ArticlePDF Available

Abstract

Son yıllarda genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile ilgili tartışmalar yaşanırken, bu organizmaların üretim miktarları her geçen yıl artmaktadır. Günümüzde rekombinant DNA metotlarının kullanımı ile elde edilen ürünlerin ülkemizde kullanımı yasak olmasına rağmen hayvan yemi olarak ülkemize yasal olarak girmektedir. Global olarak, genetiği değiştirilmiş ürünlerin çevreye salınımlarından sonra kamusal endişeler artmıştır ve bu yüzden ülkeler bazında yasal düzenlemeler yapılmıştır. Biyoçeşitlilik, en temel anlamıyla canlı organizmaların çeşitliliği anlamındadır. Tarımsal biyolojik çeşitlilik ise gıda ve tarımla ilgili biyolojik çeşitliliğin tüm bileşenlerini içermektedir. Ekin türleri, çiftlik hayvanları, balık türleri genetik kaynakları ve tarla, orman, otlak ve su ekosistemleri dâhilinde evcilleştirilmemiş tüm kaynaklar tarımsal biyolojik çeşitliliğin kapsamına girmektedir. Son elli yılda dünya nüfusunun hızla artması ile birlikte genetik çeşitlilik azalmıştır. Bununla birlikte, genetiği değiştirilmiş organizmaların çevreye salınımı ile biyoçeşitliliğe etkisi kamusal kaygı olarak ortaya çıkmaktadır. GDO’ların çevreye salınımları halinde çoğunlukla kontrolsüz tozlaşma, gen kaçışı ve yabani hibritleşme gibi ortaya çıkabilecek riskleri vardır. Bu çalışmada genetiği değiştirilmiş bitkilerin biyoçeşitliliğe etkileri, riskleri ve olası faydaları değerlendirilmiştir.
YYÜ TAR BİL DERG
(YYU J AGR SCI)
2019, 29(1): 168-177
168
Geliş tarihi (Received): 08.10.2018
Kabul tarihi (Accepted): 09.02.2019
doi: 10.29133/yyutbd.468218
Dereleme/Review
Genetiği Değiştirilmiş Bitkilerin Biyolojik Çeşitliliğe Potansiyel Etkileri
Yunus Emre ARVAS1*, Yilmaz KAYA2
1Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Moleküler Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı, İstanbul- Türkiye
2Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Biyoteknoloji Anabilim Dalı, Samsun- Türkiye
*e-posta: yunusearvas@gmail.com
Öz: Son yıllarda genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile ilgili tartışmalar yaşanırken, bu organizmaların üretim
miktarları her geçen yıl artmaktadır. Günümüzde rekombinant DNA metotlarının kullanımı ile elde edilen ürünlerin
ülkemizde kullanımı yasak olmasına rağmen hayvan yemi olarak ülkemize yasal olarak girmektedir. Global olarak,
genetiği değiştirilmiş ürünlerin çevreye salınımlarından sonra kamusal endişeler artmıştır ve bu yüzden ülkeler
bazında yasal düzenlemeler yapılmıştır. Biyoçeşitlilik, en temel anlamıyla canlı organizmaların çeşitliliği
anlamındadır. Tarımsal biyolojik çeşitlilik ise gıda ve tarımla ilgili biyolojik çeşitliliğin tüm bileşenlerini içermektedir.
Ekin türleri, çiftlik hayvanları, balık türleri genetik kaynakları ve tarla, orman, otlak ve su ekosistemleri dâhilinde
evcilleştirilmemiş tüm kaynaklar tarımsal biyolojik çeşitliliğin kapsamına girmektedir. Son elli yılda dünya nüfusunun
hızla artması ile birlikte genetik çeşitlilik azalmıştır. Bununla birlikte, genetiği değiştirilmiş organizmaların çevreye
salınımı ile biyoçeşitliliğe etkisi kamusal kaygı olarak ortaya çıkmaktadır. GDO’ların çevreye salınımları halinde
çoğunlukla kontrolsüz tozlaşma, gen kaçışı ve yabani hibritleşme gibi ortaya çıkabilecek riskleri vardır. Bu çalışmada
genetiği değiştirilmiş bitkilerin biyoçeşitliliğe etkileri, riskleri ve olası faydaları değerlendirilmiştir.
Anahtar kelimeler: Biyoçeşitlilik, Genetiği değiştirilmiş bitki, GDO
Potential Impact of Genetically Modified Plants on Biodiversity
Abstract: Currently, the introduction of genetically modified organisms (GMOs) has raised some concerns and the
planting areas of these organisms continue to expand every year. In recent years, it is forbidden to cultivate food and
feeds produced with genetic engineering technology in Turkey. Transgenic products that have come to Turkey through
imports have taken their place in the markets through various inspections and their sales continue. Biodiversity means
the diversity of life. Agricultural biological diversity includes all components of biological diversity related to food
and agriculture. Genetic resources such as crop species, farm animals, fish species, and all untamed animals, forest,
grassland and aquatic ecosystems within the scope of agricultural biological diversity. However, with the increasing
living organism population, the rate of consumption of natural resources is also increasing. Thereby reducing the
genetic diversity for biodiversity. Genetically modified organisms can have some negative consequences There are
negative effects that plants may produce in the environment such as uncontrolled pollution, gene leaks and wild
hybridization. In this review, the impacts, risks and benefits of genetically modified plants on biodiversity have been
evaluated.
Keywords: Biodiversity, Genetically modified plant, GMO
Giriş
İnsanlar, tarih boyunca doğal seleksiyon etkisi ile gelişen canlı türlerini ihtiyaçları dâhilinde kullanmışlardır. Tarım
ile uğraşan insanlar Roma ve eski mısır ülkelerinde olduğu gibi kullandıkları en iyi kaliteye sahip tohumları saklayarak
sonraki senelerde ekmişlerdir. Klasik ıslah yöntemlerinin kullanılmaya başlanması ile de yetiştiriciliği yapılan bazı
bitkilerin üstün özellikli olmaları sağlanmıştır. Bunun sonucunda da ürün artışı sağlanmıştır. Bununla beraber; keçi,
inek gibi bazı hayvanlardan da evcilleştirilerek bu hayvanlardan daha fazla faydalanılmıştır (Atsan ve Kaya 2008).
Dünya nüfusunun sürekli artmasından dolayı ortaya çıkan beslenme sorununun giderilmesi amacıyla birim alandan
alınan verimin artırılması; ekilebilir alan artırılmasından daha çok önem kazanmış ve çalışmalara bu yönde ağırlık
verilmiştir. Yeşil devrim olarak adlandırılan (1965-1985) dönemde, klasik ıslah yöntemleri ile birlikte gübreler,
sentetik gübreler, hormonlar, herbisitler, insektisitler, fungusitler ve son teknolojik makinelerin kullanılmasıyla, elde
edilen bitkisel ürünlerin kalite ve veriminde kayda değer büyük başarılar elde edilmiştir. Fakat ilerleyen yıllarda
herbisitler gibi pestisitlerin toprakta birikmeye başlaması, çevre ve insan sağlığına kalıcı zarar vermeleri ve geleneksel
ıslah yöntemleriyle elde edilen ürünlerin çok zaman alması bunun beraberinde yoğun bir iş gücü masrafını getirmesi,
bununla beraber melezleme yapılabilecek türlerin az olması gibi dezavantajlardan dolayı yeşil devrim yetersiz
169
kalmıştır. Klasik ıslah yöntemleri ihtiyaçları karşılayamaz hale gelmiş ve giderek artan ihtiyaçlardan dolayı yeni
arayışlara başlanılmış ve bunun neticesinde genetiği değiştirilmiş organizmalar hayatımıza girmeye başlamıştır (Kaya
2015).
Transgenik bitkiler elde edilmesi için yapılan çalışmalar, 1980’li yıllarda ülkeler arası bir konsorsiyum tarafından
Agrobacterium tumafaciens bakterisinin aracılığı ile gen aktarımı teknolojisinin kullanılmaya başlanması ile adeta bir
devrim yaşanmıştır ve bunun neticesinde uzun raf ömrüne sahip domates de dahil olmak üzere çok sayıda GD bitki
geliştirilmiştir (Bawa ve Anilakumar 2013). Genetiği değiştirilmiş organizmalar ile ilgili ilk çalışmalar ABD’de
başlanmıştır ve ilk genetiği değiştirilmiş organizma olan Escherichia coli 1973 yılında laboratuvarda elde edilmiştir
(National Human Genome Research Institute 2015). 1983 yılında dünyada ilk defa genetiği değiştirilmiş tütün bitkisi
elde edilmiştir (Herrera-Estrella ve ark. 1983; Kenward ve ark. 1993). Açık alanda ise ilk defa “Bacillus thuringensis
bakterisinin genini barındıran genetiği değiştirilmiş mısır bitkisinin ekimi ABD’de yapılmıştır (Yılmaz 2012). Ticareti
yapılan genetiği değiştirilmiş ilk bitki ise 1994 yılında ABD pazarlarında satılmaya başlayan ve “Flavr Savr” adı
verilen, uzun raf ömrüne sahip domates olmuştur. İlerleyen yıllarda ise genetiği değiştirilmiş bitki çeşit sayısı artarak
devam etmiştir (Şen ve Altınkaynak 2014). Rekombinant DNA teknolojisi kullanılarak transgenik ürün elde
edilmesinin amacı birim alandan alınan verimi arttırmak ve çevresel stres faktörlerine dayanıklı ürünler yetiştirmektir.
Nitekim dünya genelinde 1996 yılında 1,7 milyon hektar GDO’lu ürün ekimi yapılmışken, 2017 yılında bu rakam
189,8 milyon hektara ulaşmıştır (Şekil 1) (ISAAA 2017). Gelişen dünyada her geçen gün yeni bir teknolojinin
hayatımıza girmesinden dolayı, GDO çalışmaları ve ürünleri hem çok büyük bir talep ve kabul görmüş hem de tepki
ile karşılanmıştır (Arun ve ark. 2015).
Şekil 1. Dünyada en fazla GD ürün üreten ülkelerin sıralaması (ISAAA 2017).
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar
Rekombinant DNA teknolojisi; canlı bir organizmadan herhangi bir yöntemle elde edilen bir genin uygun bir konak
hücreye aktarılarak çoğaltılmasını ve/veya ifade edilmesini amaçlayan çalışmalar bütününe verilen addır (Yorulmaz
ve Ay 2006). Rekombinant DNA basitçe ifade etmek gerekirse, iki farklı türden DNA’nın birleştirilmesiyle ortaya
çıkan DNA molekülü olarak tanımlanmaktadır. Rekombinasyon; genotipleri farklı bireyler arasında eşleşmeler
gerçekleştiğinde, anne ve babaya ait kalıtsal özelliklerin döllerde değişik gruplanmalar oluşturacak şekilde bir araya
gelmesini sağlayan olaylar dizisidir. Bu olaylar zinciri, dizileri birbirinden farklı nükleotidlere sahip iki DNA
molekülünün homoloji gösteren bölgeleri arasındaki parça alış-verişi sonucunda moleküler düzeyde meydana gelen
yeni gruplamalardır (Firidin 2010; Soydemir ve Aksoy 2017).
Rekombinasyon’un temelleri, ilk kez 1928 yılında İngiliz bilim insanı Frederick Griffith tarafından atılmıştır. O
dönemde Londra’da zatürre salgını oluşmasına neden olan bakteriler üzerinde çalışmış, genetik materyalin hücreler
arasında iletildiğini ve yeni bir genetik bilgiye dönüştürüldüğünü ispat etmiş ve buna “genetik transformasyon” adını
vermiştir (Pray 2008; Gostin ve ark. 2014; Krebs ve ark. 2014). 1973 yılında Stanley Cohen ve Annie Chang tarafından
Arvas ve Kaya 2019, YYÜ TAR BİL DERG (YYU J AGR SCI) 29(1): 168-177
170
tanımlanan ve rekombintant DNA teknolojisinin temelini oluşturan ilk in vitro plasmid geliştirilmiştir (Kiermer 2007;
Gostin ve ark. 2014). O zamandan beri rekombinant DNA teknolojisi gün geçtikçe gelişimini devam ettirmiştir.
Rekombinant DNA teknolojisi, hedefteki bir genin çok miktarda üretilmesini veya hedefteki geni ifade etmeyen bir
hücrenin, o geni ifade edebilmesini amaçlamaktadır (Soydemir ve Aksoy 2017). Rekombinant DNA, vektör plasmidi
ve hedeflenen geni içeren DNA parçası olmak üzere iki ana parçadan oluşmaktadır (Lodish ve ark. 2007).
Rekombinant DNA teknolojileri kullanılarak bir organizmaya, başka bir organizmadan; yeni bir gen transfer edilmesi
ile oluşturulan canlıya Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) denir. GDO’lu canlılara aktarılan bu gen, kendi
cinslerinden bir gen taşıyabileceği gibi başka cins ve türlerden de gen barındırabilir hatta sentetik olarak üretilen
genlerden de alınan gen olabilir. Örneğin tütün bitkisine rekombinant DNA teknolojileri kullanılarak Rizobium sp’den
gen aktarılmasıyla dalapon herbisitine dayanıklı genetiği değiştirilmiş tütün elde edilmiştir (Kaya ve ark. 2013).
Bu ve benzeri biyoteknolojik çalışmalar neticesinde bitkiler biyotik ve/veya abiyotik streslere karşı dayanıklı hale
gelebilmektedirler. Örneğin, dalapon herbisiti stresine maruz kalan tarım alanlarında tarımsal önemi olan bitkilerin
verimi düşmekte ve toprağın ekonomik değeri azalmaktadır. Fakat modern biyoteknoloji metotlarıyla bakteriden
alınan dehalogenase genlerinin bitkiye transferi sayesinde dalapon herbisitine dirençli bitki geliştirmek mümkün
olmuştur. Ayrıca bu genin bitkide anlatımı sayesinde topraktan dalapon herbisiti bünye içine alarak toprağı
temizlemektedir. Bunun yanı sıra, bu gen sayesinde bünye içindeki dalapon herbisiti pirüvik asite çevrilerek herbisit
kalıntısı da ortadan kaybolmaktadır (Kaya ve ark. 2013). Kuraklık, ağır metal ve hava sıcaklığının ekstrem olduğu
bölgelerde yüksek tolerans sağlaması beklenen genlerin yeni biyoteknoloji metotlarıyla bitkilere aktarılması ile bu
bitkilerin bu alanlarda yetiştirilmeleri mümkün olmaktadır (Hoffmann 1997). Funguslar, zararlılar, nematotlar ve
virüsler gibi biyotik streslere karşı bitkiler geliştirilebilmektedir (Melchers ve Stuiver 2000). Bu ve benzeri
sebeplerden dolayı genetiği değiştirilmiş organizmalara ilgi her geçen gün artmaktadır.
Genetiği Değiştirilmiş Bitkiler
Tarımsal ve ekonomik getirisi bakımından önem arz eden önemli bitkilerin yapısına, doğal yapısında olmayan genlerin
başarılı olarak aktarılıp ifade edilebilmesi modern tarımda birçok uygulama alanı bulmuştur (Öztürk 2011). İlk
transgenik bitkilerin üretiminin elde edildiği 1980’li yıllardan bu yana, transgenik bitkilerin kullanımı bitki
biyoteknolojisinde tarımsal ilerlemeleri teşvik edici birçok yeni alanlar açmıştır (Sağıroğlu 1999; Kaynar 2009). Bu
bitkilerin üretimine başlandığı dönemden günümüze kadar birçok transgenik zirai bitki geniş alanlarda ekilmeye
başlanmış ve bunların ürünleri (un, yem vs.) çoktan marketlere kadar ulaşmıştır. Zamanla ülkeler arasında
biyogüvenlik kanunları çerçevesinde genetiği değiştirilmiş ürünlerin ekilmesi ve/veya tüketilmesi konusunda
farklılıklar oluşmaya başlamıştır. Ülkemizde, 2010 yılında yürürlüğe giren “biyogüvenlik kanunu” gereğince
transgenik ürünlerin “hayvan yemi ve ek gıda maddesi olarak tüketilmesi (bebek mamaları hariç) serbest bırakılmış
fakat ekilmesi ve insan gıdası olarak kullanılması yasaklanmıştır (Biyogüvenlik Kanunu 2010).
Ticari amaçlı transgenik bitkilerin üretildiği alanlar temel olarak üç nesil sınıf altında toplanmaktadır. birincil, ikincil
ve üçüncül nesil GDO (Smith 1996; Briggs ve Koziel 1998; Holmberg ve Bülow 1998; Ölçer 2001).
GD ürünlerin ticarileşmesinin ilk yıllarındaki çalışmalar herbisit toleransı, böcek ve patojen direnci gibi girdiye
yönelik yani doğrudan çiftçiyi ilgilendiren, biyotik ve abiyotik stres faktörlerine dayanıklı tarım bitkilerinin
yetiştirilmesine yardımcı olan özelliklere odaklanmış ve birinci nesil GDO olarak tanımlanmıştır (Öktem 2004a;
Öktem 2004b; Yüzbaşıoğlu ve ark. 2017). Üretim aşamasında olan birinci nesil GDO’ların üretim amacı çiftçinin kâr
oranını ve ürün verimini artırmak olmuştur (Korth 2008). Yaygın olarak kazandırılan herbisit toleransı özelliği,
çiftçilerin ürün maliyetlerini önemli ölçüde azaltmaktadır. Ayrıca, özellikle mısır ve pamuk yetiştiriciliğinin yapıldığı
alanlarda ürün verimine etki eden zararlı tırtıllara karşı etkili olan Bacillus thuringenis (Bt) den alınan cry geninin
aktarıldığı bitkilerin üretimi sırasında pestisit kullanımı azalmaktadır. Ekonomik şartlar sağlayan bu uygulama
uygulanan kimyasal ilaçların çevre ve insan sağlığına olumsuz etkilerini ortadan kaldıracaktır (Rahman ve ark. 2015;
James 2016).
Tüketicilerin kullanımına yönelik geliştirilmiş bitkisel ürünler olan ikinci nesil GDO’lar geliştirme aşamasında
olduğundan piyasada henüz çok yaygın değildir (Meriç 2012). Biyoteknoloji yöntemleri aracılığıyla bitkilerin besin
değerlerini değiştirmek veya geliştirmek amacıyla yapılan çalışmalar devam etmektedir. “Altın pirinç” adı verilen,
içerdiği beta karoten/ A vitamini arttırılmış çeltik ikinci nesil GDO’lara verilebilecek en güncel örnektir (Ricroch ve
ark. 2018).
Üçüncü Nesil GDO’lu ürünler ise yeşil fabrikalar olarak da tanımlanabilir. Bu GD nesil ürünlerde başlıca iki önemli
özellik öne çıkmaktadır. Birincisi; insan sağlığı açısından çokça önem arz eden çok pahalı ilaç ve aşıları barındıran
genlerin bitkilere aktarılmasını sağlayarak bitkilere ilaç özelliği kazandırmaktır. İkincisi ise ketencik (Camelina sativa
L.), mısır, sorgum, kanola, soya ve ayçiçeği gibi yağlı tohumlu enerji bitkilerine gen aktarılarak biyoyakıt üretimi için
yatkın bitkiler elde edilmesi çalışmalarıdır. Günümüzde halen AR-GE çalışmaları devam eden üçüncü nesil
GDO’ların ilerleyen zamanlarda başarılı sonuçlar alınıp üretim aşamasına geçeceği düşünülmektedir (Nofouzi 2013).
171
Günümüzde kronik karaciğer hastalığına neden olan Hepatit-B virüsü için mayalardan aşı geliştirilebilmiştir fakat
aşının çok pahalı olması kullanımını sınırlandırmıştır. ABD’de biyoteknolojik yöntemler kullanılarak Hepatit-B yüzey
antijeni üretimi yapan GD patates ve tütün bitkileri elde edilmiştir. Hepatit-B geni patateste başarılı şekilde ifade
edilmiştir daha sonra bu geni barındıran patates yumruları farelere yedirilmiş ve deneyin sonunda farelerin savunma
sistemlerinin istenilen şekilde tepki gösterdikleri görülmüştür (Korkut ve Soysal 2013). Muz bitkisi üzerinde de benzer
çalışmalar Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerde yapılmaktadır (Kumar ve ark. 2005; Nofouzi 2013).
İlk GD ürün piyasaya çıktıktan sonra, küresel ölçekte yeni ve hızlı büyüyen bir sektör oluşmaya başlamıştır. Genetiği
değiştirilmiş tohumların ekildiği tarım arazileri ise düzenli olarak artış göstermiştir (Yardımcı 2016). 2017 yılına kadar
GD ürünlerin üretimi yaklaşık 110 kat artış göstererek toplam üretim alanı 189,8 milyon hektara çıkmıştır. Bundan
dolayı transgenik ürünler son yıllarda tarım alanlarına en hızlı adaptasyon sağlayan teknolojik ürünler olmuşlardır.
2017 yılında transgenik ürün ekimi yapan 24 ülkenin 21’ni gelişmekte olan, kalan 3’ünü ise gelişmiş ülkelerin
oluşturmakta olduğu belirtilmektedir (ISAAA 2017). 2017 yılı itibariyle yeryüzünde miktar olarak en çok genetiği
değiştirilmiş bitkisel ürünler çoktan aza doğru pamuk, soya, mısır ve konola gibi ekonomik değere sahip ürünlerdir.
2017 yılı verilerine göre yeryüzünde üretilen 100 soyanın 77’si, 100 pamuktan 80’i, 100 mısırdan 22’si biyoteknolojik
üründür (Şekil 2) (ISAAA 2017).
Şekil 2. En fazla üretilen transgenik ürünlerin küresel üretim miktarları (ISAAA 2017).
Bunlara ilaveten çeltik, balkabağı, ayçiçeği, yer fıstığı gibi bitkisel ürünlerinde transgenik çeşitlerinin mevcut olduğu
belirtilmektedir (ISAAA 2017). Transgenik ürünlerinin ithalatını yapan 43 olmak üzere toplam 67 ülke yasal
düzenlemelere bağlı olarak transgenik ürünlerin üretimini ve/veya ithalatını kabul etmiştir (ISAAA 2017).
Biyoçeşitlilik
Biyoçeşitlilik, dünya üzerindeki tüm bitki ve hayvanlar ile hayvan ve bitki yaşamlarını destekleyen hava, su ve
toprağın toplamı olarak tanımlanmaktadır. Biyoçeşitlilik spesifik olarak, doğal olarak oluşmuş veya insanlar
tarafından genetiği değiştirilmiş canlı organizmalar, canlı organizmaların habitatlarını, biyotik toplulukları ve biyotik
süreçler içindeki çeşitliliği belirtmektedir (Singh ve ark. 2017). Edward Wilson tarafından oluşturulan "Biyoçeşitlilik"
terimi; canlıların sayısı, çeşitliliği ve tür içindeki değişkenlik anlamına gelmektedir. Biyoçeşitlilik, bir türün bireyleri
arasındaki gen farklılıklarını kapsamaktadır. Karada ve suda yaşayan bütün bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği ve
zenginliğini ifade etmektedir. Bu canlıların birbirleri ile olan akrabalık bağlarını belirli bir alanda, yerel olarak, bir
bölgede, ülkede ve dünyadaki farklı alanlardaki çeşitli ekosistem türlerini içeren bir bütündür (Singh ve ark. 2017).
Biyoçeşitlilik; genetik çeşitlilik, biyotik topluluklar, farklı türde türlerin kimliği ve sayısı, türlerin toplulukları ve
biyotik süreçleri ve her birinin miktarı (kişi sayısı, biyokütle, kapladığı alan, ekosistemdeki yeri ya da oranı) ve yapısı
açısından ölçülebilir (Heywood ve Watson 1995). Genetik çeşitlilik bütün bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmaların
tür popülasyonları içerisinde üyelerinin hepsinin ayrı ayrı sahip oldukları genetik bilginin çeşitliliği olarak ifade
edilmektedir. Basit bir ifadeyle, türlerin ve popülasyonların içindeki genlerin çeşitlilik derecesini ifade etmektedir
(Kaya ve Gökdoğan 2017).
Arvas ve Kaya 2019, YYÜ TAR BİL DERG (YYU J AGR SCI) 29(1): 168-177
172
Biyoçeşitlilik, farklı büyüklüklerdeki birimler (tür, popülasyon, biyosenöz, habitat, çevre), farklı kompozisyonlar
(genom, tür, popülasyon, ekosistem ve çevre elementlerinin bütünü) ve fonksiyonlar (hiyerarşik sistemin farklı
seviyelerinde gerçekleşen olaylar) ile ilgili olarak bir aşama sırası göstermektedir (Noss 1990).
Biyoçeşitliliğin önemli bir parçasını bitki çeşitliliği oluşturmakta ve bitkiler insanoğlunun yaşamında önemli bir rol
oynamaktadır (Dülger ve ark. 1997). Ancak, son yıllarda bitki çeşitliliği ciddi anlamda tehlike altındadır ve dünyadaki
tüm bitki türlerinin 1/3'i olan yaklaşık 100.000 tür kaybolma riski taşımaktadır (Tan 1996). Oysaki hem beslenme hem
de tedavi amaçlı kullanılan bitkilerin korunması ve gelecek nesillere devamlılığın sağlanması büyük için önem arz
etmektedir (Benson 1999).
Genetiği Değiştirilmiş Bitkilerin Biyolojik Çeşitliliğe Etkileri
Rekombinant DNA teknolojileri gibi yeni bir teknolojinin riskleri ve faydaları düşünüldüğünde mevcut alternatifler
ve eski teknolojilerle karşılaştırılmalıdır. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin biyoçeşitliliğe etkilerini değerlendirmek için
öncelikle tarıma şu an uygulandığı haliyle, özellikle de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki çevre üzerindeki
etkilerine bakmak gereklidir. Bir GD ürününün ekolojik (veya sağlık) etkileri, bu ürünlerin yerini alacağı tarımsal
uygulamaların etkilerine karşı dengelenmelidir. GD ürünlerinin çevreye olası riskleri çoğu zaman bölgeden bölgeye
benzer etkilere sahiptir ancak otoriteler tarafından bu risklerin değerlendirilmesi önemli ölçüde farklılık
göstermektedir (Demirhan 2018).
Genetiği değiştirilmiş bitkilerin doğada mevcut bakteri, bitki ve hayvan genetik çeşitliliğinin azalmasına neden olacağı
olgusu önemli bir kaygı olarak durmaktadır. Bunun anlamı, bir organizmadaki proteinleri kodlayan DNA'nın bir türün
bireyleri arasında daha fazla benzerleşeceğidir ve neredeyse birbirlerinin klonları seviyesine geleceğidir (Çelik ve
Balık 2007). Genetik çeşitlilik doğrudan biyoçeşitlilik ile ilgilidir, yani bir ekosistemi oluşturan canlıların
özelliklerinde değişkenlik ile ilgilidir, çünkü DNA'daki çeşitlilik bir popülasyonu oluşturan canlıların özelliklerini
ifade eder. Genetik çeşitliliğin korunması insan, ziraat ve doğa için önemlidir; çünkü DNA'daki artan değişkenlik,
organizmaların doğada değişen şartlara uyum sağlamaları için daha iyi bir fırsat sağlamaktadır. Genetik çeşitliliğin
eksikliğinin çok büyük bir tarım sorununa yol açacağının en yaygın bilinen örneği; İrlanda’da 1800'lü yılların
ortalarında, yaklaşık bir buçuk milyon insanın ölümüne yol açan patates kıtlığıdır. O tarihte İrlanda’da, ağırlıklı olarak
gıda tüketiminde patates kullanılmakta ve tek çeşit patates yumrusundan ürün elde edilmekteydi. Dolayısıyla uzun bir
müddet tek çeşit patates ekimi gerçekleştirildiği için tek tohum genotipi bulunmaktaydı. Bu şekilde, tüm patatesler
neredeyse ebeveynlerinin klonlarıydı ve aynı genetik bilgiyi içeriyordu. İrlanda’da ekimi yapılan patates türlerinde
genetik çeşitlilik eksikliği, istilacı bir patojen olan Phytophthora infestans, tüm popülasyonu yok ettiğinde zararlı
olduğunu ortaya koymuştur (Gibbons 2013). İrlanda, birden çok genetik çeşitlilik gösteren farklı patates çeşitleri
yetiştirmiş olsaydı, patojene dirençli patates çeşitleri üretimi mümkün kılardı. İrlanda'daki patates bitkilerinin büyük
bir yüzdesi P. infestans'a karşı dirençli olsaydı, bu açlık bir felakete dönüşmeyebilirdi (Landry 2015). Genetik
çeşitliliğin azalması bakımından, GD bitkilerin biyoçeşitliliği nasıl etkilediğine bakacak olursak: GD canlılar ile
yabani ırklarının melezlenmesi ile ortaya istem dışı genetiği değiştirilmiş canlıların ortaya çıkması muhtemeldir. Buna
ek olarak, GD bitkilerin mensup olduğu cinsin tamamını genetiksel bakımdan ele geçirmesine izin verebilir.
GDO’ların çevreye salınımları halinde doğurabileceği olumsuz sonuçlar çoğunlukla kontrolsüz tozlaşma, gen kaçışı
ve yabani hibritleşmeden dolayı ortaya çıkan riskler olarak ifade edilmektedir (Şekil 4). Herhangi bir özellikle ilgili
olarak aktarılan “yabancı genin” diğer türlere geçme olasılığını doğurabilir (Özdemir 2007). Böyle bir durumun
meydana gelmesi halinde; insan ve hayvan sağlığı başta olmak üzere biyolojik çeşitlilik ve bütün ekosistem büyük bir
sorun ile karşılaşacaktır (Yılmaz 2014).
Genetiği değiştirilmiş bir bitkinin kullanımı konusundaki genel endişelerden biri Bt mısır örneğinde olduğu gibi hedef
olmayan canlıların zarar görmesidir. Bt mısır, mısır bitkisine Bacillus thuringiensis bakterisinden cry proteini
kodlayan genleri genomu içerisinde barındıran mısır bitkisini ifade etmektedir. Bu bakteri çevre dostu biyolojik ajan
olarak insektisitlerin yerine senelerce kullanılmıştır. Mısır bitkileri tarafından bu proteinin ekspresyonunun yararı,
çiftçilerin ürünlerine uygulamak zorunda oldukları insektisit miktarında yüzde yüze yakın bir azalma sağlamasıdır.
Fakat ne yazık ki, rekombinant protein geni içeren bt mısırlar, beklenmedik şekilde bazı faydalı böcekler ve arılar gibi
hedef olmayan organizmaların ortamdaki yeni toksik bileşiklere maruz kalmasına neden olabilmektedir (Żmijewska
ve ark. 2013). Yapılan çalışmalarda genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretiminde kimyasal ilaç kullanımının
artmasından dolayı toprak ve su kaynaklarında kirlenmenin arttığı ileri sürülmektedir. 1999 yılında Arjantin’de yabani
çeşit soya fasulyesi ekilen alanlarda yaklaşık %17’lik bir artış gerçekleşmiş bununla beraber kullanılan pestisit (tarım
ilacı) miktarının da iki kat arttığı, aynı dönemde veriminde bir miktar düştüğü görülmüştür (Olhan 2010). Dolayısıyla
kullanılan pestisit miktarının artması soya fasulyesi ekim alanındaki artışla ifade edilememiştir.
Dalapon herbisitine dirençli genetiği değiştirilmiş tütünlerin ekilmesi ile daha fazla herbisit kullanımı söz konusu
olmuştur. Çünkü GD tütün doğal halinden en az 10 kat daha fazla herbisitlere dirençli olmuştur. Kullanılan bu
herbisitler ise toprak ve suya daha fazla karışarak kalıcı kirlenmelere sebep olmuştur Yüksek dozda herbisit
173
kullanılmasının nedeni ise zamanla herbisitlere direnç kazanan yabancı otlarla etkili bir şekilde mücadele
edilebilmesidir (Kaya ve ark. 2013). Bununla beraber herbisitlerin daha fazla kullanılması topraklarda birikmeye
sebep olmakta ve kirlenmelere neden olmaktadır. Ayrıca herbisitler ürünün erisinde birikmekte ve kanser başta
olmak üzere çeşitli ölümcül hastalıklara neden olmaktadır (Kaya ve Arvas 2017). Amerika’nın İndiana eyaletinde
yaşayan farklı yaşlarda 71 hamile kadın üzerinde yürütülen bir araştırmada dünya çapında en çok kullanılan herbisit
olan glifosatın (N-fosfonometilglisin) çevresel ve tüketilen gıdalarda birikmesi sonucu kadınların daha kısa gebelik
dönemi geçirmelerine neden olduğu belirtilmiştir (Parvez ve ark. 2018). Bilindiği gibi gebelik süresinin (9 ay 10 gün)
normal süreden şaşması doğum riskine neden olmaktadır. Herbisitlerin gıdalar aracılığıyla vücuda girmesi sonucunda
ciddi sağlık riskleri oluşmaktadır. Transgenik ürünlerin yukarıda ifade edildiği gibi olumsuz neticelerinin görülmesi
uluslararası kamu otoritelerinin yasal çalışmalar yaparak, gıda arz güvenliği ve biyolojik çeşitliliğin koruma altına
alınmasını sağlamıştır. Bu bağlamda yapılan çalışmalardan birisi 1992 yılında gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir
Kalkınma Zirvesi’nde kabul edilen ve 1993’te yürürlüğe giren BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesidir. Bu sözleşme
ekonomik ve sosyal kalkınma açısından çok önem arz eden biyolojik çeşitliliğin insan kaynaklı faaliyetlerden dolayı
zarar görmesi ve bazı türlerin soyunun tükenmesinin endişe verici oranlara ulaşması nedeniyle imzalanmıştır. Böylece
ülkelerin biyoçeşitlilikleri koruma altına alınmıştır. Türkiye’nin 1996 yılında taraf olduğu bu sözleşme’ye hâlihazırda
AB ülkeleri dâhil 195 ülke taraftır. Bu sözleşme, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilirlik ilkeleri
bağlamında ulusal stratejilerin belirlenmesini, eylem planları ve programların geliştirilmesini öngörmektedir.
Bilindiği üzere Türkiye 3 farklı iklim kuşağı ve 3 biyocoğrafi alan üzerinde yer alan ve biyolojik çeşitlilik bakımından
zengin bir ülke konumundadır. Bu anlamda özellikle biyolojik çeşitliliğin korunması Türkiye için çok önem arz
etmektedir. Modern biyoteknoloji kullanılarak transgenik organizma elde etme çalışmaları için BM Biyolojik
Çeşitlilik Sözleşmesi’ne ek olarak 2003 yılında Cartagena Biyogüvenlik Protokolü yürürlüğe girmiştir. Bu protokolün
imzalanmasının nedeni; genetiği değiştirilmiş organizmaların biyolojik çeşitliliğinin korunması ve sürdürülebilir
kullanımı üzerinde olumsuz etkilere neden olabileceğidir. Protokol kapsamında; transgenik ürünlerin; nakli, üretimi,
taşınması ve kullanılması için yeterli koruma düzeyinin sağlanmasına katkıda bulunmak amacını kapsayan maddeler
bulunmaktadır. Türkiye, protokole, 2004 yılında taraf olmuştur (BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 2011).
Şekil 4. GDO’ların biyoçeşitlilik üzerine etkileri (Arvas 2017).
Genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili endişe verici diğer bir durum ise bitkilerde dayanıklılığın gerilemesi
ve/veya zararlılarda dayanıklılığın ortaya çıkmasıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi GD bitkilerden yabani ve/veya
kültür bitkilerinin genomuna rekombinant genetik materyaller transfer edilebilmektedir. Hastalığa dirençli genetiği
değiştirilmiş bitkiler tarafından eşlik edilen potansiyel riskler bitkinin dayanaklığının gerilemesidir ve bu durum
çoğunlukla virüs direnci ile ilgilidir. Virüs direncinin yeni virüslerin oluşumuna ve dolayısıyla yeni hastalıklara yol
açması olasıdır. Doğal olarak oluşan virüslerin, yeni virüsler oluşturarak transgenik bitkiler oluşturmak için vektör
olarak kullanılabileceği bildirilmiştir. Ayrıca, bu yeni oluşan virüsün birçok varyasyonu olabileceği için olası bir
istenmeyen durum ile karşılaşıldığında hızlı bir şekilde önlem alınması halen mümkün değildir. Böyle bir durumun
gerçekleşmesi neticesinde yüzde yüze yakın ürün kaybı oluşması söz konusudur.
Genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili en endişe verici diğer bir durum ise, herbisite dayanıklı bitkilerin "süper
yabani bitkileri" ortaya çıkarıp çıkarmayacağı belirsizliğidir. Çünkü pestisitlerin normal kullanılacak miktardan çok
BİYOLOJİK
ÇEŞİTLİLİK
6.Zararlılarda
dayanıklılığın
ortaya çıkması
1.Hedef
olmayan
organizmaların
zarar görmesi
2.Toprak ve
su
kaynakların
da kirlenme
3.Gen kaçısı
(kontrolsüz
yabani Tozlaşma
/Hibritleşme)
4.Bitkide
dayanıklılığın
gerilemesi
5.Süper
yabani
bitkilerin
ortaya
çıkması
Arvas ve Kaya 2019, YYÜ TAR BİL DERG (YYU J AGR SCI) 29(1): 168-177
174
daha fazla kullanılması, doğada pestisitlere dirençli dayanıklı istenmeyen bitkilerin ortaya çıkmasına neden
olabilecektir. Örnek olarak GD soya fasulyesi ekilen alanlarda süper yabani bitkiler görülmeye başlanmıştır
(Swaminathan 2015). Son yıllarda yürütülen çalışmalar ile GDO’ların çevreye salını ve kullanımı sonucunda,
doğada birçok olumsuz etkiler doğurduğuna yönelik sonuçlar ortaya konulmaktadır. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin
yukarıda ifade edildiği gibi birçok yan etkisi ve zararları mevcuttur. Buna rağmen biyoçeşitlilik bakımından bazı
olumlu etkileri de bilim insanları tarafından kaydedilmiştir. Mesela, yapılan araştırmalar neticesinde GD ürün
ekiminin yapıldığı arazi kullanım değişikliğini hızlandırabileceğini göstermektedir. Arjantin’inin kuzeybatısındaki
bazı mevsimler, kurak geçen ormanlarda ormansızlaşma üzerine yapılan bir çalışmada; ilk ormansızlaşmanın
1970'lerde siyah fasülye tarımı ve 1980'lerde yüksek soya fasulyesiyle ilişkili olduğu sonucuna varılmıştır (Grau ve
ark., 2005). GD ekinlerinden birim alandan daha fazla verim elde edilmesi amaçlandığı için mevcut ekilen arazilerin
verimi arttırılarak daha fazla ormansızlaşmanın önüne geçilmektedir (Anonim 2007).
Genetiği değiştirilmiş organizmaların biyoçeşitliliğe sunduğu katkıların bir diğer boyutu ise, pestisit kullanımında
azalma, toprak ve suyun korunması, kirli toprakların temizlenmesi gibi doğrudan çevreyi ve canlıları etkileyen
unsurların sağlıklı bir şekilde kullanılmasını sağlamasıdır. Bilindiği üzere herbisitler, zirai ilaçlar ve gübrelerin
uygulanmasına yönelik modern tarım uygulamaları, dünyanın birçok yerinde ağır çevresel hasarlara neden olmuştur
(Anonim 2005; Anonim 2017). Rekombinant DNA teknolojisi kullanılarak bitkilere aktarılan genler sayesinde dünya
çapında büyük bir ürün kaybına yol açan ve geleneksel tarıma kıyasla herbisit ve böcek direncini büyük miktarda
azalttığı görülmüştür. Örneğin, GD ürünlerinin piyasaya sürüldüğü ilk on yılda, bu ürünleri yetiştiren çiftçiler
geleneksel bitkilerin yetiştiriciliğinde kullandıklarından 172.500 ton daha az pestisit kullanmışlardır (Coghlan 2006).
2017 yılı verilerine göre herbisite dirençli transgenik ürünler, 88.7 milyon hektarlık ekim alanı ile GD bitkiler arasında
% 47’lik bir pay ile ilk sırada gelmektedir (ISAAA 2017). Bunların yanı sıra biyotik ve/veya abiyotik streslerden
dolayı soyu tükenmek üzere olan bitkiler rekombinant DNA teknolojileri sayesinde çoğaltılabilir ve klonlanarak
üretilebilinir. Bunlara ilave olarak kimyasallarla kirletilmiş ve doğal yollarla temizlenmesi mümkün olmayan ya da
çok uzun sürede temizlenebilme kapasitesi olan topraklar genetiği değiştirilmiş bitkiler sayesinde fitoremidasyon
yöntemi gibi biyoremidasyon metotlarıyla temizlenebilir ve kısa sürede doğaya tekrar kazandırılabilir.
Sonuç
Genetiği değiştirilmiş bitki ilk transgenik ürünün piyasaya sürüldüğü 1994 yılından itibaren birçok ülkede marketlerde
satılmaya başlanmış ve hızlı bir surette yaygınlaşmıştır. Her geçen gün kullanımı artan bu yeni transgenik çeşitlerin
insan sağlığı, çevre ve biyoçeşitlilik üzerinde görülen bazı olumsuz durumlarından dolayı kamuoyunda bazı endişeler
oluşmuştur. Bitkilere kazandırılan bu yeni özelliklerin bitkinin yaşadığı çevrenin ve florasının bozulmasına, bazı doğal
türlerin genetik çeşitliliğinin zamanla kaybolmasına, ekosistemdeki tür dağılımının ve dengesinin bozulup bazı yabani
türlerin yok olmasına neden olacağı düşünülmektedir. Bu endişelerin ve biyoçeşitlilik risklerinin önlenmesi için
genetiği değiştirilmiş bitkilere alternatif olarak yeni metotlar ve biyoteknolojik yöntemler kullanılarak yeni çeşitler
geliştirilmelidir. Örneğin, hâlihazırda ekimi yapılan bitkisel ürünlerin verimini arttırmak için yabani genotiplerinin
geleneksel ıslah yöntemleri ve/veya rekombinant DNA teknolojileri kullanılarak besin içerikleri yüksek yeni çeşitlerin
elde edilmesi sağlanabilir veya zararlılara gen düzeyinde müdahale edilerek oluşan bitkisel ürün kaybının önüne
geçilebilir. Aksoy ve arkadaşları tarafından 2017 yılında yapılan bir çalışmada Erwinia amylovora zararlısına gen
düzeyinde müdahale edilerek zarar oluşturmalarının önüne geçildiği ifade edilmiştir (Aksoy ve ark. 2017a; Aksoy ve
ark. 2017b). Yine Aksoy ve arkadaşlarının başka bir çalışmasında ise, bazı faydalı bakterilerin biyolojik mücadele
ajanı olarak kullanılmasıyla domateslerde zararlılara karşı mücadelede olumlu sonuçlar alındığı ifade edilmiştir
(Aksoy ve ark. 2017c). Bu perspektifle, transgenik bitki elde edilirken ileriye yönelik biyolojik çeşitliliğin ve doğal
alanların korunabilmesi için gerekli hukuki, etik ve yasal önlemlerin alınması son derece önem arz etmektedir. Türkiye
biyoçeşitlilik açısından çok zengin olduğundan dolayı özellikle tarımsal üretimde genetiği değiştirilmiş ürünlerin
kapsamlı olarak ele alınması gerekmektedir. Aslında 2010 yılında yürürlüğe giren “biyogüvenlik kanunu” gereğince
ülkemizde transgenik ürünlerin araştırma, geliştirme, işleme, piyasaya sürme, izleme, kullanma, ithalat ve ihracatı
yasaklanmıştır. Fakat özellikle bazı hayvansal yemler için gerekli izinler alınarak ülkemize girişine izin verilen
transgenik ürünler bulunmaktadır. Üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise yurtdışından ithal ettiğimiz her bir
zirai ürünün genetiğinin değiştirilmiş olması gün geçtikçe artan bir ihtimal olmaktadır. Bundan dolayı gereken her
türlü yasal düzenlemelerin geciktirilmeden ve biyoçeşitiliğin korunması temel alınacak şekilde bütüncül bir anlayış
benimsenmelidir. Türkiye’nin coğrafik yapısı ile bitkisel gen kaynaklarının özel şartlar da dâhil olmak üzere
korunarak, Avrupa birliğinin bu konudaki kuralları da göz önüne alınıp, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan
yükümlülüklerin uygulanması önem arz etmektedir. Özellikle endemik tür sayısı bakımından ülkemizin sahip olduğu
zenginliğin farkına varılarak genetiği değiştirilmiş bitkilerin olumsuz etkilerini en aza indirmek için kapsamlı önlemler
alınmalıdır.
175
Kaynaklar
Aksoy H M, Kaya Y, Hamid T (2017a). The Role Of Dspf, The Type Iii Secretion Chaperone of Dspa/E Of Erwinia
Amylovora, In Pathogenicity In Host And Non-Host Plants. JAPS: Journal of Animal & Plant Sciences,
27(1).
Aksoy H M, Kaya Y, Ozturk M, Secgin Z, Onder H, Okumus A (2017b). Pseudomonas putidaInduced response in
phenolic profile of tomato seedlings (Solanum lycopersicum L.) infected by Clavibacter michiganensis
subsp. michiganensis. Biological Control, 105: 6-12.
Aksoy H M, Kaya Y, Tengku Abdul Hamid T H (2017c). Expression of the dspA/E gene of Erwinia amylovora in
non-host plant Arabidopsis thaliana. Biotechnology & Biotechnological Equipment, 31(1): 85-90.
Anonim (2005). MA (Millennium Ecosystem Assessment). Retrieved from Kuala Lumpur,
Malaysia:http://www.millenniumassessment.org/en/Products.Synthesis.aspx [Erişim Tarihi: 22.08.2017].
Anonim (2007). (IUCN) The World Conservation Union. Current Knowledge Of The Impacts Of Genetıcally
Modıfıed Organısms On Bıodıversıty And Human Health . Impacts of GMOs on biodiversity and human
health Information Paper. Retrieved from https://cmsdata.iucn.org/downloads/ip_gmo_09_2007_1_.pdf
Anonim (2017). Third World Academy of Sciences. Transgenic plants and human health and safety. Retrieved from
http://stills.nap.edu/html/transgenic/safety.html [Erişim Tarihi 22.08.2017].
Arun Ö Ö, Muratoğlu K, Eker F Y (2015). Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Kavramına Genel Bakış. İstanbul
Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi, 41(1): 113-123.
Arvas Y E (2017). Genetiği Değiştirilmiş Bitkiler ve Tanısı. Lambert Yayınevi, Düsseldorf, Germany.
Atsan T, Kaya T E (2008). Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) tarım ve insan sağlığı üzerine etkileri. Uludağ
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 22(2).
Bawa A, Anilakumar K (2013). Genetically modified foods: safety, risks and public concernsa review. Journal of
food science and technology, 50(6): 1035-1046.
Benson E E (1999). An introduction to plant conservation biotechnology. Plant conservation biotechnology: 3-10.
Biyogüvenlik Kanunu. Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazete. Biyogüvenlik Kanunu: Kanun numarası 5977. Resmi
Gazete, 27533/Tarih: 26.03.2010.
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (2011). Temel Dış Politika Konuları, Türkiye'nin Çevre Politikası, Uluslararası
Süreçler ve Türkiye. Dışişleri Bakanlığı. Retrieved from http://www.mfa.gov.tr/biyolojik-cesitlilik.tr.mfa
[Erişim Tarihi: 10.07.2018].
Briggs S P, Koziel M (1998). Engineering new plant strains for commercial markets. Current opinion in
biotechnology, 9(2): 233-235.
Coghlan A (2006). Genetically modified crops: a decade of disagreement. New Scientist, 2535: 21
Çelik V, Balık D T (2007). Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO). Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü
Dergisi. 23 (1-2) 13 23.
Demirhan B (2018). Patates ve İşlenmiş Patates Ürünlerinde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla ilgili Genetik
Analizler. Yüksek Lisans Tezi. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tarımsal Biyoreknoloji, Samsun, Türkiye.
Dülger B, Gücin F, Malyer H, Bicakci A (1997). Antimicrobial activity of Marigold (Tagetes Minuta L.). Acta
Pharmaceutica Turcica, 39: 115-118.
Firidin Ş (2010). Rekombinant DNA Teknolojisi. Yunus Araştırma Bülteni: (10):16-18.
Gibbons A (2013). Potato Famine Pathogen’s DNA Sequenced, Solving Scienti. Retrieved from
http://www.huffingtonpost.com/2013/05/23/potato-famine-pathogen-dna-sequenced-
mystery_n_3320547.html.
Gostin L O, Altevogt B M, Lenzi R N (2014). Oversight and review of clinical gene transfer protocols: assessing the
role of the recombinant DNA advisory committee. National Academies Press.
Grau H R, Gasparri N I, Aide T M (2005). Agriculture expansion and deforestation in seasonally dry forests of north-
west Argentina. Environmental Conservation, 32(2): 140-148.
Herrera‐Estrella L, De Block M, Messens E, Hernalsteens J P, Van Montagu M, Schell J (1983). Chimeric genes as
dominant selectable markers in plant cells. The EMBO journal, 2(6): 987-995.
Heywood V, Watson R (1995). Global Biodiversity Assessment Cambridge University Press Cambridge. UK Google
Scholar
Hoffmann T (1997). Gentransfer bei höheren Pflanzen. Biologische Grundlagen der Pflanzenzüchtung. Parey
Bucherverlag, Berlin: 275-323.
Holmberg N, Bülow L (1998). Improving stress tolerance in plants by gene transfer. Trends in plant science, 3(2): 61-
66.
ISAAA (2017). Global Status of Commercialized Biotech/GM Crops in 2017: Biotech Crop Adoption Surges as
Economic Benefits Accumulate in 22 Years. . The International Service for the Acquisition of Agri-biotech
Applications (ISAAA). Ithaca, NY.
James C (2016). Gobal status of commercialized biotech/GM crops. Retrieved from Retrieved from
http://www.isaaa.org/default.asp [Erişim Tarihi: 22.08.2017].
Arvas ve Kaya 2019, YYÜ TAR BİL DERG (YYU J AGR SCI) 29(1): 168-177
176
Kaya E Y, Gökdoğan E (2017). Bitki Biyoçeşitliliğinin Kısa, Orta ve Uzun Süreli Korunması: Biyoteknoloji ve
Kriyoprezervasyon. Mustafa Kemal Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi. 22(1):87-111.
Kaya Y (2015). Genetically modified plants and their biosecurity risks. Halal and Tayyip Products Fiqh, Medicine
Pharmaceuticals, Cosmetics and Tourisms Workshop. Gimdes, İstanbul.
Kaya Y, Arvas Y E (2017). Doğal Hayat Alanlarımızdaki Doğal Olmayan Pestisit Kalıntılarına Genel Bir Bakış.
(Gimdes) Helal Yaşam Rehberi, 52: p. 20-24.
Kaya Y, Marakli S, Gozikirmizi N, Mohamed E, Javed M, Huyop F (2013). Herbicide tolerance genes derived from
bacteria. The Journal of Animal and Plant Sciences, 23(1): 85-91.
Kaynar P (2009). Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizmalar (Gdo)’A Genel Bir Bakiş. Türk Hijyen ve Deneysel
Biyoloji Dergisi: 177.
Kenward K D, Altschuler M, Hildebrand D, Davies P L (1993). Accumulation of type I fish antifreeze protein in
transgenic tobacco is cold-specific. Plant molecular biology, 23(2): 377-385.
Kiermer V (2007). The dawn of recombinant DNA. Nature Milestones DNA Technologies
Korkut D, Soysal A (2013). Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Ankara: Halk Sağlığı Uzmanları Derneği
(HASUDER). Lönnerdal, B.(2003). Genetically Modified Plants for Improved Trace Element
Nutrition.(133), 1430, 1433.
Korth K L (2008). Bitki Biyoteknolojisi ve Genetik (Nobel Akademik Yayıncılık, 193-216.
Krebs J E, Lewin B, Goldstein E S, Kilpatrick S T (2014). Lewin's genes XI. Jones & Bartlett Publishers.
Landry H (2015). Challenging Evolution: How GMOs Can Influence Genetic Diversity. Retrieved from
http://sitn.hms.harvard.edu/flash/2015/challenging-evolution-how-gmos-can-influence-genetic-diversity
[Erişim Tarihi: 23.08.2017].
Lodish H, Berk A, Zipursky S, Matsudaira P, Baltimore D, Darnell J (2000). Collagen: the fibrous proteins of the
matrix. Molecular Cell Biology, 176190.
Melchers L S, Stuiver M H (2000). Novel genes for disease-resistance breeding. Current opinion in plant biology,
3(2): 147-152
Meriç S (2012). Mısır İçeren Gıda Ve Yem Çeşitlerinde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla ilgili Genetik
Analizler. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı, İstanbul.
National Human Genome Research Institute (2015). Genetic Timeline.
https://www.genome.gov/pages/education/genetictimeline.pdf
Nofouzi F (2013). Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) Nedir ve Nasıl Yapılmaktadır. Güncel Gastroenteroloji
dergisi, 17(4): 1-7. Retrieved from http://www.guncel.tgv.org.tr/makale.php?mid=100137
Noss R F (1990). Indicators for monitoring biodiversity: a hierarchical approach. Conservation biology, 4(4): 355-
364.
Olhan E (2010). Modern Biyoteknolojinin tarımda kullanımının politik ve ekonomik yönden değerlendirilmesi.
Ankara Tabip Odası Farklı Boyutlarıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Kitabı: 9-14.
Öktem A (2004a). Herbisitlere Dayanıklı Transgenik Bitkilerin Yetiştirilmesi: Bitki Biyoteknolojisi IIDoku Kültürü
ve Uygulamaları. Selçuk Üniversitesi Vakfı Yayınları, Konya: ss 238.
Öktem H (2004b). Böceklere Dayanıklı Transgenik Bitkilerin Geliştirilmesi. Bitki Biyoteknolojisi II, Genetik
Mühendisliği ve Uygulamaları. Selçuk Üniversitesi Vakfı Yayınları, Konya: 208-238
Ölçer H (2001). Transgenik bitkiler: Tarımsal uygulamaları, üretim ve tüketiminin kontrolü. Ekoloji Çevre Dergisi,
40: 20-23.
Özdemir O (2007). Gen Kaynaklarının Sürdürülebilirliği Açısından GDO’ların Sosyoekonomik Etkileri. Ankara
Biyoteknoloji Günleri: Biyoteknoloji, Biyogüvenlik ve Sosyo-Ekonomik Yaklaşımlar, Ankara Üniversitesi
Biyoteknoloji Enstitüsü, Ankara.
Öztürk D (2011). Mısır Kökenli Gıdalarda Yabancı Gen Taranması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi
Moleküler Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı, İstanbul.
Parvez S, Gerona R, Proctor C, Friesen M, Ashby J, Reiter J, Winchester P (2018). Glyphosate exposure in pregnancy
and shortened gestational length: a prospective Indiana birth cohort study. Environmental Health, 17(1): 23.
Pray L (2008). Recombinant DNA technology and transgenic animals. Nature Education, 1(1): 51.
Rahman M, Zaman M, Shaheen T, Irem S, Zafar Y (2015). Safe use of Cry genes in genetically modified crops.
Environmental chemistry letters, 13(3): 239-24.
Ricroch A E, Guillaume-Hofnung M, Kuntz M (2018). The ethical concerns about transgenic crops. Biochemical
Journal, 475 (4) 803-811; DOI: 10.1042/BCJ20170794.
Sağıroğlu A K (1999). Genetik Mühendisliği. Bilim ve Teknik, 34-41,
Singh P K, Chauan R S, Singh P (2017). Principles and Applications of Environmental Biotechnology for a
Sustainable Future. Springer Link., 315-340.
Smith J E (1996). Biotechnology. Cambridge University Press, 149-158.
Soydemir E, Aksoy Z B (2017). Rekombinant DNA Teknolojisi ve Günümüzdeki Kullanımı. Güncel gastroenteroloji,
21/1:14-17. http://www.guncel.tgv.org.tr/makale.php?mid=100515.
Swaminathan M S (2015). The hidden use of Genetically Modified Organisms and their impact on Human Beings,
Animals and Nature. The World Foundation for Natural Science, 1-6,
177
Şen S, Altınkaynak S (2014). Genetiği değiştirilmiş gıdalar ve potansiyel sağlık riskleri. Sakarya Üniversitesi Fen
Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 18(1): 31-38
Tan A (1996). Turkey; Country report to the FAO international technical conference on plant genetic resource.
Yardımcı H (2016). "Biyogüvenlik mevzuatı ve gereksinimler" GDO-2016: Genom Teknolojilerindeki Gelişmeler ve
Biyogüvenlik Mevzuatının Değerlendirilmesi Çalıştayı. (Vol. 1, pp. 5-5). İstanbul.
Yılmaz F (2014). Bitkisel Üretimde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünleri ile Biyogüvenlik. Uzmanlık
Tezi, Ankara.
Yılmaz M M (2012). Türkiye’deki İşlenmiş Soya Ürünlerinde Kalitatif Ve Kantitatif GDO Tanısı ve Transgen Analizi.
Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı, İstanbul.
Yorulmaz S, Ay R (2006). Genetigi Degistirilmis Organizmaların (GDO) Entomoloji Alanındaki Uygulama
Olanakları. Süleyman Demirel Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 1(2): 53-59.
Yüzbaşıoğlu G, Maraklı S, Gözükırmızı N (2017). Screening of Oryza sativa L. for Hpt Gene and Evaluation of Hpt
Positive Samples Using Houba Retransposon-Based IRAP Markers. Retrieved from
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/287034.
Żmijewska E, Teper D, Linkiewicz A, Sowa S (2013). Pollen from genetically modified plants in honeyproblems
with quantification and proper labelling. Journal of Apicultural Science, 57(2): 5-19.
... Ancak zamanla tarım ilaçlarının toprakta birikmesi ile sağlığa zararlı olmaları, klasik ıslah yöntemlerinin uzun süreçte gerçekleşmesi, yüksek iş gücü maliyeti gibi dezavantajlardan dolayı yeşil devrim ihtiyaçları karşılayamaz hale gelmiştir. Artan ihtiyaçlardan dolayı yeni arayışlar sonucunda GDO'lar ortaya çıkmıştır (Arvas ve Kaya, 2019). Tarımda GDO kullanımını savunanların temel iddiası, insan nüfusunun artmasına bağlı olarak ihtiyaç duyulacak gıda maddesinin yetersiz kalacağından, gelecekte insanlığın GDO'lu tohumlara muhtaç olacağıdır (Kağıt ve Aslan, 2022 Türkiye'de uygulamaya konan Biyogüvenlik Kanunu'nun ikinci bölümü madde 5'te Türkiye sınırları içerisinde GDO'lu bitki veya hayvan üretimi yasaklanmıştır. ...
Article
Giriş: Genetik Modifiye Organizmaların (GDO) kontrol analizlerinin ilk aşamasında GDO tarama analizi yer almaktadır. GDO’lu ürünlerin %90’ından fazlasında genetik modifikasyonu gösteren bölgeler; 35S promotor, NOS terminator ve FMV promotor bölgeleridir. Ticari kitler de genel olarak bu bölgeleri taramak için üretilmiştir. Bu bölgeler tarandığında daha az ileri analize ihtiyaç duyulmaktadır. Ticari kitler kullanım kolaylığı sağlaması nedeni ile tercih edilmekte ancak analiz maliyetini artırmaktadır. Bu çalışmada multipleks test materyalinin laboratuvar içi metot olarak hazırlanması ile maliyetin düşürülmesi amaçlanmıştır. Materyal ve yöntem: Çalışmada ilk etapta bileşenler uygun oranlarda karıştırılarak GDO tarama testi hazırlanmıştır. Bu tarama testi ile daha sonra sertifikalı referans madde (CRM), gıda ve yem matrikslerinde validasyon çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Tartışma ve sonuç: Planlanan bu çalışma sonucunda LOD (tespit limiti) seviyesi 10 DNA kopyası olan hassas ve analiz maliyeti ticari kite oranla daha düşük multipleks GDO tarama testi geliştirilmiştir. Bu testin yanlış negatiflik ve yanlış pozitiflik oranları %0 bulunmuştur. Asimetrik LOD sonucu tüm bölgeler için 10 kopya/10000 kopya olmuştur. Şartlardaki küçük değişiklikler ile 30 DNA kopyasının pozitif sonuç vermesi bu tarama testinin sağlamlık kriterine uygun olduğunu göstermiştir.
Article
Full-text available
The global increase in genetically modified organism (GMO) content in feed and food products has necessitated the development of precise detection methods to differentiate between biotechnologically derived foods and those without GMOs. Despite the various regulations in different countries, an internationally consistent approach to labeling GMO products is needed. For this reason, there is a widespread need to develop effective GMO detection methods to provide reliable and transparent food safety to consumers. The first experimental step in creating accurate and reliable detection methods for GMOs is effective DNA isolation. Determining DNA isolation methods specific to different processing levels of foods is very important. This study was aimed to compare different DNA extraction methods in biscuit samples. For this reason, DNA from different biscuit samples was isolated using three different protocols (CTAB-PVP, modified CTAB-1, and modified CTAB-2). DNA samples extracted from biscuits, were evaluated regarding DNA concentration and purity. According to the results obtained, the CTAB-2 procedure generally showed the best performance in terms of both DNA amount and purity rates for biscuit samples.
Article
Throughout history, healthy food has been one of the most important issues of every society. Religious, halal, clean and healthy food perspectives are the most natural rights of every person and it is necessary to respect others right. A Muslim must be sensitive and aware about halal and haram in their lives and one of the most important issues related to halal and haram is food. A wide variety of foods are consumed every day. However, the food is obtained due to biotechnology tools which are part of our daily lives. Firstly, the safety of these products in terms of health, and secondly is whether these products are halal for Muslims. Indeed, protecting human and environmental health is one of religious and humanitarian duty. In this study, it is tried to present the effects of chemical fertilizers and pesticides used in agricultural food production on human, animal and environment and the perspective of the religion of Islam against these effects. These substances have a number of positive and negative effects on people and the environment. Currently, we can see variety of foods as seen natural, contain many harmful substances that threaten human health using technologic tools. At the beginning of the study, the nature of pesticides and how they can affect plants, animals and humans was discussed. In the later parts of the study, it is tried to interpret the halal and haram of these products in terms of Islam.
Article
Gıda, tarih boyunca her toplumun en önemli konularından biri olmuştur. Geçmişte onun yokluğu veya kıtlığı problemken bugün temiz, sağlıklı veya helal olup olmaması problem teşkil etmektedir. Artık günümüzde geleneksel gıda üretiminden uzaklaşılmış olup uluslararası düzeyde modern teknolojilerle üretilen gıdaları tüketmek ile karşı karşıyayız. Maalesef birçok gıdanın içerisinde çeşitli hormonlar, zararlı gıda katkı maddeleri veya İslam'a göre haram kabul edilen maddeler bulunmaktadır. Bu durum Müslümanların yaşamında önemli bir problem teşkil etmektedir. Bugün sağlığa zararlı veya içerisinde haram madde bulunan teknolojik ürünlerden korunma konusunda halk yetersiz kalmaktadır. Bu çalışmada, İslam’ın helal ve sağlıklı gıdaya bakışına ve bu konudaki temel kriterlerine kısaca göz attıktan sonra, insanların çoğu tarafından ne olduğu bilinmeyen, dini açıdan haramlığı ve helalliği konusunda farklı görüşler ileri sürülen genetiği değiştirilmiş gıdalar ele alındı. Bu sebeple GDO’nun ne olduğunu, onun insan sağlığına, ekolojik dengeye, sosyal ahlaka ne tür fayda ve zararlarının olduğuna yer verildi. Sonuçta bilim insanlarının görüşlerine, İslam Hukukçularının konuya yaklaşımlarına itibar ederek İslam hukuku bağlamında bir değerlendirme sunuldu.
Chapter
Full-text available
United Nations Food and Agriculture Organization (FAO), World Health Organization (WHO) and European Commission (EC), define the genetically modified organism (GMO) as organisms (plants/animals/microorganisms) that “do not occur naturally through mating and/or natural recombination”. In other words, genetic material is directly manipulated with biotechnological applications, and it is aimed to separate the millennial characteristics of plants and animals in the genetic stock through selective breeding. Foods produced from transgenic plants and animals are also called genetically modified foods. A total of 525 transgenic traits have been commercialized in 32 crops so far. The most transgenation was carried out in corn (238), cotton (61), potato (49), Argentine canola (42), soybean (41), and clove (19).
Article
Araştırmanın amacı, Samsun ili Atakum ilçesinin kentsel alanında ikamet eden tüketicilerin Genetiği değiştirilmiş (GD) gıdalarla ilgili duyarlılığı üzerine medyanın etkisini ortaya koymaktır. Araştırmanın materyalini, ailede gıda satın alma kararında etkili olan 196 tüketiciyle yapılan anketler oluşturmaktadır. Araştırma sonuçlarına göre, GD gıdalar konusunda tüketicilerin % 33,16’sının duyarlı ve % 35,72’sinin kısmen duyarlı oldukları, % 31,12’sinin ise duyarlı olmadıkları tespit edilmiştir. Tüketicilerin yaşları ve meslekleri yönünden duyarlılık grupları arasında istatistiki olarak önemli farklılık vardır. Tüketicilerin bilgi kaynakları arasında klasik medya araçlarından televizyon üç grupta da ilk sırada yer almaktadır. İnternet kullanım sıklığı tüm gruplarda günde birkaç saat olarak belirlenmiştir. Üç grupta da en fazla kullanılan sosyal medya araçları sırasıyla WhatsApp, Instagram ve Facebooktur. Dünyada GD gıdaların sağlık üzerine etkileri henüz bilinmediği için, bazı sivil toplum kuruluşları ve meslek örgütleri tarafından GD gıdaların tüketilmesi konusunda olumsuz görüş bulunmaktadır. Olumsuz görüşlere rağmen daha düşük maliyetli üretiminden dolayı, besin ihtiyacının karşılanması açısından geri kalmış ülkelerde GD gıdaların tüketilmesinin gerekli olduğu düşünülmektedir. Bu bakımdan son yıllarda gelişmiş ülkeler tarafından, geri kalmış ülkelere ihraç edilmek amacıyla GD gıdaların üretimi artmıştır. Yüksek gelirli ve gıda güvenliği konusunda hassasiyeti olan bazı tüketiciler ise, bu ürünleri istemedikleri halde bazen farkında olmadan tüketmektedirler. Burada önemli olan etkili medya araçları vasıtasıyla, GD gıdalar konusunda tüketicilerin doğru bilgilendirilmelerinin sağlanmasıdır.
Article
Full-text available
Çeltik, Antarktika hariç tüm kıtalarda yetiştirilen dünyanın en değerli gıda ürünleri arasında yer almaktadır. Küresel ölçekte ekilen alan açısından buğdaydan sonra ikinci sırada yer almaktadır, ama tahıl hasadı açısından yaklaşık olarak buğdaya eşittir. Kırgızistan, çeltik yetiştiriciliği bakımından önde gelen ülkeler arasında yer almamak ile birlikte yerel ölçekte üretim yapılmaktadır. Kırgızistan’ın güney bölgesi çeltik tarımına elverişli olduğu için son 10 yılda nispeten çeltik ekim alanları ve tüketimi artmıştır. Çeltik ve çeltik ürünlerine ilginin artış göstermesine nüfuz artışı, ekonomik olarak getirisinin olması, diğer ülkelere ihracat etme durumu planlanması ve birçok faktörler neden olmaktadır. Kırgızistan'da çeltik yetiştirilen başlıca alanlar Oş, Calal-Abad, Batken bölgelerinde yer almaktadır. Uzgen ve Ak turpak çeltikleri, tadı bakımından diğer çeşitlere göre çok daha üstün olduğu gibi araştırmalara göre insanlar için yararlı olan birçok elementleri içerdiği ve dünya standartlarına göre nispeten protein içeriği diğer çeltikler bakımında çok daha zengin olduğunu göstermektedir. Bu çalışmada ülkemizdeki çeltik tarımına genel özellikleri, Özgen ve Ak turpak çeltiğin özellikleri, ve çeltik ekiminin Kırgızistan’daki genel dağılımı ortaya konulmuştur
Article
Full-text available
Background: Glyphosate (GLY) is the most heavily used herbicide worldwide but the extent of exposure in human pregnancy remains unknown. Its residues are found in the environment, major crops, and food items that humans, including pregnant women, consume daily. Since GLY exposure in pregnancy may also increase fetal exposure risk, we designed a birth-cohort study to determine exposure frequency, potential exposure pathways, and associations with fetal growth indicators and pregnancy length. Method: Urine and residential drinking water samples were obtained from 71 women with singleton pregnancies living in Central Indiana while they received routine prenatal care. GLY measurements were performed using liquid chromatography-tandem mass spectrometry. Demographic and survey information relating to food and water consumption, stress, and residence were obtained by questionnaire. Maternal risk factors and neonatal outcomes were abstracted from medical records. Correlation analyses were used to assess relationships of urine GLY levels with fetal growth indicators and gestational length. Results: The mean age of participants was 29 years, and the majority were Caucasian. Ninety three percent of the pregnant women had GLY levels above the limit of detection (0.1 ng/mL). Mean urinary GLY was 3.40 ng/mL (range 0.5-7.20 ng/mL). Higher GLY levels were found in women who lived in rural areas (p = 0.02), and in those who consumed > 24 oz. of caffeinated beverages per day (p = 0.004). None of the drinking water samples had detectable GLY levels. We observed no correlations with fetal growth indicators such as birth weight percentile and head circumference. However, higher GLY urine levels were significantly correlated with shortened gestational lengths (r = - 0.28, p = 0.02). Conclusions: This is the first study of GLY exposure in US pregnant women using urine specimens as a direct measure of exposure. We found that > 90% of pregnant women had detectable GLY levels and that these levels correlated significantly with shortened pregnancy lengths. Although our study cohort was small and regional and had limited racial/ethnic diversity, it provides direct evidence of maternal GLY exposure and a significant correlation with shortened pregnancy. Further investigations in a more geographically and racially diverse cohort would be necessary before these findings could be generalized.
Article
Full-text available
Türkiye, bitki biyoçeşitiliği ve endemizm açısından oldukça zengin bir ülkedir. Ancak son yıllarda dünyada olduğu gibi Türkiye'de de biyoçeşitlilik ve bitki germplazmı ciddi tehdit altındadır. Hem beslenme hem de tıbbi amaçlı kullanılan kültür bitkileri ve yabani ırklara ait genetik çeşitliliğin in situ veya ex situ germplazm koleksiyonları olarak korunması büyük önem arz etmektedir. Bitki biyoteknolojisinin kullanıldığı ve temelleri in vitro doku kültürü tekniklerine dayanan muhafaza stratejileri tükenme riski taşıyan türlerde başarı ile uygulanmaktadır. Bu derleme çalışmasında bitki germplazmının kısa, orta ve özellikle kriyoprezervasyon tekniği ile uzun süreli muhafazası, kriyoprezervasyonun klasik ve yeni teknikleri ile kriyoterapi gibi farklı kullanım alanları belirtilmiş ve yeni tekniklere ait çalışmalar özetlenmiştir. Abstract Turkey is a very rich country in terms of plant biodiversity and endemism. In the recent years, However, as in the World, biodiversity and plant germplasm have been under serious threatening in Turkey. As in situ or ex situ protection of genetic diversity of culture plants and their wild types used both food and medicinal is great important. Protection strategies based on in vitro tissue culture techniques and use plant biotechnology are successfully implemented to species at risk of extinction. In this review were pointed out short, mid-and especially long-term conservation via cryopreservation techniques of plant germplasm, new and classic techniques and different usage of cryopreservation such as cryotherapy, and were summarized works on new techniques.
Article
Full-text available
Increasing world population needs to enhance agricultural production because of food starvation. Genetically modified organism(GMO)is a way to solve this problem. During gene transfers, DNA is inserted into a plant’s genome in a random way. Thisproducesspontaneous genetic changeswith movement of transposable elements, and even increasesvariations. Houbawas described as one of the active retrotransposonsin rice. The aim of this study was to screen rice samples collected from Turkey, and analyse Houba retrotransposon movements with IRAP technique intransgenic ones and their controls. For this purpose, 71 different rice seeds obtained from different regions of Turkey were used for GMO analysis.All samples were screened by real time PCR to test cauliflower mosaic virus (CaMV) 35S promoter (P-35S) regions, T-NOS (nopaline synthase terminator) regions, figwort mosaic virus (FMV) regions, bar, patand Cry1ab/ac,and hpt(hygromycin resistance) genes. Hptgene was identified in 6samples as a result of real time PCR analysis. These 6transgenic samples with their controls were used for IRAP-PCRanalysisand 0-56% polymorphism ratios were observed in analysed samples. This study is one of the first detailed experimental data of transgenic Oryza sativaL. samples in terms of retrotransposon-based variation.
Article
Full-text available
Erwinia amylovora is a Gram-negative enterobacterium that causes a devastating blight disease on rosaceous plants. In this study, the structure of DspF, a type III secretion system (T3SS) chaperone required for virulence of E. amylovora, was investigated in bacterial growth and pathogenesis in host and non-host plants, including apple, strawberry, rose, Arabidopsis and tobacco. DspF genes were mutated through homologous recombination and the result was the arrest of disease development on apple, strawberry and rose, and of the hypersensitivity response in tobacco. In addition, bacterial development of the wild type was compared with that of dspF mutants in leaves of A. thaliana Columbia-5 (Col-5), and the resistant A. thaliana Landsberg erecta (Ler-0). It was concluded that DspF is essential for the bacterium to induce hypersensitive responce (HR) disease on host plants (Rosaceous family plant) and non-host plants (Arabidopsis thaliana).
Article
Full-text available
In the Erwinia amylovora genome, the hrp gene cluster containing the dspA/E/EB/F operon plays a crucial role in mediating the pathogenicity and the hypersensitive response (HR) in the host plant. The role of the dspA/E gene derived from E. amylovora was investigated by monitoring the expression of the β-glucuronidase (GUS) reporter system in transgenic Arabidopsis thaliana cv. Pri-Gus seedlings. A mutant ΔdspA/E strain of E. amylovora was generated to contain a deletion of the dspA/E gene for the purpose of this study. Two-week-old seedlings of GUS transgenic Arabidopsis were vacuum-infiltrated with the wild-type and the mutant (ΔdspA/E) E. amylovora strains. The Arabidopsis seedlings were fixed and stained for GUS activity after 3–5 days following infiltration. The appearance of dense spots with blue staining on the Arabidopsis leaves indicated the typical characteristic of GUS activity. This observation indicated that the wild-type E. amylovora strain had induced a successful and efficient infection on the A. thaliana Pri-Gus leaves. In contrast, there was no visible GUS expression on leaf tissues which were inoculated with the ΔdspA/E mutant E. amylovora strain. These results indicate that the dspA/E gene is required by the bacterial cells to induce HR in non-host plants.
Article
It is generally accepted that transgenesis can improve our knowledge of natural processes, but also leads to agricultural, industrial or socio-economical changes which could affect human society at large and which may, consequently, require regulation. It is often stated that developing countries are most likely to benefit from plant biotechnology and are at the same time most likely to be affected by the deployment of such new technologies. Therefore, ethical questions related to such biotechnology probably also need to be addressed. We first illustrate how consequentialist and nonconsequentialist theories of ethics can be applied to the genetically modified organism debate, namely consequentialism, autonomy/consent ethics (i.e. self-determination of people regarding matters that may have an effect on these people) and virtue ethics (i.e. whether an action is in adequacy with ideal traits). We show that these approaches lead to highly conflicting views. We have then refocused on moral 'imperatives', such as freedom, justice and truth. Doing so does not resolve all conflicting views, but allows a gain in clarity in the sense that the ethical concerns are shifted from a technology (and its use) to the morality or amorality of various stakeholders of this debate.