Content uploaded by Tolga Yildiz
Author content
All content in this area was uploaded by Tolga Yildiz on Nov 18, 2017
Content may be subject to copyright.
http://dergipark.ulakbim.gov.tr/iupcd/
Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
Diyaloji Diyalektiğe Karşı
Tolga Yıldız*
“Hangi konumlara yerleştirilmiş olurlarsa olsunlar, insanlar
kendilerini hareket ederek ve yer değiştirerek, tıpkı bir çanta içine
fırlatılmış bir araya gelip ve yerlerini değiştirmek için kendi yolunu bulan
bir grup nesne gibi, çoğunlukla kasten düzenlenmiş olabileceklerinden
çok daha iyi bir şekilde bir araya getirir ve düzenlerler.”
Montaigne, Tecrübe Üzerine
Bu başlıkla okumaya niyet ettiğiniz ya da bir
yerde gözünüze çarpmış olan bu metin; MIT,
London School of Economics ve New York
üniversitelerinde sosyoloji profesörü olan ve
2006 yılında uluslararası entelektüel prestiji en
yüksek ödüllerden Hegel ödülünü alan Richard
Sennett’in son eseri “Beraber” hakkındadır.
Yazar, bu eserinde insan etkileşimlerinin doğa-
sını ayrıntılarıyla incelerken, ilk örneklerinden
birinin Montaigne olduğunu düşündüğü “diya-
lojik parçalar mozaiği” üslubunu da (edebi bir
pratiktir) yeniden kullanmayı deniyor, bence
başarıyor da. Çünkü “herhangi bir konunun ya
da uygulamanın her bir yönünü görmek için bu
şeylere etrafından bakmanın değiştirdiği odak
noktası, insanları sakinleştirir ve tepkilerinde
daha objektif olmalarını” sağlar diyor yazar.
Yazarın bu tercihiyle oldukça karmaşık bir anlatı ağı yaratan ve fakat aynı
zamanda okuyucuyu korkutmamayı da başaran bir kitap olan Beraber için
yazılan bu değerlendirme yazısı da ele aldığı kitaba uygun bir üslupla kaleme
alınmıştır: Tüm kitabı kapsama acelesi ve/veya böyle bir zorlama olmadan
kitabın bir okurda bıraktığı etki sergilenmeye çalışılmıştır. Umarım metnim
bu iddiaya hak vermenize vesile olur.
İnsanlık, birkaç milyon yıllık tarihi boyunca Dünya üzerinde -akıl almaz
rastlantılar ışığında keşfedilegelen- çeşitli izler bırakmıştır. Bu izler, insanın
son iki yüz bin yıldır aldığı formun (homo sapiens) birkaç bin yıl evvel sem-
* Doktora adayı. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Laleli/İstanbul.
oykucu@gmail.com
Beraber
Richard Sennett
Çeviri: İlknur Özkürapli
Ayrıntı Yayınları, 2012
ISBN 978-975-539-667-5
80
Yıldız / Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
bolik bir işaret sistemini icat etmesiyle birlikte sistemli bir kayıt kültürü halini
alarak kuşaktan kuşağa aktarılmaya başlanmıştır. Bu icat, yani yazı, insanlığın
bir sonraki kuşağa aktardığı biyolojik olmayan bilgi dağarcığını, zekice bir
hamleyle, sağlam bir zemine kavuşturmuştur. Yazılı tarih, önceki kuşaklardan
günümüze kadar uzanan envai çeşit insanlık deneyiminin bilgi şifrelerini taşır.
Bizler bu şifreleri akla uygun ya da o kadar da uygun olmayan birçok yoldan
kullanarak hayatlarımıza uygulamaya, onları değiştirmeye ve yeniden kayde-
derek biriktirmeye devam ederiz.
19. yy’da ileri yaşlarını yaşamış olan ünlü Alman filozof Hegel, tüm bu
çabanın kutsal bir amaca ulaşmak için bir yol kat etme görevi olduğunu düşün-
müştü. Tanrı’dan kopan insan aklı, zaman içinde doğa ile çatışmalara girerek
tekrar bir teklik olan Tanrı’ya ulaşma yolunda ilerlemekteydi. Hegel’den genç
olan Marx, kendi ifadesiyle, ustası Hegel’in baş aşağı duran bu tinsel çatışma
süreci fikrini ayakları üzerine oturtmaya kalkmıştı daha sonra. Yani Marx,
Hegel’de idealist kalan diyalektiği bilimsel bir yönteme dayandırarak fizik
evrene uygulanabileceğini tüm felsefe camiasına açıkça ilan etmiş özgün bir
materyalistti.
Marx, doğanın her zaman ve mekan boyutunda çelişkiler ve çatışmalarla
dolu olduğunu tahayyül ediyordu. İnsan da bu doğanın bir parçası, hatta bilinçli
bir fail olarak niyetleriyle bu doğaya (onu manipüle etmeye) yönelmiş olan
kendine has bir madde organizasyonuydu. İnsan, diğer insanlarla da çatışmalar
içinde olan ve tarihi boyunca her bir çatışma aşamasında karşısına çıkan çeliş-
kileri aşmaya yönelmiş toplumsal bir canlı türüydü. İnsanlığın değişiminin asıl
lokomotifi de bu aşma (çözme) iradesini her koşulda göstermiş ve gösterecek
olmasıydı. Ancak tıpkı Hegel gibi Marx da bu sürecin nihai bir hedefi olacağına
inanıyordu. Modern çağın akıl yürütme yöntemini derinden etkilemiş bu iki
filozofa göre Tanrısal, toplumsal ve/veya kozmik bir hedefe fırlatılmış birer
ok gibi tarihte düz bir yolda yolculuk ediyorduk.
Her öncül, doğada bir çelişki yaratacak bir karşıt doğuruyordu (ya da bu
karşıtlıkla birlikte kendisi de var oluyordu) ve bu zıtlıklar birbirlerini çekerek
yeni bir öncül oluşturacak şekilde zaman içinde birleşiyordu, yani sentezle-
niyordu. Bu sentez sonra yeni bir çelişki daha yaratıyordu. İşte bu sonsuza
kadar götürülebilecek zıtlıklar zincirinin zaman içindeki izlerini sürme sana-
tına diyalektik diyoruz. Aslında bu kavram, yüzyıllar önce Antik Yunan’da bir
tartışma sanatının adı olarak icat edilmişti. İki zıt fikirdeki filozof karşı karşıya
geldiklerinde, bu sanata vakıf olanı, bu zıtlığın aslında kendi aklındaki bir
senteze giden haklı bir durum olduğuna karşı tarafı irrite etmeden ikna edebi-
liyordu. Zıt argümanlar, aynı bütünlüğün farklı görünümlerinden başka bir şey
değildi. İşte bu bütünlük fikrini kabul ettirmek isteyen tartışmacı, karşı tarafın
fikrini çürütmüyor, aksine ona teknik olarak açıkça hak veriyordu. Ancak bir
81
Yıldız / Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
koşulla: Her ikisi birden değişimi (dönüşümü) kabul edecekti, senteze doğru
giden akıl yürütme yolunu tıkamayacaklardı. O zaman belirli bir sentez çatısı
altındaki her şeyin -birbirlerine zıt olsalar da- haklılığı teslim edilebilirdi. Bir
konuşmanın hedefi, taraflardan birinin amacına giden yolda, tartışma konusu
hakkındaki her bilgiyi diyalektik yöntemle bu amaca doğru çekmek ve sonunda
karşı tarafı bu amaca ikna etmekti.
Şimdi Marx’a geri dönelim. Diyalektikçi geleneğin zirvesine yerleşen bu
az okunan ama çok refere edilen filozof, sonraki yüzyılın sosyal bilim para-
digmasını derinden etkilemiştir. Örneğin benim araştırma alanımın kurucu
teorisyenleri olan Vygotsky de Piaget de neredeyse tüm Avrupalı düşünürler gibi
ondan ziyadesiyle beslenmişlerdir. Hatta gündelik hayatlarında karşılaştıkları
toplumsal sorunlar karşısında aldıkları tavırlarda bile bu filozofun düşünce
sisteminin politik ilkelerinin yansımaları kolaylıkla görülebilir. Örnekleri ço-
ğaltmak gerekirse, 20. yy felsefesinin yanı sıra sanat, edebiyat, tarih, sosyoloji
ve ekonomi politik teorilerinde de Marx’ın adı sıkça anılmıştır.
Onunla ve onun son temsilcisi olduğu yüzlerce yıllık diyalektik okuluyla
mücadele eden takipçiler içinde öne çıkan modern düşünürlerden Adorno,
diyalektiğin sentez merkezli yorumuna karşı çıkarak diyalektik teorinin asıl
zenginliğinin tez ve antitez arasındaki negatif ilişkide olduğuna dikkat çekmiş-
tir. Sentezler geçicidir. Asıl olan her koşulda ortaya çıkan çatışma ilişkisidir.
Anlamamız gereken de çözüm değil bu çatışmadır. Adorno’ya göre diyalek-
tiğin orijinal konusu tam da bu çelişkidir. Karşıtlık daimi, ancak karşıtlıklar
değişkendir. Bu kadim paradigmanın 20. yy’da aldığı son hal şu motto ile
özetlenebilir: Çelişkilerden zorunlu olarak arınamayız, çünkü tüm çelişkiler
birbirlerine muhtaçtır, ama çelişkilerle barışıp bu dinamik gerçeklik ağının
ilkelerini anlayabiliriz.
Bu motto, başka bir açıdan yapı bozumculuğa dairdir. Yapı bozumculuk,
bir bakıma 20. yy’ın kendine has düşünme pratiğidir. 19. yy yapısalcılığına bir
başkaldırıdır. Adorno’nun diyalektik yönteme verdiği ince ayarla birlikte, zaman
boyutu görmezden gelinerek ortaya atılacak her türlü yapısal çıkarım diyalek-
tik sürecin kesintili değişim ilkesi karşısında kaçınılmaz olarak yıpranacak ve
en sonunda yıkılacaktır diyebiliriz. Yapısalcılık, yöneldiği fenomen ne olursa
olsun, o fenomen üzerinde zamanla birlikte baskı oluşturan karşıtlıkları hesap
dışına itmektedir. Bu karşıtlıklar, niceliksel olarak ne kadar ufaksa o kadar ihmal
edilebilir gibi görünmektedir. Ancak fenomenleri zaman içinde yapısal olarak
zorlayan asıl güç bu ufak görünen çelişkilerin niteliksel fark yaratabilir olan
potansiyelleri, yani, başka deyişle, kelebek etkileridir. Çünkü her fenomen bu
ufak çelişkilerle de tanımlanabilirdir. Örneğin nesnesiz (ya da nesneyi küçüm-
seyerek) bir özne, öznesiz (ya da özneyi küçümseyerek) bir nesne tanımlamak,
ilişkisel olmayan-tözel tanımlamalar yapmaya kalkmak olur, ki bu salt retorik
82
Yıldız / Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
ve bilgi vermeyen totolojik bir akıl tutulmasından başka bir şey olmayacaktır.
Modern fiziğin kurucusu Einstein, klasik fiziğin ilkelerinden basitliği de
gözden geçirip şöyle bir şerhle tekrar ifade etmişti: Gerektiği kadar sade, ama
daha basit değil. Buraya kadar çizilen manzara, karmaşık bir doğa karşısında
kuşaklar boyunca süren sancılı bir bakış açısı değişikliği çabasının Einstein’nın
dilinden “sade” bir özetidir. Az önce sözü geçen nesne ile özne arasındaki
ilişkinin göreceli doğasını ortaya koyan Einstein, ışığın hızından başka tüm
evrenin sabit olmadığını şaşmaz bir hassasiyetle gözler önüne sermişti. Kaldı
ki insan doğasının, yani toplumsallığının dogmaları olsun.
***
Toplumsal psikoloji üzerine gerçekleştirdiği özgün çalışmalarıyla tanınan
şehir sosyoloğu Richard Sennett, 2012’de ABD’de ve aynı yıl Türkçede de
yayınlanan son eseri Beraber’in girişinde “atalarımızdan çok daha fazla ma-
kineye sahip olsak da onları nasıl daha iyi kullanabileceğimize dair pek bir
fikrimiz yok” tespiti ile bizi biz yapan toplumsal aklımızı yitirmenin eşiğinde
olduğumuzu gündeme getiriyor. Bu yitirişin sebebi olarak da en az iki öznel
zihin arasındaki etkileşimi dogmalaştıran bireyci modern toplum örgütlenmesini
gösterip bunu tarihiyle birlikte tartışmaya açıyor. Bu entelektüel girişimin esin
kaynağı olarak, 20. yy’daki yapısal ekonomi politik krizlerin hep merkezi olmuş
ve 2008’de başlayıp gündelik hayatlarımız üzerindeki etkileri halen süren yeni
küresel krizin de yatağı olan Wall Street Borsası’nda tekrar kristalize hale gel-
miş küresel hizmet ve mal üretim ve tüketim örgütlenmesi krizini işaret ediyor.
Son dönemde dünyanın dört bir yanında patlak veren toplumsal hareketlerle
eş zamanlı olarak 2011 yılında bizzat işsiz kalmış Wall Street çalışanlarınca
başlatılan, kısa sürede tüm ABD’ye yayılan ve şiddetle bastırılan “biz %99’uz,”
ya da namı diğer #OccupyWallStreet eylemlerinin bizlere verdiği mesajın altını
kalın çizgilerle çiziyor: İşbirliği ahengimizi kaybettik, sisteme özgü suni akıl
ile toplumsal organik akıl uyuşmuyor.
Yazar, karikatürize edersek, ortalama her bir buçuk sayfada biri denk gelir
şekilde, bizleri bu toplumsal krize götüren tarihsel yolda çoğu zaman gözden
kaçacak kadar yerel çapta ve biricik olan olayları tarihsel bir sıradan çok kav-
ramsal bir organizasyon gözeterek vurucu bir anlatımla özetliyor (20. yy’daki
yapısalcılık karşıtı tartışmaların başat isimlerinden Foucault gibi). Adını çok
anmasa da, Marx’ın bir yüz yılı aşkın bir süre evvelki uyarısını tekrarlıyor
aslında: Bu toplum örgütlenmesi insan doğasına aykırı. Sennett, birçok farklı
akademik çalışma alanından (evrimden konservatuara) derlediği bilgiler ışığında
bu “insan doğası” denen şeyin ilişkilenme, merak ve deneyden ibaret olduğunu
savunuyor. İnsan doğasının en ayırt edici fenomeni ise işbirliği.
İşbirliğinin, var olan literatür göz önüne alındığında, en fazla diyalektik
bir süreç olarak tanımlandığını görüyoruz. Hatta, açıkça söylemek gerekirse,
83
Yıldız / Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
çoğu zaman, daha çok doğrusal bir yapıymışçasına, herkesin belirli bir amaca
ulaşmak adına yapması baştan planlanmış şeyi yapması ve sınır ihlalleri yap-
maması gerektiğini akılcı, başı sonu belli bir kurallar silsilesi şeklinde ortaya
koyan, ve işbirlikçilerin görev tanımlamalarını işbirliği yapan öznelerden ayıran
soyutlanmış bir sistem şeklinde ele alındığına tanık oluyoruz işbirliğinin. Tam
da bu nedenle önceki kuşaklara göre çok daha fazla alet üretmemize rağmen
bu aletler hakkında o kadar fikir üretemiyoruz. Çünkü önümüzde duran katı
bir işbirliği şablonumuz var artık. Doğrusal olmayan ve kendiliğinden yöne-
limleri önceden tahmin edilemez olan ve yaratıcı çatışma yönetimi (çözme
değil) becerisi gerektiren işbirliği süreçleri, hepimizin içinde evrimsel bir
cevher olarak bulunsa da, daha ortaya çıkmadan boğuluyor böylece. Bugün,
tarihimiz boyunca bambaşka (teknik olarak biricik hatta) perspektifleri olan
insanlar olarak işbirliği süreçleri içinde “kafa kafaya verebilmemizi” ve -oyunun
kurallarını daha fazla zevk almak adına oyun sürerken değiştiren çocuklarda
şahit olduğumuz gibi- “konuyu dallanıp budaklandırarak çatışmaları aşmamızı”
sağlamış olan doğal işbirliği becerilerimizi çepeçevre kuşatan öngörülmüş bir
sonuç, tıpkı diyalektikteki sentez gibi, tüm olası ayrıntı zenginliğini önemsiz
ve daha kötüsü görünmez kılıyor.
Yukarıda söz ettiğim gibi Sennett’in buna onlarca örneği var. Fakat bunların
arasında bir örnek var ki oldukça güncel ve popüler: Google. Google, 2009
yılında Wave adında bir online program duyurdu. Bu program, herkesin kul-
lanımına açılmadan evvel bir pilot grup ile sınanmak ve geliştirilmek istendi.
Programın amaçları doğrultusunda seçilmiş bu pilot kullanıcı grubunda yaza-
rımız da yer alıyordu. Wave’ın amacı, bir yuvarlak masa toplantısını birçok
kullanıcı ile zaman-mekan kısıtlamasından bağımsız ve online olarak taklit
etmek, hatta böyle bir sohbeti geleneksel ve modern yöntemleri kullanarak kayıt
altına alıp düzenleyen (yani yönetecek olan) bir yapay zeka yaratmaktı. Yani
bir proje fikrinin ortaya atılmasından geliştirilip uygulanmasına kadar aklınıza
gelebilecek tüm aşamalar, birbirini hiç tanımayan, farklı ülke ve zaman dilim-
lerinde yaşayan uzmanlar tarafından bu programın ara yüzü sayesinde, tıpkı
ofislerde saatler süren yüz yüze toplantılar zincirlerinde olduğu gibi, başarılı
şekilde sürdürülebilecekti.
Programı yaratan Google ekibinin lideri bu girişimi “eğer e-posta bugün icat
edilseydi bu Wave olurdu” diye duyurmuştu. Kısacası, klasik anlamdaki doğrusal
diyalog (soru-cevap; burada diyalektik kavramı hakkında metnin başındaki tar-
tışmaları genel hatlarıyla hatırlamakta fayda var) kavramından çok daha fazlası
olduğuna her gün onlarca kez bizzat deneyimleyerek emin olduğumuz, insanlara
özgü iletişim (communication) biçimi olan sohbetin (conversation) işbirliğine
dayalı karmaşıklığını İnternet ortamında da canlandırmaya yönelik iddialı bir
deneydi bu. Fakat işler beklenildiği gibi gitmedi. Çünkü sıradan bir sohbette
84
Yıldız / Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
bile birçok kez yaptığımız kırma, açma, kaynaştırma, karşılaştırma, onarma
gibi becerilerimizi iğdiş eden doğrusal bir sohbet algoritması kullanılıyordu.
Başka bir ifadeyle bir sohbette sapma ve yeni keşiflere yol açan ima, dağılma,
sessizlik, prova, kesme gibi beceriler öngörülmemiş, küçümsenmiş, sadece
konuya dair argümanlar ön planda tutularak geri kalan tüm ayrıntı zenginliği
yan pencerelerde eriyip yok olacak şekilde, velhasılı iletişim alanı sadece hedefe
hizmet etmek üzere düzenlenmişti. Bu düzenleme “doğal” çok sesliliğimize
aykırıydı. O yüzden yüz yüze geldiklerinde hızla rüştlerini ispatlayacak olan
oldukça deneyimli ve yetenekli bir çalışma grubu böyle bir ortamda yaratıcı
olamadı, dahası çalışmaktan zevk alamadı. Çünkü Sennett’e göre öngörülen
işbirliği diyalektikti, ama diyalojik değildi. Program kullanıcılarına diyalojik
bir ortam sağlayamadığı için, bir program mühendisliği mabedi olan Google,
bir sene sonra mealen “bunu niçin yapamadığımızı belki hiçbir zaman anlaya-
mayacağız” diyerek bu girişimi tekrar değerlendirmek üzere askıya almadan
doğrudan sonlandırdığını duyurdu.
Peki bu “diyaloji” kavramı nedir? Sennett, bu kavramı Beraber’de hayli
sık kullanıyor. Hatta çoğu kez diyalektikle karşılaştırıyor; diyalektikten pek
hoşlanmazken bu kavramdan oldukça hoşlanıyor. Bu kavramın mucidi 20.yy’ın
başında Rusya’da bir edebiyat teorisyeni olarak ortaya çıktı: Bakhtin. Diyaloji
kelimesinin etimolojisi bizi diyaloga götürüyor, ama diyalektik anlamdaki
diyaloga değil, çok boyutlu ve karmaşık bir kavram ağı üzerinde kayıp giden
konuşmacıların çekinmeden okyanuslar aşma deneyimi olan bildiğimiz sohbete.
Diyalojik bir konuşmada hedef ve bireysel tutumların baskısına maruz kalmaz,
tersine serbestlik hissiyle her sıra alışta karşılıklılığı gözeterek tekrar düzenleyip
bir biz olarak konuşuruz. Sadece sohbet de değil, örneğin ortak üretim, hatta tek
başına çalışma deneyimlerimiz bile diyalojiktir. Farklılıkların bir aradalığından
rahatsız olmadan, mutlak hedefler peşinde koşmadan, serbest akışla konunun
ya da malzemenin topografya ayrıntılarını keşfedip “hataya ilginç bir buluş
gibi davranarak” zevkle konuşur ya da çalışırız. Yüz binlerce yıl böyle yaptık
çünkü. Arada bir mesafe olduğunun farkında olup birbirimizle empatiyle yak-
laşmayı hiç elden bırakmadan, üzerinde hep beraber çalıştığımız malzemenin
olası her farklı temsilini paylaşıp algılarımızın ve alışkanlıklarımızın ötesine
geçmekte işbirliğinin faydalarını gördük.
Diyalojik deneyimlerimiz bizlere neşe de verdi. Kalabalığın karnaval
havasını yaşadık. Sınır aşarken eğleniyorduk. Birbirimize dâhil oluyorduk.
Görünen tek bir olgunun birden çok olasılığını merak ve deneyle birlikte kimi
zaman keşif kimi zamansa icat ediyorduk. Hata yapmaktan çekinmiyorduk.
İşte insan gruplarının Dünya üzerindeki büyülü izleri, bu coşku patlamalarının
izleridir; mezar, ateş, resim, taş alet, radyo ve internet. Bu metnin başında
diyaloji kavramı hakkında yüz yılları içine alan kısa bir öyküleştirme yaptım;
85
Yıldız / Psikoloji Çalışmaları Dergisi 34-1 (2014) 79-85
bu öykü Antik Yunan filozofları, Hegel, Marx ve Adorno arasındaki diyaloji-
dir aslında. Aynı kavram, ağızdan ağıza aktarılıp ufak ufak tatlanarak bugün
bu metnin yazarı ve okuyucularının zihninde çiğnenmeye devam etmektedir.
Zamanı ve mekânı aşan bir işbirliği örneği. Çatışma hiç tükenmiyor, işbirliği
devam ediyor çünkü.