Realism is back. After several decades of denying there was anything beyond interpretation, thinkers in the postmodern tradition are returning to reality. A new cluster of Continental thinkers—including Maurizio Ferraris, Graham Harman, and Markus Gabriel—argue that realism was unjustly, and unwisely, aban- doned. While part of their motivation is purely philosophical, they also see realism as a defense against a crude, Nietzschean style of politics exemplified by a crop of world
leaders who act as though the truth is whatever they say it is. Even in sociology, the thin, metaphysics-free theorizing of rational actor theory has been joined by “critical realism,” a metaphysically heavyweight view that accepts that things have objective natures that make them what they are, and powers that enable real causal interactions between things.
تعود الواقعية، بعد عدة عقود من إنكار وجود أي شيء يتجاوز التفسير. ويرجع المفكرون في تقاليد ما بعد الحداثة إلى الواقع. تجادل مجموعة جديدة من المفكرين القاريين – بما في ذلك ماوريتسيو فيراريس، غراهام هارمان، وماركوس غابرييل- بأن الواقعية هُجرت بشكل غير عادل وغير حكيم. في حين أن جزءًا من دوافعهم فلسفية بحتة، فإنهم يرون أيضًا الواقعية كدفاع ضد نمط سياسي نيتشوي فظ يتجسد في مجموعة من قادة العالم الذين يتصرفون وكأن الحقيقة هي كل ما يقولونه. حتى في علم الاجتماع، فإن التنظير الهش، الخالي من الميتافيزيقا، لنظرية الفاعل العقلاني قد انضمت إليها “الواقعية النقدية”، وهي نظرة ميتافيزيقية ثقيلة تقبل أن الأشياء لها طبيعة موضوعية تجعلها ما هي عليه، وقوى تمكن التفاعلات السببية الحقيقية بين الأشياء.
Realizm geri döndü. Yorumun ötesinde hiçbir şeyin olmadığına itikat edilen onlarca yıldan sonra Postmodern gelenekteki düşünürler realiteye (gerçekliğe) geri dönüyorlar. Aralarında Maurizio Ferraris, Graham Harman ve Markus Gabriel’in de bulunduğu kıta filozoflarından oluşan yeni bir grup, realizmin haksız yere ve pervasızca terkedildiğini iddia ediyor. Onları harekete geçiren şeylerden biri sırf felsefi olsa da realizmi, her ne olursa olsun söylemlerinin yegâne hakikat olduğunu düşünerek davranan bir dünya liderleri güruhu tarafından temsil edilen kaba, Nietzscheci politik tavra karşı bir savunma olarak görüyorlar. Sosyolojide bile, rasyonel fail teorisinin cılız, metafizikten azade teorileştirmesine, “şeylerin onları ne ise o yapan nesnel doğaları ve aralarında gerçek nedensel etkileşimleri mümkün kılan güçleri olduğunu kabul eden ağır sıklet bir metafizik görüş” olan “eleştirel gerçeklik” eşlik etti.
Bu arada, Analitik felsefe başlangıcından bu yana ağırlıklı olarak realist kalmasına rağmen aynı zamanda zihnin dışında bir dünyanın bilgisini ya da herhangi bir bilgiyi talep etmekte hakikaten haklı olup olmayacağımız sorusuyla da boğuşmuştur.3 Ancak, son zamanlarda analitik muhitten düşünürler, bizim dünyaya dair fikirlerimizin bizatihi dış dünyadan radikal bir şekilde farklı olduğuna dair açıkça kusurlu ama kökleşmiş varsayımlara işaret ederek Kartezyen mirastan devşirilen yinelenen şüpheciliğe kafa tuttular. Ayrıca takipçilerine bizim bilinçli düşünceden bile önce gerçek bir dünyada vücuda gelen düşünürler olduğumuzu hatırlattılar.4 Hiç kimse hayata bir anti-realist olarak başlamaz. Gerçekten de tarihsel açıdan realizm, bizim varsayılan pozisyonumuz olarak görünüyor. O halde şu son zamanlara kadar niçin realizm bu denli ikna ediciliğini yitirdi?5 Belki de anti-realizmin
aydınlanmanın bazı umulmayan sonuçlarından biri olduğu cevaplardan biri olabilir.6
UMULMAYAN AYDINLANMA
Çoğu olmasa da belli sayıda Aydınlanma düşünürü aklın zaferinin ve yeni bilimin doğuşunun insanlığın beklentilerini ve maddi koşullarını daha iyiye götürebileceğine inandı.7 Bu anlamda bilginin, insanlığı geri bırakan zincirleri kırarak, onu azat ettiğini düşündüler.8
Ancak teknoloji ve tıp yoluyla pratize edilen bu dönüştürücü bilgi, şüphesiz insan yaşamını iyileştirirken akla hayale sığmayacak toplumsal ve kurumsal dönüşümleri de beraberinde getirdi. Gittikçe, ulaşım mekanik, iletişim kitlesel ve insan toplumu soyut ve gayri şahsi görünür oldu. görünüyordu. İnsanlar, tasarlanmış
mekânlar ile son derece özel etkileşimlere girerek, büyük oranda doğadan kopuk yaşadılar. Aydınlanma biliminin yürürlüğe girmesiyle ortaya çıkan sanayileşme, kentleşme ve diğer sosyokültürel etkiler birçok insan deneyiminin doğal (ya da
gerçek) dünyası ile yapay dünyası arasındaki sınırı bulanıklaştırdı. Kimileri için, böyle bir “de-realization” anlayışı, zihinden bağımsız bir gerçekliğe erişmenin inandırıcılığını baltalamaya başladı.9
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında yazan Friedrich Nietzsche, Aydınlanma biliminin sunduğu dünya görüşünün nesnel ahlaka yaşam alanı bırakmadığı sonucuna vardı. Nietzsche, çekiçle felsefe yaparak, büyük-dönüştürücü fikirlerin, etkili düşünürlerin bakış açılarının olgunlaştırılmasından daha fazlası olmadığını ve
bu yüzden gerçekliğin nesnel temsiline dair az veya çok hiçbir iddiası olmadığını ilan etti. Nietzsche hakikat fikrinin, aslında, ötekini manipüle etmek ve ona hükmetmek için kullanılan bir iktidar aracı olduğunu savundu. Bunun sonucu İtalyan filozof
Maurizio Ferraris’in belirttiği gibi: “Bilgi-güç yanılgısıdır; bilginin her bir formunun, gücün bir tür ifadesi sayılıp şüpheyle mütalaa edilmesi gerekliliğidir.”10 Normlar, kurumlar ve kültürel formlarda somutlaşan, sadece gücün bir ifadesi olarak değerlendirilen bilgiye duyulan bu güvensizlik Michel Foucault, Jacques Derrida ve Richard Rorty gibi yirminci yy. düşünürleri tarafından irdelendi ve miras
bırakıldı. Bu “Postmodern” düşünürler Aydınlanma filozoflarının insanlığın kurtuluşu addettikleri şeyi potansiyel ya da fiili bir baskı aracı olarak gördüler. Bu pozisyonun daha radikal savunucuları için gerçekliğin bilgisine yönelik herhangi bir iddianın olası
suistimallerinden kaçınmanın yegâne yolu, bu tür iddiaları dekonsrükte etmek ve en nihayetinde bu tarz herhangi bir bilginin var olma imkanını reddetmektir.
REALİZMDEN REALİTEYE
Postmodern düşünce gerçeklik ve hakikat kavramlarını istikrarsızlaştıran bir politik tutumun sorumluluğunu ancak bu kadar üstlenebiliyorken, Vladimir Putin, Silvio Berlusconi ve Donald Trump, neyin makul bir şekilde doğru ve neyin “asparagas”11 olduğu hakkındaki geniş çaplı kültürel uzlaşının çöküşünden yani
popülerleştirilmiş Postmodern şüpheciliğin katkı sağladığı bir çöküşten nemalandılar.12 Berlusconi’nin İtalya başbakanı olarak istikrarsız medya patronluğu sürecinde hoyratça gerçekliği istismar ettiğine şahitlik ettikten sonra Ferraris, herhangi birinin onlar hakkında ne düşündüğü dikkate alınmaksızın bazı şeylerin tam
da ne ise o olduğu kabul edilmeden, gücü elinde tutanların iddialarına nasıl karşı çıkılacağının belirsiz olduğunu ileri sürer. O, “Çoğu Postmodern düşünürün inandığının aksine, her şeyden önce tarihin öğretilerine dayanarak, gerçeklik ve doğruluğun her daim zalimin zulmüne karşı mazlumu himaye etmeyi sağladığını
düşünmek için makul sebepler olduğu” sonucuna vardı.13
Şu an realizme karşı duyulan Postmodern şüphenin kendisi şüphe içindeyse ya gerçekliğe karşı o kökleşmiş Kartezyen şüpheciliğe ne demeli? Hurbert Dreyfus ve Charles Taylor gibi fenomenolojik eğilimi ağır basanlar tarafından geliştirilen bir cevap; Descartes’ın zihinde izole edilmiş ve temsil etmeleri gereken dünyaya kapatılmış ideler görüşünü tenkide tabi tutmaktır. Bu “iç/dış” yapısı bir kereliğine dahi kabul edildiğinde kişinin gerçek dünyaya dair fikirlerini karşılaştırmak için kafasının dışına nasıl çıkacağı her daim bir sorun olacaktır. Dreyfus ve Taylor, evvela gündelik deneyimin nesnelerini anladığımız terimler yoluyla tüm yaşam dünyalarını gayri ihtiyari kabul ettiğimizi belirten alternatif bir yaklaşım önerir. Bu önsel ve düşünce ürünü olmayan bütüncül çerçeveyi varsaymaksızın ne düşüncelerimizin ne de hakkında konuştuğumuz şeylerin çoğunu tanımlayamayız bile. Bizim dünya üzerindeki seyrüseferimiz büyük oranda fiziksel çevremizle girdiğimiz, bilinçli farkındalık seviyesinin altında olan, bilişsel etkileşim yoluyla gerçekleşir. Mademki
sürekli bu çevreyle temas halindeyiz o halde onun gerçek olduğunu kabul etmeliyiz. Dünyayı nasıl yorumladığımız ve onunla nasıl etkileştiğimiz hakkındaki bu gözlemler makuldür. Ancak kendini adamış bir Kartezyen, kasıtlı bir şekilde seçilmemiş olmasına rağmen, zorunlu olarak varsaydığımız yaşam dünyamızın bir
yanılsama olabileceğine işaret edecektir. Elbette biz de hataen yanılabiliriz! Ayrıyeten dış dünyanın gerçekliğini onunla girdiğimiz bilinçdışı etkileşimden elde edebiliriz ki bu da yalnızca bu etkileşimin dış dünyayla olduğunu evvelce varsayarsak olur. Yine de dış dünyayla bilinçdışı etkileşime girdiğimiz görüntüsü nihayetinde bizim yanıltıcı iç temsillerimizin (sanrı) başka bir boyutu da olabilir.