ArticlePDF Available

Abstract and Figures

Evrim kavramı, bilinen canlılığın oluşum ve farklılaşma (saçaklanma) ilkelerini akla getirir. Neden sonra hemen her şeyin değişerek gelişme sürecine atıf yapmak için kullanılır olmuştur. Bu kavramın biyolojideki komşusu kalıtımdır. Kalıtım, canlılığın bir aktarımın ürünü olduğu fikrinden yola çıkarak bir kuşaktan diğer kuşağa belirli bir türün nasıl tutarlı bir karakteristikle devam ettiğine, türlerin nasıl birbirine karışmadığına dikkat çeker. Kalıtılan şey neyse, yapısal bir sürekliliğinin-korunan bir canlı yapısının-nedeni sayılmıştır. Yine biyolojide kalıtım ve evrim kavramları arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan bilim dalına da genetik denir. Bu kavramın kökeninde ise "köken ve oluşum" vardır. Canlılığın kökenini araştıran bu alan, RNA ve DNA yapılarını keşfetmiş ve "biyolojik düzenlilik" fikrinin Pandora kutusunu aralamıştır.
No caption available
… 
Content may be subject to copyright.
70 KİTAP •

Evrim kavramı, bilinen canlılığın
oluşum ve farklılaşma (saçaklan-
ma) ilkelerini akla getirir. Neden
sonra, hemen her şeyin değişerek
gelişme sürecine atıf yapmak için
kullanılır olmuştur. Bu kavramın
biyolojideki komşusu kalıtımdır.
Kalıtım, canlılığın bir aktarımın
ürünü olduğu fikrinden yola çı-
karak bir kuşaktan diğer kuşağa
belirli bir türün nasıl tutarlı bir
karakteristikle devam ettiğine,
türlerin nasıl birbirine karışma-
dığına dikkat çeker. Kalıtılan şey
neyse, yapısal bir sürekliliğinin
-korunan bir canlı yapısının- ne-
deni sayılmıştır. Biyolojide kalı-
tım ve evrim kavramları arasın-
daki ilişkiyi açıklamaya çalışan
bilim dalına da genetik denir. Bu
kavramın kökeninde ise “köken
ve oluşum” vardır. Canlılığın -
kenini araştıran bu alan, RNA ve
DNA yapılarını keşfetmiş ve “bi-
yolojik düzenlilik” fikrinin Pan-
dora kutusunu aralamıştır.
İnsan türünün biyolojik kalıt-
sal biriminin -birçok farklı türde
de olduğu gibi- DNA olduğunu
biliyoruz artık. Farklı olarak, vi-
rüslerinki ise genellikle RNA’dır.
Ve bizleri bir virüsten farklı-
laştıran en temel genetik olgu-
larından biri de iki iplikçikten
oluşan DNA’nın bu yapısından
kaynaklanan muhafazakârlığıdır.
Aslında bu muhafazakârlık, bü-
yükbabalarımızın sararmış resim-
lerine baktığımızda ağızlarımızın,
atasının yine DNA düzeyindeki
karışımından başka herhangi bir
çevresel etkiye tamamen kapa-
bir ortamda oluşturulduğuna
dikkat çekelim. Sonra her bir hüc-
re bölünmesinde (yani hücresel
düzeyde üremede) bu temel DNA
iplikçiği açılarak kendisini bire-
bir eşler ve yeni hücrelerin birine
bu kopyanın yeni iplikçiklerden
birini, diğerine ise diğerini gön-
derir. Ancak bir DNA’daki her bir
kodun karşıt kodu kesinlikle belli
olduğundan ata hücreden olduğu
gibi gelen iplikçik, karşı iplikçi-
ğini yeni baştan fakat aynen ata
DNA’da olduğu gibi üretmiştir
bile. Yani bu sistemin yarı kodu
olduğu gibi kaynaktan transfer
olmakta ve bu kod sistemi diğer
yarısını ideal durumda zorunlu
olarak orijinalindeki gibi üret-
mektedir. Şimdi bu sistem nasıl
muhafazakâr olmasın, değil mi?
Muhafazakâr bir bakışın eseridir
bu aslında. Yani doğrusallığı ön-
celeyen bir bilim anlayışı zaman
ve mekân algısını statikleştirir,
tekrara odaklanır. Şimdi metnin
başındaki evrim tanımımıza geri
dönelim: Oluşum ve saçaklan-
ma, dağılım yani. Peki kendini
tekrar etmeye bu denli meraklı
DNA’cıklar nasıl oluştu ve örne-
ğin memeli cinsinin altında nasıl
bu denli farklı yüzlerce tür oluş-
tu? Daha zor olan soru ise, nasıl
ara/alt türler var olduğudur. Bu
muhafazakârlık dozajı yüksek tıp-
çı bakış açısı, DNA’yı tutarlı şekil-
de açıklasa da, örneğin DNA’nın
lokal çalışmasının beklenmedik
bir değişiminden oluştuğu bilinen
kanser olgularının nedenini tam
anlamıyla açıklayamamaktadır.
MUHAFAZAKÂR
DNA








çenelerimizin, burunlarımızın
benzerliğine şaşırmamıza ve aynı
zamanda resimdekileri de birer
insan olarak bizimle aynı türün
mensubu görüp doğal olarak şa-
şırmamamıza neden olmaktadır.
Tuhaf bir örnek olacak, ama bir
virüsün büyükbabasını bu şekil-
de tanıma olasılığı zorunlu olarak
yok gibidir. Çünkü RNA, çevresel
şartların etkilediği hücre içi yapı-
lara göre esnek şekilde değişir ve
bu değişimi çoğalarak aktarmakta
gayet başarılıdır. Bu yüzden her
kış geçen kışın grip virüsüne göre
hazırlanmış grip aşısını tekrar ol-
sak dahi grip olmaktan kurtula-
mayız.
Peki, DNA neden muhafazakârdır?
Çok basit: Aynı türden iki birey
çiftleşerek yeni bir birey oluştu-
rurken, bu ataların üreme hücre-
lerinde de yer alan (çünkü aynı
bireyin bütün hücrelerindeki DNA
aynıdır, sadece çalışmaları fark-
lıdır) iki özgün DNA iplikçiği iki
deste iskambil kağıdının karılma-
sı gibi birbiri üstüne karılır ve ola-
sılıklar dahilinde her bir özelliğini
bu iki atasının birinden almış (bir
şeyle ilgili özellik ya bir atadan
ya da diğerinden gelir, olağanüs-
bir durum olmadığı sürece bir
özellik eklenip çıkartılmaz), fakat
atalarından da bir bütün olarak
tamamen farklı yeni bir DNA orta-
ya çıkar. Burada bu DNA’nın, iki
71
• KİTAP
Çünkü DNA, onu rastgele bir mu-
tasyona uğratabilecek yegâne güç
sayılan nükleer bir olayla karşı-
laşmadıktan sonra, sanki biyo-
kimyasal olarak çevresinden bi-
haber, inatçı bir bunak gibidir.
“Türlerin kökeni” hakkında bir-
çok iddia dinlemiş olsak da bugü-
ne dek, aslen temel mantık hatası
hiç giderilmemiştir. Bu başlık al-
tında Darwin ailesinden bu yana
türlerin statik düzeni çok iyi açık-
lanmış olsa da, herhangi bir aklı
evvel yaratıcı fikrine dayanmadan
hiçbir türün kökeni açıklanama-
maktadır. Çünkü iki yüz yıldır
tekrar eden temel hata, havuz-
da halihazırda verili ve kesin bir
türler arası ve tür içi ayrışma ve
çeşitlilikten doğru açıklanabilen
“doğal seçilim” mekanizmalarını
öncelemektir. Hal böyle olunca da
gelip dayandığımız nokta bir “gi-
zem” ya da fazla zorlama iddialar-
dır. Oysa ki bu tam anlamıyla bir
gizem değil, fiziğin diliyle, doğru-
sal olmayan karmaşık sistemlerin
dinamiğidir.
Jablonka ve Lamb, Evrimin Dört
Boyutu’nda evrim konusunu bu-
radan tartışmaya başlıyor ve bu-
radaki kalıtım sisteminin en az
dört belirgin alt sistemi olduğunu
ifade ediyor: Genetik, epigenetik,
davranışsal ve simgesel boyut-
lar. Bu altyapılar, kendi içlerinde
tutarlı sistemler olarak açıklana-
bilir ve, aynı zamanda, birbirine
“gerekli” önkoşul ve sonuç bağ-
larıyla da bağımlıdırlar. Bu fikir,
şaşkınlıkla “evrimde devrim” ola-
rak algılanmış olsa da, yazarlar
bizi bu fikrin, en azından genetik
ve epigenetik başlıklarında, aslen
Lamarck’a kadar geri gittiği konu-
sunda uyarır. Lamarck, şu basit
fikri savunan evrim teorisyeni:
Zürafaların boynu, daha yüksek-
teki yaprakları yemeye çalıştıkları
için kuşaktan kuşağa uzamıştır.
Darwin’e göre ise zürafalar içinde
boynu kısası da uzunu da vardı,
fakat uzun boyunlular yüksekteki
yaprakları da yiyebildikleri için
hayatta kalıp seçilmiş oldular, kı-
salar ise ayıklandı.
İşte DNA’nın muhafazakâr ele alı-
nışı, bu zamana kadar Darwin’in
vitrinde kalmasını sağladı. Bel-
ki de Darwinci olmak adına çok
taze bir keşif olan DNA’ya da
böyle bakılıp duruldu, kim bilir.
Halbuki Lamarck, etkileşimin bi-
reyde, toplulukta, kuşak içinde
ve hatta sonraki kuşaklarda bile
genetik değişime, hatta körleme-
sine de değil bildiğiniz amaçlı,
yani işlevsel, bir değişime sebep
olabileceğini ifade etmişti çok
zaman önce. Sistemi bir eleme
değil türeme mekanizmasıyla
açıklamıştı. Bunu, bugüne dek
yapıldığı gibi, bilim dışı bir iddia
sayıp görmezden gelebilmek için
“muhafazakâr DNA” pek geçerli
bir kanıt değil oysa. Çünkü Jab-
lonka ve Lamb’ın da vurguladık-
ları üzere, evrim adına DNA her
şey demek değil, aksine yaşam
kendisine birçok yol bulabilmiş
görünmekte. Bu yüzden salt bi-
yolojik bir indirgeme doğru bir
bakış açısı sunmayabilir bize bu
karmaşayı anlamakta. Zaten şim-
diki bilgilerimize göre DNA’nın
kendisi belirli bir karakterin orta-
ya çıkmasını garantilemiyor, aksi-
ne DNA kendi çevresinden gelen
biyolojik sinyallere göre çalışıyor
ve işte bu çalışmanın bir sonucu
belirli bir karakterin ortaya çıkışı
(buna epigenetik deniyor).
Canlılığın temel motivasyonu kör-
lemesine aktarılabilirlik değil,
esnek sürdürülebilirliktir. Canlı
kendisinin oluşunu zaman içinde
tekrar eder, doğru. Bu şekilde ürer.
Ancak hayatta kalmak sadece boş
bir havuza doğmak ve çoğalmak
değildir. Çevreye adaptasyon ve
(mesela insan söz konusu oldu-
ğunda bana daha çarpıcı gelen)
çevreyi değiştirme yetileri (yani
niş inşası, belki de bunları tek bir
yetinin iki yüzü olarak ele almak
daha doğru olur) hayatîdir. Çün-
canlı, büyük bir varoluş ağın-
da yer almaktadır. Kaynağı, bu
ağın bir noktasındaki olasılıkla-
rın dengesinden ortaya çıkmıştır.
Hayatta kalması, bu olasılıkların
girift dengelerinin devam etmesi-
ne bağlıdır. Fakat evrenin pek de
o kadar uslu bir çocuk olmadığı-
nı biliyoruz artık. Dolayısıyla ge-
nin “kör bir bencil” olmasından
çok, adaptif açıdan alışveriş ya-
pan bir işbirlikçi olması gerekir.
Çünkü, Tanpınar’ın ifadesiyle,
değişerek devam etmek, devam
ederken değişmekilkesel olarak
canlılığı da anlamada hakikaten
zaruri görünmektedir. Diğer türlü,
canlılığın ne ortaya çıkışını ne de
varoluşunu sürdürmesini açıkla-
yabileceğimiz bir enstrüman kalır
elimizde.
Evrimin Dört Boyutu
E. Jablonka ve M.J. Lamb
Çeviren: Mehmet Doğan
Boğaziçi Üniversitesi
Yayınevi, 2007
ResearchGate has not been able to resolve any citations for this publication.
ResearchGate has not been able to resolve any references for this publication.