Content uploaded by Feyza Şule Güngör
Author content
All content in this area was uploaded by Feyza Şule Güngör on Jun 02, 2019
Content may be subject to copyright.
FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2016 Güz, sayı: 22, s. 227-240
ISSN 1306-9535, www.flsfdergisi.com
ÖLÜM HAKKINDA ÇAĞIN FELSEFİ
SENARYOSU: HAKİKAT Mİ HİÇLİK Mİ?
Feyza Şule GÜNGÖR
ÖZET
Bu çalışma, varlığın en derin bilmecesi olan ölüm hakkında hem
bireysel hem de kolektif belleğimizdeki senaryoları felsefi bir bakış açısıyla
değerlendirmektedir. Ölümü “mutlak hakikat” ve “hiçlik” olarak gören temelde
karşıt iki bakış açısı, ölüm konusundaki düşünsel literatüre hakimdir. Ölümü
hakikat ya da hiçlik olarak değerlendirmenin yaşamı da şekillendireceği açıktır.
Bu çalışma ile ölümün metafizik boyutundan ziyade, insan ve ölüm arasındaki
ilişkiye dair felsefenin senaryosunu tartışmak amaçlanmıştır. Temel alınan
sorulardan birkaçı şunlardır: Ölüm konusunda felsefe bize ne söyler, ölüm kendi
hakkında felsefe yapılmasına izin verir bir şey midir? Ölümün mutlak hakikat
olması ne demektir? Hakikat düşüncesinin ve anlam yitiminin yaşandığı bir
dönemde ölüm üzerine nasıl bir söylem geliştirilebilir? Ölümün hakikat ya da
hiçlik olarak değerlendirilmesi, insanın ölümü kabullenişi üzerinde ne denli
belirleyici olabilir?
Bu sorular bağlamında, çağın felsefi, bilimsel ve düşünsel
dinamiklerinin ölüm algısına etkisi değerlendirilmiş, insan ve ölüm arasındaki
ilişkinin değişen doğasına dair felsefenin nasıl yeni bir söylem oluşturabileceği
tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Ölüm, Felsefe, Din, Hakikat, Hiçlik, İnsan.
(The Philosophical Scenario Of The Era On Death: Truth Or
Nothingness?)
ABSTRACT
This study evaluates the scenarios both in our individual and collective
memory about death, which are the deepest riddle of existence, with a
philosophical point of view. Two opposite point of views that perceive death as
an “absolute truth” and a “nothingness” dominate the intellectual literature
about death. It is clear that thinking death as a truth or nothingness will shape
life as well. And we aimed to discuss philosophy’s scenario concerning the
connection between person and death rather than the death’s metaphysical
extent. Among the questions that we took as a base are the following: What does
philosophy tell us about death, and is death something that lets people
philosophize about itself? What does it mean that death is an absolute truth? If
we call death a moment of absolute truth, what do we have to say on death in
an era that the thought of truth and a meaning loss exist? What does it mean
for me to think about death as a truth or nothingness, does it change the nature
of my relationship with death?
In the context of these questions, the effect of the era’s philosophical,
scientific and intellectual dynamics on the perception of death is evaluated, and
it is discussed how philosophy can create a new discourse about the changing
nature of the relationship between a person and death.
Keywords: Death, Philosophy, Religion, Truth, Nothingness, Person.
Dr. Milli Eğitim Bakanlığı
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
228
Giriş
Ölüm, insan yazgısının çözülmeye çalışıldıkça karmaşıklaşan büyük
bilmecesi olarak varlığın merkezinde bulunur. Ölüm hakkında konuşmak,
ister felsefi isterse dini bağlamda olsun, bir belirsizlik dairesinde, karanlık
içinden konuşmak gibidir. Ölüm konusunda felsefi söylem ile dinsel söylem,
ortak olarak belirsizlik zemini üzerine kurulu olsa da, o belirsizliği aşmak için
kullandıkları metodoloji açısından birbirinden ayrışırlar. Dinsel söylemin
felsefi söylemden en önemli farkı, dinin bir credo’su (amentu) olması ve
inananlarına buna uygun bir şekilde ölüm hakkında cevap vermek zorunda
oluşudur. İnsanı ölüm hakkında aydınlatmak, uyarmak, teselli etmek ve en
önemlisi insanoğlunun bu en büyük belirsizliği hakkında bir tasvir sunmak
bir dinin belki de en önemli işlevlerinden biridir.
Ölüm hakkındaki felsefi söylem ise böyle bir temel credo’ya ve onun
gerektirdiği argümanlara sahip olmadığı için daha geniş bir yelpazede
varlığını sürdürür. Kaynağını yaşantıdan alan bir felsefenin en önemli
sorunlarından biri, yaşam ve ölüm arasındaki ilişkidir. Felsefeyi ölüme
hazırlık olarak gören Sokrates’in de vurguladığı gibi, ölüm düşüncesini yok
sayarak bir felsefe yapmak, hem zor hem de anlamsızdır.
1
Ölüm hakkındaki sorular, ironik olarak daima varoluşsal bir
karaktere sahiptir. İnsanın varlığıyla ilgili en temel kaygılar, “ölümle bana ne
olacak?” türünde sorularda kendini göstermektedir. Bu sorular, insan
varlığının anlam ve anlamsızlığına dair kaygı ve korkuları kendine hareket
noktası olarak almaktadır. Ölümle ilgili gerek dinden gerek felsefeden bir
cevap alma arzusu, insanın kendini dünyayla nasıl irtibatlandıracağına dair
bir kimlik sorununa işaret eder. Ölümün anlam yıkımı mı yoksa anlamın
kaynağı mı olduğu sorusu, ölüm karşısında insanın kendini ve yaşamını
nerede ve nasıl konumlandıracağına yönelik arayışın sonucudur. Bu çalışma
ile amaçlanan da ölümün metafiziksel anlamını sorgulamaktan çok, çağın
felsefi, bilimsel ve düşünsel dinamiklerinin ölüm algısını nasıl etkilediğini
değerlendirmek ve insan ve ölüm arasındaki ilişkinin değişen doğasına dair
felsefi bir bakış açısı yakalamaktır.
Bu bağlamda çalışmada temel alınan sorular şunlardır: Ölümle ilgili
hem bireysel hem de kolektif belleğimizde birçok senaryo bulunmaktadır; bu
konudaki felsefi senaryolar nelerdir? Ölüm hakkındaki felsefi söylemler, dini
veya geleneksel söylemlerle ne ölçüde örtüşür veya çatışır? Felsefi söylemler,
ölüm ve insan ilişkisinin doğası konusunda belirleyici ve yönlendirici olabilir
1
Platon, Phaidon, Çev.: Furkan Akderin, Say Yay., İstanbul,2015, s.52
Feyza Şule GÜNGÖR
229
mi? Çalışma için hareket noktası oluşturan bu sorulara, ölümü “hakikat” ve
“hiçlik” olarak gören anlayışlar çerçevesinde cevap aranmaya çalışılacaktır.
Hakikat ve Hiçlik Perspektifinden Ölümün Doğası
Ölümün doğasının “çözülemez” olduğu kabulünden hareket etmek,
esasen ölüme dair belli bir düşünce açısına yakınlığı ifade eder. Ölümü
hakikat anı olarak değerlendiren anlayış için, ölüm anında kişi kendisi
dışındakilerin ve tıbbın hiçbir zaman anlayamayacağı bir “an” deneyimler. Bu
anın deneyimlenemez ve anlatılamaz oluşu “çözülemez” bir doğaya sahipliği
gösterir.
Ölümü hiçlik olarak okuyan anlayış açısından ise, ortada çözülemez
bir doğa ve tıbbın ortaya koyduğundan daha öte bir boyut yoktur. Tıbbi bir
olgu olarak, kişinin kalp atışı çeşitli fizyolojik nedenlerle durur ve yaşam
biter; tıp için bu ölüm muammasız, genellenebilir ve her yönüyle
anlaşılabilirdir.
2
Bu anlayışa bağlı olarak gelişen ölüm felsefesine yani
hiçliğin hikayesine göre de, bundan başka bir senaryo yoktur; perde
kapanmıştır. Perdenin tamamen kapanmış olması, oynanan oyunu yani
yaşamı anlamsızlaştırmaz; yaşamı anlamlı kılan sonraki bir hayat düşüncesi
ve o hayata yapılan hazırlıklar değil bilakis yaşamın kendisidir. Bu nedenle
ölümün hiçlik olarak okunması yaşamı değersizleştirmez aksine ona değer
katar. Ölümü hiçlik olarak kabullenen Schopenhauer, onun hakikat olarak
görülmese de bir kötülük olarak algılanamayacağını savunur; ona göre ölüm
tabiatın rahmine geri dönüştür, bu geri dönüş bir cessio bonorum yani mülkü
terk ediştir.
3
Ölümün doğası hakkında net bir çıkarıma sahip olunamaması,
doğasının çözülemez olmaya mahkum olması, ölümle ilgili bilgi kaynağının
güvenilir olmamasından dolayıdır. Ölümle daima bir temsilci aracılığıyla
karşılaşılır; bu nedenle ölüme dair her türlü bilgi ikincil kaynaklara bağlıdır.
Ancak bu bilgi kaynağı da ölümle birlikte sessizliğe gömülmüştür; insan verisi
olmayan bir gerçeklikle karşı karşıya kalır. Ölüm Levinas’ın da belirttiği gibi
“yanıt yokluğu”dur
4
; insan başkasının ölümünden, gözünün önünde
gerçekleşse bile, sorularına yanıt alamaz. Bu bir anlamda ölüme tanıklığın
2
Vladimir Jankelevitch, Ölümü Düşünmek, Çev.: Y. Ruhi Demir, Monokl Yay., İstanbul,
2012, s.12
3
Arthur Schopenhauer, Ölüm ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği Üzerine, Çev.:Elif
Yıldırım, Oda Yay., İstanbul, 2014, s. 13-14
4
Emmanuel Levinas, Ölüm ve Zaman, Çev: Nami Başer, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2006, s.
12
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
230
imkansızlığıdır. Başkalarının ölümü, “orada bir yerde” nesneler dünyasında,
herhangi bir olay ya da nesne gibi algılanır. Ölümün kesin olarak geleceği
insanın bilincinde daima vardır, “fakat henüz değil” demekle onun kesinliği
izafileştirilir; her an gelebilecek olan ölüm gerçekliğinin üstü, onu başkalarına
maletmekle kapatılır.
5
Ölmek üzere olan kişinin yaşadığı deneyimi diğerlerine aktarması
imkansız olduğu gibi, diğerleri de ona artık iletişim kuramayacak bir
uzaklıkta ve paylaşımsızlıktadır. Ölümle ilgili terminolojide de dilin ölümü
tarif etmekte yetersiz kaldığı görülür. Yokluk, hiçlik, yolculuk, bilinmeyen
toprak, diğer yaşam, öte dünya gibi sık kullanılan tabirler ampiriktir; hala
canlı tutulan bir dünya tasavvuru söz konusudur, bu da esasen dilin olguların
ötesine geçemediğini gösterir.
Başkasının ölümü çerçevesinden, ölüm sıradan, düşünülebilir ve
anlaşılabilir bir olguyken insanın kendi ölümü daima ertelenen bir olasılıktır.
“Ölüm vakti” ile ilgili olarak Epiküros’a atfedilen “Eğer sen burada isen ölüm
yoktur; yok eğer ölüm buradaysa sen yoksun” şeklindeki akıl yürütme,
ölümün kişinin deneyimleyeceği bir zaman aralığında olmadığına dair önemli
bir formülasyondur. Tolstoy da ölümle ilgili kült kitabı İvan İlyiç’in
Ölümü’nde, ölümün geldiği son anda bu argümanı kullanır. İvan İlyiç, hayat
boyu kalbinde taşıdığı ölüm korkusunu son nefesinde de aramakta ancak
bulamamaktadır. Aklından son geçen “Ölüm bitti. O yok artık” olur.
6
Tolstoy,
bu formülasyonun sağlıklı iken işe yaramadığını ancak son anda yaşananın
bu olacağını düşünür gibidir. Bauman’ın da belirttiği gibi Epiküros’un
formülünde yadsınamaz bir bilgelik vardır; ancak bu mantıksal olarak ikna
edici formül, ölüm kaygısı veya korkusunu engelleme konusunda genellikle
işlevsizdir.
7
Akıl, bu büyük olgu karşısında şaşırtıcı bir yeteneksizlik gösterir.
Aklın, ölümü soyut ve uzak bir olasılık olarak sürekli ertelemesinde,
insanın kendi varoluşunun conatus’uyla ilgili korumacı bir
yaklaşıklık/kestirim tavrı söz konusudur. Spinoza “Her şey kendi varlığında
devam etmek için elinden gelen bütün çabaları yapar” diyerek bu korumacı
yaklaşıklığın varlığın fiili özü olduğunun altını çizer.
8
Buna göre kendi ölümü
konusunda insanın ertelemeci ve uzaklaştırıcı bir tavra bürünmesi, sadece
5
Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, Çev.: Nurgül
Demirdöven, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2012, s.12
6
Lev Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü, Çev.: Nihal Yalaza Taluy, Can Yay., İstanbul, 2015,
s. 85
7
Bauman, s. 12
8
Benedictus Spinoza, Etika, Çev.: H. Z. Ülken, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2011,
Üçüncü Bölüm, Önerme VI, s.137
Feyza Şule GÜNGÖR
231
korku kaynaklı değildir. İnsanın kendi varlığının sürekliliği için gösterdiği
çaba, onun fiili özüdür.
9
Varlıkta ısrar etmek, bedenin varoluşunu tasdik
etmektir; ruhun ilk ve başlıca çabası bu ısrardır. Heidegger de insan
varlığındaki conatus’un ölümün bir tehdit gibi inmesinin nedeni olduğunu
söyler. İnsanın en öz yüklemi belirli bir tarzda varolmaktır, insanın varolma
tarzı varlık mesleğini icra etmesi, varlık serüvenini sürdürmesi, onun fiili
olarak varolmasıdır.
10
Buna yönelik her türlü fiziksel veya düşünsel tehdit
karşısında varlık, fiili özü gereği karşı koyar. Bedenden varoluşu uzaklaştıran
bir düşünce, yani ölüm düşüncesi bizzat zihin tarafından uzaklaştırılır.
İnsanın ölüm düşüncesini kendisinden uzaklaştırma konusunda
gösterdiği zihinsel çaba, Dostoyevski’nin Budala adlı romanında çarpıcı bir
biçimde ortaya konur. Prens Mışkin, idam cezasının infazına götürülürken
yaşamak ve ölmek arasında öyle yoğun bir bocalama yaşar ki o anda bile
zihnen ölümü ertelemeye çalışır:
“Önümde uzun bir hayat var, üç sokak geçeceğiz. İşte birinciyi geçtik,
sonra şu sokak var. Arkasından sağ yanında fırın olan sokak gelecek... Daha
fırına çok var!"
11
Ölüme bu kadar yaklaşmış birinin ölümü ertelemeye çalışan bu
sözleri dehşet verici bir yalınlıkta varlıkta ısrarın ifadesidir. Varoluşu
bedenden uzaklaştıran bir düşünceye zihin de ruh da tüm gücüyle karşı
koyar.
12
İnsan ölümle ilgili neyi ne kadar düşünürse düşünsün tüm
düşünceleri hala varlık merkezlidir; bu dünyanın olgularına ve bu zihnin
işleyişine göre düşünür ve hala eşiğin bu tarafından konuşur. Kendi ölümünü
düşünmenin bu denli rahatsız edici olması, ölümün kendisinin “düşünülemez,
açıklanamaz ve kavranamaz” nitelikte oluşundan kaynaklanır. Düşüncenin
kendi yokluğunu imgeleme yetisinden yoksun oluşu, Descartes tarafından,
tersi biçimde düşüncenin olağanüstü gücü olarak tanıtılmıştır:
“Düşünüyorum, öyleyse varım”, düşünme hareketi hakkında kuşkuya
kapılmayan bir ve tek varoluştur.
13
Ölüm karşısındaki varoluşun ciddiyetine işaret eden bu tutumu,
Schopenhauer “yaşam istenci” olarak nitelendirir. Yaşam istenci ona göre
bilgiye dayanmaktan uzaktır; insanın yaşamı ne kadar acılı, kısa ve
9
Spinoza, Üçüncü Bölüm, Önerme VII, s.138
10
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Çev.: Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul,
2008, s. 251-252
11
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala,Çev.: Ergin Altay, İş Bankası Yay, İstanbul,
2016, s. 78
12
Spinoza, Üçüncü Bölüm, Önerme X, s. 139
13
Bauman, s. 25-26
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
232
belirsizliklerle dolu olursa olsun yaşam istenci sayesinde hayat ona en yüce
iyiliklerle dolu olarak görünür. Ölüm karşısında varlığın varlığını sürdürme
arzusu, buna yönelik bir tehlike sözkonusu olduğunda güçlü bir kaygı
doğurur. Bu kaygı ve korku bilinçten değil, yaşayan her şeyin kendisiyle dolu
olduğu fuga mortis yani kör istemden kaynaklanır.
14
Başkasının ölümü bu
kaygıları güçlendirir ancak erteleme ile deneyimin, ilk defasının sonuncu
olduğu deneyimin henüz başına gelmediği ile insan kendisini teskin eder ve
bizzat bu ölüm kaygısı ile yaşama sıkı sıkı tutunur. Buna göre ölüm kaygısı,
dinlerin veya geleneksel öğretilerin ileri sürdüğü gibi sadece öte dünya
kaygısı değildir. Bu, temsil ve tecrübe edilemeyen bir şeyin kaygısıdır. Varlık,
daima var olmayı korumaya planlanmıştır; bu biçim yokluğuna geçişte ise
artık var olmadığında ne olacağı bilgisizliği, karmaşa ve kaos içeren yoğun bir
kaygı oluşturur.
Bu bağlamda, ölümün hakikat veya hiçlik olarak okunmasının önemi
ortaya çıkmaktadır. Fiili özü, varlığını sürdürme arzusu ve çabası olan insan
için ölümün hakikat veya hiçlik olarak okunmasının anlamı büyük olacaktır.
Bu iki bakış açısının felsefi açıdan sorgulanması, insan ve ölüm arasındaki
ilişkinin değişen doğasına dair önemli argümanlar sunabilir.
Hakikate Açılan Kapı Olarak Ölüm
Ölümü “hakikat anı” olarak değerlendirmek, öncelikle “hakikat”
düşüncesinin işaret ettiği dinsel ve felsefi zemini irdelemeyi gerektirir. Dinsel
zemin çok karmaşık gibi görünse de esasen ölüm konusunda net çizgilere
sahiptir: Ölüm son değil, başlangıçtır. Bu başlangıç anı, insanın hakikatle
yüzyüze geldiği andır. Dini perspektiften, ölümün hakikatle
ilişkilendirilmesinin anlaşılmaz bir yönü yoktur. Hakikat iddiasını empirik
veya rasyonel bir araştırmayla ispatlama gibi bir “zorunluluk” da dini açıdan
sözkonusu değildir. Tertullian’ın, “saçma olduğu için inanıyorum, inandığım
şey rasyonel olarak ispat edilemediği için bunun sadece dinin etkisi ile
doğrulanabileceğine inanıyorum” deyişi dini iddiaların böyle bir zorunluluğu
taşımadığını sergileyen net bir duruştur. Din aşkın bir hakikat anlayışının
mutlak taşıyıcısıdır; bu hakikatle karşılaşma ise, “asıl yaşam” denen evreyi
başlatan ölümle vaat edilendir.
15
14
Schopenhauer, s. 11
15
Mortimer Adler, Dinde Hakikat, Çev.: Rujattin Yazoğlu-Hüsnü Aydeniz, Fenomen
Yay., Erzurum, 2005, s. 26-27
Feyza Şule GÜNGÖR
233
Ölümü hakikat düşüncesiyle ilişkilendirmeye zemin hazırlayan
felsefe ise mevcudiyet/özdeşlik metafiziğine sıkı sıkıya bağlıdır. Mevcudiyet
metafiziği, kendi kendisiyle özdeş olan mutlak bir köken, başlangıç, sebep
yani bir Arşimet noktası tesis etme yönündeki çabalardan oluşur. Bu Arşimet
noktası, kendisinden çıkan veya neşet eden her şeyi kontrol edip yönetme
anlamında merkez olma işlevi görmektedir. Bu merkez veya kaynak, kendi
kendisiyle özdeş, kendine bütünüyle yeten, kendinden kaim olan bir şey
olarak düşünülür. Mevcudiyet metafiziği hakikatin birtakım mevcudiyetlerle
anlaşılmasını mümkün kılan bir ontoloji ya da varlık anlayışı sunar. Platon’un
ideaları, Aristoteles’in birinci dereceden tözleri, Descartes’in düşünen tözü,
ampirist epistemolojilerin verilmiş olanları veya duyu verileri ya da
geleneksel felsefenin özleri bu varlık anlayışının ürünüdür.
16
Değişmez bir
varlığı gösteren merkez, farklı şekiller ve isimler alabilir. Eidos, arkhe, telos,
energia, ousia (öz, varlık, esas, özne), aletheia, aşkınlık, bilinçlilik, Tanrı, v.d.
17
Temellere, ilkelere veya merkeze ilişkin bütün adların daima değişmez bir
mevcudiyeti belirtmiş oldukları gösterilebilir.
Bu şekilde değişmez bir mevcudiyetin kabulü, “keşfedilmesi gereken
hakikat” anlayışına zemin olmaktadır çünkü hakikat iddiası idrak edilemez ve
tanımlanamaz olsa bile varolduğu kabul edilen sabit bir dayanağı veya temeli
gerektirir. Hakikatin bizzat kavranabilirliğinin imkanı problematik bir
konudur. Bu nedenle hakikat tartışmaları epistemolojik bağlamın dışına
taşmıştır. Hakikatin kavranılamazlığı ve tanımlanamazlığı epistemolojik
bağlamda tartışılırken, kavram olarak hakikatin işaret ettiği aşkın bir
gerçekliğin varlığı da konuyu ontolojik bağlama taşımıştır. Hakikatin şeylerde
mi yoksa zihinde mi olduğu, hakikatin sonsuz ve değişmez olup olmadığı,
Tanrı’nın hakikat olup olmadığı, hakikatin varlıkla ilişkisi gibi ontolojik
bağlamda hakikat tartışmaları yoğun bir şekle felsefenin gündemi olmuştur.
18
Mevcudiyet merkezli felsefenin temellendirdiği “hakikat” arayışı
veya keşfi çabaları, sadece soyut bir felsefi arayış olarak kalmamakta,
siyasetten, sanata, edebiyattan gündelik hayata kadar birçok alanda düşünsel
yönelimleri belirleyen ve yönlendiren bir işlev üstlenmektedir. Ontolojik
bağlamda hakikat kabulünün ölüm anlayışı üzerindeki etkisi de, dünyevi
sınırlar içerisinde kavranamayacak hakikatin bu dünyeviliğin geri
çekilmesiyle aşikar hale geleceği düşüncesidir. Ontoloji temelli felsefenin ve
16
Richard Campbell,The Concept of Truth, Palgrave Macmillan, Hampshire, 2011, s.7
17
Jacques Derrida, “Structure, Sign and Play in the Discourse of the Human Sciences”,
Writing and Diffêrance, Routledge Classics 2001, s.279-280
18
Harun Tepe, Platon’dan Habermas’a Felsefede Doğruluk Ya da Hakikat, İmge Yay.,
İstanbul, 2003, s. 51
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
234
dinin temellendirdiği bu çekirdeğin keşfinde, ölüm bir anahtar olarak
yadsınmayacak bir role sahiptir. Bu perspektife göre, yaşamsal her türlü
ilginin insanı uzaklaştırdığı safiyet, yaşamın çekilmesiyle birlikte yeniden
belirecek ve yaşam boyu keşfedilmeye çalışılan hakikat
deneyimlenebilecektir. Sokrates’in, beden var olduğu sürece, yaşamın
getireceği meşgaleler nedeniyle insanın hakikatin peşinden gidemeyeceği
vurgusu da bu bağlamdadır. Felsefecilere hitaben yaptığı “Bedenin beslenme
ihtiyacı, arzu, heyecan, korku ve benzeri duygular bu arayışın önüne geçer”
uyarısında dikkat çeken nokta, yalınlık istemi ve gerekliliğidir. Bu perspektife
göre hakikat öyle bir şeydir ki ona ulaşmak için bedenin de aradan çekilmesi
ve ruhun onunla karşı karşıya gelmesi gerekmektedir.
19
Sokrates’in bu
karşılaşmanın ancak ölümle mümkün olacağını ifade etmesi, ölümü mutlak
hakikat anı olarak gören düşüncenin genel tasviri olarak okunabilir.
Ölümün hakikatin anahtarı olarak kabullenilişi yine hakikatle
bağlantılı bazı problemleri gündeme getirir. “Ölümün mutlak hakikat olması
ne demektir?” sorusunun hemen ardından “Ölüm hakikat anı ise bizim
dünyada olmaklığımızla ilgili hakikat nerededir?” sorusunun gelmesi
insan/ölüm ve hakikat bağının daha geniş bir tasvirine ihtiyaç duyulduğunu
gösterir. Ölümü hakikat olarak kabul eden dinsel veya felsefi söylemin
insanın ölüm ile ilişkisi üzerinde şekillendirici bir etkisi bulunduğu ileri
sürülebilir. Ölümü mutlak hakikat anı olarak görmek, her şeyden önce ölümle
ilgili sorunlara ve sorulara karşı güçlü bir cevaptır. İnsanın ölümü kabul ediş
şeklinin ve ona bakış açısının yaşamı da şekillendirmesi ölüm, hakikat ve
insan bağlantısına özel bir önem atfetmeye neden olmaktadır.
Hayatın anlamının aydınlığa kavuşacağı ve bedenin varlıkla ilişkisini
kesmesiyle gerçekleşebilecek hakikatle yüzleşme anı, varlığın
anlamlandırılması ve kıymetlendirilmesi açısından değerli görülmüştür.
20
Bu
büyük oranda dinlerin vaat ettiği, canlı tuttuğu bir ümittir. Ölüm kaçınılmaz
olsa da onunla her şeyin bitmeyeceği vaadi insana belli oranda bir güvenlik
hissi sağlamakta ve yaşamı daha geniş bir bağlama yerleştirmek anlamın
koşulu haline gelmektedir. İnsanın yazgısını daha geniş bir bütüne
yerleştirme arzusu, onu bir başlangıç ve sona sahip bir süreç olarak görmeyi
kabullenememekten kaynaklanır.
21
Hiçliğe karışacak bir yaşamın anlamının
olamayacağı bu düşüncenin temel kabulüdür.
19
Platon, Phaidon, s.56
20
Platon, “Sokrates’in Savunması”, Diyaloglar, Çev.: Teoman Aktürel, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2013, s.37
21
Jankelevitch, s.27
Feyza Şule GÜNGÖR
235
Hiçlik Olarak Beliren Ölüm
Farklı yöntem ve amaçlarla da olsa Aydınlanma’yla başlayan ve
yapısökümle doruk noktasına ulaşan hakikat anlayışının yitimi belki de bu
çağın en önemli felsefi hareketi olmuştur. Aydınlanmadan önce hakikatin
bilinip bilinemeyeceği ya da hakikati keşif yolları tartışılırken Aydınlanma ile
hakikat kavramının kendisi problematik olmaya başlamış ve hakikat
metafizik alt yapısını kaybetmiştir.
22
Çağın geçirdiği büyük anlam depremlerinden ölümle ilgili
anlamlandırma girişimlerine önemli bir fay hattı düşmektedir. Mevcudiyet ve
özdeşlik mantığının yapısökümüyle hakikat düşü/düşüncesi de
sorunsallaşmıştır. Dilin dışında veya ötesinde, aşkın bir gerçeklik veya
merkez kabulünün reddi hakikat iddialarının da sorgulanmasına sebep
olmuştur.
Değişmez, sabit bir köken veya hakikatin reddi soyut bir tartışma
olarak kalmamakta, insana dair hemen her alanda etkisini göstermektedir. Bu
çalışmanın konusu olan ve insan varlığına dair en önemli durak kabul edilen
ölüm algısı da mevcudiyet metafiziğinin yapısökümünden etkilenmektedir.
Modern zamanların şüpheci ve eleştirel görüşü açısından ölümle ilgili tüm
argümanlar “eğer gerçekse”ye dayanır.
23
Aydınlanma sonrasında, ölümün
geleneksel anlayıştaki temsil şekilleri değişime uğramış, bu değişim ölümle
ilgili geleneğe ait metinlerin, ritüellerin ve inanışların yerinden edilmesiyle
kendini göstermiştir. Ölümü hakikat olarak görmenin reddi, o hakikat
anlayışının beraberinde getirdiği birtakım anlayışları da yerinden
etmektedir. Ölüm en somut anlamıyla artık bir kapıdan diğer bir kapıya giriş
olarak görülmemekte, kapının simgelediği “diğer dünya” anlayışı da bir düş,
bir teselli olarak okunmaktadır. Bu, geleneksel ölüm tasvirinin de
yapısökümüdür.
24
Ölümü bir hakikatin taşıyıcısı olarak anlamlandırma girişimleri,
özellikle postmodernizm için uzak bir anlayıştır. Sabit tüm dayanakların
terkinin sözkonusu olduğu bu çağda, her türlü sabit ve değişmez köken,
anlam, hakikat iddiaları yerinden edildiği için her şey görülebilir, saydam ve
değişken olarak karakterize olur. Buna bağlı olarak ölüm de tıbbın
çerçevesini çizdiği bir süreç içerisinde cereyan eden bir olaydır; ortada
ölümle aydınlanacak üstü kapalı bir hakikat bulunmamaktadır.
22
Campbell, s.8
23
Flowers, s. 47
24
Bauman, s.163
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
236
Ölümü hiçlik olarak okumanın beraberinde getirdiği, ölümle ilişkinin
doğasını belirleyen bir inanç ve yaşam şekli söz konusudur. Ölümü hiçlik
temeline alan bir düşünce, bugün, ölümü uzaklaştırma, onu yadsıma tavrını
gerekli görmektedir. Bu tavır, modernitenin insan aklının her alana
hakimiyeti arzusuna dayanan genel felsefesiyle uyumludur. Beklenmediklik
ve bilinemezlik gibi aklın üstesinden gelemeyeceği ve kodlarını çözemeyeceği
tek bir nokta dahi bulunmamalıdır; “yapmak istiyoruz, yapabiliriz, yapacağız”
mottosu bu hakimiyetin tezahürüdür. Ancak ölümün kendisine hakim
olamamak, onu ötelenmesi ve yadsınması gereken bir sorun olarak
görülmesine neden olmuştur.
İnsan iradesi ve aklı dünyaya egemen olabilmiştir ancak insanın
güçsüzlüğünün sert, parçalanmaz çekirdeği olarak ölüm orta yerde
durmakta, bilime ve akılcılığa karşı koymaktadır. Bu sert ve sarsılmaz
çekirdek, modernitenin cesur yenidünyasının akıl egemenliğini
sarsmaktadır. Bu çekirdek kırılamayacak kadar çetin ve üstesinden
gelinmeyecek kadar güçlü ise yapılacak şey, onu çeşitli nedenlerin ardına
gizlemek ve tamamen kişisel bir alana hapsederek yadsımaktır. Ölümü,
bireysel bir sorun haline indirgemek modernitenin en büyük hamlesi
olmuştur. Ölüm artık dışarıdan gelen bir şey gibi algılanır; bu algıyı tıp
oluşturmuş gibi görünür ancak birçok destekleyici faktör de vardır. Tıbba
göre kişiyi ‘öldüren’ bir şey mutlaka vardır, bu neredeyse kişisel bir suç
olarak görülür; sigarayı bırakmadığı için ölmüştür, fazla kilolarından dolayı
ölmüştür, kendine yeterince dikkat etmemiştir; sorumlu akciğer, böbrek,
kalp, damarlardır. Tıp uzmanlarına göre ölümde bir suçlu mutlaka vardır,
yalnızca doğal nedenlerin sonucu ölümler azalmıştır. Ölümün doğal bir olay
olarak kabul edilmesinin yerini “kurtarılabilirdi ama gerekenler yapılmadı”
serzenişi almıştır. Ölümlülüğün yapısökümü budur; geleneksel “vadesi
gelmek” inancı zayıflamıştır. İnsanların modern zamanlarda ölüme yaklaşımı
hakkında Bauman’ın aktardığı Aries’in tespiti, çağın bireyleri olarak yakından
tanık olduğumuz durumlardır:
“İnsanlar artık ölümden doğal ve gerekli bir olgu gibi söz etmiyor.
Ölüm bir yenilgidir, kaybedilen bir iştir…Ölüm geldiğinde, bir kaza, bir
güçsüzlük ya da kusur göstergesi olarak kabul edilir”.
25
Hakikat anlayışının ve arayışının soluklaşmasıyla, yaşamın tüm
karmaşası ve kaosu karşısında bir nevi sükuta erme olarak kabullenilen ölüm,
artık bir skandal olarak karşılanabilmektedir.
26
Ölümün evcil kabul edildiği
25
Bauman, s. 170
26
Schopenhauer, s. 42
Feyza Şule GÜNGÖR
237
dönemlerde de savaşlar, salgın hastalıklar, çocuk ölümleri, doğal afetler söz
konusuydu ancak ölüm insanın kaçınılmaz yazgısı olarak kabul
edilebilmekteydi; bugün ölümü dehşet duygusu olmadan düşünememek
ölümle ilgili idrakin de değiştiğine işaret etmektedir. Bu yapısökümün günlük
hayatta çok derin karşılıkları vardır; ölüm düşüncesine bu öteleyici ve
yadsıyıcı bakış açısı, yeni ölüm felsefesi, gündelik yaşamda büyük
değişikliklere neden olmaktadır. Ölümü kabullenmemek, onunla başa çıkmak
için mücadele etmek ve başarılamadığında da doğal bir sonuç olarak değil bir
skandal olarak görmek çağın ölüme bakış açısının karakteristiklerindendir.
Bauman’ın “proje odaklı bir dünya felsefesi” diye tarif ettiği bir çağda, ölüm
iyi edilebilir bir dizi hastalığa indirgenmiştir.
27
Ölümün mutlak hakikat anı olarak algılanışına “boş bir teselli” diye
karşı çıkan akılcılığın da böyle kendine has tesellileri bulunmaktadır; ancak
ironik olarak bir farkla; bu teselliler de tıp ve onun sağladığı teknolojiler
sayesinde ortaya çıkmaktadır, kısacası “bilimsel teselliler”dir. Çağın tüm
hastalıkların çaresinin bulunacağı vaadi, ölümle erişilebilecek kurtuluş
vaadinin yerini almaktadır. İnsan çağın ölüm algısına uygun olarak, ölümle
kavuşacağı bir hakikat vaadinden, varlığını olabildiğince sürdürmeye yönelik
vaatleri yeğ tutmaktadır; ölüm kaygısıyla başa çıkmanın modern yolu budur.
Ölümlülüğün yapısökümü gerçekleşmiştir ancak yerine sunulan
alternatif ölüme dair güçlü argümanlar sunmaktan uzak gözükmekte ve
felsefe kendisine en çok ihtiyaç duyulan anda sessizliğe gömülmektedir.
Değişen ölüm algısının karşısında felsefeden beklenen anlam üretmesi ve bu
konuda daha geniş, açıklayıcı tasvirler sunmasıdır. Eğer geleneksel anlamda
insan ölümle hakikate kavuştuğunu düşünüyorsa bu bir tesellidir; hakikat
tesellisi ortadan kalktığında ölüm çok daha ağır bir trajedi olarak beklenir.
Modernizm durağı için bu teselliler anlamsız ve dayanaksızdır ancak bu
durak ölüm karşısında bir dayanak da sunmaz. Bilimdışında herhangi bir
gerçekliğin olamayacağı, gerçekliği başka bir boyutta aramanın yararsızlığı
ve nihayet bilimsel araştırmanın anlam alanının yeganeliği gibi açıklamalar
ölüm konusunda ne bir bilgi ne de bir açıklama içerir.
28
Kaynağını yaşantıdan alan bir felsefi sistem, fiili özü varlığını devam
ettirme arzusu olan insanın varlığına tehdit gibi inen ölümle ilgili, onu
yadsımak dışında söylemler geliştirebilmelidir. Sokrates, kendisine birkaç
saat sonra öleceği için korku duyup duymadığını soranlara “felsefeyle
ilgilenen bir insanın ölümden korkmayacağını, çünkü onların zaten ölmek
27
Bauman, s.199-200
28
Hentsch, s. 17
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
238
için (hakikat için) çalıştıklarını, yaşam boyu arayıp durdukları şey geldiğinde
ise bundan korkalarsa bunun saçma bir durum olacağını” söyler. Yaşam boyu
hayatın anlamı, varlığın anlamı, Tanrı’nın varlığı yokluğu gibi metafizik
konularla ilgilenip onların cevabını alacağı andan korkmak ona göre felsefece
bir tavır değildir. Hatta ölümle insanın en yüksek seviyeye ulaşması demek
olan hakikat anına kavuşulacağı için ölüm bir ihtiyaçtır. Bu anlamda zaten
felsefe, ölümü anlamak, kabul etmek anlamında esasen ölümle ilgilidir.
Hakikat temelli bu güçlü argümanlara karşı hiçliği öne sürerek ölümü
yadsımak, çağın ölümle ilgili felsefi yetersizliği olarak görülebilir.
Sonuç
Ölümün metafiziksel anlamından ziyade insan ve ölüm arasındaki
ilişkinin değişen doğasının değerlendirildiği bu çalışmada, ölümü hakikat ve
hiçlik olarak okumanın yaşam açısından anlamı sorgulanmıştır. Çalışmanın
bütünü itibariyle temel alınan soru şudur: Ölümü hakikat veya hiçlik olarak
kabullenmenin insan ve ölüm ilişkisinin doğası açısından anlamı nedir?
Ölüme dair gerek hakikat anı, gerekse hiçlik düşüncesi bağlamında
oluşturulan her türlü senaryo, varlığın kendisini nerede ve nasıl
konumlandıracağına ilişkin bir kimlik sorunu olarak ortaya çıkmaktadır.
Ölüm bu anlamda esasen bir varoluş sorunudur. İnsan, varlığına bir tehdit
gibi inen ölüm düşüncesiyle başa çıkmanın yollarını aramaktadır. Hakikat ya
da hiçlik, her iki düşüncenin de ortak başlangıç noktası varlığın sona ereceği
gerçeğini kabullenerek yaşamın anlamlandırılması çabasıdır.
Geleneksel dini ve felsefi düşünce bu çabayı, ölümü mutlak hakikat
anı olarak değerlendirmekle göstermektedir. Dinin argümanları Tanrı’nın
vaatleriyle şekillenir; ölüm geçici hayatın sonlanması ve hakikatle karşı
karşıya gelerek asıl dünyaya geçiş aşamasıdır. Ölümle daha üst bir dünyaya
ulaşılacağı, Tanrı’yla bir olunacağı, yaşamın tüm gizinin örtüsünden
sıyrılarak aydınlandığı bir an tasavvuru bu düşüncenin özünü oluşturur.
Mevcudiyet metafiziğinin önünü açtığı hakikat arayışına bağlı olarak gelişen
felsefeye göre de, ölümle birlikte aydınlanacak bir giz bulunmaktadır. Ölümü
bu şekilde tasvir eden bir düşünce, onu kabullenişte belli bir rahatlama
sağlamaktadır. Bu bakış açısı bugün, dinlerin canlı tuttuğu boş bir vaatle
ölümün ağırlığından kaçış olarak görülmekte ve yaşamın değerini
küçümsediği için eleştirilebilmektedir.
Ölümü hiçlik olarak okuyan düşünce açısından ise durum daha
karmaşıktır; teorik olarak fizyolojik sebeplerden dolayı yaşam bittiğinde tüm
hikaye sona ermektedir. Ancak, bu düşüncenin yaşamla irtibatı kurulmaya
Feyza Şule GÜNGÖR
239
çalışıldığında modern insanı bunaltan, kaosa sokan birçok handikapı
bulunmaktadır. Ölümü hakikat olarak görmek sadece bir teselli ise bile bunun
insanlar için teskin edici bir yönü bulunmaktadır. Modern insan ise teselliyi
yaşamın devamlılığı için çabalamakta bulmakta, ölüm bir anlamda
yadsınarak kendisinden uzaklaşılan bir tehdit, bir skandal olarak
değerlendirilmektedir. Bu nedenle, ölümü hiçlik olarak değerlendirmek
insanın varlığını ve yaşamını nerede ve nasıl konumlandıracağına dair derin
belirsizlikler oluşturmaktadır.
Ölümle ilgili modern muhayyilenin ölümü yadsıma tavrı felsefede de
karşılığını bulmaktadır. Ölüm konusunda medeniyetimizin artık söyleyecek
hiçbir şeyi kalmamış gibidir. Savaşın, terörün, kaosun insanı bir cendereye
soktuğu bu çağda ölüm ve insan arasındaki ilişki hakkında, varlık ve yokluk
arasındaki eşik hakkında yeni felsefi söylemler üretilmesi gerekmektedir.
Ölümü hakikat olarak değerlendiren düşünceler, rasyonel olmayan teselliler
olarak bir kenara itiliyorsa, hiçliğin getireceği kaygıları sorgulayan bir
alternatif düşünce sunulmalıdır. Hiçlik düşüncesi açısından ölüm, bir kapıdan
diğerine giriş olmaksızın salt çıkış ise bu çıkışın verdiği derin kaygı ve
korkuya dair bir hesaplaşma ve sorgulamaya gidilmelidir. Ölümün felsefenin
“gerçek ilham perisi ve esinleyici gücü” olduğu düşüncesi bağlamında çağdaş
felsefenin ölüm konusuna yaklaşımının onun asli fonksiyonlarını tanımada
yetersiz ve ilgisiz kaldığı söylenebilir. Hakikat düşüncesinin soluklaştığı ve
felsefi sahadan uzaklaştığı çağımızda, felsefenin bu hakikat düşüncesinin
yerine ne koyacağının tartışılması zorunludur.
Platon daha önce de ifade edildiği gibi bilgeliği ölüme ilişkin bir
düşünüş olarak görür; Spinoza ise bilgeliğin ölüme ilişkin bir düşünüş olarak
görülmesinin sağlıksız ve sapkınca olduğunu iddia eder. Bu çalışmanın genel
yaklaşımı ise, esas bilgeliğin ve esas felsefenin, ne ölüme ne de ölümden
sonrasına ait olduğudur. Bu dünyaya dair bir bilgelikten bahsediliyorsa, bu
elbette ölüm ve yaşam arasındaki eşikte duran insanın ölümü de yaşamı da
ötelemeden kurduğu ilişkide aranmalıdır. Bu, kişinin herkesten önce kendisi
için üstlenebileceği etik bir sorumluluktur.
Ölüm Hakkında Çağın Felsefi Senaryosu: Hakikat mi Hiçlik mi?
240
KAYNAKÇA
Adler, Mortimer, Dinde Hakikat, Çev.: Rujattin Yazoğlu-Hüsnü Aydeniz,
Erzurum: Fenomen Yay., 2005.
Bauman, Zygmunt, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, Çev.:
Nurgül Demirdöven, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2012.
Campbell, Richard, The Concept of Truth, Hampshire: Palgrave Macmillan,
2011.
Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç, Budala, Çev.: Ergin Altay, İstanbu:, İş
Bankası Yay,. 2016.
Derrida, Jacques, “Structure, Sign and Play in the Discourse of the Human
Sciences”, Writing and Diffêrance, Routledge Classics 2001.
Flowers, Betty S., “Death, The Bald Scenario”, Death And Philosophy, Ed. Jeff
Malpas and Robert C.Solomon, London, Routledge 2002.
Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman, Çev.: Kaan H. Ökten, İstanbul: Agora
Kitaplığı, 2008.
Hentsch, Thierry, Hakikat Ya da Ölüm-Batı Anlatı Geleneğinde Ölümsüzlük
Arayışı, Çev.: Bilal Baş, İstanbul: İz Yay., 2010.
Jankelevitch, Vladimir, Ölümü Düşünmek, Çev.: Y. Ruhi Demir, İstanbul:
Monokl Yay., 2012.
Levinas, Emmanuel, Ölüm ve Zaman, Çev: Nami Başer, İstanbul: Ayrıntı Yay.,
2006.
Platon, “Sokrates’in Savunması”, Diyaloglar, Çev.: Teoman Aktürel, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 2013.
Platon, Phaidon, Çev.: Furkan Akderin, İstanbul: Say Yay., ,2015.
Schopenhauer, Arthur, Ölüm ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği Üzerine,
Çev.:Elif Yıldırım, İstanbul: Oda Yay., 2014.
Spinoza, Benedictus, Etika, Çev.: H. Z. Ülken, Ankara: Dost Kitabevi Yay.,
2011.
Tepe, Harun, Platon’dan Habermas’a Felsefede Doğruluk Ya da Hakikat,
İstanbul: İmge Yay., 2003.
Tolstoy, Lev, İvan İlyiç’in Ölümü, Çev.: Nihal Yalaza Taluy, İstanbul: Can Yay.,
2015.