Brezilya’daki varlığına tanık olanlar kolay bir şekilde İslam’ın bu coğrafyada politik olarak
kazandığını iddia edebileceklerdir. Ancak buradaki Müslümanlar Brezilya’da yayılıp serpilmek
yerine kültürlerini, dillerini ve birbirleriyle olan bağlarını koruma gayreti içindedirler. Hatta
Brezilya’daki Müslümanların Müslüman olmayan Arapları işgalciler veya davetsiz misafirler olarak
nitelendirdiklerini ileri sürmek mümkündür (Oliveira, 2006: 3-6). Dolayısıyla ve tarihsel süreç
noktasında vurgulandığı üzere Latin Amerika’ya yönelik her Ortadoğulu göçünü Müslüman göçü
olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Benzer şekilde Müslüman topluluğun Latin Amerika’da
İslam’ı yaymak ve politik iktidarı ele geçirmek gibi barışçıl yöntemlerle İslam’ı yaymaktan ziyade
kendilerine buralarda ev bulduklarını ve temel gayelerinin mevcudiyetlerini korumak olduğunu ileri
sürmek abartılı olmayacaktır.
Tüm bu noktalardan hareketle belirtmek gerekir ki Latin Amerika’daki Müslüman topluluk
diğer bölgelerle kıyaslandığında kıta halkıyla bir örtüşme halindedir. Böylesi bir durumun ise genel
bazı sebeplerini sıralamak mümkündür. İlk olarak vurgulandığı üzere kıta halkı ile Müslüman
topluluk ortak paydada buluşabilecek kadar sosyolojik olarak benzer duruşlara sahiptirler. İkinci
olarak Müslüman topluluğun kıtadaki varlığının tarihsel olarak köklü bir geçmişe sahip olması
Latin Amerika halkıyla ortak bir tarihsel mirasa sahip olmasını da beraberinde getirmektedir.
Üçüncü olarak ve özellikle de 9/11 saldırılarından sonra kıtanın Müslüman topluluğa mensup
kişilerce organize edilen terör eylemlerine görece daha az maruz kalışı bahse konu ortak paydayı
20
güçlendirmektedir. O halde ortaya çıkan temel soru Latin Amerika Müslüman topluluk için bu
şartlara sahipse günümüzde niçin Müslümanların özellikle Avrupa’yı tercih etmeye daha fazla
meyilli olduğudur. Şüphesiz bu durumun en önemli sebebi İslam’ın özellikle kendi mensupları
nezdinde psikolojik üstünlüğünü kaybetmesinden ve Batı medeniyetinin psikolojik üstünlüğü ortaya
çıktıktan sonra Müslümanlar nezdinde Batı medeniyetinin kazandığı zihinsel öncelliktir.
3. SONUÇ
Dinlerin doğalarına içkin evrensellik iddiaları yine dinlerin Westphalian sistemi özellikle
sınır mefhumu anlamında aşmalarına sebebiyet vermektedir. Böylesi bir durumun en temel
göstergesi ise örneğin İslamiyet özelinde Müslüman topluluğun yerel-bölgesel-kıtasal-küresel
yayılımıdır. Bahse konu bu yayılım tarih boyunca farklı motivasyonlarla güdülense de özellikle
İslam medeniyetinin güç kaybetmesinden sonra zorunlu-zoraki dağılım unsurları Müslümanlar
nezdindeki mobilizasyonun itici gücü olmuştur. Başka bir anlatımla İslamiyet’in medeniyetsel geri
çekilişi sonrasında slümanların bahse konu yayılımı kölelik, sözleşmeli işçilik, sömürge
ordularına katılım, politik istikrarsızlık gibi unsurlar güdülemiştir. Latin Amerika’daki Müslüman
topluluğun mevcudiyeti tarihsel açıdan ele alındığında ortaya çıkan belki de en önemli sonuç budur.
Dolayısıyla özellikle 9/11 saldırıları sonrasında ortaya çıkan İslamofobik yorumların aksine Latin
Amerika’daki Müslüman varlığı cihatçı veya İslamlaştırma gibi sebepler aksine Müslümanların
daha iyi yaşam şartlarında hayatlarını idame ettirmek istemelerindendir. Latin Amerika hakları ile
Müslüman topluluğun bazı ortak sosyo-politik duruşlara sahip olmaları ise kıtadaki Müslümanların
kıta halkı ile uyumlu yaşamasının temel sebebini teşkil etmektedir. Bununla birlikte ABD
politikalarına yönelik hoşnutsuzluk, uluslararası politikaya dair ortak çıkarlar, İslami temayülü
benimseyen terörün Latin Amerika’daki görece az varlığı da bu noktada sıralanabilecek
unsurlardandır.
21
4. KAYNAKÇA
___”Mapping The Global Muslim Population: A Report on the Size and Distribution of The
World’s Muslim Population”, Pew Research Center, 2009.
___”The Future of the Global Muslim Population: Projections for 2010-2030”,, Pew
research Center, 2011.
___”The World of 2030: Risks and Opportunities for Latin America”, Inter-American
Dialogue Working Paper, 2013.
ABD-ALLAH, Umar Faruq, “Roots of Islam in America”, Chicago, A Nawawi Foundation,
2010, s. 1-43.
AGÜERO, Felipe / ARMONY, Ariel / HERSHBERG, Eric, “Politics and Society”, Arnson,
Cynthia J. / Perales, Jose Raul, The “New Left” and Democratic Governance in Latin America,
2007, s. 31-44.
AKTAŞ, Murat, “Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi”, Ankara
Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 13, No: 1, 2014, s. 31-54.
ALLEN, Chris, “Contemporary Islamophobia Before 9/11: A Brief History”, Arches
Quarterly, Vol. 4, Edition: 7, 2010, s. 14-24.
ATAY, Hüseyin, “Medeniyet Tarihinde Yeni Bir İslam Medeniyeti”, İslami Araştırmalar,
Cilt: 3, Sayı: 3, 1989, s. 115-121.
BALLOFFET, Lilly, Syrian Refugees in Latin America: Diaspora Communities as
Interlocutors”, Lasaforum, Vol. XLVII, Issue: I, 2016, s. 9-14.
BARTELSON, Jens, “The Concept of Sovereignty Revisited”, The European Journal of
International Law, Vol. 17, No: 2, 2006, s. 463-474.
BAZAN, Rafael Guevara, “Muslim Immigration to Spanish America, The Muslim World,
56, 1966, s. 173-187.
BRIEGER, Pedro, “Muslim in Argentina”, Regional Issues,, 6/00, 2000, s. 33.
BONSAL, Philip W., “Cuba, Castro and The United States”, Foreign Affairs, Vol. 45, No:
2, 1967, s. 260-276.
CANTOR, David James / FREIER, Luisa Feline / GAUCI, Jean-Pierre, A liberal Tide?:
Immigration and Asylum Law and Policy in Latin America, London, Institute of Latin American
Studies, 2015, s. 1-4.
22
CARPENTER, Ted Galen, “The United States and Third World Dictatorships: A Case for
Benign Detachment”, Cato Institute Policy Analysis, No: 58, 1985, s. 1-14.
COOK, Matt, “Islam in Latin America”, Missions Resource Network, 2007, s. 1-13.
CORRALES, Javier, “Conflicting Goals in Venezuela’s Foreign Policy”, Clem, Ralph S. /
Maingot, Anthony P., Venezuela’s Petro Diplomacy: Hugo Chavez’s Foreign Policy, Orlando,
University Press of Florida, 2011, s. 32-48.
CRUZ, Joel M., The Histories of the Latin American Church: A Handbook, Minneapolis,
Fortress Press, 2014, s. 17.
CUSSEN, James G., “The Church-State(s) Problem: The Holy See in the International
Theoretical (or theological) Marketplace”, Rome, The International Symposium on Religion and
Cultural Diplomacy, 2014, s. 1-31.
DADSON, Trevor J., “The Assimilation of Spain’s Moriscos: Fiction or Reality?”, Journal
of Levantine Studies, Vol. 1, No. 2, 2011, s. 11-30.
DIAS, Amanda, “The Islamic Presence in Brazil and in Rio de Janeiro”, Global Prayers-
Redemption and Liberation in the City, http://globalprayers.info/about-us/fellows/amanda-
dias/islamic-presence-in-brazil-and-rio-de-janeiro, (Erişim Tarihi: 15.01.2017)
DIOUF, Sylvaine, Servants of Allah: African Muslims Enslaved in The Amricas, New
York: New York University Press, 2013, s. 159-210.
ERGİN, Ergül, “İslamofobi Olgusu Bağlamında Terörle Mücadele Dili ve Politikaları”,
TAAD, Yıl: 6, Sayı: 22, 2015, s. 299-335.
FARID, Abu Alfa, “The Islamic Slave Revolts of Bahia, Brazil”, Timbuktu, Institute of
Islamic-African Studies International, 1998.
FILHO, Marcilio Toscano Franca, “Westphalia: a Paradigm? A Dialogue Between Law, Art
and Philosophy of Science”, German Law Journal, Vol. 8, No. 10, 2007, s. 955-976.
FUNK, Kevin, A Political Economy of Arab-Latin American Relations: Notes and
Theoretical Reflections from within the “American Social Science” of IR”, Buenos Aires,
FLACSO-ISA Joint International Conference, 2014, s. 1-38.
GILDERHUS, Mark T., “The Monroe Doctrine: Meanings and Implications”, Presidential
Studies Quarterly, Vol. 36, No: 1, 2006, s. 5-16.
23
HAGHNAVAZ, Javad, “A Brief History of Islam (The Spread of Islam)”, International
Journal of Business and Social Science, Vol. 4, No: 17, 2013, s. 213-217.
HELPS, Arthur, The Spanish Conquest in America and Its Relations to The History of
Slavery and to The Government of Colonies, New York, Harper&Brothers Publishers, 1856, s. 177-
199.
HINNEBUSCH, Raymond, “The US Invasion of Iraq: Explanations and Implications”,
Critique: Critical Middle Eastern Studies, Vol. 16, No: 3, 2007, s. 209-228.
HİZMETLİ, Sabri, İslam Tarihi: Başlangıçtan İlk Dört Halife Devri Sonuna Kadar, Ankara,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1991, s. 189-225.
HOCKEY, David, Developing A Universal Religion: Why One is Needed and How it Might
be Derived, Portland, Stephenson-Hockey Publishing, 2003, s. 203.
HUGGINS, David G., “American Hypocrisy in Foreign Policy: Operation FUBELT and the
Overthrow of Salvador Allende”, Las Vegas, University Libraries, s. 1-39.
HUNTINGTON, Samuel P., “The Clash of Civilizations?”, Foreign Affairs, 1993, s. 22-49.
INGLEHART, Ronald / NORRIS, Pippa, Muslim Integration into Western Cultures:
Between Origins and Destinations”, HKS Faculty Research Working Paper Series, No: RWP09-
007, 2009, s. 1-38.
KALLIS, Aristotle, “Islamophobia in Europe: The Radical Right and Mainstream”, Insight
Turkey, Vol. 17, No: 4, 2015, s. 27-37.
KANDIYOTI, Deniz, “Post-Colonialism Compared: Potentials and Limitations in The
Middle East and Central Asia”, Int. J. Middle East Stud., 34, 2002, s. 279-297.
KENT, Mary Mederios, “Immigration and America’s Black Population”, Population
Bulletin, Vol. 62, No: 4, 2007.
KETTANI, Houssain, “Muslim Population in the Americas: 1950-2020”, International
Journal of Environmental Science and Development, Vol. 1., No. 2, 2010, s. 127-135.
KURT, Abdurrahman, “İslam ve Geri Kalmışlık Sorunu”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 2, 2008, s. 35-72.
LEONARD, Karen, “American Muslims: South Asian Contributions to the Mix for “French
and US Approaches to Understanding Islam”, Stanford, 2004, s. 1-13.
24
LOFASO, Vincent, “Argentina’s Muslim Minority”, Washington, Research Associate at the
Council on Hemispheric Affairs, 2016, s. 1-4.
MADRIGAL, Lorena, Human Biology of Afro-Caribbean Populations (Cambridge Studies
in Biological and Evolutionary Anthropology), Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s. 3-
4.
MUSACCHIO, Jose M., Contradictions: Neuroscience and Religion, New York, Springer,
2012, s. 1.
OLIVEIRA, Vitoria Peres de, “Islam in Brazil or the Islam of Brazil?”, Relig. Soc., Vol. 2,
No: se, 2006, s. 1-23.
ONG’AYO, Antony Otieno, “Political Instability in Africa Where the Problem Lies and
Alternative Perspectives”, Wageningen, African Diaspora Policy Center, 2008, s. 1-14.
ÖZDEMİR, Mehmet, “İspanya Krallığı’nın XVI. Yüzyılda Endülüs Müslümanlarını
Hıristiyanlaştırma Politikası, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXV, 1996, s. 243-284.
PEEK, Lori, “Becoming Muslim: The Development of a Religious Identity”, Sociology of
Religion, 66:3, s. 215-242.
PENA, Charles V., “Iraq: The Wrong War”, Cato Institute Policy Analysis, No: 502, 2003,
s. 1-23.
PHILPOTT, Daniel, “The Religious Roots of Modern International Relations”, World
Politics, 52, 2000, s. 206-245.
REJAI, Mostafa / ENLOE, Cynthia H., “Nation-States and State-Nations”, International
Studies Quarterly, Vol. 13, No:2, 1969, s. 140-158.
PERELMAN, Michael, The Invention of Capitalism, London, Duke University Press, 2000,
s. 254-280.
ROY, Oliver, Globalized Islam: The Search for A New Ummah, New York, Columbia
University Press, 2004.
SAHN, David E. / YOUNGER, Stephen, Living Standards in Africa, New York, Initiative
for Policy Dialogue, 2009.
SILLS, M. David / BAGGETT, Kevin, “Islam in Latin America”, SBJT, 15 (2), 2011, s. 28-
41.
25
SULLIVAN, Mark P. / BEITTEL June S., “Latin America: Terrorism Issues”, Washington,
Congressional Research Service, 2016, s. 1-22.
ŞENER, Bülent, “Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları”, Tarih
Okulu Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 18, 2014, s. 51-77.
TASLAMAN, Caner, Terörün ve Cihadın Retoriği, İstanbul, İstanbul Yayınevi, 2014, s. 40.
TÜRKÇELİK, Evrim, Muslim and Jewish “Otherness” in The Spanish Nation-Building
Process Throughhout The Reconquiista (1212-1614), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, ODTÜ
Avrupa Çalışmaları Enstitüsü, 2003, s. 71-96.
YIHUA, Xu, “Religion and International Relations in the Age of Globalization”, Journal of
Middle Eastern and Islamic Studies, Vol. 6, No. 4, 2012, s. 19-50.
YÜCEL, Bülent, “Westphalia Antlaşmasından Nice Antlaşmasına: Egemenlik Kavramının
Tarihsel Seyri ve Bir Prototip Olarak Avrupa Birliği”, AÜEFHD, Cilt: 10, Sayı: 1-2, 2006, s. 165-
202.
ResearchGate has not been able to resolve any citations for this publication.
Article
Full-text available
The end of the Cold War has included major changes in international politics and Islam has rapidly replaced " communism " in the role of principal enemy of the Western world. The Clash of Civilizations theory has been used as one of the main instruments of the conflict between Islam and Western world. This theory contends that in the post-Cold War world the crucial distinctions between people will be cultural rather than ideological or economical. According to this theory the 21 st century will witness struggles between Western civilization and others, especially the Western, Islamic and Confucian civilizations. Therefore, the statistics reflect that a strong social, cultural and economic discrimination and intolerance against Muslim inhabitants called Islamophobia has gradually spread to the European countries since the end of the Cold War. This article aims to analyze the relationships between rising Islamophobia, in Europe and The Clash of Civilizations theory.
Article
Full-text available
The surge of Islamophobia in Europe has been linked with the growing popularity and agenda-setting power of the radical right. However, attributing the rise of Islamophobia to the radical right-wing parties is all too comforting at a time when the dominant, ‘mainstream’ culture has increasingly embraced positions openly hostile and often discriminatory to Islam and Muslim communities. The fight against Islamophobia begins with the realization that Islamophobia is a ‘mainstream’ problem for European societies, which now need more than ever a positive vision for a diverse, inclusive, and open post-crisis Europe.
Article
The global resurgence of religion and the return of religion from the so-called “Westphalia Exile” to the central stage of international religions have significantly transformed the viewpoints of both media and academia toward the role of religion in international relations (IR), and the challenges posed by religion to the contemporary international relations are often described as entirely subversive. The author argues that as a second-tier factor in the foreign policies of most countries and international affairs, religion and religious movements could neither shake the dominant role of “norm-setting” sovereign states in the international system, nor serve as a basis to “rebuild” IR theory. The paper concludes with a discussion on the implications of religion’s growing influence in IR for China, the importance of religion to the construction of China’s international image, and the feasibility of religion being developed as a resource for China’s public as well as people-to-people diplomacy.
Book
Since coming to power in 1999, President Hugo Chavez has used the windfall of high oil prices to remake Venezuela internally along the model of twenty-first-century socialism and, even more audaciously, to rewrite global relations by directly challenging U.S. hegemony. The dramatic ascendency of the country in hemispheric and global international relations over the past decade is the subject of Venezuela's Petro-Diplomacy. The contributors offer fresh, authoritative insights into a wide array of questions hanging over Venezuelan foreign policy and the leadership of the maverick president, Chavez. While revenue from petroleum exports has swelled national coffers and allowed the expansion of public programs and the extension of aid to foreign countries, bolstering Chavez's popularity at home and abroad, the volatility of petroleum prices and the neglect of other export industries have the potential to render Chavez's--and Venezuela's--power tenuous. © 2011 by Ralph S. Clem and Anthony P. Maingot. All rights reserved.
Article
This chapter aims to highlight the conflicting goals in Venezuela's foreign policy under the Chávez administration. The first one being the declaration of the United States as its main adversary and adoption of the policy of “soft balancing”. Secondly, the declaration of an overt commitment to promoting development and providing a helping hand to the poor at home and abroad. Heavy international spending with a veneer of subsidizing the poor was an innovative foreign policy instrument implemented by the Chávez administration. This chapter explores Chávez administration's policy of “social power” against the United States. Low levels of democracy and a favorable international political economic environment were the major factors which aided the rise of social power. The challenge for the United States in dealing with Venezuela was to respond to Venezuela's “social power,” a tool that was so suitable for an age in which petro-states had become major world actors.