Content uploaded by Ahmet Edi
Author content
All content in this area was uploaded by Ahmet Edi on Oct 15, 2018
Content may be subject to copyright.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
VII. ULUSLARARASI
TÜRK SANATI, TARİHİ Ve FOLKLORU
KONGReSİ/SANAT eTKİNLİKLeRİ
VII. INTeRNATIONAL
TURKIC ART, HISTORY AND FOLKLORe
CONGReSS/ART ACTIVITIeS
Editörler:
Osman KUNDURACI-Ahmet AYTAÇ
11-15 Nisan 2017-Bakü-AZERBAYCAN
Almanya Türklerin
Dünyası Enstitüsü
Milli İlimler Akademisi
Milli Azerbaycan Tarih
Müzesi
Ağrı İbrahim
Çeçen Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Türk El Sanatları
Araştırma ve Uygulama
Merkezi Başkanlığı
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
Tüm hakları saklıdır.
Copyright sahibinin izni olmaksızın, kitabın tümünün veya bir
kısmının, elektronik, mekanik ya da fotokopi ile basımı, yayımı,
çoğaltılması ve dağıtımı yapılamaz.
Sayfa Tasarımı
Ahmet AYTAÇ
Kapak Tasarımı
Ahmet AYTAÇ
Dizgi ve Baskı
Anka Basım Yayın Ltd. Şti.
Basım Tarihi:
25.12.2017
ISBN:
978-975-448-222-5
Kitapta Yer alan metinler, fotoğraf, resim, şekil ve çizimler, alıntı ile
kaynakça sorumlulukları yazarlarına aittir.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
57
ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK-İNGİLİZ İLİŞKİLERİ
(ATATÜRK TURKISH-ENGLISH RELATIONS IN THE TERM)
Ahmet EDİ
Suat POLAT
When the Turkish foreign policy of the Atatürk period is examined, it is
clear that Turkey, which has emerged from the War of Independence and has
significant losses and gains at the same time, should be firmly founded. For this
reason, the main factor that guided foreign policy in this period was the concept of
Peace and Peace in the State and Peace of Independence. The basis of this policy
is the preservation of peace and in the same direction the realization of the
cooperation of other countries in the framework of peace. Turkey has a different
place and importance in relation to other countries and their relations with Great
Britain in this period. Because the super powers of time (Germany, Austria-
Hungary, Tsarist Russia and Ottoman) were disintegrated as a result of World War
I that took place between the World countries. Soviet Russia, which was founded
with the collapse of Tsarist Russia, was dragged into a great civil war. The US has
once again embraced isolation (loneliness) policy, which it had adopted previously.
When it comes to France, Germany needs the support of the United Kingdom for
the agreement that Germany is trying to sign to Germany for the sake of never
again posing a threat to it, because Italy and Japan can not have a peaceful
balance against Britain The task of organizing the post-war world remained in
Britain, despite the fact that the war had been diminished. Moreover, in addition to
this active position of the UK, the Lausanne Peace Treaty, which is very important
in terms of Turkish history and still maintains its validity today, has some issues
that can not be settled between the two countries and has led to the continuation of
the two countries or unwilling bilateral relations. In particular, the issue of Mosul, in
particular, has led to the occasional tension between the relations of the two
countries and even to the point of war. Later, when the UN broke out and the
Sheikh Said Rebellion broke out, Turkey had to deal with this issue, and the issue
was resolved in favor of Britain in 1926. The aim of the work is to reveal how
Turkey, following the War of Independence, pursues a foreign policy on the world
scale after the war and how the British and Turkish-British relations are working on
this foreign policy. In the study, document analysis was used from qualitative
research methods. Document analysis includes "analysis of written materials
containing information about facts and phenomena targeted for research" (Yıldırım
ve Şimşek, 2008: 187).
In this study, the main elements of the Turkish Foreign Policy in the Atatürk
period, the straits and Mosul affairs in Turkish-English relations, how these affects
the relations between the two countries and how these issues are solved, how the
Turkish-British relations followed the course Information has been included.
Yrd. Doç. Dr., Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Eğitim Fakültesi.
Yrd. Doç. Dr., Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Eğitim Fakültesi.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
58
GİRİŞ
Bir ülkenin dış politikasına şekil veren temel unsur dünya siyasi
konjonktüründeki yeri olmakla beraber, bunun yanı sıra ülkenin dış politikasının
temel unsurlarını oluşturan ve bu unsurlara şekil veren çok sayıda etken
bulunmaktadır. Bunlar; barışın korunması, diğer ülkelerle işbirliği, askeri kaygılar,
kamuoyu ve dış politikaya yön veren kişi ve kurumların konumu ve görüşleridir
(Yılmaz, 2003: 22).
Bu anlamıyla düşünüldüğünde Atatürk dönemi uygulanan dış politikayı
daha iyi anlayabilmek için bu politikayı oluşturan şartları yani I. Dünya Savaşı
sonrası dünya siyasi konjonktürünü ve bu siyasi konjonktür içerisinde Osmanlı
Devleti’nin durumunu incelemek gerekmektedir. Siyasi ve ekonomik mücadeleler
sonrasında patlak veren ve 1914–1918 yılları arasında süren I. Dünya Savaşı,
savaşa sebebiyet veren nedenleri ortadan kaldıramadığı gibi, hem yenen hem de
yenilen devletler açısından yeni ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar ortaya
çıkararak sona ermiştir (Sander, 1998: 349).
Bu sorunların birincisi; sanayi işçileri ve hükümetler arasındaki siyasal
işbirliği denemeleri yeni bir devlet anlayışını ortaya çıkarmış, ikincisi; savaş
sonrasının acıları ve bunun yarattığı propagandalar yeni bir savaşın habercisi
olmuş, üçüncüsü; savaş öncesinin ekonomik refahı sarsılmış ve dördüncüsü;
dünyadaki güç dengesi bir daha dönmemek üzere ABD’ye geçmiştir (Sander,
1998: 354-355).
Yine bu savaş sonucunda Çarlık Rusyası, Almanya, Avusturya-Macaristan
ve Osmanlı imparatorlukları parçalanmıştır. Çarlık Rusyası’nın yıkılışından sonra
kurulan Sovyet Rusya büyük bir iç savaşın içine itilmiş, ABD yeniden isolation
(yalnızcılık) politikasını benimsemiş ve bunların yanında Fransa’nın Almanya’ya bir
daha kendisi için bir tehdit oluşturmaması amacıyla imzalattırmaya çalıştığı
anlaşma için İngiltere’nin desteğine ihtiyaç duyması ve İtalya ve Japonya’nın,
İngiltere’ye karşı denge oluşturabilecek bir güce sahip olamamaları nedenleriyle, I.
Dünya Savaşı’nda gücü azalmasına rağmen, savaş sonrası dünyanın
düzenlenmesi görevi İngiltere’ye kalmıştı (Sander ve Armaoğlu, 1992: 151-155).
Savaş sonrasında Osmanlı Devleti’ne baktığımızda; 30 Ekim 1918’de
Osmanlı Hükümetine imzalattırılan Mondros Mütarekesi, İtilaf Devletleri’nin savaş
sırasında yapılan gizli antlaşmalar ile belirtilen yerleri işgal etmelerine olanak
tanımakla birlikte bu iki hükmü de öngörmekteydi:
1- Boğazlar bölgesi işgal altına alınacak.
2- İtilaf Devletleri güvenliklerini tehlikede gördükleri bölgeleri işgal
edebileceklerdi.
Mondros bir mütareke olmakla birlikte esasen İtilaf Devletleri açısından
Osmanlı Devleti’nin paylaşımı antlaşması idi. Özellikle bu antlaşmanın 7. maddesi
ile buna kılıf uydurulmuştu (Akarslan, 1984: 12)
Ayrıca, İtilaf Devletleri antlaşmalarda ifade edilen Mezopotamya ve Kilikya
gibi sınırları tarihsel olarak belli bölgelerin sınırlarını kendi çıkar bölgeleri
doğrultusunda genişleterek (ki bu iddialarını İngiliz kaynaklarına dayandırmışlardır)
Türklere bırakılacak yerleri Anadolu içlerinde küçük bir bölge ile sınırlandırmaya
çalışmışlardır. Bütün bu gelişmeler, barış görüşmelerinde İtilaf Devletleri’nin
Türklere karşı hoşgörü ile yaklaşmayacaklarının göstergesiydi (Criss, 2000: 14).
Birinci Dünya Harbi’nin yenilgiyle sonuçlanmasından gerekli dersleri
çıkaran Atatürk, Türk Devleti’nin parçalanmış geçmişini Osmanlı tarihinde benzeri
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
59
görülen fetihlerle yeniden kurmayı hiç düşünmedi. Atatürk’ün amacı, Türk
Devleti’nin özgürlüğünü kazanması ve yaşama kabiliyetini elde etmesini
sağlamaktı. Atatürk, Anadolu’nun işgaline karşı Millî Mücadele sırasında ve
sonrasında Türk milletinin millî menfaatlerine yönelik bir dış politika belirledi.
Atatürk’ün belirlemiş olduğu dış politikasının önemli özelliklerinden biri gerçekçilikti.
I. Dünya Savaşı’nın kazanan devletleri yorgun durumdaydı ve yeniden uzun bir
savaşı göze alamayacaklardı. Bu düşünceden yola çıkarak ulusal hareketin
başlamasını sağladı. Dış politikadaki gerçekçi tutumu savaş sonrasında da devam
etti. Mesela, 1925 yılında İngiltere ile Musul sorunu sebebiyle karşı karşıya
gelmesine rağmen kaba kuvvet yoluna gitmeyip anlaşmaya razı olan bir politika
izledi. Çünkü İngiltere ile savaşmak konusunda ısrarcı davranmak belki de Musul
dışında kazanılmış olan toprakların kaybedilmesi yanında yapılması planlanan
reformların da ertelenmesine sebep olabilirdi. Bu tür bir gelişme ise Cumhuriyetin
geleceğini riske atabilirdi. Bu durum problemin çözümüne kadar daima göz önünde
tutuldu. Avrupa’daki çift bloğun ortaya çıkmakta olduğu 1930’larda Türkiye,
Avrupa’nın büyük devletleri ile sınır komşusu durumunda olduğundan bu ülkelerin
çıkar çatışmaları ve gruplaşmaları arasında kaldığı halde gerçekçi davranarak,
herhangi bir serüvene katılmaktan kaçındı (Gönlübol ve Kürkçüoğlu, 2000: 14).
Diğer taraftan Atatürk’ün dış politikasındaki önemli bir özelliği de
güvenilirliği idi. Atatürk Millî Mücadele sırasında, Misak- ı Millî’de öngördüğü
hedefin ötesinde bir amacının olmadığını söyleyip, icraatları da bunu
destekleyince, güvenilirliğini dış dünyaya kabul ettirdi. Millî Mücadeleden sonra da,
1930’lu yılların ortalarında dünyada kaba kuvvetin çoğaldığı bir dönemde, Atatürk,
bu yola ilgi göstermeden ülkesinin isteklerini dünyaya duyururken, herkes
tarafından bilinen güvenilirliği dolayısıyla anlayış ve destek topladı. Ayrıca Atatürk,
kurmuş olduğu yeni Türkiye’ye millî bir yapı kazandırmaya çalıştığı, hem iç hem dış
politikada milliyetçilik çizgisini izlediği halde, bunu aşırılığa götürmedi. 1920’lerden
itibaren İtalya,
1930’lardan sonra Almanya’da olduğu gibi milliyetçiliği ırkçı yönde
sürüklemek yerine bu akımın dışında kaldı, bu akımı savunmadı (Gönlübol ve
Kürkçüoğlu, 2000: 14-15).
Atatürk, dış politika hedeflerinin başında şüphesiz tam bağımsızlık
çerçevesi içinde millî bir devlet kurmak ilk sırayı alıyordu. Atatürk’e göre devletin
millî bir siyaset takip etmesi esastı. Ayrıca Atatürk’ün tam bağımsız Türkiye
prensibi Millî Mücadele’ye başladığı günden beri devam eden bir hedefiydi. Atatürk
1921 yılında “Tam bağımsızlık, bizim ve bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel
ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karsı yüklenmiştir. Bu vazifeyi
yüklenirken bunun uygulama yeteneği hakkında çok düşündük. Fakat netice olarak
edindiğimiz görüş bunda muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış
adamlarız… Biz yasamak isteyen haysiyet ve şerefli yasamak isteyen bir
milletiz”(Gök,1998: 5-7). Şeklindeki sözüyle de tam bağımsızlığın ne kadar önemli
olduğunu belirtmiştir.
Atatürk, dış politika hedeflerini gerçekleştirmek için barışçı bir siyaset
yürüttü. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi Atatürk’ün barışa ne kadar önem
verdiğinin göstergesidir. Türkiye bu hedefle hem içeride hem de dışarıda barışın
korunmasını temel hedef olarak aldı. Atatürk “ Barış Türkiye’nin olduğu kadar
dünya milletlerinin de muhtaç olduğu bir değerdir. İnsan mensup olduğu milletin
varlığını ve saadetini düşündüğü kadar bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
60
düşünmeli ve bu hususta çalışmalıdır. İnsanları mesut etmek için onları savaşa
sürüklemek insanlıkla alakası olmayan teessüfe sayan bir sistemdir” ( Işık, 1981:
3). Şeklindeki söylemiyle, Türkiye’nin temel hedeflerine ulaştığında yani hakları
kabul edildiğinde barışı kabul edeceğini de belirtmiştir.
Atatürk’ün dış politikasında hukuk, kuvvetten üstün bir yere sahipti. Hukuka
bağlılık, Türk dış politikasının temel ilkesi olmuştur. Türkiye bağımsızlığını
kazandıktan sonra bu politikadan taviz vermeden ilerledi. Mesela, Türkiye’nin Millî
Mücadele sonunda imzaladığı Lozan Barış Antlaşması’ndan çözülemeyen
sorunları bulunuyordu. Boğazlar askerden arındırılmış durumdaydı. Halkının büyük
bir kısmı Türk olan Hatay, Suriye sınırlarına tabii tutuldu. 1930’lar Avrupası’nda
olduğu gibi Atatürk’te Adolf Hitler ya da Benitto Mussolini gibi saldırgan bir tutum
izleseydi savaşı tercih etmiş olacaktı. Ancak Türkiye bunların aksine savaşın büyük
bir felaket olduğunu bildiği için bu yolda ilerlemeyi tercih etmedi. Uluslararası
anlaşmalar yoluyla sorunların çözülmesini sağladı. 1936’da Boğazlar rejimini
belirlemek üzere tarafları Montreux’de konferansa çağırdı. Bu konferansta alınan
kararlarla Türkiye yeniden Boğazlara hâkim oldu. Fransa ile Hatay sorunu yine
benzer şekilde Milletler Cemiyeti aracılığıyla çözümlenmesi sağlandı (Toker, 2000:
59-60). Yeni Türk Devleti’nin sürekli olabilmesi çağdaş bir yapıda gerçekleştirilecek
reformlara bağlıydı. Atatürk modernleşmek için Batı’ya yönelmenin gerekliliğine
inanmaktaydı. Türkiye’nin çağdaş bir yapı kazanmasını güvenlik gereksinimi olarak
düşündüğü gibi çağdaşlaşma ya da batılılaşma Türkiye’nin temel dış politikasının
hedefi haline geldi. Atatürk’ün gerçekleştirmek çaba sarf ettiği çağdaşlaşma bir batı
taklitçiliği veya Avrupa’ya benzeme özentisi olmaktan uzaktı. Tam tersine Batı’nın
akılcılığını, bilim ve fen alanında gerçekleştirdiği ilerlemelerin yakalanmasıydı.
Köklü devlet geleneği olan bir milletin değişen ve gelişen dünyada hak ettiği
konumu alması ve onu saklaması gerektiği inancındaydı. Batı medeniyetini alırken
taklitçilik yoluna gidilmemesi gerektiğine dair şu sözleri oldukça önem arz
etmektedir; “Biz batı medeniyetini taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak
gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyeti
seviyesinde benimsiyoruz” ( Özgüldür, 2006: 158-161) demiştir.
Atatürk Batılılaşmak gerektiği düşüncesiyle Batılı devletlerle yakın ilişkiler
kurulmaya başlanmasında bütün Batı ülkeleri ile aynı seviyede bir politika takip
etmedi. Almanya ve İtalya gibi totaliter rejimlerin hâkim olduğu devletlerle özellikle
1930’lu yılların sonunda, onların saldırgan politikalarına bağlı olarak, ilişkilerin
belirli seviyede kalmasına özen gösterdi. Öte yandan demokratik batı ülkeleri ile
özellikle bunların içinden İngiltere ile daha yakın ilişkiler kurulması gerektiğini
düşünerek ona göre hareket etti.
TÜRK-İNGİLİZ İLİŞKİLERİ
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile geçen üç yıllık zaman diliminde
İngiltere, Doğu sorununun Yunan ordusunun askerî operasyonlarıyla
çözülebileceğine inanmıştı. Bu politika, 1921 yılında alınan ilk başarısızlığa ve bu
başarısızlıkların devam etmesine rağmen küçük çapta değişim geçirdiyse de köklü
bir değişikliğin olduğu söylenemez. Lord George Hükümeti, 1922 Ağustos’una
kadar Yunanlıların Anadolu’da kesin bir zafer kazanacağını umut etmişti. Fakat bu
tarihten itibaren Yunanlıların Türkiye macerasındaki başarısızlıkları su götürmez bir
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
61
gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık Lord George hükümetinin Türk aleyhtarı
durumu kesin bir darbe yedi (Gökay, 1998: 188).
Bonar Law’ın başbakan olmasıyla birlikte İngiltere’nin Yakındoğu
politikasında birtakım değişiklikler başladı. Bu değişiklik Lord George’un iktidardan
düşüşüyle aynı gün, Genelkurmay tarafından da bir memorandumla doğrulandı.
Memorandumda; “Türk gücünün yeniden ayağa kalkışını dikkate almak
zorundayız; Yeni Türkiye’ye ülkesinde düzeni yeniden kurma ve toprağını savunma
şansı verecek olanaklı her şeyi yapmak kesinlikle lehimize olacaktır. Türkler
nüfusça küçük bir ulustur ve potansiyel düşmanlar tarafından adeta
kuşatılmışlardır… Bununla birlikte kader onları dünyanın en imrenilen
bölgelerinden birisine yerleştirmiştir ve eğer Yakındoğu’da bir barışa ulaşacaksak,
onlar bunu savunacak güçte olmalıdırlar.” Böylece Lozan Konferansı yeni bir İngiliz
hükümeti ve Ankara’nın İngilizleri etkilemeye yönelik sıcak yaklaşımı ile başlamıştır
(Gökay, 1998: 189).
Türkiye konferans yeri olarak İzmir’i önermiştir. Fakat yeterli haberleşme
altyapısının uygun olmadığı gerekçesiyle kabul edilmeyince, toplantının Lozan’da
yapılması karara bağlanmıştır. Mustafa Kemal Lozan’a gidecek heyetin başına
İsmet Paşa’yı baş delege olarak seçmiştir. Lozan Konferansı’nın 13 Kasım’da
başlaması kararlaştırılmış fakat 22 Kasım 1922’de başlamıştır. Konferansa gidecek
Türk delegeler İstanbul’a geldiğinde Yüksek Komiser, Lord Curzon’un ülkesinde
bulunan seçim nedeniyle birkaç gün gecikeceğini bildirmiştir. Gecikmenin
görünürdeki nedeni bu idi. Ancak erteleme Curzon’un Türkiye’ye karşı bir
oyunudur. Lord Curzon, konferans başlamadan evvel Müttefikler arasında
Türkiye’ye karşı diplomatik bir cephe kurmak istemiş, Fransa ve İtalya ile birlikte,
Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan’ı da yanına çekmek için çalışmıştır. “Böyle bir
anlayış birliği oluşturmadan ben konferans salonuna girmem, konferans masasında
Türklerin karsısında Müttefikler arasında görüş ayrılıkları olması gibi aşağılayıcı bir
duruma hükümetimi maruz bırakamam” demiştir. Ayrıca Curzon, boğazlarda Türk
egemenliğinin kısıtlanması, Türklerin Meriç’ten öteye geçmemesi, Ege Adaları’nın
Yunanistan ve İtalya’da kalması gibi siyasi hedefleri konusunda Müttefikleri ile
görüşerek, bu konularda Müttefiklerini önemli ölçüde ikna etmiş ve konferansa
katılmıştır (Akyol, 2008: 359). Lord Curzon’un amacı, Sevr ve Mondros
Anlaşmalarındaki maddeleri üzerinde küçük değişiklikler yaparak Türk heyetine
kabul ettirmekti.
Türkiye ise, “hayatî bir mâni olmadıkça, sulh yapmak mecburiyetindeydi.”
Lozan Konferansı toplandığı sıralarda, Mustafa Kemal’in ülkede birtakım
değişiklikler yoluna gidiyordu. 1 Kasım Saltanatın kaldırılması, 6 Aralık’ta bir Halk
Fırkası kurulacağını açıklaması, 29 Ocak’ta Latife Hanım’la evlenmesi ve
konuşmalarında kadının toplumdaki yerini işlemesi, toplumsal kalkınma fikrini halka
yaymaya çalışması, Mustafa Kemal’in yalnızca askerî zaferle yetinmeyeceğinin
göstergesiydi. Belki de, Mustafa Kemal, bu adımları, hem de Lozan Konferansı
sırasında atarken, yeni Türkiye’nin dostluğu aranılan bir ülke olduğunu İngiltere’ye
(Batı’ya) göstermek istemiş olabilir (Kürkçüoğlu, 1978: 259). Lozan Barış
Konferansı sürecinde İngiltere’nin üzerinde ağırlıkla durduğu konular, Boğazların
statüsü ve Musul meselesi olmuştur.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
62
BOĞAZLAR MESELESİ
Türk Boğazları ve boğazlarla ilgili diplomaside, ilgili aktörler arasında
İngiltere birinci sırada yer almaktadır. İngilizlerin Türk Boğazları ile ilgili politikaları
19. yüzyıl boyunca devam etmiştir. Boğazlar, İngiltere’nin siyasî ve askerî
menfaatlerinin muhafaza edilmesinde stratejik bir önem arz etmiş ve bu durum
ülkenin dış politikasını belirleyen en temel unsurlardan birini oluşturmuştur. Fakat
Lozan görüşmelerine gelindiğinde, askeri gerçekler ve mevcut koşullar itibari ile
Boğazların Türk kontrolü altına gireceği hem İngiltere hem de İngiltere’nin
müttefikleri tarafından çoktan kabul görmüştü. Bundan dolayı bu dönem
diplomasisinin üzerinde yoğunlaştığı konu, Türkiye’nin kontrolü ve hâkimiyeti
altında iken ve işgal güçlerinin bulunmadığı bir ortamda, Boğazlardan serbest
geçisin nasıl sağlanacağı ve sürdürüleceği konusudur. Lozan görüşmelerinin
Boğazlarla ilgili bölümünün temel noktasını da bu sorun teşkil etmiştir. Lord
Curzon’un Lozan görüşmelerindeki boğazlar meselesi konusundaki görüşmelerde
temel stratejisi, boğazlardan serbest geçiş prensibini Türklere kabul ettirmek
üzerine kurulmuş, müzakereler bu temel esas üzerinden yürütülmüştür (Yurdusev,
2007: 207-209).
İngilizlerin temel hedefi, boğazlardan serbest geçişi sağlamayı çalışmakla
beraber, Sovyet kontrolü altındaki toprakların yanı başında etkin bir tampon işlevi
görebilecek bir Türk devletinin ortaya çıkışını kolaylaştırmaktı. Sovyet- Türk ortak
duruşunu bozacak her şeyi yapmak gerekli ve meşru görülüyordu. Bu maksatla
İngiliz delegasyonunun başkanı Curzon Türklerle doyurucu bir çözüme vararak
Bolşevikleri tecrit etmeyi amaçlıyordu (Gökay, 1998: 189).
Aslında tarihte Çarlık Rusyası Akdeniz’e inmek istediği için boğazların açık
olmasını savunuyordu. İngiltere ise bunu önlemek için boğazların bütün savaş
gemilerine her koşulda kapalı olmasını savunuyor ve bu amaçla Osmanlı’yı
destekliyordu. Şimdi ise şartlar değişmişti ve Bolşevik Rusyası zayıftı bundan
dolayı İngiltere’nin Karadeniz’e çıkmasından korkuyor, bunu engellemek için
boğazların kapalı olmasını istiyordu. Bu defa boğazların açık olmasını isteyen
devlet İngiltere idi (Akyol, 2008: 413).
Sonuç olarak Uluslararası Boğazlar Komisyonunun kurulması ve
Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın askerden arındırılması kararlaştırıldı. Boğazlar
üzerine sözleşme taslağı 1 Şubat 1923’te Konferans tarafından onaylandı. Lozan
Antlaşması’yla aynı gün, 24 Temmuz 1923’te, imzaların atıldığı Lozan Boğazlar
Sözleşmesi’yle Türkiye, İstanbul ve Gelibolu yarımadasında bir garnizon
bulundurma hakkı kazanıyordu. Sözleşmenin 1. maddesinde ise şöyle deniliyordu:
“Anlaşmanın Yüksek Tarafları aşağıda “Bogazlar” genel terimi altında toplanan
Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nda deniz ve hava yoluyla
transit geçiş ve seyrüseferin serbest olduğu ilkesini kabul ve ilan ederler.” (Gökay,
1998: 193).
MUSUL SORUNU
Musul sorunu, İngiltere’nin fiili savaşı sona erdiren Mondros Ateşkes
Antlaşması’nı imzaladıktan sonra, antlaşma hükümlerini ihlal ederek bölgeyi işgali
ile başlayan ve 1926 Haziran’ına kadar dünya devletlerinin de ilgisinin eksik
olmadığı bir ortamda devam eden mesele olarak görülmektedir. Ancak; Musul
sorununun temelleri, İngiliz sömürge siyasetinin sonucu olarak 19. yüzyılın
başlarında atılmıştır. Bu dönemde en fazla Müslüman sömürgeye sahip olan
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
63
İngiltere’nin Ortadoğu siyasetinde, Hindistan yolu üzerindeki Irak ve Arabistan’ın
stratejik önemi son derece büyüktü. İngiltere sınır ve ulaşım güvenliğini sağlamak
ve refahının devamı için açık denizlerinin kontrolünü elinde bulundurması, Avrupa
güç dengesinin korunması ve dünya petrol politikasını elinde tutması gerekiyordu
(Keleş, 2007: 609).
İngiltere, Mezopotamya toprakları üzerinde kurduğu “Irak” adlı yapay
devletin yaşaması için Musul Vilâyeti’nin gerekli olduğunu düşünüyordu. Bunun iki
nedeni vardı: Birincisi, Türkiye ile Irak arasında Irak açısından savunulabilir,
güvenli bir sınırın çizilmesi, sınır çizgisinin Musul vilayetinin kuzeyindeki dağlık
bölgeden geçmesini gerektiriyordu. İkincisi, İngilizler “Irak” adıyla kurdukları
devletin başına “İngiliz adamı” olarak bilinen Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı kral
olarak geçirmişler ve burada Hâşimî ailesine dayanan Sünnî ağırlıklı bir yönetsel
yapı kurmuşlardı. Oysa Irak nüfusu içinde ağırlık Şiîlerdeydi. Musul vilâyeti Irak’a
dâhil edildiğinde bile Şiîlerin Irak’ın toplam nüfusu içindeki payları %60’a
ulaşıyordu. Musul vilâyeti Irak’tan ayrıldığında bu oran %75’e yükseliyordu. Bu
denli yüksek bir Şiî baskısı altında kukla Faysal yönetiminin ayakta kalması çok
güçleşecekti. Görüldüğü gibi İngilizlerin amacı, kritik Türk- Arap- İran üçgeninde
Kürtleri bölgesel bir emperyalist silah olarak kullanmaktı. Stratejik Ortadoğu
bölgesini denetleyebilmesi için Batı’nın orta ve uzun vadede Kürt silahına
gereksinimi olacaktı ( Kaymaz, 2007: 28-30).
Musul sorunu direkt olarak İngiliz çıkarları ile ilişkili olmasından dolayı,
Curzon, bu konuda konferansın kesintiye uğramasından korkuyor ve olabildiğince
bundan kaçınmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. İngiltere’de iş başına yeni
gelen Başbakan Bonar Law da aynı korkunun etkisinde kalarak, İngiltere’nin
Irak’tan tamamen çekilmesini istiyordu (Sonyel, 2003: 308).
Fakat Curzon çeşitli metodlar uygulayarak sorunu kendi lehine çözmek için
uğraş veriyordu. Uyguladığı ilk metod; konferansa bu konunun taşınmamasını
sağlamaktı. Curzon, İsmet Paşa’nın en güçlü kozlarından biri olduğu Musul
Sorunu’nu gündeme getirerek konferansa daha ilk baştan hâkim olacağını tahmin
etmiş ve bu durumdan oldukça korkmuştu. Eğer İsmet
Paşa bu taktiğe başvursaydı, İngiltere, dünya kamuoyu önünde, bencil bazı
iktisadî çıkarlar peşinde sömürge kovalayan bir ülke durumuna düşecek ve doğal
olarak kınanacaktı. Bu tuzağa düşmek istemeyen Curzon en önemli siyasi
meselelerin tartışıldığı “Ülke Askerî Sorunlar Komitesi” nin başkanlığı görevini
alarak, kendi lehlerine işleyecek olan bazı konuları öne almak suretiyle tanzim
edecektir. İsmet Paşa da bilerek ya da bilmeyerek Musul Sorunu’nu Londra’yı
mahcup bırakacak açık bileşimlerde değil de, İngiliz Heyeti ile ikili ve çoğu kez otel
odalarında görüşmelerden ele almayı tercih edecektir. Bunun üzerine 27 Kasım
günü sabah kahvaltısında Curzon, İsmet Paşa’nın ağzındaki baklayı çıkardığını
müjdeleyecektir. Curzon’un beklediği bu kelime “Petrol”dür. Paşa, Türkiye’nin fakir
bir ülke olduğunu ifade edecektir. Curzon ise, Musul sorununun petrolle ilgisi
olmadığını, bu konunun şirketlerle özel görüşmelerde ele alınmasını tercih ettiğini
söyleyecektir. İsmet Paşa, Curzon’un teklifini kabul edecektir (Öke, 1995: 194).
Daha sonraki süreçte Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmelere
başlanmış fakat bir sonuç alınamamıştır. Çünkü İsmet Paşa, her ne kadar
Musul’un tarihi ve kültürel bağlarla Türkiye’ye bağlı olduğunu, nüfusun
çoğunluğunun Türk ve Müslümanlardan oluştuğunu bunun için bu bölgenin
Türkiye’ye bağlanmasını istediyse de İngilizler bu tezi reddetmiş, Musul’un
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
64
herhangi bir şekilde Türkiye ile bir bağı olmadığını ileri sürerek Musul’un kendi
mandası altındaki Irak’a bırakılmasını istiyordu. Hatta İngilizler daha da ileri giderek
Hakkari’nin de Irak’a bağlanmasını istediler. Mustafa Kemal Atatürk, Lozan’a giden
heyete Misak-ı Milli’den taviz verilmemesini istemişti. Misak-ı Milli’ye göre de Musul
Türk sınırları içinde kalıyordu.
Fakat sorunun çıkmaza doğru ilerlediğini gören İsmet Paşa bir diğer öneri
olarak bölgede halk oylamasına gidilmesini teklif etti. Fakat Lord Curzon tarafından
bu teklif reddedildi. Gerekçesi ise oldukça şaşırtıcıdır. Curzon’a göre bölge halkının
oy verme alışkanlığı yoktur. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından halk
oylamasının amacını anlayamayacaklarını ileri sürmüştür (Yalçın, 2000: 317).
İsmet Paşa ise, İngiltere’nin Emir Faysal sorununda, halk oylamasına
başvurduğunun kabul edilmesine karşılık, Musul sorunu gibi daha önemli bir
konuda, halk oylamasına başvurmanın mümkün olmadığını kabul etmenin güç
olduğunu belirterek, bu davranıştaki açık çelişkiye dikkati çekmiştir. “Bir plebisite
başvurulmasının reddi, Türkiye’ye karşı savunulmakta olan davanın zayıflığına en
inandırıcı kanıtıdır” diyerek İngiltere’nin savunduğu teze karşı duyduğu güvensizliği
ortaya koymuştur (Yurdakul, 1975: 18).
Musul meselesini halletmek için toplanan İstanbul Konferansı 1924’te bir
sonuç alınamadan dağıldı. Bunun üzerine Curzon, ikinci metodu uygulamıştır.
İkinci metod ise; konuyu Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine havalesini önerecektir.
Sorunun İngiltere’nin etkisi altında olan Milletler Cemiyeti’ne havalesi demek,
sorunun İngilizler lehine çözülmesi demekti. Türkiye üyesi olmadığı ve İngiltere’nin
nüfuzunda olan Milletler Cemiyeti’nin Musul sorununa karıştırılmasını istemiyordu.
Fakat İsmet Paşa, barışın bedelinin Musul olduğu sonucuna vardı. Ona göre,
Musul konusunda İngiltere ile uzlaşılması, diğer konularda İngiliz desteğinin
kazanılması için gerekliydi. İngiltere’nin desteği ise, barış antlaşmasının
imzalanabilmesi için zorunluydu. Eğer Türkiye askeri seçeneği değerlendirip Musul
vilayetini doğrudan işgal etmeyi göze alamıyorsa o zaman Musul zaten kaybedilmiş
demekti. İngiliz işgalindeki Musul, diplomasi masasında kazanılamazdı. İsmet Paşa
Ankara’ya dönmüş ve Türkiye’nin Musul politikası TBMM’de tartışmalara yol
açmıştır. Hükümetin izlediği politikayı eleştiren ve kuvvet kullanarak Musul’u alma
fikrini savunan milletvekillerine cevap için söz alan Mustafa Kemal şöyle diyordu;
“…Bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımızda
yalnız İngiliz değil; Fransız, İtalyan, Japon ve dünyanın bütün düşmanları vardır.
Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız… Musul
meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek,
bu mümkündür. Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına
kani olamayız. Yani bunu ayrıca konu etmek isterseniz mahzurları kendi kendine
ortaya çıkar.” Bu değerlendirme o günkü siyasi koşullar göz önüne alındığında
gerçekliğin bir örneği olduğu görülür. Türkiye, İngiltere’nin hayati çıkarlarının
bulunduğu Musul bölgesi için savaşın henüz bittiği bir sırada yeni bir savaşa
girerek bütün elde ettiklerini bir anda tehlikeye atamazdı. Yalnız İngiltere değil,
diğer bazı ülkeler de kendi çıkarları için Türkiye’ye karşı harekete geçebilirlerdi.
Ankara için barış anlaşmasının imzalanması öncelikti (Kurtcephe, 2003: 2).
Daha sonraki süreçte konu, Lord Curzon’un ikinci metoduna uygun olarak
Milletler Cemiyeti’ne gitmiş ve 1926 Ankara Antlaşması ile Türkiye aleyhine karar
çıkmıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin bu kararına tepki gösterse de bu kararı
kabul etmek zorunda kalmıştır.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
65
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararlarına dolaylı olarak verdiği cevap,
karardan hemen sonra Sovyetler Birliği ile Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması
imzalaması olmuştur. Böylece Türkiye bir savaş durumunda Rusya’nın
tarafsızlığını sağlamış oluyordu. Ancak karara çok da fazla bir tepki vermesi içinde
bulunduğu koşullar gereği olanaksızdı. Türkiye’nin uluslararası ortamdaki yalnızlığı,
Musul sorununda Avrupa devletlerinin İngiltere’yi desteklemesi göz ardı
edilmemesi gereken nedenlerden biriydi. Türkiye uluslararası arenada daha önce
olduğu gibi Sovyetler Birliği’ne yaklaşarak gidermek istemiş ancak başarılı
olamamıştır. Çünkü söz konusu anlaşmaya göre tarafların herhangi bir ülke ile
savaşa girişmesi, diğer devletin yardımını değil, tarafsız kalmasını öngörüyordu.
Türkiye, İngiltere ile savaşa girdiği takdirde Sovyetler Birliği fiili destek
vermeyecekti. Ayrıca 1925 Şubatı’nda meydana gelen Şeyh Sait isyanı Musul
sorununda Türkiye’nin iddia ve isteklerini olumsuz etkileyen bir başka nedendir.
Şeyh Sait isyanı Musul’un kaybedilmesinde dolaylı da olsa etkisi olan bir olaydır
(Keleş, 2007: 621).
Türkiye’nin Musul sorununda karara fazla tepki verememesindeki
nedenlerden bir diğeri ise İtalya faktörü olmuştur. İtalya’da iktidara gelen Mussolini,
Türk- İtalyan ilişkilerinin iyiye doğru gittiği yönünde demeçler verse de İtalya, 1924
ilkbaharında Rodos’a asker yığmaya başlamıştır. Bu durum Türkiye’de endişeli bir
bekleyişin yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Rodos’a asker yığılmasının
zamanlaması ise dikkate değerdir. Türkiye ile İngiltere arasında Haliç
Konferansı’nın başlamak üzere olduğu zamana rastlamaktadır. Haliç Konferansı
devam ederken ortaya çıkan İtalya tehdidi, Türkiye’nin İngiltere ile sadece
diplomatik yollarla mücadele etmesi ve askeri tercihi devre dışı bırakması gibi bir
sonuç doğurmuştur (Çelebi, 2005: 663-664).
Yapılan Görüşmeler sonucunda 5 Haziran 1926’da Ankara’da Türkiye,
İngiltere ve Irak arasında Sınır ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye
içte istikrarı sağlamak ve batılılaşma çabalarının sonucunu almak amacıyla
Musul’dan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Böylece Musul, İngiliz mandası altında
Irak’a bırakılmıştır. Türkiye her ne kadar Musul’u kaybetmemek için milletlerarası
barış yollarının hepsini denese de uluslararası ortamdaki yalnızlığı ve içteki olaylar
sorunun kendi lehine sonuçlanmasını engellemiştir.
MUSUL SORUNU’NUN ÇÖZÜMÜNDEN SONRA TÜRK-İNGİLİZ
İLİŞKİLERİ
Musul sorunun halledilmesinden sonra iki ülke arasında restorasyon
dönemine girilmiştir. Bu sorun sonrasında ilişkilerin düzelmesi zaman almıştır.
Çünkü bu iki ülke çoğu kez savaş noktasına gelmiş ve düşmanca ilişkiler uzun bir
süre devam etmiştir. İlişkilerin düzene girmesi, iyileşmesi ise kademesel bir şekilde
gelişmiştir. Ayrıca Avrupa dünyasında meydana gelen birtakım gelişmeler de bu iki
ülkenin yakınlaşmasını sağlamıştır. I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan
antlaşmalardan memnun olmayan Revizyonist grup ile bu anlaşmalardan memnun
olan Anti Revizyonist grup olmak üzere Avrupa dünyası iki bloğa ayrılmış ve
revizyonist grubun yayılmacı siyaseti Türkiye ile İngiltere’yi birbirine
yakınlaştırmıştır. Türkiye, Misak-ı Milli hedeflerinin çoğunu gerçekleştirdiği için ve o
zamana kadar iç problemlerle uğraştığı için dış politikada gereği gibi faaliyet
göstermediği için bu tarihten sonra ‘’Yurtta Barış Dünya’da Barış’’ ilkesi
doğrultusunda politikalar yürütmüştür. Bu doğrultuda ise Anti Revizyonist gurubun
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
66
yanında yer almıştır. Türkiye’nin bu dönemde barıştan yana bir politika izlediğinin
en önemli göstergesi Milletler Cemiyeti’ne üye olmasıdır. Türkiye’nin Milletler
Cemiyeti’ne kabul edilmesinde dış politikada izlediği barışçı politikanın o zamanda
her şeyin savaş yoluyla halledildiği bir dönemde Türkiye’nin barıştan yana tavır
sergilemesi etkili olmuş ve bu durum dış dünya tarafından takdir edilmiştir. 1935
yılında ise İtalya’nın Habeşistan’a saldırması, Türk-İngiliz ilişkilerinde yakınlaşmaya
sebep olmuştur. Musul meselesinin çözüme kavuşturulması hem İngiltere ile hem
de genel olarak Batı ile olan ilişkilerin gelişmesinde etkili olmuştur.
İngiltere başta olmak üzere Batı ile de ilişkilerin ılımlı bir sürece girmesi
Musul sorununun çözümünden sonraya denk gelmiştir. Örneğin, Türk-İtalyan
ilişkileri düzelmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk ülkesini
paylaşmak teşebbüsünde bulunan üç büyük devlet arasında Türkiye ile iyi
münasebetler kuran devlet İtalya olmuştur. Öte yandan Musul sorununun çözüme
kavuşturulduğu dönemde Fransa ile de ilişkilerin normalleştiği gözlenmiştir. İki
devlet arasında 1926 tarihinde Fransız sözleşmesi parafe edildiği halde, Fransız
Hükümeti bu sözleşmeyi Musul sorununun çözülmesine kadar imzalamamıştır.
Çünkü Fransa, Orta Doğu’da İngiliz çıkarlarının gerektirdiği bir politika izliyordu.
Bunun için de İngilizlerin desteğini arıyordu (Dilan, 1998: 36).
Musul meselesinin çözülmesinden sonra diğer bir sorun da başkent
meselesi idi. İngilizler başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmak istemesine
Ankara’daki hem iklimsel hem de fiziksel şartlardan dolayı tepki göstermiştir. Her
ne kadar Ankara’ya elçi göndermeyi düşünmediklerini söylemiş olsalar bile sonraki
süreçte (1927) bu durumu kabullenmiş ve Ankara’ya elçilik açmışlardır. Bu
tarihlerden sonra Türk-İngiliz ilişkileri daha da sıcak olmaya başlamıştır.
İki ülke arasındaki ilişkiler 1929 yılına gelindiğinde birazda olsa yakınlaşma
dönemine girmiştir. Bu yılda bir İngiliz filosu İstanbul’a gitmiş ve ardından filo
kumandanı ile İngiliz elçisi Atatürk’ü ziyaret etmiştir. Bu ziyaret iki devlet arasında
olumlu bir etki bırakmıştır ( Gönlübol ve Sar, 1997: 74).
Fakat bu sıralarda baş gösteren 1929 ekonomik krizi çok geçmeden
Türkiye’nin dış politikasında da etkilerini göstermiştir. Türkiye krizin sonucunda
yönünü Batı’ya doğru çevirmiştir. Aslında burada bir çelişki görülmektedir.
Türkiye’nin uygulamış olduğu devletçilik politikası gereği Sovyetler Birliği’ne
yaklaşması beklenirken Türkiye, o sıralarda hazırlanan ilk Beş Yıllık Plan
konusunda Sovyetlerin yardımını görmüş olmasına rağmen Batı’ya yaklaşmıştır.
Bu çelişki başlıca iki nedenden kaynaklanmaktadır: Birincisi, Türk yöneticilerinin
devletçilikten anladıkları sosyalist bir ekonomi düzeni değil, 1930’lardan sonra,
ekonomik bunalımın etkisiyle Batı’nın kapitalist ülkelerinde bile yaygınlaşan devlet
müdahaleciliğidir. İkincisi, Türk yöneticileri 1930 yılından sonra kalkınmanın dış
finansmanı için Batı’nın yardımını aramışlardır. 1930 yılından sonraki dönemde
Türkiye’nin yabancı sermayeye karşı 1923- 1930 arasında izlediği yumuşak
politikayı değiştirip yabancı şirketlerin çoğunu devletleştirirken, öte yandan da dış
yardım aramak için Batı’nın kapısını çalması krizin dış politikaya etkilerindendi.
Türkiye bu dönemde dış yardım bulabilmek için İngiltere de dâhil olmak üzere
Amerika, İtalya, Almanya’ya heyetler yollamıştır. Ancak Türkiye’nin II. Dünya
Savaşı başına kadar dışardan sağlayabildiği iki kredi vardır. İlkini 1932 yılında
Sovyetlerden diğerini ise 1938’de İngiltere’den almıştır (Ülman ve Sander, 1972:
16).
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
67
Bu kriz nedeniyle İtalya ve Almanya’nın saldırgan tutumları iki ülke
arasında yakınlaşmayı gittikçe pekiştirmiştir. Özellikle İtalya’da Mussolini,
Almanya’da ise Hitler’in iktidara gelmesi ile bu iki devlet dış politikada yayılmacı ve
savaşçı bir yöntem benimsediler ve dünyanın birçok yeri özellikle de Ortadoğu, bu
devletlerin tehlikesi altına girmiştir. Bu durumdan hem Türkiye hem de İngiltere
gittikçe kaygılanmaya başlamış ve bu da iki ülke ilişkilerinin iyileşmesi yolunda
önemli bir adımı oluşturmuştur. Türkiye’nin 1929’da Revizyonist tehdidine karşı
yapılan silahsızlanma konferansına yani Briand Kellog Paktı’na katılması da iki
ülke arasındaki ilişkilerin iyileşmesine oldukça katkı sağlamıştır. Türkiye’nin dış
politikada varlık göstermeye çalıştığı dönemlerde dünyada meydana gelen
buhranlara rağmen barışçı bir politika benimsemesi tüm dünyada büyük bir takdir
toplamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda yenilen bir devlet olarak Türkiye’nin
revizyonist devletler grubuna katılması beklenebilirdi. Fakat Türkiye’nin dış
politikasının genel yönünü saptamak görevini üstlenmiş olan Atatürk, Türkiye’nin
Misak-ı Millî sınırları ile yetineceğini kabul ederek ülkeyi serüvene sürükleyecek
davranışlardan kaçınmıştır. Gerçekten “Yurtta Barış Dünya’da Barış” ilkesini dış
politikanın temel amacı olarak kabul etmesi uluslararası alanda yer alan
gruplaşmaların başladığı zamana rastlar. Bu dış politika ilkesi ile hareket eden
Türkiye, tüm devletlerle iyi ilişkiler içinde olmaya çalışmış, fakat uluslararası barışı
bozmak isteyen devletlere karşı barışçı devletlerle daha sıkı işbirliği yapmaya
çalışmıştı. Bu durum Türkiye’nin özellikle İngiltere ile dostça ilişkiler kurma
politikasını yürütebilmesini kolaylaştırmıştır (Gönlübol, 1990: 52-53). İngiltere,
Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne dahil ederek Sovyetlerden uzaklaştırmayı
planlamıştır. Türkiye ise İngiltere’nin ısrarlarına rağmen Sovyetleri gücendirmek
istememiştir.
Öte yandan Türkiye, nüfus mübadelesi ve Musul meselelerinin çözümünde
Milletler Cemiyeti’nin müdahalesinden pek kazançlı çıkmamış, barışı ve uzlaşmayı
sağlamak uğruna zaman zaman taviz vermek durumunda kalmıştır. Bu durumda
Türkiye’nin Cemiyet’i Batı emperyalizmini iki yüzlülükle kamufle eden bir örgüt
olarak görmesi beklenebilirdi. Ancak, Türkiye’nin önünde iki yol vardı: Birincisi, Millî
Mücadele döneminden beri devam etmekte olan Batı’nın emperyalist devletlerine
karşı Türk- Sovyet işbirliğini sürdürmek. İkincisi, Batı uygarlığını örnek almış bir
ülke idealini gerçekleştirebilmek için Batı Paktı’na dâhil olmaktı. Türkiye ikinci yolu,
Milletler Cemiyeti’ne üye olarak Batı Birliği’ne girme yolunu seçmiştir. Türkiye’nin
tercihini bu yönde yapmasının birtakım sebepleri vardır: Birincisi, Türkiye
meseleleri barışçıl yollarla çözmek, anti- revizyonist yanlısı bir politika izlemek
istemiştir. İkincisi, pek çok dünya devletinin işbirliği ve savaşın önlenmesi için bir
araya geldiği ortamın dışında kalmak istememiştir. Üçüncü olarak, Sovyetler Birliği
ile ilişkilerinde izlediği politika gereği Türkiye Milletler Cemiyeti’ne girmeyi tercih
etmiştir (Alantan, 2004: 113).
Lozan’dan sonra Türkiye, Balkan ülkeleri ile yakın ilişkiler kurmaya
başlamıştır. Balkan ülkeleriyle Türkiye’yi yakın ilişkiler kurmaya iten sebebin
başında 1929 yılında gerçekleşen Dünya Ekonomik Krizi gelmektedir. İhracatları
tarım ürünlerine dayanan bu devletlerin özellikle dış ticaretleri büyük açıklar
veremeye başlamıştır. Bu krizin etkileri Balkan paktı fikrini pekiştirerek Ankara ile
Atina’yı harekete geçirmiştir. Türkiye ile Yunanistan Ekim 1934’te Atina’da tüm
Balkan ülkeleri temsilcilerini bir araya getirmişlerdir. Burada sanayileşmiş
devletlerle ticaret yapmak yerine, kendi aralarında ticareti geliştirmek gibi kararlar
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
68
almışlardır. Bu Türk- Yunan yakınlaşması Balkan Paktı’na en önemli dayanak
olmuştur (Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya) (Barlas, 2000: 276-277).
Türkiye, bu pakta katılarak İngiltere’nin gözünde bir kat daha büyümüştür.
Bu pakt, her ne kadar İtalya’nın çıkarlarına ters düşse de İngiltere’nin çıkarlarına
hizmet etmesi bakımından önemlidir. Bilindiği gibi Yunanistan’ın İngiltere
kontrolünde olması ve Türkiye’nin bu ülke ile girişimlerde bulunması ve bu ülke ile
barış içinde yaşaması, dolaylı yoldan Türk-İngiliz ilişkilerinde önemli bir aşama
kaydedilmesine vesile olmuştur.
1935 yılında İtalya’nın Ege’deki adalarda askeri tahkimata başlaması ve
ardından Habeşistan’a saldırması sonucu Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan İtalyan
tehlikesine karşı İngiltere ve Türkiye birbirine yakınlaşmışlardır. Milletler
Cemiyeti’nin İtalya’ya karşı aldığı yaptırım kararlarına Türkiye de katılmış, bundan
dolayı İtalya tarafından Yugoslavya ve Yunanistan’la birlikte tehdit edilmiştir. Bunun
üzerine İngiltere, Fransa, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’ye, İtalya’ya
uygulanacak olan yaptırım kararlarına katılmalarından dolayı İtalya’nın saldırısına
uğrarlarsa yardım etme sözü vermiştir. “Akdeniz Paktı” adını alan bu ittifaka
Türkiye 22 Ocak 1936’da katılmıştır. Bu dönemden itibaren Türkiye ile İngiltere
arasında bir yakınlaşma siyaseti izlenmiştir. Bu siyasetin izlenmesinde Atatürk’ün
İngiltere ile iyi ilişkiler kurma düşüncesi de önemli bir rol oynamıştır (Türk Dış
Politikası: 273-274).
Türk-İngiliz ilişkileri 1936 yılından başlayarak bu süreç içerisinde artık
restorasyona doğru adımların net olarak atıldığı ve ilişkilerin geliştiği bir yola
girmiştir. İlk olarak Montreux Konferansı’nda Boğazlar sözleşmesinin
imzalanmasında İngiltere’nin Türkiye’ye yatkın bir tutum sergilemesi oldukça dikkat
çekicidir. İngiltere, Türkiye’nin 1933 yılından beri Boğazlarda güvenliğini sağlamak
için bu bölgenin silahlandırılmasına dair isteklerini Milletler Cemiyeti toplantılarında
ve silahsızlanma konferanslarında konuyu gündeme getirdiğinde bu konuya
kayıtsız kalmıştır. Ancak 1936 yılı Avrupa’daki buhranların artık gün yüzüne çıktığı
yıldır. İtalya ve Almanya’nın saldırganlaşan tutumları İngiltere’nin Boğazlar
konusunda kayıtsız kalmasının pek de mümkün olamayacağını göstermiştir. Çünkü
Türkiye’nin bu sürece kadar Boğazlar konusunda uygulamış olduğu politika pek
alışıldık bir politika değildi. Türkiye, İtalya ve Almanya’nın aksine sorunlarını
uluslararası görüşmeler ve anlaşmalar yoluyla çözümünden yana bir tavır
sergilemişti. Bu çabalarının sonucunda imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi
ile Türkiye Boğazları silahlandırma isteğini kabul ettirmiş oldu. 1937 ve 1939
yılındaki ilişkiler de ise tam olarak ittifaka doğru adımların atılacağı bir süreç
olmuştur. Türkiye Avrupa’daki revizyonist hareketlenmelere karşı Balkanlarda
güvenliği korumak için Balkan Paktı’nın kurulmasında öncülük ettiği gibi bu süreçte
de Ortadoğu’da da güvenliği sağlamak adına Sadabat Paktı’na katılmıştır. Bu pakt
ile beraber Türkiye ilk olarak Milletler Cemiyeti ikinci olarak Balkan Paktı ve üçüncü
olarak da Sadabat Paktı ile özellikle İngiltere ile dolaylı işbirliği süreci yaşamıştır.
Sadabat Paktı’nın imzalanmasından sonra Türkiye, 1937 yılında Akdeniz’deki
güvenliği sağlamak için Nyon Konferansı’na katılmıştır. Nyon Antlaşması aynı
zamanda İngiltere ile işbirliğinin ilk basamağını oluşturmuş ve bu konferansla iki
ülke ittifaka doğru giden bir yolu takip etmişlerdir.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
69
SONUÇ
İngiltere, XVIII. yüzyılda Hindistan’ı fethetmesiyle birlikte devam ettirdiği
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını XIX. yüzyıl sonlarında
terk ederek Osmanlı Devleti’yle I. Dünya Savaşı’nda çatışma dönemine girmiştir.
Gerçekleştirilen bu savaş dönemi sonunda Türkler kendileri için hazırlanan barış
antlaşmasına itiraz ederek Millî Mücadele hareketini gerçekleştirmiştir. Atatürk
önderliğinde gerçekleştirilen Millî Mücadele hareketinin zaferle sonuçlanması ve
elde edilen kazanımların Lozan’da kabul ettirilmesinden sonra Türkiye için yeni bir
dönem başlamıştır. Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla savaş halinde
olunan devletlere kendini kabul ettiren Türkiye artık bağımsız, modern bir devlet
olma yolunda adımlar atmaya başlamıştır. İste bu süreçte Türkiye’nin modern
devlet olma yolunda kendine model olarak aldığı İngiltere ile ilişkileri Lozan’dan
arta kalan en önemli meselelerden biri olan Musul sorununun çözümü ile
restorasyon sürecine girmiştir. İlişkiler 5 Haziran 1926 Musul sorununun
çözümünden sonraki dönemde bu sorunun gölgesinde kalsa da yavaşça ılımlı
sürece girmiştir. Bu iki ülke arasındaki yakınlaşma, özellikle 1930’lu yılların
ortalarında I. Dünya Savaşı sonunda imzalanmış barış antlaşmalarından memnun
olmayan Almanya ve İtalya’nın başını çektiği Revizyonist grubun Avrupa ve
dünyanın çeşitli yerlerinde izlediği saldırmacı, yayılmacı politikanın barışa ve bu iki
ülkenin çıkarlarına ters düştüğü için Türk-İngiliz yakınlaşması giderek artmıştır.
Daha sonraki süreçte Türkiye, Briand Kellog Paktı, Milletler Cemiyeti, Balkan Paktı,
Akdeniz Paktı, Sadabat Paktı gibi oluşumlara dahil olarak ve bu doğrultuda dış
politikada barışçı bir anlayış benimseyerek İngiltere ile olan ilişkilerini doğrudan ve
dolaylı yollarla pekiştirmiştir. Türkiye, bu şekilde hem Almanya ve İtalya
tehlikesinden korunmuş hem de Sovyetlere alternatif güçlü bir destekçi
kazanmıştır. İyi giden ilişkilerin en güzel meyvesi 1936’da Montro Boğazlar
Sözleşmesinde alınmıştır. İngiltere Türkiye’nin boğazlara sahip olması konusunda
Türkiye’ye destek vermiş ve Türkiye’nin bu konudaki hedefinin gerçekleşmesine ön
ayak olmuştur. Kısaca, kötü olan Türk-İngiliz ilişkileri zamanla büyük bir gelişme
göstermiş ve bu durum Türkiye’nin dış politikasını olumlu yönde etkileyerek
Türkiye’nin uluslararası alanda etkin, aktif olmasını sağlamıştır.
KAYNAKÇA
Alantan, Ö. Z. 2004. “Türk Dış Politikasında Milletler Cemiyeti Dönemi”, Türk
Politikasının Analizi, Faruk Sönmezoğlu (der.), Der Yayınları, İstanbul.
Akyol, T. 2008. ‘’ Ama Hangi Atatürk’’, Doğan Kitap, Ocak 2008, İstanbul.
Akarslan, M. 1984. ‘’Atatürk ve Türk Dış Politikası’’ Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
Barlas, D. 2000 “ Atatürk Döneminde Türkiye’nin Balkan Politikası”, Berna
Türkdoğan (ed.), Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi,
Ankara.
Criss, B. 2000. ‘’İşgal Altında İstanbul’’, İletişim Yayınları, İstanbul.
Gönlübol, M. ve Kürkçüoğlu, Ö. 2000. “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Genel
Bir Bakış”.Berna Türkdoğan (ed.), Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Ankara,
Atatürk Araştırma Merkezi.
Gök, D. 1998. “Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri”, Selçuk Üniversitesi Atatürk İlke ve
İnkılâpları Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ata Dergisi, Selçuk Üniversitesi
Basımevi, Konya.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
70
Gökay, B. 1998. ‘’Bolşevizm ve Emperyalizm Arasında Türkiye( 1918- 1922),’’
Sermet Yalçın(çev.), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Aralık.
Işık, H. E. 1981. ‘’Atatürk- Uluslararası Düzen ve Dış Politika’’, Boğaziçi
Üniversitesi, Atatürk Devrimi Araştırma Enstitüsü, Uluslararası Atatürk
Konferansı’na Dış Politika Konusunda Sunulan Bildiri, 7- 13 Kasım.
Özgüldür, Y. 2006. “Atatürk ve Çağdaşlaşma”, Atatürk’ün Düşünce Yapısı ve
Türkiye, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, Ankara.
Öke, M. K. 1995. ‘’ Musul- Kürdistan Sorunu (1918- 1926),’’ İstanbul, İz Yayıncılık.
Çelebi, M. 2005. “Atatürk Dönemi Dış Politikasında İtalya Faktörü (1923- 1938)” ,
Türkler, C. 16.
Dilan, H. B. 1998. ‘’Atatürk Dönemi Türkiye’nin Dış Politikası (1923- 1939)’’, Alfa
Yayınları, Kasım 1998, İstanbul.
Gönlübol, M. ve Sar, C. 1997. ‘’Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919- 1938)’’,
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara.
Gönlübol, M. 1990. “Atatürk’ün Dış Politikası Amaçlar ve İlkeler” Tarih Gelişmeleri
İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu’nda Sunulan Bildiri, Hacettepe
Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılâpları Tarihi Enstitüsü, Ankara, 8- 9 Mart.
Kurtcephe, İ. 2003. “Türk Dış Politikası’nda Musul Sorunu”, Stradigma.com Aylık
Strateji ve Analiz E- Dergisi, Sayı: 2, Mart 2003, <http// www. stradigma.com>
(23.12. 2008).
Kürkçüoğlu, Ö. 1978. ‘’Türk- İngiliz ilişkileri (1919- 1926)’’, Ankara Üniversitesi,
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No. 412, Ankara.
Keleş, Z. 2007. ” Musul Meselesi”, Türkler, Cilt 16.
Kaymaz, İ. Ş. 2007. “Geçmişten Geleceğe Musul”, Türkiye Günlüğü, Sayı, 91.
Ülman, H. ve Sander, O. 1972. “Türk Dış Politikasına Yöne Veren Etkenler (1923-
1968)”, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. XXVII. , No.1,
Mart 1972, Ankara.
Sander, O. 1998. ‘’Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)’’, 6. Baskı, Ankara.
Sander, O. 1998. ve Armaoğlu, F. 1992. ‘’20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990)’’,
C.I, 8. Baskı, Ankara.
Sonyel, S. R. 2003. ‘’Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C- II. , Türk Tarih
Kurumu Basımevi.
Toker, M. 2000. “Atatürk ve Barış”, Berna Türkdoğan (ed.), ‘’Atatürk Dönemi Türk
Dış Politikası’’, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara.
Türk Dış Politikası (1919–1980), (2001). C.I, Ed. Baskın Oran, İletişim Yay.,
İstanbul.
Yalçın, S. 2000. “Misak- ı Millî ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul
Meselesi”, Berna Türkdoğan (ed.), Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk
Araştırma Merkezi, Ankara.
Yıldırım, A. ve Şimşek, H. (2008). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri.
Ankara: Seçkin Yayıncılık.
Yılmaz, M. 2003. “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Temel Nitelikleri”, 2023,
Ekim sayı: 30.
Yurdakul, Ş. 1975. ‘’Musul Meselesi’’, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Yurdusev, E. 2007. “ İstanbul’dan Lozan’a İngiltere’nin Boğazlar Politikası (1915-
1923)”, Belleten, C. LXXI, Sayı 260.