Content uploaded by Aslı Vatansever
Author content
All content in this area was uploaded by Aslı Vatansever on Oct 27, 2017
Content may be subject to copyright.
1
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
PREKARYA GECELERĐ
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
Yrd. Doç. Dr. Aslı Vatansever
Doğuş Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi
Đnsan ve Toplum Bilimleri Birimi Öğretim Üyesi
avatansever@dogus.edu.tr
Özet: 1970ler’den bu yana üretimin esnekleşmesine bağlı olarak gerçekleşen
bir dizi toplumsal değişimle birlikte, emeğin doğasında ve sınıf ilişkilerinde
de önemli bir dönüşüm yaşandı. Esnek çalışma koşulları sebebiyle giderek
güvencesizleşen ve sınıfsal örgütlenme olanaklarını da kaybettiği görülen
yeni beyaz yakalılara, giderek sıklıkla prekarya denmektedir. Siyasi ve
toplumsal kayıtsızlıkla özdeşleştirilmiş ve kendisinden devrimci dönüşüm
anlamında ümit kesilmiş olan bu “yeni tehlikeli sınıflar”, kendilerine
yakıştırılan “apolitik” tanımının aksine, insanlık tarihinin en büyük protesto
dalgasını meydana getirdi ve sürdürüyor. Sınıfsal yapılarından beklenmeyeni
yaptıkları ölçüde, bir bakıma Rancière’in Proletarian Nights kitabında
bahsettiği, 1830lar’ın henüz proleterleşmekte olan, ama tüm varlıklarıyla bu
kategorileştirmeye direnen, “işçi olmak istemeyen” işçilerine benziyorlar.
Anahtar kelimeler: kapitalizm, sınıf, sınıf bilinci, zaman rejimi, esnek
üretim, prekarya, direniş
THE PRECARIAN NIGHTS
The futureless white-collar workers’ dream in 21st-century world
Abstract: Along with a series of social changes that the increasing flexibility
of production has generated since the 1970s, the nature of labor and class
relations have underwent a major transformation. The white-collar workers
who are confronted with an ever decreasing security at all levels, and who
also seem to have lost the capacity to organize as a class, are often being
called the precariat. These “new dangerous classes” are usually associated
with political and social apathy and no hopes for a revolutionary change
were put on them. However, despite the general conviction of them being
“apolitical”, the precariat has become the actor of the largest protest wave in
human history, which still continues to this day. To the extent they do the
unexpected, the precarians seem to resemble, in a way, the workers of the
2 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
1830s who were yet on the way to proletarianization, and were trying to resist
that categorization with all their might, as depicted in Jacques Rancière’s
monumental book The Proletarian Nights.
Keywords: capitalism, class, class consciousness, time regime, flexible
production, precariat, resistance
1. GĐRĐŞ
Dünya 2011’den beri giderek yayılan ve güçlenen, beklenmedik isyan
dalgalarıyla çalkalanıyor. Bu küresel dalgayı etkileri ve çapı bakımından, 1848
ya da 1968 gibi diğer geniş çaplı kalkışma momentleriyle kıyaslamak mümkün
olabilir. Eric Hobsbawm daha 2011 yılında, Arap Baharı’na ve Occupy
hareketlerine bakarak, yaşanan isyan dalgasının “kendiliğinden patlak veren ve
bir ülkede başlayıp kısa sürede tüm kıtaya yayılan başka bir devrimi, 1848’i
hatırlattığını” söylemişti (Hobsbawm, 2011). 1848’deki Halkların Baharı da,
tıpkı bugünkü sistem karşıtı dalga gibi, pek çok farklı kesimi ve talebi içinde
barındırıyordu. Ancak gerçek şudur ki, 1848 ayaklanmalarının en önemli
ayaklarını, Ren Nehri’nin batısındaki işçi hareketleri ile doğusundaki ulusçu
hareketler oluşturuyordu ve her ikisi de modern dünya sisteminin net bir
şekilde tarif edilmiş iki fay hattının üzerinden ilerliyordu: ulusal egemenlik ve
sınıf çatışması (Arrighi, Hopkins, Wallerstein, 1991: 35). Özellikle hareketin
sınıfsal ayağı göz önüne alındığında, hâlihazırda devrimci bir güç olarak tarif
edilmiş ve bunun üzerinden kendisine özel bir ideoloji üretilmiş olan
proletaryanın öncü rolü, bugünkü duruma kıyasla çok da şaşırtıcı değildi. Oysa
bugün, André Gorz’un deyimiyle “işçi sınıfına elveda” denmesinin üzerinden
çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçti (Gorz, 1982). En azından 1970ler’den beri,
sanayi kapitalizminden finans odaklı enformasyon kapitalizmine doğru yapısal
bir dönüşüm gerçekleşti ve buna bağlı olarak eskiden kabaca orta sınıf diye
tanımlanmış olan toplumsal tabaka giderek sınıfsızlaştırılmış, amorflaşmış bir
kitleye dönüştü. Çalışma koşullarından kariyer olanaklarına, bireysel
ilişkilerinden estetik anlayışına kadar hayatının her alanında “esneklik” adı
altında sonu görünmeyen bir belirsizliğe mahkûm edilen bu kitleye, güncel
sosyolojiyi takip ederek prekarya demek yanlış olmayacaktır.
1
1
Pierre Bourdieu’den David Harvey’e, Manuel Castells’den Richard Sennett’a kadar pek çok
sosyal bilimci, giderek esnekleşen üretim ilişkilerinin iş gücü üzerindeki muğlâklaştırıcı
etkisini konu etmiştir. Ancak sınıfsal bir kategori olarak prekaryanın ilk kez Guy Standing’in
The Precariat kitabında detaylı bir şekilde ele alındığı söylenebilir (Standing, 2011a). Standing
sistematik olarak prekarya üzerine çalışmaktadır (Standing, 2011b, 2013). Ancak terim, Noam
Chomsky gibi diğer araştırmacılar tarafından da benimsenmiş ve giderek kamusal tartışmalarda
da yer edinmeye başlamıştır (Chomsky, 2012: 32-33). Chomsky, “toplumun periferisinde,
belirsiz bir varoluş durumunda yaşayan insanlar” diye tanımladığı prekaryanın karşısına, Citi
Group’un Amerika’daki toplumsal eşitsizlik üzerine hazırladığı rapordaki sansasyonel ifadeyi
kullanarak, plutonomy denilen lüks tüketime meyilli, varlıklı kesimi koyar. Nicolas Bourriaud,
Jacques Rancière’e yanıt olarak yazdığı “Precarious Constructions. Answer to Jacques
Aslı Vatansever 3
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Klasik anlamdaki proletaryanın hem demografik olarak küçüldüğü, hem de
siyasi olarak ağırlığını yitirdiği bir sistemde artık sınıf hareketlerinden
bahsedilip bahsedilemeyeceği, daha adil bir toplum tahayyülünü hangi kesimin
sırtlanıp ileriye taşıyabileceği üzerine karamsar tartışmalar en azından
1989’dan beri gündemdeyken, 2011’de aniden tüm gerçekçi sınıf analizlerinin
ötesinde bir şey gerçekleşti. Siyasi ve toplumsal kayıtsızlıkla özdeşleştirilmiş
ve kendisinden devrimci dönüşüm anlamında ümit kesilmiş olan, çoğunlukla
sınıfsal konumunu veya isyan ettiği şeyin sistemik boyutunu dahi tarif
edemeyen bir kitle, insanlık tarihinin en büyük protesto dalgasını meydana
getirdi ve sürdürüyor. Dünyanın her yerinde, farklı vesilelerle ayaklanan
kalabalıklar, kendilerinden beklenmeyeni yaparak, kendilerine yakıştırılan
apolitik tanımlamasını yalancı çıkarıyorlar. Bunu yaparken, neoliberalizmin
esnekleşme adı altında çalışmayı her ana yayarak bireyin yaşamını tedhiş eden
zaman rejimine, insanı tümden merkezden çıkaran mekânsal düzenlemelerine
ve istikrarsızlıktan beslenen toplumsal ilişkilerine de meydan okuyorlar. Bu
anlamda 1848’den ziyade, belki de en çok Rancière’in bahsettiği, 1830lar’ın
henüz proleterleşmekte olan, ama tüm varlıklarıyla bu kategorileştirmeye
direnen, “işçi olmak istemeyen” işçilerine benziyorlar.
2. RANCĐÈRE’ĐN PROLETERLEŞMEYĐ REDDEDEN ĐŞÇĐLERĐ
Jacques Rancière, ilk kez 1981 yılında Nights of Labor adıyla yayınladığı
Proletarian Nights’da, 1830lar Fransa’sının henüz proleterleşmekte olan zanaat
kökenli işçilerinin deneyimlerini anlatır (Rancière, 1981/2012). Kendisini
“işçi” diye bir üst kategori yerine hâlâ bağlı olduğu sektörler üzerinden
tanımlayan bu sınıf, sistem içindeki pozisyonuyla henüz yüzleşmektedir.
Kendisine yüklenmek istenen ideal-tipik “işçi” rolüne karşı, bir işçiden
beklenmeyen bir şeyi yaparak, düşünerek, tartışarak, okuyarak ve yazarak,
ressam ve şair olmanın hayalini kurarak direnmeye çalışır. Ve bunu da
mesaiden arta kalan zamanından, dinlenip bir sonraki iş günü için enerji
toplayacağı gecelerden çalarak yapar. Böylece sistemin dayattığı sınıfsal
kategorilere de, zamansal ayrımlara da, burjuvazinin tekelindeki faaliyetlere el
atarak ve günlük rutinin dışına çıkarak kafa tutar.
Rancière, esas “tehlikeli” sınıfların toplumu aşağıdan çökertmeye çalışan
“uygarlaşmamış” olanlar değil, kendilerine yüklenen işin dışındaki faaliyetlere
zaman ayıran ve bu sayede burjuvazi/proletarya, iş/boş zaman sınırlarını
bulanıklaştıran bu sınıflar arası “göçebeler” olduğunu söyler (Rancière,
1981/2012: xxvii). Rancière’e göre “tehlike”, bireyin sömürülüyor olduğunu
Rancière on Arts and Politics” makalesinde, Đngilizce precarious (dengesiz, belirsiz,
istikrarsız) ve proletariat (proletarya) kelimelerinin karışımından türetilmiş bu neolojizmin
etimolojik kökenlerinden bahseder. Precarious kelimesi, feodal sistemde bir süreliğine
kullanım hakkı kiraya verilen kilise topraklarını tanımlayan precaria kelimesinden türemiştir.
Buradan hareketle, statüsü ve akıbeti belirsiz şeylere precarious denmiştir. Buna uygun olarak,
prekarya da, sistem içersindeki konumu ve akıbeti, kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşümden
dolayı belirsiz hâle gelmiş olan grupları tanımlamakta kullanılır (Bourriaud, 2010).
4 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
fark etmesi değildir; sömürüldüğü ve belli bir pozisyona sıkıştırılıp kaldığı bu
dünyanın dışında da bir dünya olabileceğini görmesi, o dünyayı, kaçamak dahi
olsa, deneyimlemesidir. Rancière’in işçi-entelektüelleri sosyologlar, toplum
mühendisleri ve burjuva entelektüelleri tarafından kendilerine çizilenden farklı
bir ütopyayı yaşayarak kurar ve işçi sınıfının çıkarlarına ve kimliğine dair inşa
edilen tüm kurguları alt üst ederler.
Klasik sosyoloji bize bu dönemi, işçi sınıfının henüz sınıf bilincine
ulaşamamış olduğu erken sosyalizm dönemi olarak anlatır. Rancière’in işçileri
ise, aksine, piyasa içindeki konumlarının pekâlâ farkında görünmektedirler.
Sermayenin gözünde bir üretim faktöründen ve soyut bir kategoriden başka bir
şey olmadıklarını, kendilerinden beklenenin – kendi varoluşsal kurtuluşları için
dahi olsa – düşünce üretmek değil, gündüz çalışıp, gece dinlenmek olduğunun
bilincindedirler. Ertesi günkü mesai için dinlenmeleri gerekirken uyanık
kalarak sistemin kendilerine dayattığı zaman rejimine, uyanık kaldıkları
saatlerde burjuva entelektüellerinin tekelindeki okuma-yazma-tartışma
faaliyetleriyle uğraşarak da mesleki ve epistemolojik ayrımlara meydan
okurlar.
Modern kapitalizm, mesleki farklılaşma ve uzmanlaşma mekanizmalarıyla
herkes için üretkenliğin türünü üst-belirler. Modern kapitalizmdeki bu
farklılaşma ve iş bölümü, özünde en az modern öncesi toplumlardaki
tabakalaşma kadar ilkel ve barbarcadır, ancak daha incelikli bahanelerle
gerekçelendirildiği için, içerdiği manevi şiddeti daha zarif bir şekilde
gizleyebilir. Toplumsal hareketliliğin katı yasalarla ve yazılı/yazısız kurallarla
engellendiği modern öncesi toplumlarda iş bölümü doğuştan gelen farklılıklara
dayandırılıyordu. Kapitalizmde ise kanunen ve teoride toplumsal hareketliliğin
önünde bir engel yoktur, hatta kapitalizmin başarısı, insanlara, eğer çok çalışır
ve sistemin mantığına uygun hareket ederlerse, günün birinde
yükselebilecekleri illüzyonunu sunabilmesidir.
Bununla birlikte ekonomik olarak sınıf atlamadan, diğer sınıflara özgü
aktiviteler içinde yer almak veya ön görülen gündelik rutinin dışına çıkmak hoş
görülmeyecektir. Diğer her şeyde olduğu gibi, düşünsel ve kültürel üretim
meselesinde de modern kapitalizmin yeterlilik prensibi devreye girer. Modern
kapitalist toplum, Antik Çağ toplumları gibi, insanların doğuştan köle veya
efendi, filozof veya çiftçi olarak doğduğunu öne süremez. Başat sınıfı olan
burjuvazi zaten “bireysel girişimle” yükselmiş sıradan vatandaşlardan oluştuğu
için, tarihsel olarak kendisini, her türlü kalıtsal ayrıcalık ve kast sisteminin
anti-tezi olarak tanımlamak durumundadır. Ancak modern toplum da toplumsal
iş bölümünü eğitim ve yeterlilikle gerekçelendirir.
2
Buna göre, her işin
gerektirdiği bir eğitim vardır ve bireyin bunu tamamlamadan o alana geçiş izni
2
Toplumsal iş bölümü, bir yanıyla, klasik iktisadın göreli üstünlükler prensibinin mikro ölçekli
bir yansıması gibidir. Göreli üstünlükler teorisine göre, her ülkenin en düşük fırsat maliyetiyle
üretebileceği üründe uzmanlaşması, uluslararası ticarette herkes için en kârlı durumu
yaratacaktır. Mesleki yeterlilik prensibi ile bunun üzerine kurulu eğitim sistemi, bir nevi, göreli
üstünlükler teorisinin toplumsal iş bölümüne tercümesi olarak görülebilir.
Aslı Vatansever 5
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
yoktur. Dolayısıyla modern toplumda düşünme faaliyeti dahi mesleki
yeterlilikle izin kazanılan bir iş kolu hâline gelir. Bu sistemde artık birilerinin
doğuştan düşünme yetisinden yoksun olduğu ya da köle olarak doğduğu de
jure olarak öne sürülemese de, bazı sınıflar maddi olanaksızlıklar nedeniyle
sahip olamadıkları eğitimden ötürü de facto olarak kültürel-düşünsel üretim
alanının dışında tutulur.
Bu perspektiften bakınca, okuyan-yazan ve sanatla ilgilenen işçiler, modern
toplumun yeterlilik prensibini çiğnemektedirler. Üstelik de bunu yaparken ne
üretim ilişkileri içerisindeki konumlarına, ne de sosyologların onlara yüklemek
istediği kolektif mücadeleye hiçbir şey katmayacak kültürel/düşünsel
faaliyetlerle uğraşmaktadırlar. Onları sistemin tahakkümünden kurtarmak
isteyen düşünce biçimi bile, nihayetinde, onları öncelikle işçi olarak görmek
ister. Mazlum ve kurtarıcı rollerinin mutlak netliği için buna ihtiyaç duyar. Bir
yandan, Hannah Arendt’in, kişinin kendisini ancak suçlandığı şey üzerinden
savunabileceği tezindeki gibi, burjuva entelektüelleri de “mazlumların” ancak
tam anlamıyla proleter konumuna girdikten sonra o konumdan kurtarılmayı
hak edecekleri konusunda şartlanmış gibidirler. Mazlum sayılmanın yeterlilik
koşulu, tam anlamıyla sistemin ideal-tipik proleter kategorisine uygun bir
yaşam sürmektir. Bunun anlamı, kendini tamamen sistemin dayattığı kategori
içerisinde görmeye başlayana (yani sosyolojinin “sınıf bilinci” dediği şeye
erişene) dek, fiziksel ve manevi varlığını tüketen bir üretim biçiminin dayattığı
rutine teslim olmaktır. Buna göre, kapitalizmde proleter olmayanın devrime ve
daha adil bir toplumsal sisteme ihtiyacı (ve tabii hakkı) yoktur.
3
Diğer yandan, “kurtarıcı” da, kurtarma eyleminin gerektirdiği yeterliliğe
sahip olmalıdır. Bu düşünceye göre, emekleri ve zamanları sistem tarafından
tüketilen işçilere, tüketilmelerinin niteliği de, bundan nasıl kurtulacakları da
olsa olsa kendilerini düşünsel aktiviteye adayacak lüksleri olan burjuva
entelektüelleri tarafından anlatılabilir. Neticede “sustukları zaman [işçileri]
dinlemek daha keyiflidir” (Rancière, 198172012: 15). Düşünmek ve
düşündüğünü dile getirmek, bunun için mesleki yeterliliği olanların
tekelindedir. Bir bakıma, Rancière’in “işlevsiz şeylere gizli bir aşk besleyen
işçileri” (Rancière, a.g.e.,: 8), gecelerini kapitalist artı-değer üretimi açısından
da, sistem karşıtı ideolojik formüllerin ön gördüğü devrimci eylem bağlamında
da “hiçbir işe yaramayacak” aktivitelerle geçirerek, aslında üretkenliklerini
piyasanın ihtiyaçlarına göre zorla sınırlayan bu araçsal rasyonaliteye karşı
direnmektedirler.
3. KÜRESEL DÖNÜŞÜM VE PREKARYANIN DOĞUŞU
Sanayi kapitalizmi, zanaattan ve tarımdan devşirilerek fabrikalara ve
onların etrafındaki çöküntü mahallelerine hapsedilen; zorla soyut bir kategori
3
Batılı sosyalistlerin uzun zaman “henüz sanayi gelişimini ve dolayısıyla proletarya
oluşumunu tamamlamamış” sömürge halklarının sefaletine karşı gösterdikleri kayıtsızlık da bu
şartlanmışlığın bir yansıması olarak görülebilir.
6 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
hâline getirilen ve en sonunda ancak o kategori üzerinden kendini savunarak
minimum bir güvence kazanabilen sanayi işçilerinin omuzları üzerinde, onları
madden ve manen tüketerek kurulmuştu. Sanayi sonrası küresel kapitalizm ise
proleterleştirilen beyaz yakalılardan ve kariyersizleştirilen nitelikli işgücünden
devşirilerek, her anlamda belirsiz bir yaşama hapsedilen, ama sınıfsal bir
kategori hâline gelmesini de zorlaştıracak ölçüde parçalı olan, sınıfsızlaştırılmış
bir sınıfın omuzları üzerinde yükseliyor. Ağırlık merkezi üretimden finans
spekülasyonuna, sanayi üretimi ise hammadde ve işgücünün nerdeyse
müstehcen bir ucuzlukta sömürüldüğü Üçüncü Dünya ülkelerine kaymış olan,
zihinsel yapısı ve davranışsal pratikleri giderek artan bir oranda dijital
teknolojinin kısa vadeli doğası tarafından şekillendirilen bu yeni kapitalizmde,
emeğin doğasından işin tanımına, estetik anlayışından en samimi insan
ilişkilerine kadar her şey esnekleşme adı altında süreğen bir belirsizlik
durumuna giriyor. “Değişmeyen tek şeyin değişim” kabul edildiği modern
dünyadan, “kesin olan tek şeyin belirsizlik” hâline geldiği bir dünyaya geçişin
sarsıcı etkileri kendisini, her alanda bir kontrol ve güvence kaybı şeklinde
hissettiriyor.
En azından 1970ler’den beri kapitalizmin küresel bir dönüşüm içersinde
olduğu kabul edilir (Castells, 1996, 1998; Graeber, 2011: 36; Harvey, 2006:
13-29; Harvey, 1999: 164; Standing, 2011a: 26). Bu dönüşüm, sermayenin
hem emek, hem de meta piyasalarındaki krizi çözmek için üretimi
çeşitlendirmeye gitmesiyle açıklanır (Streeck, 2012: 31; Harvey, 1999: 317).
Bunun sonucunda oluşan “yeni kapitalizmin” karakteristik özelliği, Fordist-
Keynesçi sistemin üretim, örgütlenme ve regülasyon bağlamındaki katılıklarını
aşmış, esnek bir üretim biçimine dayanmasıdır. Yönetimde giderek artan
esneklik, üretimin merkezsizleşmesi ve ağ tipi örgütlenmeye yönelmesi, iş
gücünün nitelik ve mesai bakımından esnemeye zorlanması, kadınların kitlesel
olarak işgücüne katılmaya başlamalarıyla birlikte ücretlerde düşüş
4
bu
dönüşümün önemli öğeleridir. Ancak üretim ilişkilerindeki bu değişim, aynı
zamanda, tabii ki siyasi ve toplumsal bir dizi sonucu da beraberinde
getirmiştir.
5
Siyasi anlamda çok önemli bir nokta, devletin, regülasyon
yapmama kisvesi altında, sermaye lehine deregülasyona yönelmesiyle birlikte,
refah devleti kazanımlarının giderek altını oyan neoliberal devlet modelinin
hayata geçirilmesi olmuştur. Toplumsal anlamda da, üreticinin, daha önce
olmadığı ölçüde talebin emrine girmesi, sosyal hayatın da, daha önce hiç
4
Örneğin Guy Standing bu düşüşün sebebini, kadınların iş yaşamına girmesiyle birlikte, artık
erkeklerin aile geçindirecek kadar maaş almalarının gereksiz hâle gelmesiyle açıklar.
5
Manuel Castells, bu dönüşümün ayaklarını, toplumların üretim, iktidar ve tecrübe ilişkileri
olmak üzere üç düzlem üzerine kurulu olduğu önermesinden yola çıkarak açıklar. Üretim
ilişkileri ayağında, iş gücünün esnekleştirilmesine sermayenin giderek güçlenmesi eşlik eder ve
dolayısıyla toplumsal eşitsizliğin giderek artması söz konusudur. Đktidar ilişkilerindeki en
önemli dönüşüm, ulus-devletin güç kaybı ve kültür temelli çatışmaların artmasıdır. Castells’in
tecrübe ilişkileri diye tanımladığı toplumsal ilişkiler düzleminde ise, paternalizmin krizine
eşzamanlı olarak aile, evlilik ve benzeri bağlılık temelli ilişki biçimlerinin krizi öne çıkar
(Castells, 1998: 371-380).
Aslı Vatansever 7
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
olmadığı kadar piyasa güçlerinin istilasına uğramasıyla sonuçlanmıştır
(Streeck, 2012: 32). Bunun anlamı, Wolfgang Streeck’in deyimiyle, bireyin
diğerleriyle olan ilişkisini ve kendi konumunu tanımlama biçiminin, yani
toplumsallaşmanın, tüketime dayalı hâle gelmesidir.
6
“Tüketime dayalı
toplumsallaşma” (sociation by consumption), beraberinde tüketim cemaatlerini
(communities of consumption), yani bireylerin birbirleriyle tüketim
alışkanlıkları üzerinden bağlılık ve ilişki kurdukları bir durumu getirmiştir.
Streeck’e göre, bireyin, kimliğini tüketim alışkanlıkları üzerinden tanımladığı,
yani piyasadan seçtiği ve satın aldığı öğelerle kurduğu bu toplumsal yapıda, bu
seçimi gönlünce yapabilecek maddi imkânlara sahip olan üst ve üst-orta
sınıflarda kolektif eyleme olan ilgi azalırken, aynı imkânlara sahip olmayan alt
sınıflar ise tarihsel çaresizlik içine girerler (Streeck, 2012: 43).
Üretimden başlamak üzere, tüm toplumsal kurum ve faaliyetlerin sermaye
lehine düzensizleştirilmesine dayanan bu esnek rejim, iş gücü üzerinde yıkıcı
bir etki yapmıştır. Neticede, Standing’in de dediği gibi, bu sistemde “işlevsel
esnekliğin özü, firmalar için, iş bölümünü maliyetsiz bir şekilde hızla
değiştirebilmeyi ve işçileri görevler, pozisyonlar ve iş yerleri arasında
kaydırabilmeyi mümkün kılmaktır” (Standing, 2011a: 36). Đş gücünün sermaye
karşısındaki bu savunmasız konumu, neoliberal devletin de yardımıyla, son yüz
elli yıldır işçi hakları namına kazanılmış her şeyin altının oyulmasıyla yakından
ilgilidir. Bu süreç, aynı zamanda iş yerindeki düzenlemeyle de pekiştirilir.
Esnek rejimin temel öğeleri olan “kurumların kökten değişimi”, “esnek
uzmanlaşma” ve Sennett’ın “merkezileşme olmadan yoğunlaşma” dediği yatay
hiyerarşik iş örgütlenmesi, özellikle zamanın spesifik bir organizasyonuna
dayanır (Sennett, 2012: 57). Çalışma zamanının ve koşullarının
esnekleştirilmesi, yarı-zamanlı, esnek veya geçici sözleşme bazlı işe alım,
profesyonel işçi yerine stajyer çalıştırma gibi pratiklerle desteklenir. Bu arada,
bunlara bağlı olarak, esneklik adı altında sömürünün zamansal ve hukuki
engellerden sıyrılması mümkün hâle gelir.
Prekarya, bu sistemsel dönüşüme bağlı olarak, tüm dünyada giderek
sayıları artan ve tüm vasıflarına rağmen minimum iş güvencesinden bile
yoksun insanlardan müteşekkil bir “anti-sınıf” olarak ortaya çıkar. Bireyin, iş
piyasalarının acımasız rekabet koşullarında her an sistemin dışına itilme
korkusundan dolayı, haklarının çiğnenmesine, vasıflarının
önemsizleştirilmesine ve sömürüyü içselleştirmeye razı gelecek derecede
sindirilmesi sürecine prekarizasyon (prekerleşme) deniyor. Prekerleşme, en
genel anlamıyla, bireyin hem şahsi ve mesleki vasıflarının hiçleştirilmesi, hem
de geleceğinin belirsizleştirilmesi olarak özetlenebilir. Düzenli gelir ve süreğen
istihdam garantisinin olmadığı bir ortamda, iş gücünün giderek daha geniş bir
kısmı prekarize olmaktadır. Bu anlamda, artık prekaryanın içine sadece
genelde esnek istihdam ve çalışma koşullarıyla özdeşleştirilen hizmet sektörü
vb. sektörlerin çalışanları veya toplumsal olarak hep belirsiz çalışma
6
Streeck burada toplumsallaşma için Georg Simmel’dan ödünç aldığı Vergesellschaftung
kavramını kullanır (Streeck, 2012: 35).
8 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
koşullarına mahkûm edilmiş olan göçmenler, kadınlar vb. gruplar girmez.
Geleneksel olarak güvenli ve mesleki prestiji yüksek sayılan akademisyenlik
vb. alanlar da bugün giderek artan bir belirsizleşmenin etkisindedir (Bora,
Bora, Erdoğan, Üstün, 2011; Grosser, 2008). Buradan yola çıkarak, kimin
prekaryaya dâhil edileceği sorusuna “üretim ilişkileri içersindeki konumuna
bağlı olarak, sürekli kaygı ve kontrolü kaybetme korkusu yaşayan herkes” diye
cevap verebiliriz (Standing, 2011a: 24).
7
Đş piyasasına entegre olması mümkün olmayan ve toplumun kenarlarında
yaşayan tabakayı bu kategorinin dışında tutarsak, prekarya, proletaryadan
farklı olarak, yüksek eğitimli, burjuva kriterlerine göre “iyi bir yaşama”
ulaşmak için gereken şartların çoğunu yerine getirmiş ve prensipte kendisini
sermaye ile çelişki içersinde tanımlamayan bir sınıftır. Dolayısıyla liberalizmin
vaatlerine, proletaryadan farklı olarak, gerçekten inanmış bir sınıfla karşı
karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Guy Standing’e göre, bu vaatlere
ulaşmasının önündeki reel bariyerler, sistem karşısındaki öğrenilmiş çaresizlik,
sınıf düşme korkusundan ya da hak ettiğine inandığı hayata ulaşamamaktan
duyulan kronik güvensizlik ve kendini geliştirme imkânı sunmayan pragmatik
işlerin yol açtığı körelme duygusu, prekaryada öfke, anomi, kaygı ve
yabancılaşmaya yol açar. Buna ek olarak, prekarya, proletaryanın sınıfsal
bağlılığına ve gururuna da sahip değildir, çünkü Standing’in de belirttiği gibi,
sürekli uçurumun kıyısında olmanın, mesleki vasıflarına ve eğitim geçmişine
tekabül edecek olan yaşam biçiminin altında yaşamanın gurur duyulacak hiçbir
yanı yoktur (Standing, 2011a: 19-22). Ekonomik konum olarak da prekarya
“Marxian anlamda bir sınıf değildir; kendi içinde bölünmüş ve sadece korkular
ve güvensizliklerde birleşmiştir” (Standing, 2011b).
Bu sınıflaşamamış sınıfın ideolojisiz, apolitik ve fazlasıyla bireyci/bencil
olduğu (ya da ideal-tipik olarak öyle olması gerektiği) uzunca bir süredir kabul
görüyordu. Ta ki 2007-2008 krizinin koşullarıyla yeni iletişim teknolojilerinin
sağladığı imkânlar, en azından 1990lar’ın sonundan beri süreksiz, bölük-
pörçük ayaklanmalarla ve alternatif küreselleşme talepleriyle ortaya çıkan bu
çokluktan, çok parçalı ve amorf, ama bir o kadar da yüksek sesli bir yüzde
doksan dokuz yaratana kadar (Mason, 2012: 28-30).
8
4. SĐSTEM KARŞITI BĐR MÜCADELE BĐÇĐMĐ OLARAK SINIF
ROLLERĐNĐN REDDĐ
Sanayi kapitalizminin araçsal rasyonalitesi, bireyi, kendisi için öngörülen
bir üretim faaliyeti ile o faaliyete devam edebilmesi için gereken dinlenme
görevinden ibaret bir rutine hapseden modern zaman rejimi tarafından
7
Standing, pek çok ülkede yetişkin nüfusun en az dörtte birinin bu tanıma girdiğinin tahmin
edildiğini söylüyor.
8
Paul Mason, Lehman Brothers iflas edene dek, dünya solu da dâhil olmak üzere, kimsenin
kayda değer bir toplumsal hareket beklemediğini söyler. Mason’a göre, son yıllarda
burjuvazinin kapitalist realizmine, kitlelerin iktidarsızlık ve solun yenilgi hisleri eşlik etmiştir.
Aslı Vatansever 9
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
desteklenir. Dinlenmek, sanayi toplumunda bir hak veya lüks değil, üretime
devam edebilmek için tekrar güç toplamak (recharge) üzere yerine getirilmesi
gereken bir görevdir. Modern sanayi kapitalizminin ileriki aşamalarında
dinlenme zamanının da bir tüketim unsuru olarak kullanılabileceği
keşfedilince, buna bir de zihni boşaltmaya (discharge) yönelik eğlence faaliyeti
eklenecektir (ki bu faaliyetin bazı türleri de, bazı statü grupları için bir
zorunluluk hâline gelir). Modern sanayi toplumunda böylelikle mesai süresi de,
mesai dışı zaman da piyasanın gereklilikleri tarafından rehin alınır. Bu
sistemde işçi için, içini istediği şekilde doldurabileceği bir süre anlamında boş
zaman diye bir şey yoktur; yalnızca çalışması, dinlenmesi veya rahatlaması
gereken zaman birimleri vardır ve bunlar net sınırlarla birbirinden ayrılmıştır.
Modern sanayi kapitalizminde mesai saatinin olduğu gibi, dinlenme zamanının
da piyasa açısından pratik bir işlevi vardır. Đşçinin dinlenerek topladığı enerji,
mesai süresinde tekrar üretime aktarılacak bir artı-değerdir. Dolayısıyla
dinlenmek burada bir hak değil, bir zorunluluktur, “çünkü gece, gündüzün işini
sipariş edenlere aittir” (Rancière, 1981/2012: 16). Rancière’in işçileri ise bu
zorunlu dinlenme zamanını, pratik bir değeri olmayan aktivitelerle
“harcadıkları” bir boş zaman dilimine çevirerek, sanayi toplumunun zaman
rejimini sabote ederler.
Bu, sınıf mücadelesinden de öte, bizatihi sınıf kategorisinin kendisine karşı
verilen bir savaştır; sınıfsal ayrımların zaman rejimindeki izdüşümünü geçersiz
ve anlamsız kılma potansiyeli taşır. Gerçek şudur ki, sınıfsal eşitsizliğin
gündelik hayatta en çok acı veren ve vicdanı yaralayan yanı, üretim araçları
üzerindeki mülkiyetten ziyade, zamanı kullanım biçimi ve tüketim
alışkanlıkları üzerinden görünürlük kazanır. Zamanımızı ne ölçüde zorunlu
olmayan, keyfi aktivitelere ayırma ve buna rağmen aç kalmama lüksüne sahip
olduğumuz, önemli bir sınıfsal göstergedir. Bu nedenle Rancière pek de haksız
değildir; sınıflar arası sınır ihlalleri ve eşitsiz zaman rejimine karşı başkaldırı,
net bir şekilde tarif edilmiş sınıf kategorileri üzerinden yapılacak
mücadelelerden daha tehlikeli olabilir. Yalnızca modern kapitalizm için değil,
en genel anlamda sınıflı toplum için yıkıcı sonuçları olabilecek olan, belki de
sınıf bilinci değil, bizatihi sınıflandırılmayı reddetmektir.
Bununla kastedilen, sınıf hareketlerinin sonunun geldiği değil, tam tersi
sınırlarının genişletilebileceğidir. Bunu bir nevi strateji değişikliği olarak da
düşünebiliriz. Bugün kapitalizm, gerek üretim süreçleri, gerekse iş
örgütlenmesi bazında esnekleşmiş ve merkezsizleşmişse, sistem karşıtı
mücadele de, bu her yere yayılmış olan hedefe karşı çoklu cepheler yaratmak
durumundadır. Bugünkü toplumsal hareketler, bir yanıyla, bu çoklu cepheleri
yaratmış gibidirler. Yeni sistem karşıtı hareketlerin esnek örgütlenme biçimleri,
taleplerindeki çeşitlilik, coğrafi yaygınlıkları ve iletişimsel olanakları,
gerçekten de, savaştıkları sistemin pek çok farklı yerinde delikler
açabilmelerini mümkün kılabilir. Bununla birlikte, sistemin
merkezsizleşmesinin tek boyutu iktisadi küreselleşme, dijital ekonomi ve yeni
gözetim taktiklerinden ibaret değildir. Dolayısıyla sistem karşıtı isyanın
10 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
merkezsizleşmesi de, birçok farklı talebin, dünyanın her yerine yayılmış olan
gevşek gruplar tarafından dile getirilmesinden biraz daha farklı bir stratejiyi
gerektirir.
Sistemin esnekleşmesi ve merkezsizleşmesi, mekânsal ve örgütsel anlamda
yayılmanın dışında, iktidarın kontrol mekanizmalarının bizatihi bireyin oto-
kontrol mekanizmaları hâline gelmesi ve sistemin kategorilerinin bireyin
zihnindeki ön-kabullere dönüşmesi şeklinde de tezahür eder. Buna,
Bourdieu’nün dediği gibi “çalışanların sömürüyü kabul eder hâle gelmesinin”
(Bourdieu, 2006: 73) yanı sıra, sistem içersindeki sınıfsal ve statüsel konumuna
uygun yaşamak ve hareket etmek de dâhildir ki, bu kabulleniş en çok zamanı
ve imkânı tanımlama biçimimizde ortaya çıkar. Bugün, büyük ölçüde esnek
üretim ve esnek mesai prensibinin hâkim olduğu yeni kapitalizmde, zamanın
kullanımı da, mümkün olanın tarifi de, sanki bireyin inisiyatifine bırakılmış
gibi görünür. Ancak gerçek şudur ki, “zamanın düzenlenmemiş gibi göründüğü
anlarda bile zamanın mikro-yönetimi söz konusudur” (Sennett, 2012: 58) ve
neticede her şey “bireye özel” tasarlanıyor gibi gözükse de, neyin mümkün
olduğunu hâlâ ön-belirlenmiş seçenekler tanımlar. Bugün sınıfsızlaşmış gibi
görünen ve artık kendisini “işçi” diye tanımlamama “lüksüne” sahip olan
kitlenin kategori-dışı gibi görünen hâli de, en az sanayi kapitalizmindeki
proleterin konumu kadar, sistem tarafından ön-belirlenmiştir ve kesinlikle
tercihli bir durum değildir. Dolayısıyla buradaki sınıfsal esneklik, gerçekten
aşılmış bir sınıf olgusuna işaret etmez. Konumu ve akıbeti belirsizler sınıfı, ya
da prekarya, proletaryadan farklı olarak zaten tanımı (ya da tanımsızlığı)
gereği sınıflar-arası, statüler-arası gidip gelebilen, katı sınıfsal ahlaki kodların
ve estetik algıların kıskacından çıkmış gibi görünen bir kümedir. Ama ne
toplumsal konumundaki olası gel-gitler, ne de hiçbir zaman dâhil olamayacağı
plutonomiye öykünen etik ve estetik yönelimleri, gerçekte kendisinin seçimi
değildir. Birincisi, neredeyse tamamen, iş piyasasındaki şanslarına bağlıdır;
ikincisiyse kendisine pazarlanan rüyadan ve onun beşinci sınıf
imitasyonlarından ibarettir.
9
Esnek kapitalizmde “işçi olmaktan kurtulmuş”
işgücünden beklenen yegâne şey, varlığına içkin olan belirsizliği kabul etmesi
ve bunun kendisine özgürlük olarak pazarlanmasına razı gelmesidir. Bu razı
geliş, hiç kuşkusuz, ancak kolektif düşünceden soyutlanmış ve tarihsel/siyasal
bağlamından koparılmış bir özgürlük anlayışıyla mümkün olabilecektir.
Öyleyse bugün, esneklik kisvesi altında yaşamın her anına ve alanına nüfuz
9
Tanıl Bora, Radikal gazetesi için Gezi protestoları sırasında kaleme aldığı “Beyaz Yakalıların
Đsyanının Ardında Ne Var?” yazısında, bu yanılgıyı eğlenceli bir üslupla özetler:
“Prekarizasyona dayalı istihdam rejimi, bir “gençlik”, “yenilik”, “değişim” mitolojisiyle
beraber yürüyor. Üç-beş yıldan fazla aynı işte çalışmak, başarısızlık alameti sayılıyor bu
rejimde. Aynı işyerinden emekli olan ruhsuz memur imgesine karşı, bir kariyer hedefinden
ötekine zıp zıp iş, araba, telefon, ev, eş, şehir değiştiren “profesyonel” imgesi reklamlarla,
filmlerle, plaza-ofis efsaneleriyle parlatılıyor. Üç otuz paraya çalışanların çoğuna böyle
hovarda bir yaşamın anca hayali kalıyor; onlar da o üç otuz paralarını öyle bir yaşamın vitrinini
oluşturacak kılıklara, aksesuarlara harcıyorlar…”. http://www.radikal.com.tr/
hayat/beyaz_yakalilarin_isyaninin_ardinda_ne_var-1140107
Aslı Vatansever 11
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
etmiş olan sisteme karşı mücadelenin başlayacağı nokta, sistemin bireyi maruz
bıraktığı bu tanımsızlık ve onun kaçınılmaz sonucu (ya da garantisi) sayılan
toplumsal kayıtsızlık olmalıdır.
Bugünün tanımsız iş gücünden farklı olarak, Rancière’in işçilerinden
beklenen şey, bir sınıf olduklarını kabul etmeleri ve bu köşeli sınıfsal konumun
gerektirdiği sorumlulukla hareket etmeleriydi. Bu sorumluluk, işverene göre,
sanayi kapitalizminin katı zaman ve üretim rejimine uymalarıysa, sosyalistlere
göre de, hayatlarını sınıf mücadelesine ve devrim fikrine adamalarıydı. Ancak
neticede her iki beklenti de, öncelikle, kendilerini sistemin onlara yüklediği rol
içersinde görmeleri ve bu rolü içselleştirmeleri şartına dayanıyordu. Onlarsa
“insan karakterinin bütün derinliğini yok etme tehlikesini [barındıran]
endüstriyel rutine” (Sennett, 2012: 37) karşı, “insan” olmak
10
ve burjuvaziye
bahşedilmiş olan “asil tutkuları” yaşamak istediler.
11
Bunu yaparak, hem 19.
yüzyıl işçi sınıfına dair kalıplaşmış yargıları gözden geçirmemize neden
olacak, hem de, doğru okunursa, sistem karşıtı mücadele için yeni ufuklar
açabilecek bir alternatif tarih bıraktılar.
Bugünün prekerleri de, farkında olmadan, bu alternatif tarihin atlasında
yürüyor gibidirler. Kolektif düşüncenin ancak cenaze merasimine yetişebilmiş,
muhafazakârlığa meyletmesi olası görünen bir sınıf
12
, ani bir dönüşle,
kendisine yakıştırılan kayıtsızlığı tersyüz edip, daha eşitlikçi toplum
talepleriyle meydanları doldurdu, birkaç gün içinde barikatlar yapmayı öğrendi,
kendine özgü bir direniş estetiği yarattı ve parklarda neredeyse proto-sosyalist
topluluklar kurdu. Wall Street’ten Syntagma’ya, Gezi Parkı’ndan São
Paulo’ya, Tahrir’den Bahreyn’e, farklı ya da benzer taleplerle sokaklara
dökülenlerin hepsinin ortak noktası, bugüne kadar kendilerine pazarlanmış olan
bireysel, tüketime yönelik ve biçimsel özgürlük mefhumuna karşın, kolektif ve
kelimenin gerçek anlamıyla politik bir özgürlük anlayışını temsil etmeleridir.
Rancière’in “uykunun gaddar gecesine” (Rancière, 1981/2012: 16) ve onun
temsil ettiği sınıfsal zaman rejimine direnen işçi-entelektüelleri gibi, 21.
yüzyılın preker-aktivistleri de alışveriş kataloglarından seçim yapmakla sınırlı
özgürlüklerinin yerine, var olan sistemin koordinatlarını değiştirme
özgürlüğünü koyuyorlar.
13
Ve bunu yaparken, kendilerine dair kalıplaşmış tüm
yargıları yerle bir ediyorlar.
10
Rancière, 1981/2012, Donald Reid’in Önsözü, s. xx.
11
Rancière, burjuva entelektüellerine özgü “asil tutkuların sırrına ermek isteyen marjinal
işçilerle, işçinin ıstırabına vekillik etmek isteyen marjinal entelektüeller arasındaki
beklenmedik buluşmalar ve akıcı sohbetlerden” bahseder (Rancière, a.g.e.: 20).
12
Guy Standing, prekaryanın kendi iç gerilimlerinin, çoğu kişinin büyük resmi görmesini
engellediğini ve bu sınıfı popülist ve neo-faşist politikacıların demagojilerine açık hâle
getirdiğini söyler (Standing, 2011a: 25). Gerçekten de dünyanın pek çok yerinde bu yönde bir
eğilim olduğu yadsınamaz, ancak prekaryanın tanımı gereği çok parçalı ve çok katmanlı bir
sınıf olduğunu ve bu sınıfı oluşturan geniş toplumsal aralığın son yıllarda giderek sola yaklaşan
bir ucu da olduğunu unutmamak gerekir.
13
Burada Slavoj Zizek’in biçimsel özgürlük / gerçek özgürlük ayrımı akla gelir. Zizek’in,
Lenin’in Menşeviklerle olan polemiği üzerinden ele aldığı bu ayrıma göre, biçimsel özgürlük
12 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Prekaryadan siyasi angajman ve kolektif eylem beklenmemesinin başlıca
nedeni, prekerliğin Sennett’ın kullandığı anlamda bir “karakter aşınmasını”
tarif etmesidir. Sennett’a göre, sanayi sonrası esnek kapitalizmdeki üretim
ilişkileri, toplumsal ve bireysel ilişkilerdeki tutunma ve devam
mekanizmalarını aşındırarak, bireyin toplumsal benliği olan karakterini inşa
edebileceği referans noktalarını da erozyona uğratıyor. “‘Uzun vade yok’
anlayışı uzun vadede kişinin davranışını yolundan saptırıyor, güven ve sadakat
bağlarını zayıflatıyor; iradeyle davranışı birbirinden koparıyor” (Sennett, 2012:
30). Bu koşullarda, tanımı gereği sürekli bir belirsizlik ve oturmamışlık
durumu içinde yaşamak zorunda kalan prekarya, toplumsal hareketlerin
gerektirdiği bazı temel unsurlardan yoksun görünmektedir: Dünyaya ve
topluma karşı, bireysel yaşam süresinin de ötesine geçen uzun vadeli bir
sorumluluk hissi, irade ve bu iradeyi davranışa tercüme edecek olan dirayet.
Bununla birlikte, Proletarian Nights’ta anlatılan dönemden iki yüz yıla
yakın bir zaman sonra, Rancière’in, gecelerini sınıfsal rolüne uymayan işlerle
geçiren proleterleri gibi, post-endüstriyel toplumun prekerleri, zamanlarını
işgal eden sisteme karşı, o sistemin mekânlarını işgal ederek misilleme yapıyor
ve kendilerine biçilen sınıfsal kadere meydan okuyor. Farklı yerlerde,
birbirinden çok farklı görünen vesilelerle ayaklanan kitlelerin, nerdeyse
hepsinin “uyanmak” fiili üzerinden sloganlar türetmeleri tesadüf olmasa
gerektir. Occupy Wall Street’te yüzde bir diye tanımladıkları finans
oligarşisine, Tahrir’de ve Ortadoğu’nun başka yerlerinde diktatörlere, Gezi
Parkı’nda otoriter devlet anlayışına karşı haykırılan “uyandık!” mesajlarının
altında, elbette ki, öncelikle bir farkına varma, gerçeğe ayma anlamı vardır.
Ama yaşamın her alanını işgal eden neoliberal zaman rejiminin terörüne karşı,
yaşamın her anına yavaş yavaş sızan bu isyan, aynı zamanda gitgide küçültülen
ve uykudan başka bir şeye yetmeyen sözde “boş zamanı” da geri almak değil
midir? Üstelik birey, yeni kapitalizmde sürekli ulaşılabilir olmak zorunda
olduğu için uykunun bile her an bölünmesine hazırlıklı olmak durumundadır.
Đşin ve dinlenmenin katı olarak birbirinden ayrıldığı sanayi kapitalizminden
farklı olarak, enformasyon kapitalizminde iş, yeni iletişim teknolojileriyle
birlikte, yaşamın her anına ve her alanına geçiş kazanmıştır. Bu anlamda artık
uyku ya da genel anlamda dinlenme zamanı bile güvencede değildir. Sanayi
kapitalizminde bir zorunluluk olan dinlenme, enformasyon kapitalizminde,
tıpkı diğer her şey gibi, bir simülasyondan ibarettir; birey, bir yandan elinden
bırak(a)madığı akıllı telefonundan sürekli e-maillerini kontrol eder ya da sosyal
medyayı takip ederken dinleniyormuş gibi yapar. Uyku saatlerinin bile güvende
olmadığı bir durumda, kendilerini tavşan uykusunda tutanlara karşı, bilinçli
olarak uyanık kalıp meydanlarda ve parklarda nöbet tutmak, yerinde bir tepki
gibi görünmektedir. Capua’daki gladyatör okulunda hazırlanan köleleri,
efendileri eğlendirmek için savaşıyor gibi gözükmek yerine, özgürlükleri için
var olan güç ilişkilerinin önceden belirlediği koordinatlar içersinde ve izin verdiği ölçüde
seçim yapma özgürlüğü iken, gerçek özgürlük bizatihi o koordinatları değiştirme özgürlüğünü
ifade eder (Zizek, 2001: 113-124).
Aslı Vatansever 13
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
gerçekten savaşmaya çağıran Spartacus gibi, gece-gündüz meydanları ve
parkları dolduran prekerler de “boş” zamanlarında sistem için dinleniyor gibi
görünmek yerine, yaratmak istedikleri dünya için yorulmayı seçiyorlar. Belki
de bu yüzden sistemin siyasi baskı mekanizmaları olan devletler, hiçbir şiddet
eyleminde bulunmayan bu kitlelere karşı bu kadar sert davranıyor; artık var
olmayan bir zaman rejimini sürdürüyormuş gibi yapmayı reddettikleri ve
kendilerinden çalınmış olan boş zamanı geri almaya çalıştıkları için.
Burada, Gezi Parkı protestolarında da plastik bir şekilde görülen iki
karakteristik olgu dikkati çeker. Birincisi, Gezi Parkı protestolarının kült
sloganlarından biri hâline gelen “gündüz iş, gece direniş” sloganında ifadesini
bulan zaman olgusudur. Burada, tıpkı Rancière’in işçileri gibi gündüzleri
sermayenin emrinde olan, ama gecelerini, gündüz kendisine hükmeden
sermayenin ipoteğinden çıkarmak isteyen bir tavır göze çarpar. Üstelik
bugünkü hareketlerde geceler, 1830lar’daki proletarya gecelerinden farklı
olarak, bizatihi gündüz emrinde çalışılan sermayeye karşı kullanılır. Bu yarı-
zamanlı eylemcilik pratiği, sanki sistemin özüne dokunmadan direnmek gibi
görünebilir ki, bu haliyle tam da her anı işini kaybetme korkusuyla geçen bir
prekerden beklenebilecek bir harekettir. Ama unutulmaması gereken nokta,
bugün isyanın yalnızca protestocuların sokaklarda, barikatların arkasında
polisle çatıştığı, parkları savunduğu ya da meydanları doldurdukları anlarla
sınırlı olmadığıdır. Bu anlar, isyanın fiziksel tezahürüdür. Oysa tıpkı savaşılan
sistemin fiziksel tezahürleri ve mekânsal temsilleriyle sınırlı olmadığı gibi,
bugün isyanın tek boyutu da sokaklarda yaşanmaz.
Bu noktada, isyanın ikinci karakteristik özelliği devreye girer. Bu da, Gezi
direnişinin diğer bir ikonik sloganı olan “her yer Taksim, her yer direniş”
cümlesi üzerinden açıklanabilecek olan ilişkisel boyuttur. Başkaldırı, yalnızca
meydanlarda iktidarın kaba fiziksel ifadeleriyle çatışırken gerçekleşmez; eylem
alanının dışına taşar ve tüm toplumsal ilişkileri politize eder. Eylem günleri
boyunca, meydanlarda olamadığı anlarda bile, bireylerin, başka bir şeyden
bahsedememesi veya gözünü an be an olayları takip ettiği bilgisayar
ekranından ayıramaması, bunun gündelik hayattaki ifadelerinden yalnızca
biridir. Ancak isyanın ilişkisel boyutu, bunun da ötesinde, çalışma ve işin
kontrolüne girmiş olan tüm insani ilişki alanlarının geri alınmasını içerir. Yeni
kapitalizmde iş, normalde, yaşamın her alanını sömürgeleştirmiştir. Şu anda
ise, isyanın rizomatik bir şekilde yayıldığı ve zamanın ruhuna sindiği
söylenebilir. “Her yer Taksim, her yer direniş” sözü, bu anlamda, farklı
yerlerde Taksim’e destek için yürüyüşler yapılmasının yanında, isyan ruhunun
yaşamın her anına ve alanına sızmasını ifade ediyor gibidir. Bu sızma, her
şeyden önce, insan ilişkilerinin, hissedilir şekilde kapitalist rasyonalitenin
hükmünden çıkmaya başlamasıyla gerçekleşir. Direniş ortamında oluşan
dayanışmaya, bu dayanışma ortamını bozacak herhangi bir davranışta
bulunmaya “kıyamayan” bir kolektif sorumluluk hissi eşlik eder. Modern
kapitalizmin faydacı etikle zehirlemiş olduğu insan ruhu, eylemle, daha
doğrusu kolektif eylemin dönüştürdüğü insan ilişkileri içersinde arınır.
14 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Đsyanın zaman ve ilişki boyutları iç içedir, çünkü ilişkilerin iş mantığından
arındırılması eylemi, hiç kuşkusuz, çalışma ve iş mantığının rehin aldığı anları
da geri almayı gerektirir. Đşin, yeni teknoloji sayesinde tüm yaşama ve yaşamın
geçtiği mekânlara sızdığı enformasyon kapitalizminde, gündüz de, gece de
sadece işin farklı veçhelerinden ibaret hâle gelmiştir. Tam da bu nedenle
“gündüz iş, gece direniş”, basitçe eylem ve iş zamanlarının ayrılmasından
fazlasını ifade eder. Burada esas olanın direniş olduğu, işinse yalnızca
doldurulması gereken bir vakit olduğu vurgusunu görmemek imkânsızdır. Bu
anlamda, sokaklarda verilen mücadeleden daha önemli bir mücadele söz
konusudur: normalde her yere sızmış olan işin mantığının ikinci plana atılıp,
yerine isyan mantığının geçmesi. Üstelik isyan günlerinde gündüzler sokaklara,
barikatlara geri dönmeyi bekleyerek geçiştirilirken, gecelerse sistemin
mantığından kurtarılmış ilişkilerin zamanı hâline gelir. Protestocular, bir
yandan, kentsel alanları fiziken “işgal ederek”, mekânı neoliberal mantığın
taarruzundan korumaya çalışırlar. Diğer yandan, gecelerini sınıfsal yazgılarını
değiştirecek bir faaliyete adayarak, zamanı işin mantığından ve esnek çalışma
rejiminin teröründen kurtarırlar. Böylece prekarya geceleri, kapitalist
kentleşmenin yok ettiği siyasi kent olgusunu da, kapitalist zaman rejiminin yok
ettiği tatmin edici “boş zaman” olgusunu da, anti-kapitalist öğeler üzerine
yeniden inşa etmenin zamanı hâline gelir.
14
Hiç kuşkusuz, hâkim zaman rejiminin yükü bütün sosyoekonomik
sistemlerde, eşitsiz bir şekilde, yalnızca bazılarının omuzlarına biner. Ancak
modern kapitalizmde bu eşitsizliğe ek olarak, zaman başlı başına bir manevi
şiddet aracı görevi görmüştür. Ücretli emek mekanizmasının işlemeye
başladığı andan itibaren, vakit nakit hâline gelmiş; sanayi kapitalizminde
zaman, rutin ve standardize bir biçimde, üretimin üzerinden aktığı bir nevi
montaj hattı/konveyör bandına dönüşmüştür. Ve tıpkı fabrikadaki montaj hattı
gibi, zaman da işçinin edilgen bekçiliğine muhtaç, ama onun iradesinin dışında
akan bir şey hâline gelmiştir. Kısacası sanayi kapitalizminde işçi, üretici
gücüne yabancılaştığı gibi, zamanına da yabancılaşır, çünkü her ikisinin de
kullanım hakkı sermaye tarafından haraç-mezat satın alınmıştır. Bununla
birlikte modern kapitalizm, gündelik hayatı ruh çürüten bir rutinin
döngüselliğine hapsederken, kolektif tarihi hep daha ileriye gidecek olan
çizgisel bir süreç olarak kurgulamıştır. Sanayi kapitalizminin zaman rejimi,
insanı, sermayenin mantığına göre rasyonelleştirilmiş bir toplumsal düzenin
boğucu tekdüzeliğine hapsetmiş ve bireysel hikâyeleri, bu katı sistemin gene
aynı derecede katı sınıfsal kategorileri içinde eriterek tek tip hâle getirmiştir.
Ancak tek tip hâle getirilmiş bu hikâyelerin her birinin içerdiği kişisel trajediyi,
toplamda daha iyiye doğru gidecek olan soyut bir “insanlık” kategorisinin
tarihine dönüşecekleri iddiası ile bir süre meşrulaştırabilmiştir.
14
Burada, David Harvey’nin bahsettiği anlamda “kent üzerinde hak talep etme” stratejisini
görebiliriz. Harvey bununla tam da, “kenti, yoksulluk ve toplumsal eşitsizliği ortadan
kaldıracak, felaket çevre tahribatının yaralarını saracak bir imaj üzerinden, sosyalist bir örgütlü
topluluk olarak yeniden inşa etmek ve yaratmak” eylemini kasteder (Harvey, 2012: 138).
Aslı Vatansever 15
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Oysa “yeni kapitalizmin zaman boyutu, insanın karakteri ile bu karakterin
süregiden bir anlatıya dönüşmesini engelleyen çılgın zaman deneyimi arasında
bir çatışma yarattı” (Sennett, 2012: 29). Bugün bazıları tarafından bir
özgürleşme, yaratıcılaşma fırsatı gibi sunulmaya çalışılan iş yaşamındaki
esneklik, yalnızca düzenli bir gelire ihtiyaç duymayacak kadar sağlam mali
kaynaklara sahip olanlar için özgürlük demektir. Geri kalanlar için söz konusu
olan şey, işin sınırlarının, yaşamın her alanına nüfuz edecek derecede
bulanıklaşmasından, yani kısacası sömürünün esnekleşmesinden ibarettir.
15
Yeni kapitalizmde insanlar, değişimin bile pozitif anlamlarından sıyrılıp,
yalnızca çıldırtıcı bir belirsizliğe dönüştüğü bir döngüyü her an yaşamaya
mahkûm edilirler. Bunun karşılığında, modern öncesi geleneksel toplumdaki
döngüsel zamanın tevekkel güvencesinden veya sanayi toplumunun nispeten
sağlam rutininden bile mahrumdurlar. Đşte bugün “uyanan” kitleler, bu şartlar
altında, dünyanın kimin için ve nasıl olup da ilerleyeceğini sorguluyorlar.
Bu sorgulama, aslında, göründüğünden daha derin bir paradigmatik krizin
yansımasıdır ve bizatihi modern kapitalist dünyanın toplumsal değişim
mefhumuyla ilgilidir. Wallerstein, Fransız Devrimi’nin en önemli sonucunun,
“değişimin normal olduğu” kanısının yerleşmesi olduğunu söyler.
16
Gerçekten
de modern sanayi toplumunun karakteristik özelliklerinden biri, değişimin
kaçınılmaz, normal, hatta – kontrollü bir hızda ve kapsamda olduğu müddetçe
– istenilir bir şey olduğu konusundaki yaygın mutabakattır. Toplumsal
değişimle birlikte insan yaşamındaki belirsizlik faktörünün de nispi olarak artış
göstereceği, geleneksel toplumun güvenlik ve sadakat mekanizmalarının
önemli bir kısmının kaçınılmaz olarak aşınacağı, genel olarak kabul edilmiştir.
Ancak Richard Sennett’ın da dediği gibi, bugünkü değişim ve “belirsizliğin
garip yönü, bunun hiçbir korkunç tarihi felaket olmadan var olmasıdır;
belirsizlik güçlü kapitalizmin gündelik işleyişine sinmiştir” (Sennett, 2012:
30). Bugünkü dünyada, uzun dönemli değişimden de öte, anın ruhuna sinen bir
eğretilik ve istikrarsızlık, her şeyin etrafına örüldüğü tek gerçek hâline
gelmiştir. Kısacası, bugün, artık değişim banalleşmiştir. Nasıl ki Rancière’in
işçileri için entelektüel ve kültürel faaliyetlerle uğraştıkları anlar, sanayi
kapitalizminin ruh törpüleyici rutininden çıkıp hayatlarının anlam kazandığı
anlar idiyse, direniş de, bugünün prekerleri için bu geçmeyen belirsizliğin ve
üretken olmayan değişimin banalliğinden çıkma anıdır. “Çünkü dünya
15
Đşin tüm yaşama sızdığı ve bireyin işsiz kalmamak adına bu işgale boyun eğdiği esnekleşmiş
sömürü rejimi için sıklıkla Pierre Bourdieu’nün flexible (esnek) ve exploitation (sömürü)
kelimelerinden türettiği flexploitation kavramı kullanılır. Kavram, Türkçe’ye esnek-sömürü
olarak çevrilmiştir. (Bkz.: Bourdieu, 2006: 73). Klaus Dörre de Bourdieu’nün kavramını
kullanır (Dörre, 2006). Bu kavram, Hardt ve Negri’nin Đmparatorluk’ta tanımladığı
“sömürünün yok-yeri” kavramını çağrıştırır. Buna göre, sömürü zamansal ve uzamsal sınırların
ötesinde toplumsal ilişkilerin ruhuna sinmiş ve kullanım değerini tarif eden toplumsal üretimle,
piyasa değerini tarif eden ekonomik üretim arasındaki sınırları yok etmiştir (Hardt, Negri,
2001: 222-224).
16
Wallerstein bunu bugüne kadar sayısız kitapta ve makalede belirtmiştir. Burada Modern
Dünya-Sistemi üçlemesinin dördüncüsü olan son eserinin önsözüne veya ilk giriş cümlesine
bile referans vermek yeterli olacaktır: Wallerstein, 2011, s. xvi, s. 1.
16 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
hakkında bir yargıya varmak, günlük deneyimlerin yavaş birikimiyle değil,
ancak gerçek dünyanın sallandığı ve salt bir görüntüden ibaret hâle geldiği
anlarda mümkün olabilir” (Rancière, 1981/2012: 19).
Bugün içinde bulunduğumuz bu “özel an” da, tıpkı 1831’de Lyon’da
başlayıp kısa sürede Fransa’nın büyük kısmına ve Đngiltere’ye yayılan işçi
ayaklanmaları gibi, nispeten hâli vakti yerinde sayılabilecek, nitelikli iş gücü
tarafından ve bir ekonomik kriz anında ateşlendi. Ve tıpkı 1830lar'ın liberal
devletlerinin, sınıf çatışmasıyla karşılaştıkları anda mutlakiyetçi seleflerinden
farksız bir şekilde şiddete sarılmaları gibi, neoliberal devletler de, bunca
bireysel özgürlük ve insan hakkı söyleminin ortasında, kitleleri şiddetle
bastırmaya çalışmaktan çekinmediler.
17
Ancak ne var ki, tarihteki diğer
örneklerde olduğu gibi, vicdan bir kez reddettikten sonra, başkaldırı şiddetle
bastırılsa da, reddedilen şeyin tekrar meşrulaştırılması mümkün
gözükmemektedir.
Bununla birlikte, egemen güçler, gerçekten korkutucu boyutlardaki
isyanların ardından yeni saldırı taktikleri geliştirip, süreçten güçlenerek
çıkabilirler. Ne yazık ki, 1830lar’daki ayaklanmalar, net bilançoda, Đngiltere’de
iktisadi liberalizmi, Fransa’da ise merkeziyetçiliği ve ulusçuluğu
güçlendirmişti (Wallerstein, 2011: 85). Bugünkü isyan dalgasının da benzer
şekilde karşı tarafın elini güçlendirerek sonuçlanmasından korkulabilir. Ancak
1830’lar, liberal ulus-devletin konsolide olma dönemiydi ve devir her anlamda
burjuva kapitalizminin devriydi. Buna rağmen, bu dönemin ardından gelen
1848, bu dengenin de ne kadar kırılgan olduğunu göstermişti. Şimdiyse ne
ulus-devletler o dönemde Fransa ve Đngiltere arasında varılan emperyalist
uzlaşı gibi bir pakt yapabilecek ve bu sayede sınıf çatışmasını
dizginleyebilecek güçteler, ne de yüz elli yıllık sözlerinin çoğunu yerine
getirmediği anlaşılan liberalizm, artık eskisi kadar geçerli bir uzlaşma
platformu sağlayabilir.
18
Ancak bununla birlikte, elbette ki, karşı cephenin 19.
yüzyıla oranla kaybetmiş olduğu bazı kozlar olduğu gibi, daha adil bir dünya
için mücadele eden kesimlerin de göreli zayıflıkları var. Her şeyden önce
bugün dünyanın üzerinde dolaşan şey, net bir şekilde tanımlanmış bir sınıfsal
ütopyanın hayaleti değil, farklı kaynaklardan beslenen kitlesel bir hayal
kırıklığının, kimi zaman uzak görüşü engelleyen sisidir.
Hayal kırıklığı, tek başına sistem karşıtı bir örgütlenme meydana getirme
gücüne sahip olmadığı gibi, özellikle prekaryaya içkin olan belirsizlik
faktörüyle birleştiği anlarda, umut kırıcı etki de yapabilir. Ancak bununla
birlikte, hayal kırıklığı bazen çerçevesi net bir şekilde çizilmiş sınıf
17
1830lar’daki işçi hareketleri ve liberal devletin sınıf çatışmasına verdiği tepki üzerine detaylı
bir analiz için bkz. Wallerstein, 2011: 77-141.
18
Kapitalizme içkin eşitsizliklerle, her alanda eşitliği savunduğunu iddia eden liberal jeo-kültür
arasındaki tutarsızlık modern tarihe damgasını vurmuştur. Gerçekte liberalizm, piyasada,
kanun önünde ve fırsatlara erişim konusunda vaaz ettiği özgürlüklerle birlikte, sadece siyasi bir
pazarlık alanından ve zorunlu kalındıkça kısmen tartışmaya açılabilecek bir siyasi kavramlar
skalasından ibarettir.
Aslı Vatansever 17
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
bilincinden, programatik siyasi projelerden ve tutarlı değişim taleplerinden çok
daha etkili bir sistem karşıtı faktör olabilir. Sistemin temel önermelerine karşı
çıkmayan, hatta kendisi için de bu minvalde bir gelecek hayal eden kitlelerin
kandırıldıklarını fark ettikleri anda hissettikleri hayal kırıklığı ve kızgınlık,
prensip olarak daima sistemin çelişkilerinin bilincinde olmuş ve kararlı
biçimde bunları aşmak üzere programlar geliştirmiş olan kesimlerin süreğen
ama düşük yoğunluklu mücadelelerinden çok daha sarsıcı bir patlamaya yol
açabilir. Bu patlama, sistemin temeliyle alakalı olduğu ilk bakışta belli
olmayan vesilelerle su yüzüne çıkabilir – tıpkı 1968’de yeni neslin, aileden
devlete kadar burjuva toplumunun tüm katmanlarına sinmiş olan ikiyüzlü
ahlakçılık ve gizil otoritarizmle yüzleşmesinin Vietnam Savaşı vesilesiyle
başlamış olması gibi. Ancak patlama bir kez gerçekleştiğinde, toplumun pek
çok kesimini, sistemden hoşnut olmadıkları her neyse, onu dile getirmek
yönünde cesaretlendirir. Normalde sınıfsal, etnik veya başka taleplerinde yalnız
kalmış olan nispeten daha küçük grupların ve katmanların, daha geniş kitlelerle
sistemden (her ne kadar farklı nedenlerle de olsa) duyulan hoşnutsuzluk
temelinde ilişki kurabilmesini ve onların empatisini kazanabilmelerini sağlar.
Bu nedenle hayal kırıklığı, sistemden gerçekten umudu olan sınıflara da sirayet
edecek kadar derinleştiğinde sınıf, cinsiyet ve etnisite üstü bir siyaset alanı
açar. Bugün gördüğümüz küresel ölçekte hayal kırıklığı da, yılgınlıktan
kızgınlığa, sonra da uyanışa açılan ve iktidarın bilindik metotları (yok sayma,
tehdit, şiddet vb.) ile kapatılamayacak genişlikte bir kapı araladı. Kendisine
“yüzde doksan dokuz” diyen ve artık uluslar üstü bir dayanışma da sergileyen
kitleyi birleştiren ortak payda, işte bu hayal kırıklığıdır.
19
Güncel isyan dalgasının, klasik sınıf mücadelesi tanımlarına uymaması,
hareketin gidişatı bakımından endişe verici bir durum gibi görünebilir. Ancak
bugüne kadar sistemin işine yaramış olan belirsizlik, kitlenin gücü hâline de
gelebilir.
20
Ayaklanan kitleler kolayca bir kalıba sokulamayacak derecede
çoğuldur. Üstelik ilginç bir şekilde, çoğulluktan kaynaklanan
tanımlanamazlıkla, sistemin kendilerine dayattığı sınıfsal belirsizlikten
kaynaklanan tanımsızlığı birbirinden ayırt edebilmektedirler. Birincisini
kucaklarken, ikincisinin zamansal, mekânsal ve ilişkisel tezahürlerine karşı
çıkmaktadırlar. Bundan da önemlisi, şu an dünya sisteminin bir süredir içinde
bulunduğu kriz ve geçiş dönemi de, değişimin aktörlerine önemli bir fırsat
kapısı açmaktadır. Tarih göstermiştir ki, “en çok kriz zamanlarında elitler,
19
Empirik araştırmalar da, bu tezi destekler görünmektedir. Örn.: London School of
Economics bünyesindeki Sivil Toplum ve Đnsan Güvenliği Araştırmaları Birimi’ni yöneten
Mary Kaldor ve üç araştırmacının Haziran 2012’de yayınladıkları toplumsal hareketler
raporundaki önemli bulgulardan biri, 2011-2012 yılları arasında patlak veren kalkışmaların
hepsinin ortak noktasının biçimsel demokrasinin başarısızlığından ve hâkim siyaset
anlayışından duyulan hayal kırıklığı olduğu yönündedir (Kaldor, Selchow, Deel, Murray-
Leach, 2012).
20
Hannes Charen, Occupy hareketi örneği üzerinden, bu tip hareketlerin belli taleplerden ve
üzerinde mutabakata varılmış bir mesajdan yoksun oldukları eleştirisini tartışır. Charen’a göre,
bu eleştiriler, hareketin, siyasetin doğasını ve bireyler arası ilişkileri dönüştürerek hiçbir
partinin yapamayacağı bir şeyi yaptığını görememektedirler (Charen, 2012).
18 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
toplumsal hareketlerin baskılarına açık hâle gelirler ve radikal değişimler
mümkün olabilir” (Smith ve Wiest, 2012).
21
Böyle bir durumda, bugünün
1848’e ne kadar benzediği tartışılır olmakla birlikte, yakın bir gelecekte
1848’den daha geniş çaplı ve kalıcı sonuçlar bırakacak bir sınıf hareketinin
ortaya çıkması beklenebilir. Böyle bir hareketin taşıyıcısı, büyük bir ihtimalle,
bilinen sınıfsal kategorileri aşan ve her türlü sınıflaştırmayı reddeden, ancak bu
sefer sorunlarının kaynağının, mahkûm edildiği belirsizlikte yattığını daha net
bir şekilde tarif edebilecek olan prekarya olacaktır. Bu senaryo gerçekleşirse,
yapısal belirsizliğin yükünün, bu belirsizlikten nemalanan yüzde birin konforlu
ve kaygılardan azade yaşam sahasına da sıçraması kuvvetle muhtemeldir.
KAYNAKÇA
Arrighi, G., Hopkins, T., Wallerstein, I. (1991), Sistem-Karşıtı Hareketler, (C.
Kanat, B. Somay ve S. Sökmen, Çev.), Metis Yayınları, Đstanbul.
Bora, A., Bora, T., Erdoğan, N., Üstün, Đ. (2011), Boşuna Mı Okuduk?
Türkiye’de Beyaz Yakalı Đşsizliği, Đstanbul: Đletişim.
Bora, T. (2013), “Beyaz Yakalıların Đsyanının Ardında Ne Var?”, Radikal,
02.07.2013.
Bourdıeu, P. (2006), Karşı Ateşler, (Halime Yüksel, Çev.), YKY, Đstanbul.
Bourrıaud, Nicolas, “Precarious Constructions. Answer to Jacques Rancière
on Art and Politics”, http://www.skor.nl/_files/Files/OPEN17_P20-37(3).pdf
Castells, M. (1996), The Information Age I: The Rise of the Network Society,
Blackwell.
Castells, M. (1998), The Information Age III: Economy, Society and Culture,
Blackwell.
Charen, H. (2012),“Communicability and the Police”, Journal for Occupied
Studies, http://occupiedstudies.org/articles/communicability-and-the-
police.html.
Chomsky, N. (2012), Occupy, Penguin, Londra.
Dörre, K. (2006), “Precarity – The Cause and Effects of Insecure
Employment”, http://www.goethe.de/ges/soz/dos/arb/pre/en1870532.htm.
21
Wallerstein da, benzer şekilde, pek çok yerde, kriz ve geçiş anlarında küçük girdilerin büyük
çıktılarla sonuçlanma potansiyelinin arttığını söyler (örn. Wallerstein, 1999: 132).
Aslı Vatansever 19
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Graeber, D. (2011), Debt, The First 5000 Years, Melvillehouse, NY.
Grosser, M. (2008),“Prekäre Lage, Immer mehr Akademiker können von ihren
Hochschulstellen nicht leben”, http://www.dradio.de/dlf/sendungen/campus/
722789/.
Gorz, A. (1997), Farewell to the Working Class: An Essay on Post-Industrial
Socialism, (Michael Sonenscher, Çev.), Pluto Press, Londra.
Hardt, M., Negri, A. (2001), Đmparatorluk, (Abdullah Yılmaz, Çev.), Ayrıntı.
Đstanbul.
Harvey, D. (2012), Rebel Cities, Verso, London.
Harvey, D. (2006), Spaces of Global Capitalism. Towards a Theory of Uneven
Geographical Development, Verso, London/NY.
Harvey, D. (1999), Postmodernliğin Durumu, Metis, Đstanbul.
Hobsbawm, E. (23 Aralık 2011), BBC News, “It Reminds of 1848…”.
http://www.bbc.co.uk/news/magazine-16217726.
Kaldor, M., Selchow, S. (2012), The ‘Bubbling Up’ of Subterranean Politics in
Europe, Civil Society and Human Security Research Unit, London School of
Economics and Political Science.
Mason, P. (2012), Why It’s Kicking off Everywhere, The New Global
Revolutions, Verso, London/New York.
Rancıère, J. (2012), Proletarian Nights. The Workers’ Dream in Nineteenth-
Century France, (Đkinci baskı), London/NY: Verso. (Birinci baskı: Nights of
Labor, 1981).
Sennett, R. (2012), Karakter Aşınması. Yeni Kapitalizmde Đşin Kişilik
Üzerindeki Etkileri, (Barış Yıldırım Çev.), Ayrıntı, Đstanbul.
Standing, G. (2011a), The Precariat, The New Dangerous Class, Bloomsbury,
Londra/NY.
_________ (01.06.2011), “Who Will Be A Voice for the Emerging
Precariat?”, The Guardian, http://www.guardian.co.uk/commentisfree/
2011/jun/01/voice-for-emerging-precariat.
__________ (19.04.2013), “Defining the Precariat: A Class in the Making”,
Eurozine, http://www.eurozine.com/articles/2013-04-19-standing-en.html.
Streeck, W. (2012),“Citizens as Customers. Considerations on the New
Politics of Consumption”, New Left Review 76, Temmuz-Ağustos 2012, s. 27-
47.
Wallerstein, I. (2011), The Modern World-System IV: Centrist Liberalism
Triumphant, 1789-1914, University of California Press, Berkeley/Los
Angeles/London.
20 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Wallerstein, I. (1999), The End of the World As We Know It. Social Science for
the Twenty-First Century, University of Minnesota Press,
Minneapolis/London.
Zizek, S. (2001), On Belief (Thinking in Action), Routledge, London/NY.
Aslı Vatansever is Assistant Professor at the Faculty of Arts and Sciences of
Doğuş University, Istanbul where she is teaching courses on sociology, world
history, and history of Eurocentrism. She got her doctoral degree in January
2010 from the University of Hamburg (magna cum laude). Her doctoral
dissertation on the origins of Islamism in the 19th century Ottoman Empire
was published the same year by Dr. Kovac Publ., Hamburg. Her current
research activities focus primarily on the crisis of capitalism, the changing
nature of class relations, and the new forms of social protest.
Aslı Vatansever Đstanbul Doğuş Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde
yardımcı doçenttir ve sosyoloji, dünya tarihi ve Avrupa-merkezcilik tarihi
konularında dersler vermektedir. Doktora derecesini Ocak 2010’da magna
cum laude derecesiyle Hamburg Üniversitesi’nden almış; Đslamcılığın 19.
Yüzyıl Osmanlı toplumundaki kökenleri üzerine yazdığı doktora tezi aynı yıl
Hamburg, Dr. Kovac Yayınevi’nden kitap olarak çıkmıştır. Güncel olarak
kapitalizmin krizi, sınıf ilişkilerinin değişen doğası ve toplumsal muhalefetin
yeni biçimleri üzerine çalışmaktadır.