Content uploaded by Tolga Yildiz
Author content
All content in this area was uploaded by Tolga Yildiz on Aug 31, 2018
Content may be subject to copyright.
2
Tartışma
osyal bilimler derin bir krizin içinde. Bu kriz, ilk ön-
ce, dünyanın en saygın psikoloji dergilerinde yayın-
lanmış olan araştırma raporlarının % 90’ının tekrar-
lanamadığı tespiti ile su yüzüne çıkmıştı (Replication
Crisis, 2018). Böylece bir bilim disiplini olan psiko-
lojinin, bilimsel yöntemin ilk kuralı olan “bir göz-
lemin bilimsel sayılabilmesi için aynı koşullarda ba-
ğımsız gözlemciler tarafından da tekrarlanabiliyor
olması” kuralını on yıllardır ihlal etmekte olduğu
anlaşıldı. Kısa zaman içinde bu sorunun sadece psi-
kolojiye has olmadığı da görüldü. Sosyal olguları a-
raştıran tüm bilim disiplinlerinde genel bir “disiplin-
sizlik” hali artık ilk bakışta göze çarpıyordu. Peki,
neden? Böyle bariz bir hata nasıl bu kadar örgütlü
bir şekilde hem de on yıllar boyunca sürdürülmüş
ve görmezden gelinmiş olabilir? Bu yazıda yakından
takip ettiğim birkaç örnek üzerinden bu akıl tutul-
masını açıklamaya çalışacağım.
Bu büyük hataya karşı verilen ilk tepki, önce bu
hatayı biraz daha görmezden gelme, bu yetmeyince
bunu reddetme oldu. Ardından kültürel göreliliğe
sığınıldı. Nihayetinde, serbest piyasa değerlerine u-
yumlu Amerikan üniversite sisteminin dünyaya ya-
yılması ve bu tip üniversitelerde kadro bulmak için
istenen yüksek yayın sayısının (nicel performans
kriterlerinin) baskısı altında akademisyenlerin bi-
çare kalışı bahane edildi. Yani akademik yayınlar-
da yalan söylemenin nedeni, akademisyenler tara-
fından derhal dışsallaştırıldı. Buradaki ince imanın
altını çizelim: Akademisyenlere göre onlar bile bi-
le yalan söylemiyorlardı, aynı zamanda bir ekmek
kapısı da olan geç 20. asır üniversitelerinde tutu-
nabilmek için koşturmaktan hatalarını göremiyor-
lardı sadece. Çünkü kahrolası sistem! Akademis-
yenler gerçekten bu denli masum mu?
Brokoli görevi ve evrimsel psikoloji
Çalışma alanım gelişim psikolojisi, özellikle kü-
çük çocuklarda dil-zihin ilişkisinin gelişimi. Dola-
yısıyla kendi alanımdan, hakim olduğum vakaları
anlatacağım. Bundan 20 yıl önce ABD’li gelişim psi-
koloğu Gopnik, 18 aylık çocukların kendi arzuları
ile bir başkasınınkini birbirinden ayırt edebildiğini
göstermişti (Repacholi ve Gopnik, 1997). Örneğin
bir çocuk balık kraker seviyor ama brokoli sevmi-
yor olsun. Diyelim ki ben de brokoliye bayılıyorum
ama balık kraker sevmiyorum. Çocuk, benim neyi
sevip neyi sevmediğimi öğreniyor. Çocuğun bir ba-
lık krakeri ve bir brokolisi olsun. Çocuktan yiye-
cek istediğimde, kendi sevdiği balık krakeri değil,
benim sevdiğimi bildiği brokoliyi bana sunuyor.
Bu ilginç bir gözlem çünkü çocukların 4-5 yaş-
larından evvel kendi perspektifleriyle bir başka-
sınınkini ayırt edemediklerini biliriz. Yani küçük
Sosyal bilimlerin krizi:
Psikoloji örneği
Kültürel fenomenleri/varlıkları inceliyorsak onları anlamak için onlara uygun teknikler
geliştirmeliyiz. Kültürü biyolojikleştirmemeliyiz. Bu, akciğerlerimiz olduğu için Dünya
atmosferinin böyle oluştuğunu söylemeye benzer. Kültürel davranış, canlıların tüm
davranışları gibi biyoloji yasalarına aykırı değildir ancak biyolojinin teorileriyle de
açıklanamaz. O yüzden sosyal bilimler vardır. Mesela beynimizde bir para nöronu
ya da genomumuzda bir tanrı geni filan yoktur.
S
Dr. Tolga Yıldız
İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü
19. yüzyıl biliminsanı: “Doğayı gerçekten anlamak
için bu olgunun açıklamasını bulmalıyım.” 21. yüzyıl
biliminsanı: “Makalemi Doğa Dergisi’nde yayınlatmak için
anlattıklarıma uygun sonuçlar bulmalıyım.”
3
çocuklar, dünyaya kendi merkezli
bakarlar. Onlar ne biliyorsa herkes
onu bilir, ne seviyorsa herkes onu
sever. Bu, Piaget’den bu yana bili-
nen bir gelişimsel fenomendir. Fa-
kat Gopnik, yukarıdaki meşhur (ya-
ni atıf şampiyonu) çalışmasıyla daha
18 aylık çocukların, bir başkasının
arzusunun kendilerinkinden fark-
lı olabileceğini anlayabildiklerini
göstererek mevcut literatüre aykırı
bir şey söylüyordu. Zaten çalışma-
yı dikkat çekici kılan da buydu. Bu-
rada durup düşünelim. Biyokimya-
cı Medawar’ın çok sevdiğim bir sözü
var: “Bütün deneyler bir eleştiridir.”
Müthiş! Gopnik, tam da bunu yap-
mamış mı? Yani literatürü eleştiri-
yor ve bulgular onu haklı çıkarıyor.
Ne zaman, 20 yıl önce. Harika!
Şimdi devam edelim. Geçtiği-
miz yıl yayınlanan yeni bir kapsam-
lı araştırma (Ruffman vd., 2017),
Gopnik’in 20 yıllık haklılığını boşa
çıkarmışa benziyor. Bu yeni araştır-
ma, bilimsel metodun kuralı gereği
aslında 20 yıl evvel yapılması zorun-
lu olan şeyi oldukça gecikmeli olarak
yapıyor: Aynı araştırmayı, onu ilk ya-
pan ekipten bağımsız bir ekip tekrar-
lamaya çalışıyor. Ve sonuçlar Gop-
nik’inki gibi çıkmıyor, yani tekrar
etmiyor. 18 aylık çocuklar, yukarıda-
ki brokoli görevinden geçemiyor.
Bu yeni çalışma sayesinde 20 yıl-
lık literatürde bu gözlemin birçok
defa başarılı bir şekilde tekrarlandı-
ğının raporlandığı ve fakat bu tek-
rarlarda hep Gopnik ve yakın çalış-
ma arkadaşlarının imzaları olduğu
anlaşılıyor. Yani tamamen bağımsız
bir ekibin bu gözlemin geçerliliğini
20 yıl boyunca hiç test etmediği or-
taya çıkıyor. Ayrıca Gopnik’in çalış-
malarında yer alan katılımcı çocukla-
rın istatistiksel uçları temsil ettiğinin
altı çiziliyor. Bu, 20 yıl boyunca en i-
yi psikoloji dergilerinde yayınlanmış
onlarca brokoli görevi makalesinde
incelenen örneklemlerin pek de tem-
sil edici olmadığı anlamına geliyor.
Araştırmacıların hata yapma hak-
ları var. Ancak en iyi dergilerde ya-
yınlanarak çok yüksek bir peşin
kabul edilirlik düzeyi yakalayan a-
raştırmaların % 90’lara varan oranda
neden tekrar edilemediği, bu hata
yapma hakkının on yıllar boyunca
neden sadece bazı akademik elitle-
re (otoritelere) tanındığı ve olumsuz
sonuç raporlayan tekrar çalışmala-
rını aynı kalibredeki dergilerde ya-
yınlatmanın neden imkânsıza yakın
olduğu soruları heyula gibi duruyor
ortada. Editörler, hakemler ve ya-
zarlar, hep birlikte örgütlü bir hata
yapmakla kalmıyorlar, bunu sürdür-
mekte de ısrar ediyorlar. Bu, çok da
farkında olmadan yapılan anlık bir
şeymiş gibi görünmüyor.
Nobel ödüllü meşhur fizikçi Feyn-
man (1974), 1935 yılında psikoloji-
de doktora yapan bir öğrenciyle soh-
betini anlatıyor bir konuşmasında.
O zamanlar yeni bir bulgu yayınlan-
mış, psikoloji öğrencisi oldukça he-
yecanlı. Fakat Feynman, bu raporun
henüz taze olduğunu ve rapor edilen
bulguların tekrarlanıp tekrarlanma-
dığına bakmak gerektiğini söylüyor.
Öğrenci, bunu mantıklı buluyor. A-
radan zaman geçiyor ve tekrar karşı-
laşıyorlar. Feynman, bulguların tek-
rarlanıp tekrarlanmadığını soruyor.
Psikolojide doktora yapan öğrenci,
danışmanının (muhtemelen bir psi-
koloji profesörü) bulguları tekrarla-
ma fikrine karşı çıktığını, bu faydasız
işlere zaman harcamadan ufak tefek
değişikliklerle mevcut araştırmanın
varyasyonlarını yapmasını istediğini
söylüyor. Bu durum, Feynman’ı şoke
ediyor. Çünkü açık ki böyle bilim ya-
pılmaz!
Daha tuhafı, neredeyse yüzyıl
sonra bir üniversitede bu örneği bir
lisans ya da doktora dersinde psiko-
loji öğrencilerine anlattığımda, on-
ların, aynı tartışmayı bir gece evvel
yaptığımız “hocaları” gibi rahatsız
olduklarını görüyorum. Birçok fark-
lı lisans programında psikoloji dersi
veriyorum ve hep şunu söylüyorum:
Bir fakülte çatısı altındaki bir lisans
programı, bir bilim alanının tarihi-
nin gözden geçirilmesi ve bu tarihin
eleştirilmesinden başka bir şey de-
ğildir. Ancak Türkiye’de bir fakül-
teye (yüksekokulları ve tıp, hukuk,
mühendislik vb.’lerini kastetmiyo-
rum) kayıtlı olan lisans öğrencile-
ri, talebesi oldukları (talep ettikle-
ri) bilim alanını tanımak, o alanda
müstakbel üretimlerini yapmak ü-
zere yükseköğretime başlamıyorlar.
Doğrudan meslek edinmek için üni-
versiteye geliyorlar. E akademisyen-
ler için de üniversitenin bir ekmek
kapısı olduğunu söylemiştim. Dola-
yısıyla eleştiriyi ellerindeki ekmeğe
göz dikmek gibi düşünüyorlar yedi-
den yetmişe. Hani akademi eleştiri-
nin yuvalandığı yerdi.
Eleştirinin de bir ana akımı var-
dır. Akademi de beşeridir ve kendi
içinde, dışındaki dünya kadar, sta-
tükocudur aslında. Tıpkı 20 yıl ev-
velki Gopnik olayının gösterdiği gi-
bi. O zamanlar psikoloji başka bir
revizyon süreci içindedir. Psikoloji,
diğer sosyal bilimler gibi yeni liberal
küresel politikalara uyum sağlamak-
tadır ki akademide ödemeler devam
edebilsin. Darwinci çağdaş evrim
teorisi ta başından beri psikolojiye
mündemiç olmasına rağmen, 80’ler-
de evrimsel psikoloji diye bir alan
peyda oluverir. Evrimsel psikoloji,
yeni liberalizmin argümanlarını do-
ğallaştırmak üzere evrim teorisinin
sulandırılarak kültürel olgu ve olay-
lara yedirilmesinden ibarettir. Yüz-
yılın başındaki Sosyal Darwinizmin
psikolojideki yenilenmiş şubesi.
Bu alanı biz Türkiye’de son yıl-
lardaki toplumsal çatışmalar üzerin-
den tanıdık. Bu tanışma, Türkiye’de-
ki yeni liberalizm uygulamalarıyla
da örtüşmektedir dikkat ederseniz.
1,5 yaşında bir çocuk, balık krakeri seviyor ama brokoliden nefret ediyor. Sizinse brokoliye
bayıldığınızı ama balık krakerden nefret ettiğinizi biliyor. Çocuktan yiyecek istediğinizde, size
hangisini uzatacaktır: Kendi sevdiğini mi, sizin sevdiğinizi mi?
4
Biz Türkiyeliler bilimi toplumsal ça-
tışmalarımız üzerinden okuma has-
talığından mustaribizdir. Başında
“evrimsel” sıfatı olan bir şey iyidir
ya da kötüdür, der geçeriz. Dolayı-
sıyla evrimsel psikoloji, taraftarla-
rı tarafından karşıtlarına nispet ol-
sun diye aşırı övülür, dokunulmaz
kılınır. Oysaki evrimsel psikolo-
jinin çağdaş evrim teorisiyle, hat-
ta bilimsel metotla bağları oldukça
zayıftır. Kültürün, kendine has on-
toloji ve epistemolojisi yerine ne-
den evrimsel biyolojinin zihniyeti
ve araçlarıyla anlaşılması gerektiği-
ne dair gerçekten geçerli bir argü-
man sunmadan, insanın kültürel
davranışlarını sorgusuz sualsiz bi-
yolojikleştirmektedir. Neden, çünkü
koskoca Darwin’den iyi mi bilece-
ğizdir. Halbuki, tekraren, bu konu-
nun Darwin’le pek bir alakası yok-
tur. Olsaydı bile Darwin’in teorisi
her kilidi açan bir maymuncuk de-
ğildir. Bilimsel teorilerin böyle sınır-
sız iddiaları olmaz zaten. Evrimsel
psikoloji konusu, evrimsel biyolog
Özsoy’un (2016) dediği gibi, tama-
men “duygusaldır.”
Marshmallow görevi ve
yeni liberalizm
“Marshmallow görevi”ni hiç duy-
muş muydunuz? (Bu arada bu bir
görev, yani test. Google’da aratınca
karşınıza çıkan popüler bilim sitele-
rinde yazdığı gibi bir “deney” değil.
Mesela birinin boyunu ölçmek de de-
ney değildir.) Marshmallow, sünge-
rimsi bir şekerlemedir. Bir çocuğa bu
şekerden veriyoruz. Eğer şekeri he-
men yemez, makul bir süre sabırla
beklerse bir şeker daha kazanacağını
söylüyoruz. Ve onu şekerle baş başa
bırakıyoruz. Bu görevi 28 yıl önce ilk
kullanan çalışmada (Shoda, Mischel
ve Peake, 1990), katılımcı çocukları
seneler boyu takip ediyorlar ve şeke-
ri hemen yemeyip bir şeker daha ka-
zanmak için bekleyen çocukların çok
daha parlak bir gelecekleri olduğunu
görüyorlar. Yani başarılı insanlar, ge-
lecekte daha fazlasını kazanabilmek
için şu andaki arzularını kontrol e-
debilen insanlar. Ne güzel. Fakat bu
çalışmanın da tekrarlanamadığı 38
yıl sonra anlaşıldı (Watts, Duncan ve
Quan, 2018).
Orijinal çalışma, ABD’nin elit üni-
versitelerinden birinin kreşine giden
ve ebeveyni akademisyen olan ço-
cuklarla yapılmış (psikoloji bulgu-
larının ancak laboratuvar fareleri ve
üniversite öğrencilerine genellenebi-
leceği şakası pek yaygındır). Yeni ça-
lışmanın sonuçlarına göreyse orijinal
çalışmada gözden kaçan asıl açıkla-
yıcı değişken, ailelerin gelir düzeyi.
Zengin ailelerin çocukları ile yoksul
ailelerin çocuklarının öğrendikleri
arzu yönetme taktikleri farklı. Yok-
sullar için gelecek daha az güvenilir
görünüyor olabilir. Zengin çocuklar
içinse gelecek yatırım yapılabilir (bi-
lahare kredi çekilebilir, borsada oy-
nanabilir vs.) bir güvenli alan olarak
öğreniliyor olabilir. Yani mevzunun
insan bireylerinin evrimsel çeşitliliği
ile pek bir alakası bulunmuyor. Top-
lumsal tabakalarla alakası daha kuv-
vetliymiş gibi duruyor. Oysa orijinal
çalışmada bunun tersine, toplumsal
tabakaların bireylerin doğuştan gelen
(evrimsel) yetileriyle ilişkili olduğu-
na dair bir ima var. Yeni çalışma ise
kimi çocukların arzularını erteleme-
ye doğuştan muktedir olduğuna ve
dolayısıyla hayatta hak ettikleri başa-
rıyı kazanabildiklerine yönelik olan
orijinal çalışmanın sonuçlarını yan-
lışlıyor. Psikoloji literatüründe ol-
dukça baskın olan ve on yıllarca baş-
ta psikologlar olmak üzere herkesin
fikirlerini biçimlendiren bu çalışma-
larla, liberal piyasa değerlerinin insan
doğasıymış gibi gösterildiği apaçık.
Orijinal çalışma, mealen şunu fı-
sıldıyor: “Daha büyük bir ödül için
arzularını erteleyebiliyor musun?
Evetse başarılı ve zengin olacak-
sın. Hayırsa başarısız ve yoksul o-
lacaksın.” Çok ciddi bir sonuç çı-
karma hatası. Sebep, sonuç gibi
gösteriliyor. Bu çarpıtmanın ilan et-
tiği mesaj, tam olarak yeni liberal
politikaların istediği şey. Ve çarpı-
tılmış evrim fikri de buna bir aka-
demik dokunulmazlık zırhı bahşe-
diyor. Association for Psychological
Science (APS) eski başkanlarından
ve sosyal psikolojide dünya çapında
meşhur olan bir başka akademisye-
nin makalelerinde buna benzer so-
nuç çıkarma hataları ve istatistiksel
çarpıtmalar olduğunun gösterilmesi
üzerine, kendisinin ilk tepkisi bunu
ortaya çıkaranlara medya aracılığıy-
la “metodolojik teröristler” (Letzter,
2016) diyerek onları böyle Beyaz Sa-
ray ağzıyla itibarsızlaştırmaya çalış-
mak olabiliyor. Bir bilim alanında
bu sallapati hal 40 yıl boyunca sor-
gulanmıyor. Belki de çat pat sorgu-
landıydı, hiç sorgulanmamış değil-
Google’a hangi dilde “evrim” yazarsanız yazın karşınıza ilk çıkacak olan bu resmin ne evrimle ne
de evrim teorisiyle bir alakası var. Peki, evrimi böyle yanlış düşünmeye kimler alıştırdı bizleri?
Bir çocuğa bir marshmallow veriyoruz. Eğer
onu hemen yemez, makul bir süre sabırla
beklerse bir şeker daha kazanacağını
söylüyoruz. Ve onu şekerle baş başa
bırakıyoruz.
5
di, ama bu sorgulama girişimlerinin,
APS eski başkanının şiddetli tepki-
si göz önüne alındığında, öyle kolay
görünür olmalarını beklemek safdil-
lik olur, değil mi?
Ta ki 2008 Ekonomik Krizi patlı-
yor ve bu yayınların üretildiği proje-
leri finanse edenler (başta Batı dev-
letlerinin akademik fon kurumları)
sosyal bilimcilere dönüp “dedikleri-
niz işimize yaramıyor, gerçek hayatta
karşılığınız yok” diyor da bu tekrar-
lanmama krizi gündeme gelebiliyor.
Bu bilim finansörleri, sosyal bilimler-
den gerçeği öğrenmediklerini zaten
başından beri bilmekteydiler. Bur-
juvazi, her şey olabilir ama aptal as-
la. Yani sosyal bilimler; fizik, kimya,
biyoloji kadar dakik değildir. O yüz-
den hiç olmazsa kendi politik keha-
netlerini gerçekleştirmelerinde kulla-
nabilecekleri bir sosyalizasyon aracı
olmalarını bekliyorlar sosyal bilim-
lerden. Kuantum üzerine öyle her-
kes konuşamazken sosyoloji her gün
köşe yazılarına meze olabiliyor. Üni-
versitelere, televizyon programlarına,
TED konuşmalarına sinmiş olan “gö-
rünmez amaç” bu. Hep iddia ederim,
TED konuşmacılarının hiçbiri tarihe
kalmayacak. Çünkü tarihe kalanlara
dönüp baktığınızda, hangisinin böy-
le spot ışıkları altında alkışlarla din-
lenmiş olduğunu görürsünüz? Bu-
gün asıl tarih, bu “modern kiliselere”
rağmen yine yer altında yazılıyor. O
yüzden yaşayan hakikatli biliminsan-
larının isimlerini onlar ancak sansas-
yonel bir ödül alırlarsa ya da ölürler-
se az biraz duyuyoruz.
Şimdi Gopnik’in 20 yıl önce aykırı
bir şey dediğinde neden görece hız-
lı ve kolay kabul gördüğünü anlaya-
biliriz. Çünkü o zamanlar bir poli-
tik kırılmaya oturuyordu iddiası. Ne
demiştim, eleştirinin de bir ana akı-
mı vardır her daim. Doğuştancılık,
evrim teorisini çarpıtarak sosyal bi-
limleri tam da statükoya uygun şe-
kilde biyolojikleştiriyordu, yani
davranışlarımızı sadece biyolojik de-
terminizme hapsediyordu. Eğer ço-
cuklar başkalarının niyetlerini do-
ğuştan anlayabiliyorlarsa, bu ancak
evrimsel bir şey olabilirdi. O zaman
bunu ete kemiğe büründürmek gere-
kir. Kelimenin gerçek anlamıyla ete!
Evet, büyük bir galatı meşhur olarak
ayna nöronlara geldi sıra. Şimdi size
ayna nöronların, birçok ünlü akade-
misyen tarafından tıpkı evrim teori-
si gibi bağlamından koparılarak nasıl
çarpıtıldığını anlatacağım.
Ayna nöronlar ve
biyolojikleştirme
Çoğu hayvan türünün sinir sis-
temi vardır. Bu sistem, birbirleriyle
bağlantıları olan sinir hücrelerinden
(nöronlardan) oluşur. Bu hücreler,
türün evrimsel (filogenetik) ve bi-
reyin gelişimsel (ontogenetik) de-
neyimleri ile organize olmuştur. Be-
lirli çevresel ve içsel sinyalleri alır,
(sadece merkezi sinir sistemi, me-
sela beyinleri olanlarda) işler ve geri
bildirirler. Psikolojinin konusu olan
davranış, bu geri bildirimlerden bi-
ridir.
Nöronlar, birbirlerine sıkı sıkı-
ya bağlı bir kablolar yumağı gibidir.
Ya çalışırlar ya çalışmazlar: (1) ya da
(0). (1,5) ya da (0,5) filan yok. Ça-
lışma sıklıkları değişebilir ama çalı-
şırkenki durumları sabittir (1). Bir
nöron, bağlantılı olduğu diğer nö-
rondan ya çalışma (1) ya susma (0)
sinyali alır. Çalışma sinyali alan nö-
ron ise bağlantılı olduğu nörona ça-
lış ya da sus sinyallerinden birini
gönderir. Tabii buradan nöronların
doğrusal şekilde artarda sıralandık-
ları düşünülmesin. Bir nöron, yüz-
lerce farklı nörondan farklı sinyal-
ler alırken yüzlerce nörona da farklı
sinyaller taşıyabilir. Yani bir nöro-
na sus derken aynı anda diğerine ça-
lış diyebilir ve bunu bir anda paralel
şekilde yüzlerce kez yapabilir.
Ayna nöron nedir? Bugün birden
fazla çeşidi olduğunu bildiğimizi
buraya not düşüp orijinal çalışmayı
(di Pellegrino vd., 1992) basitçe an-
latayım. Bir nöroloji laboratuvarında
olduğumuzu ve denek olarak karşı-
mızda bir makak maymunu olduğu-
nu hayal edelim. Maymunun kafa-
tasını açıyoruz. Maymun ilaç etkisi
altında, bilinci açık ve her adımımız
oldukça kontrollü ilerliyor. May-
mun kolunu kaldırdığında çalışan
nöronunu buluyoruz. Bu hareketi
yaptığına beyninde sürüsüne bere-
ket elektrokimyasal hareket oluyor
ama biz vücut hareketlerinden so-
rumlu olanlarının sadece bir kısmı-
na odaklanmış vaziyetteyiz. Çünkü
nörolojik görüntüleme teknikleri-
nin bir handikapı olarak tüm bey-
ne baktığımızda ayrıntıları kaçırırız,
ayrıntılara bakarken de bütünü. Öy-
leyse bir ya da bir grup nöronu iz-
lerken tüm sinir sistemi hakkında
konuşmak baştan sakıncalı.
Evet, nöronu bulduk. Peki nasıl?
İlgilendiğimiz alandaki bazı nöron-
lara belirli istatistiksel tahminlerden
yola çıkarak elektrotlar bağlıyoruz.
Yani milyonlarca nöronun milyar-
larca bağlantısıyla istatistiksel tah-
min yoluyla başa çıkmaya çalışıyo-
ruz, tıpkı yıldızlarla başa çıkmamız
gibi. İncelediğimiz nöronun, öncül
nöronlardan kimyasal ileticiler al-
dığında elektriksel bir atış yaparak
sonraki nöronlara kimyasal iletici
salıp salmadığını gözlüyoruz. Bu a-
tış yapılırsa elektrotumuzun bağlı
olduğu ekranda bir sinyal yanıyor.
Düzenek bu.
Maymun, örneğin önündeki bir
fıstığa uzandığında bu düzeneğin ça-
lışmasını bekliyoruz. Diğer her şeyin
iyice kontrol edildiği bir durumda bu
beklentimiz gerçekleşirse; diyoruz ki,
elektrot bağladığımız nöron, izlediği-
miz hareketten sorumlu. Buraya ka-
dar her şey beklediğimiz gibi oluyor.
Şimdi deneye ara verdiğimizi düşü-
nelim. Maymunun bilinci hala açık
yani etrafında olup bitenleri izliyor.
Ayna nöronlar, hem sizin spesifik bir vücut hareketinizde ateşleniyor hem de bu davranışı bir
başkasında gördüğünüzde ateşleniyor.
6
Bu sırada canımız çekiyor, maymu-
nun önündeki fıstıklardan birini ağ-
zımıza atıyoruz. O da ne! Düzeneği-
miz sinyal verdi. Fakat maymun hiç
hareket etmedi!
Bu gözlem bir açıklamaya muh-
taç. İzlediğimiz nöron, maymunun
vücut hareketlerinden sorumlu nö-
ron ağının bir parçası. Tam olarak
kolunu ileri uzatmasından sorumlu.
Fakat maymun hareket etmezken de
çalıştı. Eğer çalıştıysa maymun ha-
reket etmeliydi, etmemesi acayip. O
sırada ne yapıyordu peki maymun?
Aynı hareketi bizim yaptığımızı iz-
liyordu. Demek hareketi kendi yap-
masa, bir başkasının yaptığını görse
dahi aynı nöronlar çalışıyor.
Bu gözlem, burada oldukça basit
ve kabul edilebilir ölçüde eksik bir
şekilde anlattığım orijinal çalışma-
nın yapıldığı İtalya’daki bir araştırma
laboratuarında çalışan asistanlardan
birine ait. İtalyan ekip, yapmakta ol-
dukları asıl araştırmayı kenara bıra-
kıp asistanın bu ilginç gözlemine o-
daklanıyor hemen. Bunu kendileri de
kontrollü bir şekilde birçok defa göz-
ledikten sonra herkes duysun diye o-
turup raporluyorlar. Makaleyi ünlü
Nature dergisine gönderiyorlar. Fa-
kat editör, yazarlar kadar ilginç bul-
muyor bu gözlemi ve makaleyi red-
dediyor (bu sırada sosyal bilimler
alanında kabul ettiği makalelerin ya-
rısından çoğunun tekrar edilemedi-
ğini ama gazetelerde haber olabilme
potansiyeli taşıdığını hatırlayalım).
Makale, başka birçok dergiden daha
reddediliyor ve epey bir zaman son-
ra pek ünlü olmayan bir dergide ya-
yınlanıyor. Öyle hemen kimsenin il-
gisini de çekmiyor şimdiki gibi. Ama
ekip bu olguyu araştırmaya devam e-
diyor. Yayınlar geliyor peyderpey. Bu
arada, araştırmalar maymunlar üze-
rinde yapılıyor çünkü yukarıdaki gi-
bi bir operasyonu insanlar üzerinde
yapmak yasak.
Ayna nöronlar hakkında oturmuş
olan hipotez ve bulgular böyle. Bila-
hare, dünyaca meşhur olan nörolog
Ramachandran (2009), bir TED ko-
nuşmasında, bu aslen birkaç hayvan
türünde iyi araştırılmış olguya bizim
niyet okuma becerimizin ve dolayı-
sıyla medeniyetimizin temeli, hatta
psikolojinin DNA’sı diyor heyecan-
la. İmam-cemaat ilişkisinin malum
sonucu olarak, ayna nöronlar ko-
nusu, otoritenin “tüm kuğular be-
yazdır” önermesini sadece beyaz ku-
ğulara bakarak doğrulamaya hevesli
olan yeni çağ akademisyenlerince
son on yılda aşırı yorumlanarak çı-
ğırından çıkarılıyor.
Ayna nöronlar psikolojinin
DNA’sı mı?
Bir şeyin, başka bir şeyin DNA’sı
olduğunu söylemek; ilk şeyin ke-
sinlikle ikinci şeye neden olduğu-
nu söylemenin havalı bir yolu sade-
ce. Psikoloji, tüm davranan şeyleri
inceleyen, bu davranışlar evreninin
biyoloji teorileriyle açıklanamayan
kümesine özgün teorilerle açıklama-
lar getirmeye çalışan bir sosyal bi-
limdir. Biyoloji ise tüm canlı şeyleri
inceleyen bilim dalıdır. Canlı şeyle-
rin alametifarikalarından biri dav-
ranmalarıdır. Ancak canlıların salt
biyolojik saiklerle açıklanamayan
davranışları vardır. Bunların başında
öğrenme gelir.
Öğrenme, bir canlının davranışla-
rında deneyimleri sonucu meydana
gelen görece kalıcı değişikliklerdir.
Yani davranışların, biyolojik (bugün
evrimsel diyebiliriz) olarak kodlan-
dıkları sınırların dışına çıkmasıdır.
Ancak öğrenme de bittabi evrimsel
bir adaptasyondur. Salt biyolojik de-
ğildir. Aslına bakarsanız çağdaş ev-
rim teorisi de ta kurucu Darwin’den
beri salt biyoloji değildir. Hatta bi-
yolojik olan daha çok tarihsel bir
çıktıdır. Neyin? Doğal seçilimin!
Doğal seçilimdeki “doğal”a en ya-
kın kavram “çevresel”dir. Darwin,
bugünkü popüler tartışma dahilin-
de, genci olmaktan çok çevreciydi
diyebiliriz. Bu nedenle öğrenme, bi-
yolojik (evrimsel) mekanizmaları o-
lan ancak salt biyoloji teorileriyle a-
çıklanamayacak bir olgudur. Hizmet
ettiği şey ise yine evrimdir. Yani bir
bireyin, atalarının seçildiği çevresel
şartlarda meydana gelecek belirli öl-
çüler dahilindeki ani değişimlere de
uyum sağlayabilmesine yarar.
Tüm davranışlarımızın sebebinin
DNA olduğunu düşünmek, sadece
Leyla ile Mecnun dizisindeki İsma-
il Abi karakteri için geçerlidir. DNA,
bir canlının, çevreden gelen etkile-
re hücresel düzeyde nasıl tepkiler
üreteceğinin olasılıklarını düzen-
ler. Evrimde belirleyici (ve aslen po-
pülasyon bazında düzenleyici) olan
çevredir. O yüzden Darwin, canlılar
âlemine biyolojik malzemenin daha
çok olasılıklı, çevrenin ise şartlı bir
etkisi olduğunu ifade etmiştir.
Öğrenmeye dair yukarıdaki açık-
lamamdan yola çıkarak diyebiliriz ki,
sinir sistemi belirli bir organizasyona
kavuşan birçok hayvan türü (özellik-
le yüksek memeliler), çevreden gelen
etkilere tepki verirken sadece ataları-
nın biyolojik mirasıyla (mesela ref-
lekslerle) kısıtlı kalmazlar. Cari dav-
ranışları, kendi deneyimlerinin de bir
sonucudur. Ne demiştik; bu öğren-
medir ve etkili bir adaptasyon yolu-
dur. Öğrenme, DNA’ya kodlanmaz,
DNA’yı değiştirmez, bir sonraki ku-
şağa aktarılmaz ama aynı DNA’ya sa-
hip olan nöronlar arasındaki ilişkileri
değiştirir. Bu yeni sinir organizasyo-
nunun öyle olmasının sebebi, artık
sadece DNA’dan kaynaklı değildir.
Nöronlar arası ilişkiler de etkilidir.
Bu ilişkiler ise o bireyin çevresine u-
yumu sırasında kurulmuştur.
Üreme hücrelerimiz hariç vücu-
dumuzdaki tüm hücrelerimizin çe-
kirdeğinde aynı DNA bulunur. Peki,
neden beynim ile tırnağım farklıdır?
Çünkü her bir hücrenin içinde aynı
DNA olsa bile farklı hücre sistemle-
rinde (organlarda) o DNA’nın fark-
lı kısımları çalışır. Yani bir hücrenin
çevresindeki hücreler nöronsa, etraf-
tan öyle sinyaller alıyorsa o hücrenin
de nöron olmasını sağlayacak pro-
teinleri üreten DNA kısımları çalı-
şır, etrafta tırnak hücreleri olursa tır-
nak proteinini üreten kısımlar çalışır.
Görüldüğü üzere DNA’nın bir far-
kındalığı, bir ajandası, amacı, niyeti
filan yoktur. Tamamen kimya yasala-
Tüm davranışlarımızın sebebinin DNA
olduğunu düşünmek, sadece Leyla ile Mecnun
dizisindeki İsmail Abi karakteri için geçerlidir.
7
rına uygun olarak çalışır. Ancak orta-
ya çıkardığı sonuçların hepsi -kimya
yasalarına halen uygun olmakla bir-
likte- kimya teorileriyle açıklanmaz.
O yüzden biyoloji vardır. Ha o so-
nuçların bir kısmı biyoloji yasalarıyla
da açıklanamaz, ondan psikoloji diye
bir disiplin daha vardır.
Ayna nöronların psikolojinin
DNA’sı olduğunu düşünsek bile,
bu, psikolojinin açıklamaya çalıştı-
ğı tüm davranışların nöroloji ile a-
çıklanabileceği anlamına gelmez. Bir
de burada Occam’ın usturasını argü-
man olarak kullanıp nörolojinin psi-
kolojiye göre daha basit açıklamaları
olduğunu ima etmek, indirgeme saf-
satasına bambaşka bir boyut getir-
mek olur ve ancak okumayla ulaşı-
labilecek bir cahillik seviyesidir.
Bir cinayet işlerken ateşlenecek
nöronlarım, bir cinayeti gördüğüm-
de de ateşleniyorsa, neden bir görgü
tanığı olarak kendimi katil sanmıyo-
rum? Bu, abartılı bir soru. Kendilik,
sanmak vs. nörolojinin tek başına
altından kalkamayacağı meseleler.
Ancak şu düzeltmeyi yapabiliriz:
Tüm motor nöron ağı, “ayna” özel-
liği göstermiyor. İlk keşfedilen ve
tekrarlanabildiği için üzerinde olgu-
sal olarak daha sağlam konuşabile-
ceğimiz ayna nöronlar, motor nöron
ağının sadece spesifik vücut hare-
ketlerinden (mesela uzanıp bir şeyi
tutmaktan) sorumlu alt kümesinin
bir alt kümesi, motor nöronların %
20’si civarı olduğu tahmin ediliyor
(dediğim gibi milyon nörona tek tek
elektrot bağlayıp onları ayırıp saya-
cak halimiz yok, o yüzden istatistik-
sel bir kestirim yapıyoruz).
Ayna nöronlar, hem sizin spesifik
bir vücut hareketinizde ateşleniyor
hem de bu davranışı bir başkasında
gördüğünüzde ateşleniyor. Ancak
beyin ve aslında tüm sinir sistemi
doğrusal olmayan bir yapı, öyle pat
diye neden-sonuç yok, geribesleme
var. Yani siz bir hareket yaptığınızda
veya bu hareketi bir başkasında gör-
düğünüzde ateşlenen bu nöronlar,
bu iki farklı olay sırasında beyinde
olup bitenlerin sadece küçücük bir
kısmı. Biz oraya odaklandığımız i-
çin, elinde çekiç tutanın her şeyi çi-
vi görmesi gibi, bize de her şey ayna
nöronlar yüzündenmiş gibi geliyor.
Halbuki diğer milyarlarca nöron, bu
iki farklı olay sırasında susarak ya
da ateşlenerek farklı çalışıyor. Hat-
ta her bir deneyimde, topyekûn bey-
ninizin, bir sonrakini işleme şekli az
çok değişiyor.
Fizik, kimya, biyoloji ve
psikoloji neden farklıdır?
Fizik yasalarına aykırı bir kimya
bilimi olabilir mi? Hayır. Peki, fizik
neden kimya olgularını açıklamıyor?
Ya da kimya varken biyolojiye neden
gerek duyuluyor? Çünkü maddenin
farklı nitel düzeylerde ortaya çıkar-
dığı fenomenler farklı. Nicel birikim
ve nitel dönüşüm meselesi. Bir tüp
suyumuz olsun. Sıcaklığı 20 santig-
rat derece. Bu suyu deniz seviyesin-
de ısıttığımızı farz edelim. 21 derece
oluyor. 20 ile 21 derece arasında bir
derece fark var. Isıtmaya devam ede-
lim: 97, 98, 99, 100. Şimdi 99 ile 100
derece arasında da bir derece fark var
ama suda nitel bir değişim meydana
geliyor. Su artık sıvı değil, faz değiş-
tiriyor. Su moleküllerinin kinetik e-
nerjisi fiziğin, faz değişimi ise kimya-
nın konusudur. Faz değişikliği, fizik
yasalarına aykırı bir şekilde açıklana-
maz ancak fizik teorilerinin de ilgisi
dışındadır.
Biyoloji, kimyaya; kimya ise fizi-
ğe indirgenemez. Psikoloji de biyo-
lojiye. Eğer insan davranışlarının tü-
mü sadece beyinle açıklanabilseydi
zihne gerek olmazdı. Burada hemen
teknolojik yetersizlik argümanı gelir.
Ancak bu da başka bir safsatadır. Bu
ifade, teknoloji ilerledikçe her şeyin
nörolojiyle açıklanabileceği hayaline
yaslanır. Searle’ün sorgusunu tekrar
edelim: Eğer düşünen şey nöronlar-
sa ve nöronlar da atomlardan oluşu-
yorsa, aslında atomlar düşünüyor di-
yebilir miyiz? Bu basitlik takıntısını
fizikçiler aşalı bir asır oldu. Einstein,
açıklama yeteri kadar sade olmalı a-
ma daha basit değil, der.
İnsan davranışları tabii ki nöron-
ların çalışmasına, nöronların çalış-
ması da DNA moleküllerinin çalış-
masına, bu moleküllerin çalışması da
temel fizik yasalarına dayanır, aksini
iddia eden yok zaten. Ancak, örneğin
bir dil konuşmamızın sebebi, nöron-
larımız, dolayısıyla DNA’mız ve do-
layısıyla fizik yasalarıdır demek saç-
malıktır. İnsanların öznelerarası bir
dünya inşa edebildikleri nörolojiden
evvel zaten sosyal felsefede ve teori-
de tartışılıyordu. Bunu ilk defa nö-
rologlar fark etmedi. Onlar deyince
bu daha bilimsel bir hale de gelme-
di. Nörolojik bulgular, bu fenomenin
evrimsel tarihini düşünmeye itti biz-
leri, o kadar.
Ayna nöronlar, ötekinin hareket-
lerine duyarlı olan nöron ağının ki-
şinin hareketlerinde de ateşlendiğini
gösterdi. Fakat bu oldukça lokal bir
gözlem. Daha küresel olarak, örne-
ğin nöral kenetlenme gösterildi (Has-
son vd., 2012). Nöral kenetlenme,
aynı anlamı işleyen bireylerin beyin-
lerindeki hareketlerin eşgüdümlen-
diğini gösterdi. Şimdi bir beyin gö-
rüntüleme cihazına girdiğinizi ve
tepenizdeki küçük ekranda kısa bir
film izlediğinizi düşünelim. Bu sıra-
da beyninizdeki hareketler kaydedili-
yor. Sonra siz ve bir başkası yan yana
duran iki cihaza uzanıyorsunuz. Siz-
den daha önce izlediğiniz filmi yanı-
nızdakine anlatmanız isteniyor. Bu
sırada hem sizin hem diğerinin be-
yin görüntüleri alınıyor. Sizin filmi
izlerken ve sonra anlatırkenki beyin
görüntüleriniz örtüştüğü gibi diğer
kişinin sizi dinlerkenki beyin görün-
tüsü de sizinkilerle örtüşüyor. Bu üç
Sadece beyinlerine bakarak kimin konuştuğunu kiminse onu dinlediğini ayırt edemiyoruz.
8
görüntü aynı! Bu çalışmaları yapan
ekibin başındaki nörolog Hasson,
bu yazının kaynakçasındaki makale-
de nörolojinin de psikolojinin düştü-
ğü hataya düşerek birey merkezli bir
biyolojik dünya tasavvur ettiğini, an-
cak bunun açıkça hatalı olduğunu,
sosyal bilimler için birey merkezli ol-
mayan bir sosyal evren öngören bir
Kopernik Devrimi’nin gerektiğini ya-
zıyor. Bunu demek bir nöroloğa düş-
memeliydi oysa.
Nöral kenetlenme çalışmalarıy-
la konuşmacı ve dinleyicinin beyin-
lerinin bir konuşma sırasında bir-
birinden ayırt edilemeyecek ölçüde
benzeştiği gösterildi. Bunlar ayna
nöronlar değil ancak aynı anlamı
işleyen en az iki kişinin ilgili beyin
bölgelerinde aynı tepkilerin üretildi-
ği idi gözlem. Yani eğer yeteri kadar
başarılı olduysam, şu anda bu yazıyı
okuyan sizin ve bu yazıyı yazarken-
ki benim beyinlerimiz ayırt edileme-
yecek ölçüde benzeşmekte. Yani be-
yinlerimiz bir etkiye tepki veriyor,
bir sonuç oluyor.
Türümüz için iletişimin diğer bir-
çok türde olduğu gibi biyolojik, di-
lin ise türümüze özgü şekilde kül-
türel kökenli olduğunu anlatmıştım
bir yazımda (Yıldız, 2017). Dili ile-
tişimden çok öykü/mit (anlatı) için
kullanıyoruz hâlâ. Dolayısıyla dili
sadece iletişim davranışlarımıza in-
dirgemeden, kendine has şekilde in-
celememiz gerekir. Bir bilimin araş-
tırma tekniklerini nesnesi belirler.
Kültürel fenomenleri/varlıkları ince-
liyorsak onları anlamak için onlara
uygun teknikler geliştirmeliyiz. Kül-
türü biyolojikleştirmemeliyiz. Bu,
akciğerlerimiz olduğu için Dünya
atmosferinin böyle oluştuğunu söy-
lemeye benzer. Buradaki tüm güçlü
biyolojik bireyciliği görmüyor mu-
sunuz? Kültürel davranış, canlıların
tüm davranışları gibi biyoloji yasa-
larına aykırı değildir ancak biyolo-
jinin teorileriyle de açıklanamaz. O
yüzden sosyal bilimler vardır. Mese-
la beynimizde bir para nöronu ya da
genomumuzda bir tanrı geni filan
yoktur. Bunları iddia ederek bir şey
açıklamadığımız gibi cari toplum-
sal sistemimizi doğal ve dolayısıyla
değişmez addederiz. Bu kimin işine
yarar, yukarıda anlattım.
Kültürel davranış biyolojiye in-
dirgenirse, bu, otomatikman atom-
ların roman yazdığı, nötronların i-
badet ettiği saçmalıklarına götürür
bizi. Çünkü biyoloji neden fizikleş-
tirilemesin ki. Bazı atomlar canlı ol-
mayı mı seçerler! Yeni çağ bilimci-
lerine göre dinler saçmalık ama bu
bilimci animizm çok mantıklı. Evre-
nin her 10-35 metresinde fiziğin stan-
dart modeli işler. Bu yazıyı yazarken
de okurken de hiçbir şey bu mode-
le aykırı değildir. Ancak bu model,
neden böyle şeyler yazdığımı ve bu
sembolleri nasıl algıladığınızı açık-
lamaz. Tıpkı kendini tekrar üreten
molekülleri (canlılığı) açıklamadığı
gibi.
Evrim teorisi de
bir biyoloji teorisi
ve kültürel feno-
menlere uygula-
namaz. Biyolojik
yapı ve süreçlerin
evrimi, ancak kül-
türel fenomenle-
rin tarihi vardır.
Sosyal olguları ta-
rih dışı kılıp “ev-
rimsel psikoloji”
diye hiçbir tarih-
sel koşul ve kül-
türel çeşitliliği
açıklamadan basi-
retsiz bir yapısal-
cılık mı yapaca-
ğız! Geçen yüzyıl
boyunca da çift
beynin dedikodu-
su böyle yapılmıştı. Sol beyin ana-
litik, sağ beyin duygusal. Hatta sol
beyin eril, sağ beyin dişidir. Yok Ba-
tılıların sol beyni iyi, yok Doğulula-
rın sol beyni kötü. Bugün aklı başın-
da görünen kimse bu saçmalıkları
açıkça savunmuyor artık, ya da bü-
yük ihtimalle gözden düştükleri i-
çin pek kimse hatırlamıyor olabilir.
Çünkü bu çıkarım, çok zayıf bulgu-
lar üzerinden gayet arkaik faşizan
bir ezberin bilim kisvesi altında tek-
rar gündem edilmesinden başka bir
şey değildi. Fakat bugün kimse bir-
çok türün beyninin yarık, yani iki-
ye ayrılmış olduğunu inkâr da et-
miyor. Tırnak içinde “iki beynimiz”
var ama buradan şu beyin matema-
tik, şu beyin şiir beyni filan demek
abes. Bugün de ayna nöronları aynı
şekilde anlam manyağı yapmaya ça-
lışıyorlar.
Davranışsal ekonomi ve
büyük kriz
Psikoloji adıyla verilen bir Nobel
yok ancak psikoloji alanındaki ça-
lışmalara üç defa Nobel verildi. Ö-
düllerden ikisi davranışsal ekonomi
alanına taze gitti. Freud, aday ol-
duysa da Nobel alamamıştı; ama i-
ki defa Nobel alan davranışsal eko-
nomi konusu, onun görüşlerinin
günümüz sosyal bilim jargonuyla
stilize edilerek mikro ekonomiye u-
yarlanmasından başka şey değil as-
lında. Davranışsal ekonomi çalışma-
ları, liberal okulun rasyonel insan
modelinin geçerli olmadığını göster-
mekten başka bir şey yapmıyor. Ay-
dınlanmanın rasyonel insanı, liberal
okulun dünya hegemonyasının meş-
ruiyet kaynağı değil miydi? Ne oldu
da bindikleri dalı kesmeye yeltenen-
leri ödüllendirir oldular?
Davranışsal ekonomi çalışma-
larına göre insan doğuştan rasyo-
nel değil. Mesela diyorlar, bir seçim
döneminde hangi aday daha faz-
la görünürse onu seçme olasılığı-
mız artar (Hitler’in propaganda ba-
kanı Goebbels’i anımsadım). Yani
demokrasi, seçmen iradesi filan fasa
fiso mu? Çalışmalara göre öyle, çün-
kü davranışlarımız aslında otomatik.
Kökleri, evrimsel bir karanlık geçmi-
şe uzanıyor. Hâlâ mağara adamları-
yız diyorlar bir bakıma. Biraz abartılı
değil mi? Hemen şu ek geliyor: İnsan
Davranışsal ekonomi çalışmaları, liberal okulun rasyonel insan
modelinin geçerli olmadığını göstermekten başka bir şey yapmıyor.
9
doğuştan rasyonel değil ama rasyonel
olmayı öğrenebilir. Hani insanların
doğal hali özgür ve rasyoneldi? Şim-
di özgür ve rasyonel olabilmek için
hangi eğitim şart oldu?
Liberal okul, insanın doğal ha-
linin rasyonel ve bunun kutsal ol-
duğuna ikna etmemiş miydi bizi?
Doğal olan her şeyin kutsallığına?
Mesela serbest piyasanın, görün-
mez elin? İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’ne bir bakınız. Hiç de
insan mağara adamıdır demiyor. A-
radan birkaç asır geçti, bu fikir ü-
zerine inşa edilmiş olan statüko,
gücünün zirvesindeyken patlak ve-
rince insanın doğal hali rasyonali-
te olmaktan çıkıp kontrol edilmesi
gereken bir zombiye dönüşüverdi.
Nörolojiden sinemaya, ekonomiden
psikolojiye bu görüşün destekçileri
ödüllendirilmiyor mu bugün?
Önce doğal bir insan tarif ettiler.
Dolayısıyla doğal bir toplum. Sosyal
bilimler bunu destekledi. Sonra bu
toplumun tabakalarının da doğal ol-
duğu geldi. Bilimsel bir kast sistemi
yani. Toplumsal hareketlilik hiç yok
mu? Var doğru, ama yanlışlıkla aşa-
ğıda olanı yukarıya, yukarıda olanı
aşağıya gönderme hareketliliği var.
Sosyal bilimler bunu da destekledi
(marshmallow çalışmasını hatırla-
yınız). Sonra bu insan, ona biçilmiş
bu akıl kılıfına sığmaz oldu. Krizler,
savaşlar peş peşe geldi. Dünya ha-
kimiyeti ise artık bu kılıfı dikenle-
rin ellerinde. Eski akademik ortak-
larının altından çekiyorlar halılarını.
Yenilerinden ise esaslı eleştiriler de-
ğil, yine kendi hegemonyalarının re-
formuna destek bekliyorlar
Buralar politikanın alanı. Beni
doğrudan ilgilendirmez. Politika i-
le bilim her zaman yakın olmuştur.
Tartıştığım şey bu değil. Tartıştı-
ğım şey, politik alandaki hakim ide-
olojinin tarihin hiçbir döneminde ol-
madığı kadar benim bilim yapışımı,
yaptığım şeyi bilim sanışımı, diğer
biliminsanlarıyla ilişkilerimi vs. be-
lirleyecek denli güçlü oluşu. O yüz-
den ekonomideki krizle politikadaki
kriz, politikadakiyle de bilimin, özel-
likle sosyal bilimlerin krizi aslında
aynı derin krizin farklı tezahürleri.
Peki, bu yeni skolastik düzende bili-
minsanları ne yapmalı? Sosyal bilim-
lerde de bir Kopernik çıkar mı?
KAYNAKLAR
1) di Pellegrino, G., Fadiga, L., Fogassi, L., Gallese, V., ve Rizzolatti,
G. (1992); Understanding motor events: a neurophysiological
study. Experimental Brain Research, 91, 176–180.
2) Feynman, R.P. (1974). Cargo Cult Science. 1 Temmuz
2018 tarihinde http://calteches.library.caltech.edu/51/2/
CargoCult.htm adresinden erişildi.
3) Hasson, U., Ghazanfar, A. A., Galantucci, B., Garrod, S.,
ve Keysers, C. (2012). Brain-to-brain coupling: a mechanism
for creating and sharing a social world. Trends in Cognitive
Sciences, 16 (2), 114-121.
4) Letzter, R. (2016, 22 Eylül). Scientists are furious after a
famous psychologist accused her peers of ‘methodological
terrorism.’ Business Insider. http://www.businessinsider.com/
susan-fiske-methodological-terrorism-2016-9 adresinden erişildi.
5) Özsoy, E.D. (2016, 20 Şubat). Din-Bilim. 1
Temmuz 2018 tarihinde https://www.youtube.com/
watch?v=nCGaTpJ3RMc adresinden erişildi.
6) Ramachandran, V. (2009, Ekim), The neurons that
shaped civilization. 1 Temmuz 2018 tarihinde https://
www.ted.com/talks/vs_ramachandran_the_neurons_
that_shaped_civilization adresinden erişildi.
7) Repacholi, B.M., ve Gopnik, A. (1997), Early reasoning
about desires: Evidence from 14- and 18-month-olds.
Developmental Psychology, 33(1), 12-21.
8) Replication Crisis (2018). 1 Temmuz 2018 tarihinde
https://en.wikipedia.org/wiki/Replication_crisis
adresinden erişildi.
9) Ruffman, T., Aitken, J., Wilson, A., Puri, A., ve
Taumoepeau, M. (2017); A re-examination of the broccoli
task: Implications for children’s understanding of subjective
desire. Cognitive Development, doi.org/10.1016/j.
cogdev.2017.08.001.
10) Shoda, Y., Mischel, W., ve Peake, P.K. (1990); Predicting
adolescent cognitive and self-regulatory competencies from
preschool delay of gratification: Identifying diagnostic
conditions. Developmental Psychology, (26)6, 978-986.
11) Watts, T.W., Duncan, G.J., ve Quan, H. (2018);
Revisiting the marshmallow test: A conceptual replication
investigating links between early delay of gratification
and later outcomes. Psychological Science, doi.
org/10.1177/0956797618761661.
12) Yıldız, T. (2017), Yapay zeka, şempanze, insan
iletişimlerinin kökenleri ve dil. Bilim ve Gelecek, 165, 90-91.