ArticlePDF Available

Doğa izin verir, norm yasaklar: Haz ve üreme

Authors:

Abstract and Figures

Dürtü, canlının biyolojik ve/veya psikolojik denge durumunun bozulmasıyla ortaya çıkan içsel bir gerilimdir. İhtiyaç duyma hali. Dürtü, canlıyı bu ihtiyacı giderecek davranışları yapmaya güdüler. Güdü, canlının bu rahatsız edici ihtiyaç duyma haline bilinçli ya da bilinçsiz olarak son verecek davranışı ortaya çıkaran içsel güçtür. Canlılar, “dürtü-güdü-davranış-dürtünün ortadan kalkması ve yeniden dürtü” şeklinde kabaca özetlenebilecek, gidip gelen bir denge ve dengesizlik grafiği çizerek çevreleriyle dinamik bir etkileşim halindedirler. Örneğin açlık. Vücudumuz, güneş enerjisini -bizler açısından- besine çeviren bitkileri ve ayrıca bu bitkileri tüketerek beslenen hayvanları da sindirerek güneş enerjisini dolaylı yollardan kas enerjisine çeviren karmaşık bir organizmadır. Bu dönüşümün sürmesi, temel dürtülerimizden biri olan açlığa bağlıdır. Açlık duyunca yemeye güdüleniriz. Bu, öğrenilmemiş, yani doğuştan gelen ve tüm türdaşlarımızla ortak olan içgüdülerimizden biridir. Bu güdü, yeme davranışına sebep olur. Psikolojik güdülerimize örnekse oruç tutma olsun. Oruç, kültürel bir çevrede öğrenilmiş bir ritüeldir. Yapılmadığı takdirde psikolojik bir huzursuzluk yaratabilir. Bu yüzden oruca inanan insanlar için psikolojik bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu dürtü de bizi aç olsak dahi bir süre yememe davranışına güdüler. Gördüğünüz üzere psikolojik bir güdü, biyolojik bir güdüyü erteleyebilir.
No caption available
… 
No caption available
… 
No caption available
… 
No caption available
… 
Content may be subject to copyright.
58 EVRİM •
Tolga Yıldız
Dürtü, canlının biyolojik ve/
veya psikolojik denge durumu-
nun bozulmasıyla ortaya çıkan
içsel bir gerilimdir. İhtiyaç duy-
ma hâli. Dürtü, canlıyı bu ihti-
yacı giderecek davranışları yap-
maya güdüler. Güdü, canlının
bu rahatsız edici ihtiyaç duyma
haline bilinçli ya da bilinçsiz
olarak son verecek davranışı or-
taya çıkaran içsel güçtür.
Canlılar, “dürtü-güdü-davranış-
dürtünün ortadan kalkması ve
yeniden dürtü” şeklinde kaba-
ca özetlenebilecek, gidip gelen
bir denge ve dengesizlik grafiği
çizerek çevreleriyle dinamik bir
etkileşim halindedir.
Örneğin açlık. Vücudumuz, gü-
neş enerjisini -bizler açısından-
besine çeviren bitkileri ve ayrıca
bu bitkileri tüketerek beslenen
hayvanları da sindirerek güneş
enerjisini dolaylı yollardan kas
enerjisine çeviren karmaşık bir
organizmadır. Bu dönüşümün
sürmesi, temel dürtülerimizden
biri olan açlığa bağlıdır. Açlık
duyunca yemeye güdüleniriz.
Bu, öğrenilmemiş, yani doğuş-
tan gelen ve tüm türdaşlarımız-
la ortak olan içgüdülerimizden
biridir. Bu güdü, yeme davranı-
şına sebep olur.
Psikolojik güdülerimize örnek-
se oruç tutma olsun. Oruç, kül-
türel bir çevrede öğrenilmiş bir
ritüeldir. Yapılmadığı takdirde
psikolojik bir huzursuzluk yara-
tabilir. Bu yüzden oruca inanan
insanlar için psikolojik bir ihti-
yaç haline gelmiştir. Bu dürtü
de bizi aç olsak dahi bir süre
yememe davranışına güdüler.
Gördüğünüz üzere psikolojik bir
güdü, biyolojik bir güdüyü erte-
leyebilir.
Memeliler için cinsel ilişki
DOĞA İZİN VERİR, NORM YASAKLAR
HAZ VE ÜREME
davranışını ortaya çıkaran dür-
tü, cinsel haz, coşku ihtiyacı-
dır. Cinsel dürtü, belirli dışsal
uyaranların etkisiyle ve belirli
zamanlarda oluşur. Evrimsel
olarak kuşaklar boyu doğal se-
çilime uğramış ve dolayısıyla
bir sonraki kuşağı oluşturmada
işlevsel olmuş bir içgüdü. Ancak
içgüdüler ile evrimsel işlevleri
arasında doğrusal bir ilişki ol-
mayabilir.
Şöyle açıklayayım. Cinsel dür-
tü duyuyorsunuz. Bu sizi cinsel
ilişki davranışına yöneltiyor. Bu
davranış sonucunda bu dürtü
geçici olarak tatmin oluyor. Peki
burada üreme nerede? Üreme,
bu sürecin olası bir sonucu, ama
“tek sonucu” ya da “amacı” de-
ğil. Zaten evrimin ya da genel
anlamda doğanın bir amacı
yoktur. Memelilerde bazı cinsel
ilişkiler üreme ile sonuçlanır.
Ancak cinsel ilişki ile üreme
arasında doğrudan bir neden-
sonuç ilişkisi yoktur. Aradaki
mekanizma döllenmedir.
Kısaca tüm süreç şöyle cereyan
eder: Memelilerde bazı cinsel
ilişkiler döllenmeye sebep olur,
bazı döllenmeler de üreme ile
sonuçlanır. Oysa cinsel dürtü
duyan birey açısından üreme
doğrudan bir sonuç değildir.
Yönelim, bu dürtüyü ortadan
kaldırmaktır. Üreme, dolaylı
yollardan, olası ve çok değerli
bir evrimsel sonuçtur.
Bir neden olarak üreme
Üremeyi cinsel ilişkinin nedeni
gibi kurgulamak, mantık kural-
larına uygun değildir. Üreme bir
sonuçtur. Ona neden olan şey
döllenmedir. Döllenmeye ne-
den olan şey ise cinsel ilişkidir.
Cinsel ilişkiye neden olan şey de
cinsel hazdır.
Cinsel haz ihtiyacını gidermenin
59
• EVRİM
birçok yolu olsa da, sonucu bel-
lidir: Memelilerde orgazm ve
ejakülasyon. Bunun için mas-
türbasyon dahi yeterlidir. Birey
açısından süreç burada biter,
bu kadar. Döllenme oldu mu,
üreme ile sonuçlandı mı, bunlar
bireyin cinsel dürtüsünü tatmin
ettiği meseleler değildir. Ama
ne kadar uygun sıklıkta cinsel
dürtü duyulur ve cinsel ilişki
davranışı gösterilirse döllenme
ve üreme olasılıkları da artacak-
tır. Evrimsel matematik budur.
Bireyler, evrimsel süreçlerin
rasyonel aktörleri değil sadece
araçlarıdır.
Tekrarlıyorum: Cinsel haz veren
davranışlar ile üreme arasında
doğrudan bir ilişki yok. Doğa,
cinsel haz veren davranışların
maksimize edilmesini seçmiştir.
Fakat haz veren davranış haz
verir hâlâ. Bu, üreme olasılığını
arttırır sadece, ille de üremeye
sebep olmaz.
“Birey, cinsel haz veren davranı-
şı üremek için yapıyor” demek
biyoloji bilimine aykırıdır. Aynı
davranışı yaparak bonobolar
ve yunuslar sosyalleşiyorlar da,
tıpkı bizim gibi. Bir davranışın
ya da bir organın tek bir işlevi
olduğunu düşünmek ve hatta
işlevlerinden birinden yola çı-
kıp o davranışı veya organı dar
bir bakış açısıyla tanımlamak
abestir.
Mesela kanat. İlkel böceklerin
güneş ışığından daha fazla ya-
rarlanabilmesini sağladığı için
seçildiği düşünülen bir organ-
dır. Çok sonra belirli şartlarda
uçmaya da yaramıştır. Bu du-
rumda “hayır, kanadın fıtratı
ışık paneli olmak, onu uçmak
için kullanan edepsizdir” mi di-
yeceğiz?
Cinsel hazla üreme arasındaki
ilişki, üremeden geriye doğru
gidersek doğrusal gibidir. An-
cak üremek bir sonuçtur. Olması
gerektiği gibi, nedenden sonuca
doğru giden yola baktığımızda
ise bu ilişkinin doğrudan değil
dolaylı (aracılı) olduğunu görü-
rüz.
Biyoloji bilimi, dişi memelilerin
bebek doğurmasıyla dişil-eril
cinselliğinin arasında karmaşık
bir mekanizma olduğunu göster-
di. Bugün bir baba, çocuğunun
çok büyük bir olasılıkla kendi
spermlerinden birinin partneri-
nin yumurtasını döllemesi so-
nucu olduğunu öğrenebiliyor.
Ancak binlerce yıl bu bilgiden
yoksunduk. Taş devrinde dişi-
lerin mesela orman ruhunun
üflemesi sonucu gebe olduğunu
düşünüyorduk. Kadınların tek
başına yeni bir insan yaratma
kabiliyetleri olduğuna inanmış-
tık. Yani sevişmek başka bir şey,
doğum yapmak bambaşka bir
şey sanmıştık.
Cinsellik kültürü
Cinsel ilişkinin birçok sonucu
olabilir. Üremek kadar hayatî
olan başka bir sonucu da part-
nerlerin birbirlerine duygusal
bağlılığını perçinlemek. Ama
her defasında partnerlerin cin-
sel haz ihtiyacını gideriyor, me-
tabolizmayı dengeliyor.
Yine açlık örneğine dönelim.
Açlık hissettiğimizde yemek
yiyoruz. Ama bunu bir flörtün
parçası da yapabiliyoruz. Hem
yemek yiyip hem birbirimizi
daha yakından tanımaya çalışa-
biliyoruz. Cinsel ilişkinin de bu
gibi işlevleri var. Ailecek yenen
akşam yemekleri gibi cinsel iliş-
ki de bağlanma dürtünüzü tat-
min ediyor. Ya da belirli bir kim-
liğe ait olduğunuzu hissettiriyor.
Cinselliğin birçok biyolojik veya
psikolojik ihtiyaçla ilişkili olma-
sı gayet doğal. Bu “multifonksi-
yonellik,” evrimsel ekonomidir.
Psikolojik ihtiyaçlar, öğrenilmiş-
tir. İnsan öğrenmelerinin ciddi
bir kısmı ise kültüreldir. Yani
bir önceki kuşağın davranışla-
rını model alıp tekrar etmeye
dayanır. Bugün “meşru” cinsel-
lik ve üreme ile tanımlanan aile
kurumu psikolojik bir ihtiyacın
yansımasıdır. İnsanlık tarihinde
rastgele ortaya çıkmış ve hayat-
ta kalmayı kolaylaştırmak başta
olmak üzere birçok evrimsel iş-
levi olduğu için tekrarlanarak
sistematik hâle gelmiştir.
Ailenin icadı kalabalıklaşmaya
yaramıştı. Kalabalıklaşma, aile
sistemini gittikçe daha sofistike
hâle getirdi. Bu süreç, üretim bi-
çimlerini dönüştürdü ve tarımla
60 EVRİM •
birlikte artık geri dönülemez bir
biçim kazandı. Tarım daha faz-
la nüfus, daha fazla nüfus ise
tarım demekti. Aile, farklı çev-
relerde farklı biçimler aldı ve
daha yeni üretim ilişkilerine de
entegre oldu. Ama bakım, iş bö-
lümü ve dayanışma işlevlerini
hep korudu.
Aile, insan türünün biyolojik
varoluşuyla ilişkili temel bir
kültürel yapı. Fakat ailenin tek
amacı üremek değildir. Aile, ta
başından bu yana mevcut üye-
lerinin çoğunu hayatta tutmaya
yarayan ekonomik bir örgütlen-
medir. Çocuk, sadece bir çıktıdır
ve o bile ekonomik bir işleve
sahiptir. Ancak bunlar rasyonel
olarak düzenlenmemiştir. Rast-
lantılar eseri ortaya çıkmış ve iş-
levsel değeri yüksek olduğu için
tekrarlanarak sistematik hâle
gelmiştir. Kültür, bu yönüyle ev-
rime benzemektedir.
Ancak kültür, en nihayetinde
bir mittir. Birçok insanın inan-
dığı ve başkaları inandığı için
benim de inandığım, inanmadı-
ğım zaman bir şekilde cezalan-
dırıldığım (hiç olmazsa gruptan
dışlanma en kadim cezalandır-
malardan biri olarak hep işler)
soyut bir gerçeklik rejimidir. Ta-
rihte bir durumda rastgele orta-
ya çıkmış kültürel bir çözümün
sistematik hâle gelmesi, o du-
rum artık değişse bile kendisini
sürdürme eğilimi gösterebilir.
Kültür, çevresel şartlarla ilişkili
doğabilir ama sürdürülmesi o
şartlara bağımlı değildir. Çevre-
sel şartlar değişince değişmez.
İşte evrimle kültür arasındaki
ciddi farklardan biri.
O yüzden değişim biyolojide ev-
rimle olur, kültürde devrimle.
Çünkü kültür nesnel değildir.
Yarattığımız gibi değiştirebiliriz
de. Biyoloji açısındansa bizler
mekanik birer zombiyiz. Fıtratı-
mızı yaşarız. Fakat kültür yapay-
dır, insan eseridir, biz ne dersek
odur (“ben ne dersem o” değil
ama, yani öznel değil öznelera-
rası). Kültürün işleyişi biyoloji-
den farklıdır.
Başka bir dünya
mümkün
Kültürel alana biyolojinin yasa-
larını -eleştirel olmak için bile-
atfetmek kültürü tartışılmaz
kılar. Çünkü kimse doğanın nes-
nel yasalarına karşı koyamaz,
doğa yasaları iradî yollardan
değiştirilemez. Eğer “kadın,”
“erkek,” “eşcinsel olmak ev-
rimsel seçilimin sonucuysa o
zaman bunlara zımnî olarak do-
ğal demiş oluruz. Bu kimliklerle
ilgili belirli bir anda verili olan
her şeyi demirleriz. hâlbuki kül-
tür dersek başka bir dünyanın
mümkün olabileceği bir alan
tanımlamış oluruz.
Kültürel değişim nasıl olur
peki? Önce küçük bir grup verili
kültüre değil başka bir yerden
transfer edilen ya da toplumsal
çatışmalar içinde yeni filizle-
nen bir kültüre (yani başka bir
mite, daha geçerli gördükleri
yeni -ama çoğu zaman eski -
rünümlü- bir gerçeklik rejimine)
inanmaya başlar. Eğer yeni du-
rumda daha geçerli bir çözüm-
se bu yeni kültür, gitgide daha
kalabalık gruplar ona inanmaya
başlar, onu gerçek kabul eder.
Bu sanıldığı kadar zor değil.
Teknik olarak öncekine ne ya-
pılıyorsa, yenisine de o yapılır;
inanılır.
İnsan kültürünün biyolojinin
kurallarından farklı işleyen
bir “doğası” vardır. Bu “doğa,”
somut yapıları da, algıları da
biçimlendirdiği için hakiki bir
61
• EVRİM
düzenmiş gibi sarsılmaz görü-
nür. Ama bal gibi sarsılır. Tarih,
bu sarsıntıların kaydından baş-
ka nedir ki? Ve her devrim bir
çocuğun “kral çıplak” demesiy-
le başlar.
Unutmamalı, doğa izin verir,
norm yasaklar.” Eril bir insan,
başka bir eril insanla cinsel iliş-
ki yaşayıp cinsel haz ihtiyacını
ve diğer psikolojik ve biyolojik
ihtiyaçlarını karşılıyorsa, karşı-
lıyordur. Bunun doğal olmayan
bir tarafı yok. Doğada bir şey
varsa vardır çünkü. Hiçbir şey,
doğaya rağmen var olmaz. Pe-
nislerimizle uçabilseydik, bu da
doğal olurdu. Uçamamamızın
sebebi ise yasak olması değil,
zaten uçamamamızdır.
Norm, belirli bir tanıma göre
birbirine en çok benzeyen ço-
ğunluk demek. 19. yüzyılda
hayatımıza girmiş bir istatistik
kavramı (istatistik de 17-18. yüz-
yılda Avrupa’da sigortacılıkla
birlikte doğmuştur). Kültürel
alanda, belirli bir bağlamda ço-
ğunluğun nasıl birbirine benzer
davrandığını tanımlamaya ve
bu tanımı kurallaştırma eğili-
mine denk geliyor artık. Norma
uymak, kalabalığın merkezinde-
kilere iyice benzemek; normdan
sapmak (sapkınlık) ise o kalaba-
lığa az benzemektir.
Normdan sapmak yasaklanıyor-
sa, sapkınlar cezalandırılıyorsa,
bunun sebebi doğa olamaz. Çün-
kü doğada yasak masak yoktur.
Evrime göre çeşitlilik, makbul
bir şeydir. Çevresel şartlar değiş-
tiğinde türü ayakta tutabilecek
tür içi alternatifleri tanımlar.
Küçük bir örnekle açıklayayım.
“Yorganda kene var”
On dokuzuncu yüzyıla kadar
yemyeşil olan Büyük Britanya
adasında “normal” bir kene
(yani diyelim ki on keneden do-
kuzu) açık renkliydi. Koyu renkli
çok azdı. Sanayi devrimiyle bir-
likte gece gündüz ve dört mev-
sim duman altı olan Londra’da
açık renkli keneler avcılarına
görünür oldular ve artık kolay
av oldukları için tüm keneler
içindeki sayıları hızla azaldı.
Ancak bu sefer de azınlıktaki
koyu renkli keneler, karanlık bir
ortamda avcılarından daha ko-
lay saklanabildiklerinden hızla
çoğaldılar ve Londra’daki top-
lam kene nüfusu zaman içinde
koyulaştı. Bir zaman önce anor-
mal olan (koyu renkli olmak) bir
zaman sonra normal oldu.
Koyu renkli kene olmak yasak-
lansa ve tüm koyu renkli kene-
ler öldürülseydi, 19. yüzyılda-
ki çevresel değişimle birlikte
tümü açık renk kalmış keneler
kolay birer lokma olduğunda
kene türü tamamen tükenirdi.
O yüzden tür içi çeşitlilik, türün
değişen çevresel şartlara uyumu
açısından avantajdır.
Kültür için böyle kabul edilmi-
yor gibi görünüyor ama. Çünkü
kültür, şartlar değişse de kendi-
sini sürdürme eğilimi gösterir.
Yapısı insanlararası (toplumsal)
ilişkilere dayanır ve kırılgandır.
Rastgele ortaya çıkıp sistema-
tik hâle gelerek her zaman öy-
leymiş gibi görünen ve mevcut
kuşak hâlihazırda öyle format-
landığı için ısrarla korunan eski
kültürel çözümlerin yerine yeni
bir çözümü tartışmaya açmak
bile çoğu zaman sıkıntılıdır, bü-
yük tepkilerle karşılanır.
“Tüm yasakları yasakla”
Dün “tanrısal mutlak düzen”e,
bugünse “doğal mutlak düzen”e
aykırı davrandığı için (hatta ay-
kırı düşünülmesi bile yeterlidir
artık) büyük eziyetler çektiri-
len insanlar olduğunu biliriz.
Hâlbuki doğaya aykırı davran-
mak imkânsızdır. Konumuza
geri dönersek, cinsel haz biyo-
lojik bir ihtiyaç ama bu ihtiyacı
gideren cinsel ilişki psikolojik
güdülerle de bezeli, yani biyolo-
jik olduğu kadar kültürel de bir
davranış.
İnsanların her türlü cinselliği
psikoloji ve biyoloji yasalarıyla
açıklanabilir. Yazının ilk kısım-
larında uzun uzun anlattım.
Mastürbasyondan tutun oral,
anal ya da grup sekse kadar
doğa açısından hiçbir olağa-
nüstülük yoktur. Ancak kültür
açısından bazen olağanüstü
olanlar olmalı ki bazıları yasak-
lanmakta, o norma uymayan
bireyler acımasız yaptırımlara
uğramakta.
Fakat şöyle bir mesele de var:
Psikolojik güdüler kişiden kişi-
ye değişebilir. Kimimiz yasakla-
ra uyarak, kimimizse yasaklara
karşı çıkarak psikolojik huzura
erişiriz.
ResearchGate has not been able to resolve any citations for this publication.
ResearchGate has not been able to resolve any references for this publication.