ArticlePDF Available

PREKARYA GECELERI. 21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası

Authors:

Abstract

Along with a series of social changes that the increasing flexibility of production has generated since the 1970s, the nature of labor and class relations have underwent a major transformation. The white-collar workers who are confronted with an ever decreasing security at all levels, and who also seem to have lost the capacity to organize as a class, are often being called the precariat. These “new dangerous classes” are usually associated with political and social apathy and no hopes for a revolutionary change were put on them. However, despite the general conviction of them being “apolitical”, the precariat has become the actor of the largest protest wave in human history, which still continues to this day. To the extent they do the unexpected, the precarians seem to resemble, in a way, the workers of the 2 Prekarya Geceleri 21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi December 2013 Aralık 1830s who were yet on the way to proletarianization, and were trying to resist that categorization with all their might, as depicted in Jacques Rancière’s monumental book The Proletarian Nights. Keywords: capitalism, class, class consciousness, time regime, flexible production, precariat, resistance
1
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
PREKARYA GECELERĐ
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
Yrd. Doç. Dr. Aslı Vatansever
Doğuş Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi
Đnsan ve Toplum Bilimleri Birimi Öğretim Üyesi
avatansever@dogus.edu.tr
Özet: 1970ler’den bu yana üretimin esnekleşmesine bağolarak gerçekleşen
bir dizi toplumsal değişimle birlikte, emeğin doğasında ve sınıf ilişkilerinde
de önemli bir dönüşüm yaşandı. Esnek çalışma koşulları sebebiyle giderek
güvencesizleşen ve sınıfsal örgütlenme olanaklarını da kaybettiği görülen
yeni beyaz yakalılara, giderek sıklıkla prekarya denmektedir. Siyasi ve
toplumsal kayıtsızlıkla özdeşleştirilmiş ve kendisinden devrimci dönüşüm
anlamında ümit kesilmiş olan bu “yeni tehlikeli sınıflar”, kendilerine
yakıştırılan “apolitik” tanımının aksine, insanlık tarihinin en büyük protesto
dalgasını meydana getirdi ve sürdürüyor. Sınıfsal yapılarından beklenmeyeni
yaptıkları ölçüde, bir bakıma Rancière’in Proletarian Nights kitabında
bahsettiği, 1830lar’ın henüz proleterleşmekte olan, ama tüm varlıklarıyla bu
kategorileştirmeye direnen, “işçi olmak istemeyen” işçilerine benziyorlar.
Anahtar kelimeler: kapitalizm, sınıf, sınıf bilinci, zaman rejimi, esnek
üretim, prekarya, direniş
THE PRECARIAN NIGHTS
The futureless white-collar workers’ dream in 21st-century world
Abstract: Along with a series of social changes that the increasing flexibility
of production has generated since the 1970s, the nature of labor and class
relations have underwent a major transformation. The white-collar workers
who are confronted with an ever decreasing security at all levels, and who
also seem to have lost the capacity to organize as a class, are often being
called the precariat. These “new dangerous classes” are usually associated
with political and social apathy and no hopes for a revolutionary change
were put on them. However, despite the general conviction of them being
“apolitical”, the precariat has become the actor of the largest protest wave in
human history, which still continues to this day. To the extent they do the
unexpected, the precarians seem to resemble, in a way, the workers of the
2 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
1830s who were yet on the way to proletarianization, and were trying to resist
that categorization with all their might, as depicted in Jacques Rancière’s
monumental book The Proletarian Nights.
Keywords: capitalism, class, class consciousness, time regime, flexible
production, precariat, resistance
1. GĐRĐŞ
Dünya 2011’den beri giderek yayılan ve güçlenen, beklenmedik isyan
dalgalarıyla çalkalanıyor. Bu küresel dalgayı etkileri ve çapı bakımından, 1848
ya da 1968 gibi diğer geniş çaplı kalkışma momentleriyle kıyaslamak mümkün
olabilir. Eric Hobsbawm daha 2011 yılında, Arap Baharı’na ve Occupy
hareketlerine bakarak, yaşanan isyan dalgasının “kendiliğinden patlak veren ve
bir ülkede başlayıp kısa sürede tüm kıtaya yayılan başka bir devrimi, 1848’i
hatırlattığını” söylemişti (Hobsbawm, 2011). 1848’deki Halkların Baharı da,
tıpkı bugünkü sistem karşıtı dalga gibi, pek çok farklı kesimi ve talebi içinde
barındırıyordu. Ancak gerçek şudur ki, 1848 ayaklanmalarının en önemli
ayaklarını, Ren Nehri’nin batısındaki işçi hareketleri ile doğusundaki ulusçu
hareketler oluşturuyordu ve her ikisi de modern dünya sisteminin net bir
şekilde tarif edilmiş iki fay hattının üzerinden ilerliyordu: ulusal egemenlik ve
sınıf çatışması (Arrighi, Hopkins, Wallerstein, 1991: 35). Özellikle hareketin
sınıfsal ayağı göz önüne alındığında, hâlihazırda devrimci bir güç olarak tarif
edilmiş ve bunun üzerinden kendisine özel bir ideoloji üretilmiş olan
proletaryanın öncü rolü, bugünkü duruma kıyasla çok da şaşırtıcı değildi. Oysa
bugün, André Gorz’un deyimiyle “işçi sınıfına elveda” denmesinin üzerinden
çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçti (Gorz, 1982). En azından 1970ler’den beri,
sanayi kapitalizminden finans odaklı enformasyon kapitalizmine doğru yapısal
bir dönüşüm gerçekleşti ve buna bağlı olarak eskiden kabaca orta sınıf diye
tanımlanmış olan toplumsal tabaka giderek sınıfsızlaştırılmış, amorflaşş bir
kitleye dönüştü. Çalışma koşullarından kariyer olanaklarına, bireysel
ilişkilerinden estetik anlayışına kadar hayatının her alanında “esneklik” adı
altında sonu görünmeyen bir belirsizliğe mahkûm edilen bu kitleye, güncel
sosyolojiyi takip ederek prekarya demek yanlış olmayacaktır.
1
1
Pierre Bourdieu’den David Harvey’e, Manuel Castells’den Richard Sennett’a kadar pek çok
sosyal bilimci, giderek esnekleşen üretim ilişkilerinin iş gücü üzerindeki muğlâklaştırıcı
etkisini konu etmiştir. Ancak sınıfsal bir kategori olarak prekaryanın ilk kez Guy Standing’in
The Precariat kitabında detaylı bir şekilde ele alındığı söylenebilir (Standing, 2011a). Standing
sistematik olarak prekarya üzerine çalışmaktadır (Standing, 2011b, 2013). Ancak terim, Noam
Chomsky gibi diğer araştırmacılar tarafından da benimsenmiş ve giderek kamusal tartışmalarda
da yer edinmeye başlamıştır (Chomsky, 2012: 32-33). Chomsky, “toplumun periferisinde,
belirsiz bir varoluş durumunda yaşayan insanlar” diye tanımladığı prekaryanın karşısına, Citi
Group’un Amerika’daki toplumsal eşitsizlik üzerine hazırladığı rapordaki sansasyonel ifadeyi
kullanarak, plutonomy denilen lüks tüketime meyilli, varlıklı kesimi koyar. Nicolas Bourriaud,
Jacques Rancière’e yanıt olarak yazdığı Precarious Constructions. Answer to Jacques
Aslı Vatansever 3
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Klasik anlamdaki proletaryanın hem demografik olarak küçüldüğü, hem de
siyasi olarak ağırlığını yitirdiği bir sistemde artık sınıf hareketlerinden
bahsedilip bahsedilemeyeceği, daha adil bir toplum tahayyülünü hangi kesimin
sırtlanıp ileriye taşıyabileceği üzerine karamsar tartışmalar en azından
1989’dan beri gündemdeyken, 2011’de aniden tüm gerçekçi sınıf analizlerinin
ötesinde bir şey gerçekleşti. Siyasi ve toplumsal kayıtsızlıkla özdeşleştirilmiş
ve kendisinden devrimci dönüşüm anlamında ümit kesilmiş olan, çoğunlukla
sınıfsal konumunu veya isyan ettiği şeyin sistemik boyutunu dahi tarif
edemeyen bir kitle, insanlık tarihinin en büyük protesto dalgasını meydana
getirdi ve sürdürüyor. Dünyanın her yerinde, farklı vesilelerle ayaklanan
kalabalıklar, kendilerinden beklenmeyeni yaparak, kendilerine yakıştırılan
apolitik tanımlamasını yalancı çıkarıyorlar. Bunu yaparken, neoliberalizmin
esnekleşme adı altında çalışmayı her ana yayarak bireyin yaşamını tedhiş eden
zaman rejimine, insanı tümden merkezden çıkaran mekânsal düzenlemelerine
ve istikrarsızlıktan beslenen toplumsal ilişkilerine de meydan okuyorlar. Bu
anlamda 1848’den ziyade, belki de en çok Rancière’in bahsettiği, 1830lar’ın
henüz proleterleşmekte olan, ama tüm varlıklarıyla bu kategorileştirmeye
direnen, “işçi olmak istemeyen” işçilerine benziyorlar.
2. RANCĐÈRE’ĐN PROLETERLEŞMEYĐ REDDEDEN ĐŞÇĐLERĐ
Jacques Rancière, ilk kez 1981 yılında Nights of Labor adıyla yayınladığı
Proletarian Nights’da, 1830lar Fransa’sının henüz proleterleşmekte olan zanaat
kökenli işçilerinin deneyimlerini anlatır (Rancière, 1981/2012). Kendisini
“işçi” diye bir üst kategori yerine hâlâ bağ olduğu sektörler üzerinden
tanımlayan bu sınıf, sistem içindeki pozisyonuyla henüz yüzleşmektedir.
Kendisine yüklenmek istenen ideal-tipik “işçi” rolüne karşı, bir işçiden
beklenmeyen bir şeyi yaparak, düşünerek, tartışarak, okuyarak ve yazarak,
ressam ve şair olmanın hayalini kurarak direnmeye çalışır. Ve bunu da
mesaiden arta kalan zamanından, dinlenip bir sonraki iş günü için enerji
toplayacağı gecelerden çalarak yapar. Böylece sistemin dayattığı sınıfsal
kategorilere de, zamansal ayrımlara da, burjuvazinin tekelindeki faaliyetlere el
atarak ve günlük rutinin dışına çıkarak kafa tutar.
Rancière, esas “tehlikeli” sınıfların toplumu aşağıdan çökertmeye çalışan
“uygarlaşmamış” olanlar değil, kendilerine yüklenen işin şındaki faaliyetlere
zaman ayıran ve bu sayede burjuvazi/proletarya, iş/boş zaman sınırlarını
bulanıklaştıran bu sınıflar arası “göçebeler” olduğunu yler (Rancière,
1981/2012: xxvii). Rancière’e göre “tehlike”, bireyin sömürülüyor olduğunu
Rancière on Arts and Politics” makalesinde, Đngilizce precarious (dengesiz, belirsiz,
istikrarsız) ve proletariat (proletarya) kelimelerinin karışımından türetilmiş bu neolojizmin
etimolojik kenlerinden bahseder. Precarious kelimesi, feodal sistemde bir süreliğine
kullanım hakkı kiraya verilen kilise topraklarını tanımlayan precaria kelimesinden türemiştir.
Buradan hareketle, statüsü ve akıbeti belirsiz şeylere precarious denmiştir. Buna uygun olarak,
prekarya da, sistem içersindeki konumu ve akıbeti, kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşümden
dolayı belirsiz hâle gelmiş olan grupları tanımlamakta kullanılır (Bourriaud, 2010).
4 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
fark etmesi değildir; sömürüldüğü ve belli bir pozisyona sıkıştırılıp kaldığı bu
dünyanın dışında da bir dünya olabileceğini görmesi, o dünyayı, kaçamak dahi
olsa, deneyimlemesidir. Rancière’in işçi-entelektüelleri sosyologlar, toplum
mühendisleri ve burjuva entelektüelleri tarafından kendilerine çizilenden farklı
bir ütopyayı yaşayarak kurar ve işçi sınıfının çıkarlarına ve kimliğine dair inşa
edilen tüm kurguları alt üst ederler.
Klasik sosyoloji bize bu dönemi, işçi sınıfının henüz sınıf bilincine
ulaşamamış olduğu erken sosyalizm dönemi olarak anlatır. Rancière’in işçileri
ise, aksine, piyasa içindeki konumlarının pekâlâ farkında görünmektedirler.
Sermayenin gözünde bir üretim faktöründen ve soyut bir kategoriden başka bir
şey olmadıklarını, kendilerinden beklenenin – kendi varoluşsal kurtuluşları için
dahi olsa – şünce üretmek değil, gündüz çalışıp, gece dinlenmek olduğunun
bilincindedirler. Ertesi günkü mesai için dinlenmeleri gerekirken uyanık
kalarak sistemin kendilerine dayattığı zaman rejimine, uyanık kaldıkları
saatlerde burjuva entelektüellerinin tekelindeki okuma-yazma-tartışma
faaliyetleriyle uğraşarak da mesleki ve epistemolojik ayrımlara meydan
okurlar.
Modern kapitalizm, mesleki farklılaşma ve uzmanlaşma mekanizmalarıyla
herkes için üretkenliğin türünü üst-belirler. Modern kapitalizmdeki bu
farklılaşma ve iş bölümü, özünde en az modern öncesi toplumlardaki
tabakalaşma kadar ilkel ve barbarcadır, ancak daha incelikli bahanelerle
gerekçelendirildiği için, içerdiği manevi şiddeti daha zarif bir şekilde
gizleyebilir. Toplumsal hareketliliğin katı yasalarla ve yazılı/yazısız kurallarla
engellendiği modern öncesi toplumlarda iş bölümü doğuştan gelen farklılıklara
dayandırılıyordu. Kapitalizmde ise kanunen ve teoride toplumsal hareketliliğin
önünde bir engel yoktur, hatta kapitalizmin başarısı, insanlara, eğer çok çalışır
ve sistemin mantığına uygun hareket ederlerse, günün birinde
yükselebilecekleri illüzyonunu sunabilmesidir.
Bununla birlikte ekonomik olarak sınıf atlamadan, diğer sınıflara özgü
aktiviteler içinde yer almak veya ön görülen gündelik rutinin dışına çıkmak hoş
görülmeyecektir. Diğer her şeyde olduğu gibi, düşünsel ve kültürel üretim
meselesinde de modern kapitalizmin yeterlilik prensibi devreye girer. Modern
kapitalist toplum, Antik Çağ toplumları gibi, insanların doğuştan köle veya
efendi, filozof veya çiftçi olarak doğduğunu öne süremez. Başat sınıfı olan
burjuvazi zaten “bireysel girişimle” yükselmiş sıradan vatandaşlardan oluştuğu
için, tarihsel olarak kendisini, her türlü kalıtsal ayrıcalık ve kast sisteminin
anti-tezi olarak tanımlamak durumundadır. Ancak modern toplum da toplumsal
iş bölümünü eğitim ve yeterlilikle gerekçelendirir.
2
Buna göre, her işin
gerektirdiği bir eğitim vardır ve bireyin bunu tamamlamadan o alana geçiş izni
2
Toplumsal iş bölümü, bir yanıyla, klasik iktisadın göreli üstünlükler prensibinin mikro ölçekli
bir yansıması gibidir. Göreli üstünlükler teorisine göre, her ülkenin en şük fırsat maliyetiyle
üretebileceği üründe uzmanlaşması, uluslararası ticarette herkes in en kârlı durumu
yaratacaktır. Mesleki yeterlilik prensibi ile bunun üzerine kurulu eğitim sistemi, bir nevi, göreli
üstünlükler teorisinin toplumsal iş bölümüne tercümesi olarak görülebilir.
Aslı Vatansever 5
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
yoktur. Dolayısıyla modern toplumda şünme faaliyeti dahi mesleki
yeterlilikle izin kazanılan bir iş kolu hâline gelir. Bu sistemde artık birilerinin
doğuştan şünme yetisinden yoksun olduğu ya da köle olarak doğduğu de
jure olarak öne sürülemese de, bazı sınıflar maddi olanaksızlıklar nedeniyle
sahip olamadıkları eğitimden ötürü de facto olarak kültürel-düşünsel üretim
alanının dışında tutulur.
Bu perspektiften bakınca, okuyan-yazan ve sanatla ilgilenen işçiler, modern
toplumun yeterlilik prensibini çiğnemektedirler. Üstelik de bunu yaparken ne
üretim ilişkileri içerisindeki konumlarına, ne de sosyologların onlara yüklemek
istediği kolektif mücadeleye hiçbir şey katmayacak kültürel/düşünsel
faaliyetlerle uğraşmaktadırlar. Onları sistemin tahakkümünden kurtarmak
isteyen şünce biçimi bile, nihayetinde, onları öncelikle işçi olarak görmek
ister. Mazlum ve kurtarıcı rollerinin mutlak netliği için buna ihtiyaç duyar. Bir
yandan, Hannah Arendt’in, kişinin kendisini ancak suçlandığı şey üzerinden
savunabileceği tezindeki gibi, burjuva entelektüelleri de “mazlumların” ancak
tam anlamıyla proleter konumuna girdikten sonra o konumdan kurtarılmayı
hak edecekleri konusunda şartlanmış gibidirler. Mazlum sayılmanın yeterlilik
koşulu, tam anlamıyla sistemin ideal-tipik proleter kategorisine uygun bir
yaşam sürmektir. Bunun anlamı, kendini tamamen sistemin dayattığı kategori
içerisinde görmeye başlayana (yani sosyolojinin “sınıf bilinci” dediği şeye
erişene) dek, fiziksel ve manevi varlığını tüketen bir üretim biçiminin dayattığı
rutine teslim olmaktır. Buna göre, kapitalizmde proleter olmayanın devrime ve
daha adil bir toplumsal sisteme ihtiyacı (ve tabii hakkı) yoktur.
3
Diğer yandan, “kurtarıcı” da, kurtarma eyleminin gerektirdiği yeterliliğe
sahip olmalıdır. Bu şünceye göre, emekleri ve zamanları sistem tarafından
tüketilen işçilere, tüketilmelerinin niteliği de, bundan nasıl kurtulacakları da
olsa olsa kendilerini şünsel aktiviteye adayacak lüksleri olan burjuva
entelektüelleri tarafından anlatılabilir. Neticede “sustukları zaman [işçileri]
dinlemek daha keyiflidir” (Rancière, 198172012: 15). şünmek ve
şündüğünü dile getirmek, bunun için mesleki yeterliliği olanların
tekelindedir. Bir bakıma, Rancière’in “işlevsiz şeylere gizli bir aşk besleyen
işçileri” (Rancière, a.g.e.,: 8), gecelerini kapitalist artı-değer üretimi açısından
da, sistem karşıtı ideolojik formüllerin ön gördüğü devrimci eylem bağlamında
da “hiçbir işe yaramayacak” aktivitelerle geçirerek, aslında üretkenliklerini
piyasanın ihtiyaçlarına göre zorla sınırlayan bu araçsal rasyonaliteye karşı
direnmektedirler.
3. KÜRESEL DÖNÜŞÜM VE PREKARYANIN DOĞUŞU
Sanayi kapitalizmi, zanaattan ve tarımdan devşirilerek fabrikalara ve
onların etrafındaki çöküntü mahallelerine hapsedilen; zorla soyut bir kategori
3
Batılı sosyalistlerin uzun zaman henüz sanayi gelişimini ve dolayısıyla proletarya
oluşumunu tamamlamamışsömürge halklarının sefaletine karşı gösterdikleri kayıtsızlık da bu
şartlanmışğın bir yansıması olarak görülebilir.
6 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
hâline getirilen ve en sonunda ancak o kategori üzerinden kendini savunarak
minimum bir güvence kazanabilen sanayi işçilerinin omuzları üzerinde, onları
madden ve manen tüketerek kurulmuştu. Sanayi sonrası küresel kapitalizm ise
proleterleştirilen beyaz yakalılardan ve kariyersizleştirilen nitelikli işgücünden
devşirilerek, her anlamda belirsiz bir yaşama hapsedilen, ama sınıfsal bir
kategori hâline gelmesini de zorlaştıracak ölçüde parçalı olan, sınıfsızlaştırılmış
bir sınıfın omuzları üzerinde yükseliyor. Ağırlık merkezi üretimden finans
spekülasyonuna, sanayi üretimi ise hammadde ve işgücünün nerdeyse
müstehcen bir ucuzlukta sömürüldüğü Üçüncü Dünya ülkelerine kaymış olan,
zihinsel yapısı ve davranışsal pratikleri giderek artan bir oranda dijital
teknolojinin kısa vadeli doğası tarafından şekillendirilen bu yeni kapitalizmde,
emeğin doğasından işin tanımına, estetik anlayışından en samimi insan
ilişkilerine kadar her şey esnekleşme adı altında süreğen bir belirsizlik
durumuna giriyor. “Değişmeyen tek şeyin değişim” kabul edildiği modern
dünyadan, “kesin olan tek şeyin belirsizlik” hâline geldiği bir dünyaya geçişin
sarsıcı etkileri kendisini, her alanda bir kontrol ve güvence kaybı şeklinde
hissettiriyor.
En azından 1970ler’den beri kapitalizmin küresel bir dönüşüm içersinde
olduğu kabul edilir (Castells, 1996, 1998; Graeber, 2011: 36; Harvey, 2006:
13-29; Harvey, 1999: 164; Standing, 2011a: 26). Bu dönüşüm, sermayenin
hem emek, hem de meta piyasalarındaki krizi çözmek için üretimi
çeşitlendirmeye gitmesiyle açıklanır (Streeck, 2012: 31; Harvey, 1999: 317).
Bunun sonucunda oluşan “yeni kapitalizmin” karakteristik özelliği, Fordist-
Keynesçi sistemin üretim, örgütlenme ve regülasyon bağlamındaki katılıklarını
aşş, esnek bir üretim biçimine dayanmasıdır. Yönetimde giderek artan
esneklik, üretimin merkezsizleşmesi ve ağ tipi örgütlenmeye yönelmesi, iş
gücünün nitelik ve mesai bakımından esnemeye zorlanması, kadınların kitlesel
olarak işgücüne katılmaya başlamalarıyla birlikte ücretlerde şüş
4
bu
dönüşümün önemli öğeleridir. Ancak üretim ilişkilerindeki bu değişim, aynı
zamanda, tabii ki siyasi ve toplumsal bir dizi sonucu da beraberinde
getirmiştir.
5
Siyasi anlamda çok önemli bir nokta, devletin, regülasyon
yapmama kisvesi altında, sermaye lehine deregülasyona yönelmesiyle birlikte,
refah devleti kazanımlarının giderek altını oyan neoliberal devlet modelinin
hayata geçirilmesi olmuştur. Toplumsal anlamda da, üreticinin, daha önce
olmadığı ölçüde talebin emrine girmesi, sosyal hayatın da, daha önce hiç
4
Örneğin Guy Standing bu şüşün sebebini, kadınların iş yaşamına girmesiyle birlikte, artık
erkeklerin aile geçindirecek kadar maaş almalarının gereksiz hâle gelmesiyle açıklar.
5
Manuel Castells, bu dönüşümün ayaklarını, toplumların üretim, iktidar ve tecrübe ilişkileri
olmak üzere üç düzlem üzerine kurulu olduğu önermesinden yola çıkarak açıklar. Üretim
ilişkileri ayağında, iş gücünün esnekleştirilmesine sermayenin giderek güçlenmesi eşlik eder ve
dolayısıyla toplumsal eşitsizliğin giderek artması söz konusudur. Đktidar ilişkilerindeki en
önemli dönüşüm, ulus-devletin güç kaybı ve kültür temelli çatışmaların artmasıdır. Castells’in
tecrübe ilişkileri diye tanımladığı toplumsal ilişkiler düzleminde ise, paternalizmin krizine
eşzamanlı olarak aile, evlilik ve benzeri bağlılık temelli ilişki biçimlerinin krizi öne çıkar
(Castells, 1998: 371-380).
Aslı Vatansever 7
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
olmadığı kadar piyasa güçlerinin istilasına uğramasıyla sonuçlanmıştır
(Streeck, 2012: 32). Bunun anlamı, Wolfgang Streeck’in deyimiyle, bireyin
diğerleriyle olan ilişkisini ve kendi konumunu tanımlama biçiminin, yani
toplumsallaşmanın, tüketime dayalı hâle gelmesidir.
6
“Tüketime dayalı
toplumsallaşma” (sociation by consumption), beraberinde tüketim cemaatlerini
(communities of consumption), yani bireylerin birbirleriyle tüketim
alışkanlıkları üzerinden bağlılık ve ilişki kurdukları bir durumu getirmiştir.
Streeck’e göre, bireyin, kimliğini tüketim alışkanlıkları üzerinden tanımladığı,
yani piyasadan seçtiği ve satın aldığı öğelerle kurduğu bu toplumsal yapıda, bu
seçimi gönlünce yapabilecek maddi imkânlara sahip olan üst ve üst-orta
sınıflarda kolektif eyleme olan ilgi azalırken, aynı imkânlara sahip olmayan alt
sınıflar ise tarihsel çaresizlik içine girerler (Streeck, 2012: 43).
Üretimden başlamak üzere, tüm toplumsal kurum ve faaliyetlerin sermaye
lehine düzensizleştirilmesine dayanan bu esnek rejim, iş gücü üzerinde yıkıcı
bir etki yapmıştır. Neticede, Standing’in de dediği gibi, bu sistemde “işlevsel
esnekliğin özü, firmalar için, iş bölümünü maliyetsiz bir şekilde hızla
değiştirebilmeyi ve işçileri görevler, pozisyonlar ve iş yerleri arasında
kaydırabilmeyi mümkün kılmaktır” (Standing, 2011a: 36). Đş gücünün sermaye
karşısındaki bu savunmasız konumu, neoliberal devletin de yardımıyla, son yüz
elli yıldır işçi hakları namına kazanılmış her şeyin altının oyulmasıyla yakından
ilgilidir. Bu süreç, aynı zamanda iş yerindeki düzenlemeyle de pekiştirilir.
Esnek rejimin temel öğeleri olan “kurumların kökten değişimi”, “esnek
uzmanlaşma” ve Sennett’ın “merkezileşme olmadan yoğunlaşma” dediği yatay
hiyerarşik iş örgütlenmesi, özellikle zamanın spesifik bir organizasyonuna
dayanır (Sennett, 2012: 57). Çalışma zamanının ve koşullarının
esnekleştirilmesi, yarı-zamanlı, esnek veya geçici sözleşme bazlı işe alım,
profesyonel işçi yerine stajyer çalıştırma gibi pratiklerle desteklenir. Bu arada,
bunlara bağ olarak, esneklik adı altında sömürünün zamansal ve hukuki
engellerden sıyrılması mümkün hâle gelir.
Prekarya, bu sistemsel dönüşüme bağ olarak, tüm dünyada giderek
sayıları artan ve tüm vasıflarına rağmen minimum iş güvencesinden bile
yoksun insanlardan müteşekkil bir “anti-sınıf” olarak ortaya çıkar. Bireyin, iş
piyasalarının acımasız rekabet koşullarında her an sistemin şına itilme
korkusundan dolayı, haklarının çiğnenmesine, vasıflarının
önemsizleştirilmesine ve sömürüyü içselleştirmeye razı gelecek derecede
sindirilmesi sürecine prekarizasyon (prekerleşme) deniyor. Prekerleşme, en
genel anlamıyla, bireyin hem şahsi ve mesleki vasıflarının hiçleştirilmesi, hem
de geleceğinin belirsizleştirilmesi olarak özetlenebilir. Düzenli gelir ve süreğen
istihdam garantisinin olmadığı bir ortamda, iş gücünün giderek daha geniş bir
kısmı prekarize olmaktadır. Bu anlamda, artık prekaryanın içine sadece
genelde esnek istihdam ve çalışma koşullarıyla özdeşleştirilen hizmet sektörü
vb. sektörlerin çalışanları veya toplumsal olarak hep belirsiz çalışma
6
Streeck burada toplumsallaşma için Georg Simmel’dan ödünç aldığı Vergesellschaftung
kavramını kullanır (Streeck, 2012: 35).
8 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
koşullarına mahkûm edilmiş olan göçmenler, kadınlar vb. gruplar girmez.
Geleneksel olarak güvenli ve mesleki prestiji yüksek sayılan akademisyenlik
vb. alanlar da bugün giderek artan bir belirsizleşmenin etkisindedir (Bora,
Bora, Erdoğan, Üstün, 2011; Grosser, 2008). Buradan yola çıkarak, kimin
prekaryaya dâhil edileceği sorusuna “üretim ilişkileri içersindeki konumuna
bağlı olarak, sürekli kaygı ve kontrolü kaybetme korkusu yaşayan herkes” diye
cevap verebiliriz (Standing, 2011a: 24).
7
Đş piyasasına entegre olması mümkün olmayan ve toplumun kenarlarında
yaşayan tabakayı bu kategorinin şında tutarsak, prekarya, proletaryadan
farklı olarak, yüksek eğitimli, burjuva kriterlerine göre “iyi bir yaşama”
ulaşmak için gereken şartların çoğunu yerine getirmiş ve prensipte kendisini
sermaye ile çelişki içersinde tanımlamayan bir sınıftır. Dolayısıyla liberalizmin
vaatlerine, proletaryadan farklı olarak, gerçekten inanmış bir sınıfla karşı
karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Guy Standing’e göre, bu vaatlere
ulaşmasının önündeki reel bariyerler, sistem karşısındaki öğrenilmiş çaresizlik,
sınıf şme korkusundan ya da hak ettiğine inandığı hayata ulaşamamaktan
duyulan kronik güvensizlik ve kendini geliştirme imkânı sunmayan pragmatik
işlerin yol açtığı körelme duygusu, prekaryada öfke, anomi, kaygı ve
yabancılaşmaya yol açar. Buna ek olarak, prekarya, proletaryanın sınıfsal
bağlılığına ve gururuna da sahip değildir, çünkü Standing’in de belirttiği gibi,
sürekli uçurumun kıyısında olmanın, mesleki vasıflarına ve eğitim geçmişine
tekabül edecek olan yaşam biçiminin altında yaşamanın gurur duyulacak hiçbir
yanı yoktur (Standing, 2011a: 19-22). Ekonomik konum olarak da prekarya
“Marxian anlamda bir sınıf değildir; kendi içinde bölünmüş ve sadece korkular
ve güvensizliklerde birleşmiştir” (Standing, 2011b).
Bu sınıflaşamamış sınıfın ideolojisiz, apolitik ve fazlasıyla bireyci/bencil
olduğu (ya da ideal-tipik olarak öyle olması gerektiği) uzunca bir süredir kabul
görüyordu. Ta ki 2007-2008 krizinin koşullarıyla yeni iletişim teknolojilerinin
sağladığı imkânlar, en azından 1990lar’ın sonundan beri süreksiz, bölük-
pörçük ayaklanmalarla ve alternatif küreselleşme talepleriyle ortaya çıkan bu
çokluktan, çok parçalı ve amorf, ama bir o kadar da yüksek sesli bir yüzde
doksan dokuz yaratana kadar (Mason, 2012: 28-30).
8
4. SĐSTEM KARŞITI BĐR MÜCADELE BĐÇĐMĐ OLARAK SINIF
ROLLERĐNĐN REDDĐ
Sanayi kapitalizminin araçsal rasyonalitesi, bireyi, kendisi için öngörülen
bir üretim faaliyeti ile o faaliyete devam edebilmesi için gereken dinlenme
görevinden ibaret bir rutine hapseden modern zaman rejimi tarafından
7
Standing, pek çok ülkede yetişkin nüfusun en az dörtte birinin bu tanıma girdiğinin tahmin
edildiğini söylüyor.
8
Paul Mason, Lehman Brothers iflas edene dek, dünya solu da dâhil olmak üzere, kimsenin
kayda değer bir toplumsal hareket beklemediğini söyler. Mason’a göre, son yıllarda
burjuvazinin kapitalist realizmine, kitlelerin iktidarsızlık ve solun yenilgi hisleri eşlik etmiştir.
Aslı Vatansever 9
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
desteklenir. Dinlenmek, sanayi toplumunda bir hak veya lüks değil, üretime
devam edebilmek için tekrar güç toplamak (recharge) üzere yerine getirilmesi
gereken bir görevdir. Modern sanayi kapitalizminin ileriki aşamalarında
dinlenme zamanının da bir tüketim unsuru olarak kullanılabileceği
keşfedilince, buna bir de zihni boşaltmaya (discharge) yönelik eğlence faaliyeti
eklenecektir (ki bu faaliyetin bazı türleri de, bazı statü grupları için bir
zorunluluk hâline gelir). Modern sanayi toplumunda böylelikle mesai süresi de,
mesai şı zaman da piyasanın gereklilikleri tarafından rehin alınır. Bu
sistemde işçi için, içini istediği şekilde doldurabileceği bir süre anlamında boş
zaman diye bir şey yoktur; yalnızca çalışması, dinlenmesi veya rahatlaması
gereken zaman birimleri vardır ve bunlar net sınırlarla birbirinden ayrılmıştır.
Modern sanayi kapitalizminde mesai saatinin olduğu gibi, dinlenme zamanının
da piyasa açısından pratik bir işlevi vardır. Đşçinin dinlenerek topladığı enerji,
mesai süresinde tekrar üretime aktarılacak bir artı-değerdir. Dolayısıyla
dinlenmek burada bir hak değil, bir zorunluluktur, “çünkü gece, gündüzün işini
sipariş edenlere aittir” (Rancière, 1981/2012: 16). Rancière’in işçileri ise bu
zorunlu dinlenme zamanını, pratik bir değeri olmayan aktivitelerle
“harcadıkları” bir boş zaman dilimine çevirerek, sanayi toplumunun zaman
rejimini sabote ederler.
Bu, sınıf mücadelesinden de öte, bizatihi sınıf kategorisinin kendisine karşı
verilen bir savaştır; sınıfsal ayrımların zaman rejimindeki izdüşümünü geçersiz
ve anlamsız kılma potansiyeli taşır. Gerçek şudur ki, sınıfsal eşitsizliğin
gündelik hayatta en çok acı veren ve vicdanı yaralayan yanı, üretim araçları
üzerindeki mülkiyetten ziyade, zamanı kullanım biçimi ve tüketim
alışkanlıkları üzerinden görünürlük kazanır. Zamanımızı ne ölçüde zorunlu
olmayan, keyfi aktivitelere ayırma ve buna rağmen kalmama lüksüne sahip
olduğumuz, önemli bir sınıfsal göstergedir. Bu nedenle Rancière pek de haksız
değildir; sınıflar arası sınır ihlalleri ve eşitsiz zaman rejimine karşı başkaldırı,
net bir şekilde tarif edilmiş sınıf kategorileri üzerinden yapılacak
mücadelelerden daha tehlikeli olabilir. Yalnızca modern kapitalizm için değil,
en genel anlamda sınıflı toplum için yıkıcı sonuçları olabilecek olan, belki de
sınıf bilinci değil, bizatihi sınıflandırılmayı reddetmektir.
Bununla kastedilen, sınıf hareketlerinin sonunun geldiği değil, tam tersi
sınırlarının genişletilebileceğidir. Bunu bir nevi strateji değişikliği olarak da
şünebiliriz. Bugün kapitalizm, gerek üretim süreçleri, gerekse iş
örgütlenmesi bazında esnekleşmiş ve merkezsizleşmişse, sistem karşıtı
mücadele de, bu her yere yayılmış olan hedefe karşı çoklu cepheler yaratmak
durumundadır. Bugünkü toplumsal hareketler, bir yanıyla, bu çoklu cepheleri
yaratmış gibidirler. Yeni sistem karşıtı hareketlerin esnek örgütlenme biçimleri,
taleplerindeki çeşitlilik, coğrafi yaygınlıkları ve iletişimsel olanakları,
gerçekten de, savaştıkları sistemin pek çok farklı yerinde delikler
açabilmelerini mümkün kılabilir. Bununla birlikte, sistemin
merkezsizleşmesinin tek boyutu iktisadi küreselleşme, dijital ekonomi ve yeni
gözetim taktiklerinden ibaret değildir. Dolayısıyla sistem karşıtı isyanın
10 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
merkezsizleşmesi de, birçok farklı talebin, dünyanın her yerine yayılmış olan
gevşek gruplar tarafından dile getirilmesinden biraz daha farklı bir stratejiyi
gerektirir.
Sistemin esnekleşmesi ve merkezsizleşmesi, mekânsal ve örgütsel anlamda
yayılmanın dışında, iktidarın kontrol mekanizmalarının bizatihi bireyin oto-
kontrol mekanizmaları hâline gelmesi ve sistemin kategorilerinin bireyin
zihnindeki ön-kabullere dönüşmesi şeklinde de tezahür eder. Buna,
Bourdieu’nün dediği gibi “çalışanların sömürüyü kabul eder hâle gelmesinin”
(Bourdieu, 2006: 73) yanı sıra, sistem içersindeki sınıfsal ve statüsel konumuna
uygun yaşamak ve hareket etmek de dâhildir ki, bu kabulleniş en çok zamanı
ve imkânı tanımlama biçimimizde ortaya çıkar. Bugün, büyük ölçüde esnek
üretim ve esnek mesai prensibinin hâkim olduğu yeni kapitalizmde, zamanın
kullanımı da, mümkün olanın tarifi de, sanki bireyin inisiyatifine bırakılmış
gibi görünür. Ancak gerçek şudur ki, “zamanın düzenlenmemiş gibi göründüğü
anlarda bile zamanın mikro-yönetimi söz konusudur” (Sennett, 2012: 58) ve
neticede her şey “bireye özel” tasarlanıyor gibi gözükse de, neyin mümkün
olduğunu hâlâ ön-belirlenmiş seçenekler tanımlar. Bugün sınıfsızlaşş gibi
görünen ve artık kendisini “işçi” diye tanımlamama “lüksüne” sahip olan
kitlenin kategori-dışı gibi görünen hâli de, en az sanayi kapitalizmindeki
proleterin konumu kadar, sistem tarafından ön-belirlenmiştir ve kesinlikle
tercihli bir durum değildir. Dolayısıyla buradaki sınıfsal esneklik, gerçekten
aşılmış bir sınıf olgusuna işaret etmez. Konumu ve akıbeti belirsizler sınıfı, ya
da prekarya, proletaryadan farklı olarak zaten tanımı (ya da tanımsızlığı)
gereği sınıflar-arası, statüler-arası gidip gelebilen, katı nıfsal ahlaki kodların
ve estetik algıların kıskacından çıkmış gibi görünen bir kümedir. Ama ne
toplumsal konumundaki olası gel-gitler, ne de hiçbir zaman dâhil olamayacağı
plutonomiye öykünen etik ve estetik yönelimleri, gerçekte kendisinin seçimi
değildir. Birincisi, neredeyse tamamen, iş piyasasındaki şanslarına bağlıdır;
ikincisiyse kendisine pazarlanan rüyadan ve onun beşinci nıf
imitasyonlarından ibarettir.
9
Esnek kapitalizmde “işçi olmaktan kurtulmuş
işgücünden beklenen yegâne şey, varlığına içkin olan belirsizliği kabul etmesi
ve bunun kendisine özgürlük olarak pazarlanmasına razı gelmesidir. Bu razı
geliş, hiç kuşkusuz, ancak kolektif şünceden soyutlanmış ve tarihsel/siyasal
bağlamından koparılmış bir özgürlük anlaşıyla mümkün olabilecektir.
Öyleyse bugün, esneklik kisvesi altında yaşamın her anına ve alanına nüfuz
9
Tanıl Bora, Radikal gazetesi için Gezi protestoları sırasında kaleme aldığı “Beyaz Yakalıların
Đsyanının Ardında Ne Var?” yazısında, bu yanılgıyı eğlenceli bir üslupla özetler:
“Prekarizasyona dayalı istihdam rejimi, bir “gençlik”, “yenilik”, “değişim” mitolojisiyle
beraber yürüyor. Üç-beş yıldan fazla aynı işte çalışmak, başarısızlık alameti sayılıyor bu
rejimde. Aynı işyerinden emekli olan ruhsuz memur imgesine karşı, bir kariyer hedefinden
ötekine zıp zıp iş, araba, telefon, ev, eş, şehir değiştiren “profesyonel” imgesi reklamlarla,
filmlerle, plaza-ofis efsaneleriyle parlatılıyor. Üç otuz paraya çalışanların çoğuna böyle
hovarda bir yaşamın anca hayali kalıyor; onlar da o üç otuz paralarını öyle bir yaşamın vitrinini
oluşturacak kılıklara, aksesuarlara harcıyorlar…”. http://www.radikal.com.tr/
hayat/beyaz_yakalilarin_isyaninin_ardinda_ne_var-1140107
Aslı Vatansever 11
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
etmiş olan sisteme karşı mücadelenin başlayacağı nokta, sistemin bireyi maruz
bıraktığı bu tanımsızlık ve onun kaçınılmaz sonucu (ya da garantisi) sayılan
toplumsal kayıtsızlık olmalıdır.
Bugünün tanımsız iş gücünden farklı olarak, Rancière’in işçilerinden
beklenen şey, bir sınıf olduklarını kabul etmeleri ve bu köşeli sınıfsal konumun
gerektirdiği sorumlulukla hareket etmeleriydi. Bu sorumluluk, işverene göre,
sanayi kapitalizminin katı zaman ve üretim rejimine uymalarıysa, sosyalistlere
göre de, hayatlarını sınıf mücadelesine ve devrim fikrine adamalarıydı. Ancak
neticede her iki beklenti de, öncelikle, kendilerini sistemin onlara yüklediği rol
içersinde görmeleri ve bu rolü içselleştirmeleri şartına dayanıyordu. Onlarsa
“insan karakterinin bütün derinliğini yok etme tehlikesini [barındıran]
endüstriyel rutine” (Sennett, 2012: 37) karşı, “insan” olmak
10
ve burjuvaziye
bahşedilmiş olan “asil tutkuları” yaşamak istediler.
11
Bunu yaparak, hem 19.
yüzyıl işçi sınıfına dair kalıplaşş yargıları gözden geçirmemize neden
olacak, hem de, doğru okunursa, sistem karşıtı mücadele için yeni ufuklar
açabilecek bir alternatif tarih bıraktılar.
Bugünün prekerleri de, farkında olmadan, bu alternatif tarihin atlasında
yürüyor gibidirler. Kolektif şüncenin ancak cenaze merasimine yetişebilmiş,
muhafazakârlığa meyletmesi olası görünen bir sınıf
12
, ani bir dönüşle,
kendisine yakıştırılan kayıtsızlığı tersyüz edip, daha eşitlikçi toplum
talepleriyle meydanları doldurdu, birkaç gün içinde barikatlar yapmayı öğrendi,
kendine özgü bir direniş estetiği yarattı ve parklarda neredeyse proto-sosyalist
topluluklar kurdu. Wall Street’ten Syntagma’ya, Gezi Parkı’ndan São
Paulo’ya, Tahrir’den Bahreyn’e, farklı ya da benzer taleplerle sokaklara
dökülenlerin hepsinin ortak noktası, bugüne kadar kendilerine pazarlanmış olan
bireysel, tüketime yönelik ve biçimsel özgürlük mefhumuna karşın, kolektif ve
kelimenin gerçek anlamıyla politik bir özgürlük anlaşını temsil etmeleridir.
Rancière’in “uykunun gaddar gecesine” (Rancière, 1981/2012: 16) ve onun
temsil ettiği sınıfsal zaman rejimine direnen işçi-entelektüelleri gibi, 21.
yüzyılın preker-aktivistleri de alışveriş kataloglarından seçim yapmakla sınırlı
özgürlüklerinin yerine, var olan sistemin koordinatlarını değiştirme
özgürlüğünü koyuyorlar.
13
Ve bunu yaparken, kendilerine dair kalıplaşş tüm
yargıları yerle bir ediyorlar.
10
Rancière, 1981/2012, Donald Reid’in Önsözü, s. xx.
11
Rancière, burjuva entelektüellerine özgü “asil tutkuların sırrına ermek isteyen marjinal
işçilerle, işçinin ıstırabına vekillik etmek isteyen marjinal entelektüeller arasındaki
beklenmedik buluşmalar ve akıcı sohbetlerden” bahseder (Rancière, a.g.e.: 20).
12
Guy Standing, prekaryanın kendi iç gerilimlerinin, çoğu kişinin büyük resmi görmesini
engellediğini ve bu sınıfı popülist ve neo-faşist politikacıların demagojilerine açık hâle
getirdiğini söyler (Standing, 2011a: 25). Gerçekten de dünyanın pek çok yerinde bu yönde bir
eğilim olduğu yadsınamaz, ancak prekaryanın tanımı gereği çok parçalı ve çok katmanlı bir
sınıf olduğunu ve bu sınıfı oluşturan geniş toplumsal aralığın son yıllarda giderek sola yaklaşan
bir ucu da olduğunu unutmamak gerekir.
13
Burada Slavoj Zizek’in biçimsel özgürlük / gerçek özgürlük ayrımı akla gelir. Zizek’in,
Lenin’in Menşeviklerle olan polemiği üzerinden ele aldığı bu ayrıma göre, biçimsel özgürlük
12 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Prekaryadan siyasi angajman ve kolektif eylem beklenmemesinin başlıca
nedeni, prekerliğin Sennett’ın kullandığı anlamda bir “karakter aşınmasını”
tarif etmesidir. Sennett’a göre, sanayi sonrası esnek kapitalizmdeki üretim
ilişkileri, toplumsal ve bireysel ilişkilerdeki tutunma ve devam
mekanizmalarını aşındırarak, bireyin toplumsal benliği olan karakterini inşa
edebileceği referans noktalarını da erozyona uğratıyor. “‘Uzun vade yok’
anlayışı uzun vadede kişinin davranışını yolundan saptırıyor, güven ve sadakat
bağlarını zayıflatıyor; iradeyle davranışı birbirinden koparıyor” (Sennett, 2012:
30). Bu koşullarda, tanımı gereği sürekli bir belirsizlik ve oturmamışlık
durumu içinde yaşamak zorunda kalan prekarya, toplumsal hareketlerin
gerektirdiği bazı temel unsurlardan yoksun görünmektedir: Dünyaya ve
topluma karşı, bireysel yaşam süresinin de ötesine geçen uzun vadeli bir
sorumluluk hissi, irade ve bu iradeyi davranışa tercüme edecek olan dirayet.
Bununla birlikte, Proletarian Nights’ta anlatılan dönemden iki yüz yıla
yakın bir zaman sonra, Rancière’in, gecelerini sınıfsal rolüne uymayan işlerle
geçiren proleterleri gibi, post-endüstriyel toplumun prekerleri, zamanlarını
işgal eden sisteme karşı, o sistemin mekânlarını işgal ederek misilleme yapıyor
ve kendilerine biçilen sınıfsal kadere meydan okuyor. Farklı yerlerde,
birbirinden çok farklı görünen vesilelerle ayaklanan kitlelerin, nerdeyse
hepsinin “uyanmak” fiili üzerinden sloganlar türetmeleri tesadüf olmasa
gerektir. Occupy Wall Street’te yüzde bir diye tanımladıkları finans
oligarşisine, Tahrir’de ve Ortadoğu’nun başka yerlerinde diktatörlere, Gezi
Parkı’nda otoriter devlet anlayışına karşı haykırılan “uyandık!” mesajlarının
altında, elbette ki, öncelikle bir farkına varma, gerçeğe ayma anlamı vardır.
Ama yaşamın her alanını işgal eden neoliberal zaman rejiminin terörüne karşı,
yaşamın her anına yavaş yavaş sızan bu isyan, aynı zamanda gitgide küçültülen
ve uykudan başka bir şeye yetmeyen sözde “boş zamanı” da geri almak değil
midir? Üstelik birey, yeni kapitalizmde sürekli ulaşılabilir olmak zorunda
olduğu için uykunun bile her an bölünmesine hazırlıklı olmak durumundadır.
Đşin ve dinlenmenin katı olarak birbirinden ayrıldığı sanayi kapitalizminden
farklı olarak, enformasyon kapitalizminde iş, yeni iletişim teknolojileriyle
birlikte, yaşamın her anına ve her alanına geçiş kazanmıştır. Bu anlamda artık
uyku ya da genel anlamda dinlenme zamanı bile güvencede değildir. Sanayi
kapitalizminde bir zorunluluk olan dinlenme, enformasyon kapitalizminde,
tıpkı diğer her şey gibi, bir simülasyondan ibarettir; birey, bir yandan elinden
bırak(a)madığı akıllı telefonundan sürekli e-maillerini kontrol eder ya da sosyal
medyayı takip ederken dinleniyormuş gibi yapar. Uyku saatlerinin bile güvende
olmadığı bir durumda, kendilerini tavşan uykusunda tutanlara karşı, bilinçli
olarak uyanık kalıp meydanlarda ve parklarda nöbet tutmak, yerinde bir tepki
gibi görünmektedir. Capua’daki gladyatör okulunda hazırlanan köleleri,
efendileri eğlendirmek için savaşıyor gibi gözükmek yerine, özgürlükleri için
var olan güç ilişkilerinin önceden belirlediği koordinatlar içersinde ve izin verdiği ölçüde
seçim yapma özgürlüğü iken, gerçek özgürlük bizatihi o koordinatları değiştirme özgürlüğünü
ifade eder (Zizek, 2001: 113-124).
Aslı Vatansever 13
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
gerçekten savaşmaya çağıran Spartacus gibi, gece-gündüz meydanları ve
parkları dolduran prekerler de “boş” zamanlarında sistem için dinleniyor gibi
görünmek yerine, yaratmak istedikleri dünya için yorulmayı seçiyorlar. Belki
de bu yüzden sistemin siyasi baskı mekanizmaları olan devletler, hiçbir şiddet
eyleminde bulunmayan bu kitlelere karşı bu kadar sert davranıyor; artık var
olmayan bir zaman rejimini sürdürüyormuş gibi yapmayı reddettikleri ve
kendilerinden çalınmış olan boş zamanı geri almaya çalıştıkları için.
Burada, Gezi Parkı protestolarında da plastik bir şekilde görülen iki
karakteristik olgu dikkati çeker. Birincisi, Gezi Parkı protestolarının kült
sloganlarından biri hâline gelen “gündüz iş, gece direnişsloganında ifadesini
bulan zaman olgusudur. Burada, tıpkı Rancière’in işçileri gibi gündüzleri
sermayenin emrinde olan, ama gecelerini, gündüz kendisine hükmeden
sermayenin ipoteğinden çıkarmak isteyen bir tavır göze çarpar. Üstelik
bugünkü hareketlerde geceler, 1830lar’daki proletarya gecelerinden farklı
olarak, bizatihi gündüz emrinde çalışılan sermayeye karşı kullanılır. Bu yarı-
zamanlı eylemcilik pratiği, sanki sistemin özüne dokunmadan direnmek gibi
görünebilir ki, bu haliyle tam da her anı işini kaybetme korkusuyla geçen bir
prekerden beklenebilecek bir harekettir. Ama unutulmaması gereken nokta,
bugün isyanın yalnızca protestocuların sokaklarda, barikatların arkasında
polisle çatışğı, parkları savunduğu ya da meydanları doldurdukları anlarla
sınırlı olmadığıdır. Bu anlar, isyanın fiziksel tezahürüdür. Oysa tıpkı savaşılan
sistemin fiziksel tezahürleri ve mekânsal temsilleriyle sınırlı olmadığı gibi,
bugün isyanın tek boyutu da sokaklarda yaşanmaz.
Bu noktada, isyanın ikinci karakteristik özelliği devreye girer. Bu da, Gezi
direnişinin diğer bir ikonik sloganı olan “her yer Taksim, her yer direniş
cümlesi üzerinden açıklanabilecek olan ilişkisel boyuttur. Başkaldırı, yalnızca
meydanlarda iktidarın kaba fiziksel ifadeleriyle çatışırken gerçekleşmez; eylem
alanının şına taşar ve tüm toplumsal ilişkileri politize eder. Eylem günleri
boyunca, meydanlarda olamadığı anlarda bile, bireylerin, başka bir şeyden
bahsedememesi veya gözünü an be an olayları takip ettiği bilgisayar
ekranından ayıramaması, bunun gündelik hayattaki ifadelerinden yalnızca
biridir. Ancak isyanın ilişkisel boyutu, bunun da ötesinde, çalışma ve işin
kontrolüne girmiş olan tüm insani ilişki alanlarının geri alınmasını içerir. Yeni
kapitalizmde iş, normalde, yaşamın her alanını sömürgeleştirmiştir. Şu anda
ise, isyanın rizomatik bir şekilde yayıldığı ve zamanın ruhuna sindiği
söylenebilir. “Her yer Taksim, her yer direniş sözü, bu anlamda, farklı
yerlerde Taksim’e destek için yürüyüşler yapılmasının yanında, isyan ruhunun
yaşamın her anına ve alanına sızmasını ifade ediyor gibidir. Bu sızma, her
şeyden önce, insan ilişkilerinin, hissedilir şekilde kapitalist rasyonalitenin
hükmünden çıkmaya başlamasıyla gerçekleşir. Direniş ortamında oluşan
dayanışmaya, bu dayanışma ortamını bozacak herhangi bir davranışta
bulunmaya “kıyamayan” bir kolektif sorumluluk hissi eşlik eder. Modern
kapitalizmin faydacı etikle zehirlemiş olduğu insan ruhu, eylemle, daha
doğrusu kolektif eylemin dönüştürdüğü insan ilişkileri içersinde arınır.
14 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Đsyanın zaman ve ilişki boyutları içedir, çünkü ilişkilerin iş mantığından
arındırılması eylemi, hiç kuşkusuz, çalışma ve iş mantığının rehin aldığı anları
da geri almayı gerektirir. Đşin, yeni teknoloji sayesinde tüm yaşama ve yaşamın
geçtiği mekânlara sızdığı enformasyon kapitalizminde, gündüz de, gece de
sadece işin farklı veçhelerinden ibaret hâle gelmiştir. Tam da bu nedenle
“gündüz iş, gece direniş”, basitçe eylem ve iş zamanlarının ayrılmasından
fazlasını ifade eder. Burada esas olanın direniş olduğu, işinse yalnızca
doldurulması gereken bir vakit olduğu vurgusunu görmemek imkânsızdır. Bu
anlamda, sokaklarda verilen mücadeleden daha önemli bir mücadele söz
konusudur: normalde her yere sızmış olan işin mantığının ikinci plana atılıp,
yerine isyan mantığının geçmesi. Üstelik isyan günlerinde gündüzler sokaklara,
barikatlara geri dönmeyi bekleyerek geçiştirilirken, gecelerse sistemin
mantığından kurtarılmış ilişkilerin zamanı hâline gelir. Protestocular, bir
yandan, kentsel alanları fiziken “işgal ederek”, mekânı neoliberal mantığın
taarruzundan korumaya çalışırlar. Diğer yandan, gecelerini sınıfsal yazgılarını
değiştirecek bir faaliyete adayarak, zamanı işin mantığından ve esnek çalışma
rejiminin teröründen kurtarırlar. Böylece prekarya geceleri, kapitalist
kentleşmenin yok ettiği siyasi kent olgusunu da, kapitalist zaman rejiminin yok
ettiği tatmin edici “boş zaman” olgusunu da, anti-kapitalist öğeler üzerine
yeniden inşa etmenin zamanı hâline gelir.
14
Hiç kuşkusuz, hâkim zaman rejiminin yükü bütün sosyoekonomik
sistemlerde, eşitsiz bir şekilde, yalnızca bazılarının omuzlarına biner. Ancak
modern kapitalizmde bu eşitsizliğe ek olarak, zaman başbaşına bir manevi
şiddet aracı görevi görmüştür. Ücretli emek mekanizmasının işlemeye
başladığı andan itibaren, vakit nakit hâline gelmiş; sanayi kapitalizminde
zaman, rutin ve standardize bir biçimde, üretimin üzerinden aktığı bir nevi
montaj hattı/konveyör bandına dönüşştür. Ve tıpkı fabrikadaki montaj hattı
gibi, zaman da işçinin edilgen bekçiliğine muhtaç, ama onun iradesinin dışında
akan bir şey hâline gelmiştir. Kısacası sanayi kapitalizminde işçi, üretici
gücüne yabancılaşğı gibi, zamanına da yabancılaşır, çünkü her ikisinin de
kullanım hakkı sermaye tarafından haraç-mezat satın alınmıştır. Bununla
birlikte modern kapitalizm, gündelik hayatı ruh çürüten bir rutinin
döngüselliğine hapsederken, kolektif tarihi hep daha ileriye gidecek olan
çizgisel bir süreç olarak kurgulamıştır. Sanayi kapitalizminin zaman rejimi,
insanı, sermayenin mantığına göre rasyonelleştirilmiş bir toplumsal düzenin
boğucu tekdüzeliğine hapsetmiş ve bireysel hikâyeleri, bu katı sistemin gene
aynı derecede katı sınıfsal kategorileri içinde eriterek tek tip hâle getirmiştir.
Ancak tek tip hâle getirilmiş bu hikâyelerin her birinin içerdiği kişisel trajediyi,
toplamda daha iyiye doğru gidecek olan soyut bir “insanlık” kategorisinin
tarihine dönüşecekleri iddiası ile bir süre meşrulaştırabilmiştir.
14
Burada, David Harvey’nin bahsettiği anlamda “kent üzerinde hak talep etme” stratejisini
görebiliriz. Harvey bununla tam da, “kenti, yoksulluk ve toplumsal eşitsizliği ortadan
kaldıracak, felaket çevre tahribatının yaralarını saracak bir imaj üzerinden, sosyalist bir örgütlü
topluluk olarak yeniden inşa etmek ve yaratmak” eylemini kasteder (Harvey, 2012: 138).
Aslı Vatansever 15
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Oysa “yeni kapitalizmin zaman boyutu, insanın karakteri ile bu karakterin
süregiden bir anlatıya dönüşmesini engelleyen çılgın zaman deneyimi arasında
bir çatışma yarattı” (Sennett, 2012: 29). Bugün bazıları tarafından bir
özgürleşme, yaratıcılaşma fırsatı gibi sunulmaya çalışılan iş yaşamındaki
esneklik, yalnızca düzenli bir gelire ihtiyaç duymayacak kadar sağlam mali
kaynaklara sahip olanlar için özgürlük demektir. Geri kalanlar için söz konusu
olan şey, işin sınırlarının, yaşamın her alanına nüfuz edecek derecede
bulanıklaşmasından, yani kısacası sömürünün esnekleşmesinden ibarettir.
15
Yeni kapitalizmde insanlar, değişimin bile pozitif anlamlarından sıyrılıp,
yalnızca çıldırtıcı bir belirsizliğe dönüşğü bir döngüyü her an yaşamaya
mahkûm edilirler. Bunun karşılığında, modern öncesi geleneksel toplumdaki
döngüsel zamanın tevekkel güvencesinden veya sanayi toplumunun nispeten
sağlam rutininden bile mahrumdurlar. Đşte bugün “uyanan” kitleler, bu şartlar
altında, dünyanın kimin için ve nasıl olup da ilerleyeceğini sorguluyorlar.
Bu sorgulama, aslında, göründüğünden daha derin bir paradigmatik krizin
yansımasıdır ve bizatihi modern kapitalist dünyanın toplumsal değişim
mefhumuyla ilgilidir. Wallerstein, Fransız Devrimi’nin en önemli sonucunun,
“değişimin normal olduğu” kanısının yerleşmesi olduğunu yler.
16
Gerçekten
de modern sanayi toplumunun karakteristik özelliklerinden biri, değişimin
kaçınılmaz, normal, hatta kontrollü bir hızda ve kapsamda olduğu müddetçe
istenilir bir şey olduğu konusundaki yaygın mutabakattır. Toplumsal
değişimle birlikte insan yaşamındaki belirsizlik faktörünün de nispi olarak artış
göstereceği, geleneksel toplumun güvenlik ve sadakat mekanizmalarının
önemli bir kısmının kaçınılmaz olarak aşınacağı, genel olarak kabul edilmiştir.
Ancak Richard Sennett’ın da dediği gibi, bugünkü değişim ve “belirsizliğin
garip yönü, bunun hiçbir korkunç tarihi felaket olmadan var olmasıdır;
belirsizlik güçlü kapitalizmin gündelik işleyişine sinmiştir” (Sennett, 2012:
30). Bugünkü dünyada, uzun dönemli değişimden de öte, anın ruhuna sinen bir
eğretilik ve istikrarsızlık, her şeyin etrafına örüldüğü tek gerçek hâline
gelmiştir. Kısacası, bugün, artık değişim banalleşmiştir. Nasıl ki Rancière’in
işçileri için entelektüel ve kültürel faaliyetlerle uğraştıkları anlar, sanayi
kapitalizminin ruh törpüleyici rutininden çıkıp hayatlarının anlam kazandığı
anlar idiyse, direniş de, bugünün prekerleri için bu geçmeyen belirsizliğin ve
üretken olmayan değişimin banalliğinden çıkma anıdır. “Çünkü dünya
15
Đşin tüm yaşama sızdığı ve bireyin işsiz kalmamak adına bu işgale boyun eğdiği esnekleşmiş
sömürü rejimi için sıklıkla Pierre Bourdieu’nün flexible (esnek) ve exploitation (sömürü)
kelimelerinden türettiği flexploitation kavramı kullanılır. Kavram, Türkçe’ye esnek-sömürü
olarak çevrilmiştir. (Bkz.: Bourdieu, 2006: 73). Klaus Dörre de Bourdieu’nün kavramını
kullanır (Dörre, 2006). Bu kavram, Hardt ve Negri’nin Đmparatorluk’ta tanımladığı
“sömürünün yok-yeri” kavramını çağştırır. Buna göre, sömürü zamansal ve uzamsal sınırların
ötesinde toplumsal ilişkilerin ruhuna sinmiş ve kullanım değerini tarif eden toplumsal üretimle,
piyasa değerini tarif eden ekonomik üretim arasındaki sınırları yok etmiştir (Hardt, Negri,
2001: 222-224).
16
Wallerstein bunu bugüne kadar sayısız kitapta ve makalede belirtmiştir. Burada Modern
Dünya-Sistemi üçlemesinin dördüncüsü olan son eserinin önsözüne veya ilk giriş cümlesine
bile referans vermek yeterli olacaktır: Wallerstein, 2011, s. xvi, s. 1.
16 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
hakkında bir yargıya varmak, günlük deneyimlerin yavaş birikimiyle değil,
ancak gerçek dünyanın sallandığı ve salt bir görüntüden ibaret hâle geldiği
anlarda mümkün olabilir” (Rancière, 1981/2012: 19).
Bugün içinde bulunduğumuz bu “özel an” da, tıpkı 1831’de Lyon’da
başlayıp kısa sürede Fransa’nın büyük kısmına ve Đngiltere’ye yayılan işçi
ayaklanmaları gibi, nispeten hâli vakti yerinde sayılabilecek, nitelikli iş gücü
tarafından ve bir ekonomik kriz anında ateşlendi. Ve tıp1830lar'ın liberal
devletlerinin, sınıf çatışmasıyla karşılaştıkları anda mutlakiyetçi seleflerinden
farksız bir şekilde şiddete sarılmaları gibi, neoliberal devletler de, bunca
bireysel özgürlük ve insan hakkı söyleminin ortasında, kitleleri şiddetle
bastırmaya çalışmaktan çekinmediler.
17
Ancak ne var ki, tarihteki diğer
örneklerde olduğu gibi, vicdan bir kez reddettikten sonra, başkaldırı şiddetle
bastırılsa da, reddedilen şeyin tekrar meşrulaştırılması mümkün
gözükmemektedir.
Bununla birlikte, egemen güçler, gerçekten korkutucu boyutlardaki
isyanların ardından yeni saldırı taktikleri geliştirip, süreçten güçlenerek
çıkabilirler. Ne yazık ki, 1830lar’daki ayaklanmalar, net bilançoda, Đngiltere’de
iktisadi liberalizmi, Fransa’da ise merkeziyetçiliği ve ulusçuluğu
güçlendirmişti (Wallerstein, 2011: 85). Bugünkü isyan dalgasının da benzer
şekilde karşı tarafın elini güçlendirerek sonuçlanmasından korkulabilir. Ancak
1830’lar, liberal ulus-devletin konsolide olma dönemiydi ve devir her anlamda
burjuva kapitalizminin devriydi. Buna rağmen, bu dönemin ardından gelen
1848, bu dengenin de ne kadar kırılgan olduğunu göstermişti. Şimdiyse ne
ulus-devletler o dönemde Fransa ve Đngiltere arasında varılan emperyalist
uzlaşı gibi bir pakt yapabilecek ve bu sayede sınıf çatışmasını
dizginleyebilecek güçteler, ne de yüz elli yıllık sözlerinin çoğunu yerine
getirmediği anlaşılan liberalizm, artık eskisi kadar geçerli bir uzlaşma
platformu sağlayabilir.
18
Ancak bununla birlikte, elbette ki, karşı cephenin 19.
yüzyıla oranla kaybetmiş olduğu bazı kozlar olduğu gibi, daha adil bir dünya
için mücadele eden kesimlerin de göreli zayıflıkları var. Her şeyden önce
bugün dünyanın üzerinde dolaşan şey, net bir şekilde tanımlanmış bir sınıfsal
ütopyanın hayaleti değil, farklı kaynaklardan beslenen kitlesel bir hayal
kırıklığının, kimi zaman uzak görüşü engelleyen sisidir.
Hayal kırıklığı, tek başına sistem karşıtı bir örgütlenme meydana getirme
gücüne sahip olmadığı gibi, özellikle prekaryaya içkin olan belirsizlik
faktörüyle birleştiği anlarda, umut kırıcı etki de yapabilir. Ancak bununla
birlikte, hayal kırıklığı bazen çerçevesi net bir şekilde çizilmiş sınıf
17
1830lar’daki işçi hareketleri ve liberal devletin sınıf çatışmasına verdiği tepki üzerine detaylı
bir analiz için bkz. Wallerstein, 2011: 77-141.
18
Kapitalizme içkin eşitsizliklerle, her alanda eşitliği savunduğunu iddia eden liberal jeo-kültür
arasındaki tutarsızlık modern tarihe damgasını vurmuştur. Gerçekte liberalizm, piyasada,
kanun önünde ve fırsatlara erişim konusunda vaaz ettiği özgürlüklerle birlikte, sadece siyasi bir
pazarlık alanından ve zorunlu kalındıkça kısmen tartışmaya açılabilecek bir siyasi kavramlar
skalasından ibarettir.
Aslı Vatansever 17
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
bilincinden, programatik siyasi projelerden ve tutarlı değişim taleplerinden çok
daha etkili bir sistem karşıtı faktör olabilir. Sistemin temel önermelerine karşı
çıkmayan, hatta kendisi için de bu minvalde bir gelecek hayal eden kitlelerin
kandırıldıklarını fark ettikleri anda hissettikleri hayal kırıklığı ve kızgınlık,
prensip olarak daima sistemin çelişkilerinin bilincinde olmuş ve kararlı
biçimde bunları aşmak üzere programlar geliştirmiş olan kesimlerin süreğen
ama şük yoğunluklu mücadelelerinden çok daha sarsıcı bir patlamaya yol
açabilir. Bu patlama, sistemin temeliyle alakalı olduğu ilk bakışta belli
olmayan vesilelerle su yüzüne çıkabilir tıpkı 1968’de yeni neslin, aileden
devlete kadar burjuva toplumunun tüm katmanlarına sinmiş olan ikiyüzlü
ahlakçılık ve gizil otoritarizmle yüzleşmesinin Vietnam Savaşı vesilesiyle
başlamış olması gibi. Ancak patlama bir kez gerçekleştiğinde, toplumun pek
çok kesimini, sistemden hoşnut olmadıkları her neyse, onu dile getirmek
yönünde cesaretlendirir. Normalde sınıfsal, etnik veya başka taleplerinde yalnız
kalmış olan nispeten daha küçük grupların ve katmanların, daha geniş kitlelerle
sistemden (her ne kadar farklı nedenlerle de olsa) duyulan hoşnutsuzluk
temelinde ilişki kurabilmesini ve onların empatisini kazanabilmelerini sağlar.
Bu nedenle hayal kırıklığı, sistemden gerçekten umudu olan sınıflara da sirayet
edecek kadar derinleştiğinde sınıf, cinsiyet ve etnisite üstü bir siyaset alanı
açar. Bugün gördüğümüz küresel ölçekte hayal kırıklığı da, yılgınlıktan
kızgınlığa, sonra da uyanışa açılan ve iktidarın bilindik metotları (yok sayma,
tehdit, şiddet vb.) ile kapatılamayacak genişlikte bir kapı araladı. Kendisine
“yüzde doksan dokuz” diyen ve artık uluslar üstü bir dayanışma da sergileyen
kitleyi birleştiren ortak payda, işte bu hayal kırıklığıdır.
19
Güncel isyan dalgasının, klasik sınıf mücadelesi tanımlarına uymaması,
hareketin gidişatı bakımından endişe verici bir durum gibi görünebilir. Ancak
bugüne kadar sistemin işine yaramış olan belirsizlik, kitlenin gücü hâline de
gelebilir.
20
Ayaklanan kitleler kolayca bir kalıba sokulamayacak derecede
çoğuldur. Üstelik ilginç bir şekilde, çoğulluktan kaynaklanan
tanımlanamazlıkla, sistemin kendilerine dayattığı sınıfsal belirsizlikten
kaynaklanan tanımsızğı birbirinden ayırt edebilmektedirler. Birincisini
kucaklarken, ikincisinin zamansal, mekânsal ve ilişkisel tezahürlerine karşı
çıkmaktadırlar. Bundan da önemlisi, şu an dünya sisteminin bir süredir içinde
bulunduğu kriz ve geçiş dönemi de, değişimin aktörlerine önemli bir fırsat
kapısı açmaktadır. Tarih göstermiştir ki, “en çok kriz zamanlarında elitler,
19
Empirik araştırmalar da, bu tezi destekler görünmektedir. Örn.: London School of
Economics bünyesindeki Sivil Toplum ve Đnsan Güvenliği Araştırmaları Birimi’ni yöneten
Mary Kaldor ve üç araştırmacının Haziran 2012’de yayınladıkları toplumsal hareketler
raporundaki önemli bulgulardan biri, 2011-2012 yılları arasında patlak veren kalkışmaların
hepsinin ortak noktasının biçimsel demokrasinin başarısızlığından ve hâkim siyaset
anlayışından duyulan hayal kırıklığı olduğu yönündedir (Kaldor, Selchow, Deel, Murray-
Leach, 2012).
20
Hannes Charen, Occupy hareketi örneği üzerinden, bu tip hareketlerin belli taleplerden ve
üzerinde mutabakata varılmış bir mesajdan yoksun oldukları eleştirisini tartışır. Charen’a göre,
bu eleştiriler, hareketin, siyasetin doğasını ve bireyler arası ilişkileri dönüştürerek hiçbir
partinin yapamayacağı bir şeyi yaptığını görememektedirler (Charen, 2012).
18 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
toplumsal hareketlerin baskılarına açık hâle gelirler ve radikal değişimler
mümkün olabilir” (Smith ve Wiest, 2012).
21
Böyle bir durumda, bugünün
1848’e ne kadar benzediği tartışılır olmakla birlikte, yakın bir gelecekte
1848’den daha geniş çaplı ve kalıcı sonuçlar bırakacak bir sınıf hareketinin
ortaya çıkması beklenebilir. Böyle bir hareketin taşıyıcısı, büyük bir ihtimalle,
bilinen sınıfsal kategorileri aşan ve her türlü sınıflaştırmayı reddeden, ancak bu
sefer sorunlarının kaynağının, mahkûm edildiği belirsizlikte yattığını daha net
bir şekilde tarif edebilecek olan prekarya olacaktır. Bu senaryo gerçekleşirse,
yapısal belirsizliğin yükünün, bu belirsizlikten nemalanan yüzde birin konforlu
ve kaygılardan azade yaşam sahasına da sıçraması kuvvetle muhtemeldir.
KAYNAKÇA
Arrighi, G., Hopkins, T., Wallerstein, I. (1991), Sistem-Karşıtı Hareketler, (C.
Kanat, B. Somay ve S. Sökmen, Çev.), Metis Yayınları, Đstanbul.
Bora, A., Bora, T., Erdoğan, N., Üstün, Đ. (2011), Boşuna Okuduk?
Türkiye’de Beyaz Yakalı Đşsizliği, Đstanbul: Đletişim.
Bora, T. (2013), “Beyaz Yakalıların Đsyanının Ardında Ne Var?”, Radikal,
02.07.2013.
Bourdıeu, P. (2006), Karşı Ateşler, (Halime Yüksel, Çev.), YKY, Đstanbul.
Bourrıaud, Nicolas, Precarious Constructions. Answer to Jacques Rancière
on Art and Politics”, http://www.skor.nl/_files/Files/OPEN17_P20-37(3).pdf
Castells, M. (1996), The Information Age I: The Rise of the Network Society,
Blackwell.
Castells, M. (1998), The Information Age III: Economy, Society and Culture,
Blackwell.
Charen, H. (2012),Communicability and the Police, Journal for Occupied
Studies, http://occupiedstudies.org/articles/communicability-and-the-
police.html.
Chomsky, N. (2012), Occupy, Penguin, Londra.
Dörre, K. (2006), “Precarity The Cause and Effects of Insecure
Employment, http://www.goethe.de/ges/soz/dos/arb/pre/en1870532.htm.
21
Wallerstein da, benzer şekilde, pek çok yerde, kriz ve geçiş anlarında küçük girdilerin büyük
çıktılarla sonuçlanma potansiyelinin arttığını söyler (örn. Wallerstein, 1999: 132).
Aslı Vatansever 19
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Graeber, D. (2011), Debt, The First 5000 Years, Melvillehouse, NY.
Grosser, M. (2008),Prekäre Lage, Immer mehr Akademiker können von ihren
Hochschulstellen nicht leben”, http://www.dradio.de/dlf/sendungen/campus/
722789/.
Gorz, A. (1997), Farewell to the Working Class: An Essay on Post-Industrial
Socialism, (Michael Sonenscher, Çev.), Pluto Press, Londra.
Hardt, M., Negri, A. (2001), Đmparatorluk, (Abdullah Yılmaz, Çev.), Ayrıntı.
Đstanbul.
Harvey, D. (2012), Rebel Cities, Verso, London.
Harvey, D. (2006), Spaces of Global Capitalism. Towards a Theory of Uneven
Geographical Development, Verso, London/NY.
Harvey, D. (1999), Postmodernliğin Durumu, Metis, Đstanbul.
Hobsbawm, E. (23 Aralık 2011), BBC News, “It Reminds of 1848…”.
http://www.bbc.co.uk/news/magazine-16217726.
Kaldor, M., Selchow, S. (2012), The ‘Bubbling Up’ of Subterranean Politics in
Europe, Civil Society and Human Security Research Unit, London School of
Economics and Political Science.
Mason, P. (2012), Why It’s Kicking off Everywhere, The New Global
Revolutions, Verso, London/New York.
Rancıère, J. (2012), Proletarian Nights. The Workers’ Dream in Nineteenth-
Century France, (Đkinci baskı), London/NY: Verso. (Birinci baskı: Nights of
Labor, 1981).
Sennett, R. (2012), Karakter Aşınması. Yeni Kapitalizmde Đşin Kişilik
Üzerindeki Etkileri, (Barış Yıldırım Çev.), Ayrıntı, Đstanbul.
Standing, G. (2011a), The Precariat, The New Dangerous Class, Bloomsbury,
Londra/NY.
_________ (01.06.2011), “Who Will Be A Voice for the Emerging
Precariat?”, The Guardian, http://www.guardian.co.uk/commentisfree/
2011/jun/01/voice-for-emerging-precariat.
__________ (19.04.2013), “Defining the Precariat: A Class in the Making”,
Eurozine, http://www.eurozine.com/articles/2013-04-19-standing-en.html.
Streeck, W. (2012),Citizens as Customers. Considerations on the New
Politics of Consumption, New Left Review 76, Temmuz-Ağustos 2012, s. 27-
47.
Wallerstein, I. (2011), The Modern World-System IV: Centrist Liberalism
Triumphant, 1789-1914, University of California Press, Berkeley/Los
Angeles/London.
20 Prekarya Geceleri
21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası
EUL Journal of Social Sciences (IV:II) LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi
December 2013 Aralık
Wallerstein, I. (1999), The End of the World As We Know It. Social Science for
the Twenty-First Century, University of Minnesota Press,
Minneapolis/London.
Zizek, S. (2001), On Belief (Thinking in Action), Routledge, London/NY.
Aslı Vatansever is Assistant Professor at the Faculty of Arts and Sciences of
Doğuş University, Istanbul where she is teaching courses on sociology, world
history, and history of Eurocentrism. She got her doctoral degree in January
2010 from the University of Hamburg (magna cum laude). Her doctoral
dissertation on the origins of Islamism in the 19th century Ottoman Empire
was published the same year by Dr. Kovac Publ., Hamburg. Her current
research activities focus primarily on the crisis of capitalism, the changing
nature of class relations, and the new forms of social protest.
Aslı Vatansever Đstanbul Doğuş Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde
yardımcı doçenttir ve sosyoloji, dünya tarihi ve Avrupa-merkezcilik tarihi
konularında dersler vermektedir. Doktora derecesini Ocak 2010’da magna
cum laude derecesiyle Hamburg Üniversitesi’nden almış; Đslamcılığın 19.
Yüzyıl Osmanlı toplumundaki kökenleri üzerine yazdığı doktora tezi aynı yıl
Hamburg, Dr. Kovac Yayınevi’nden kitap olarak çıkmıştır. Güncel olarak
kapitalizmin krizi, sınıf ilişkilerinin değişen doğası ve toplumsal muhalefetin
yeni biçimleri üzerine çalışmaktadır.
... Üstelik genç bireylerin yaşamı, iş ve kariyerle ilgili değişiklikler ve güçlüklerin yanı sıra pek çok başka alanda da belirsizlikleri barındırmaktadır. Sanayileşme sonrası küresel dönüşümle birlikte hayatın her alanında esnekleşmenin teşvik ediliyor olması, prekarya olarak adlandırılan bu yeni sınıfı yoğun bir belirsizlik yaşamaya maruz bırakmakta ve bununla birlikte her alanda kontrolü kaybetmelerine ve güvencesiz hissetmelerine neden olmaktadır (Vatansever, 2013). Günümüz iş yaşamında bireylerden devamlı olarak yeterliklerini yeni koşullara adapte etmesinin beklenmesi de yoğun stres yaratmaktadır (Standing, 2018). ...
... Çeyrek Yaşam Krizi dönüşümde ortaya çıkan prekarya sınıfının gün geçtikçe yaygınlaşmasına neden olmaktadır (Vatansever, 2013). Gelişimsel kuramların kültürel ve tarihsel bir bağlamda ortaya çıktığı ve zaman içinde toplumsal değişikliklere paralel olarak evrildiği (Newman ve Newman, 2016) göz önünde bulundurulduğunda yeni bir sosyal sınıf olarak öne sürülen prekarya sınıfının yaşantılarının ve özelliklerinin derinlemesine incelenmesinin ve bu değişimin bireylerin psikososyal gelişim sürecine etkilerinin dikkate alınmasının yetişkinliğe geçiş dönemindeki bireylerin yaşantılarını anlamlandırmak için bütüncül bir bakış açısı sağlayacağı düşünülmektedir. ...
Article
Full-text available
Yetişkinliğe geçişle ilgili kuram ve yaklaşımlar, değişen zaman ve koşullarla birlikte güncellenmektedir. Yirmi birinci yüzyılda yetişkinliğin tanımı, geleneksel yetişkin rollerine ulaşmanın yanı sıra bireylerin öznel algılarına göre de şekillenmektedir. Kariyer, eğitim ve romantik ilişki alanlarında yetişkin rollerine erişme yaşının belirgin olarak artması da yetişkinliğe geçişin daha uzun ve karmaşık bir dönem olabileceğini göstermektedir. Bu dönemin beliren yetişkinlik olarak adlandırılması yaygın olarak kabul görmektedir. Beliren yetişkinlik kavramı, ergenlikten çıkmasına rağmen kendini yetişkin olarak adlandırmayan, pek çok olanağı deneme yoluyla kimlik keşfine devam eden bireyler için kullanılmaktadır. Bu dönem değişken doğası gereği belirsizlik ve istikrarsızlığı içinde barındırmaktadır. Bireyler, yaşamlarını sürdürmeleri için üstlenmeleri gereken pek çok yeni rolün getirdiği karmaşayla baş edemediklerinde kendilerini gelişimsel bir krizin içinde bulabilmektedir. Bu gelişimsel kriz, çeyrek yaşam krizi olarak adlandırılmaktadır. Çeyrek yaşam krizi, yetişkinliğe geçiş sürecinde ilişkiler, kariyer ve finans alanlarında zorlayıcı yaşam deneyimlerini içermektedir. Beliren yetişkinlik ve genç yetişkinlik dönemleri arasında bireyler, içinde olmayı artık istemedikleri yetişkin rollerine “hapsolabilir”; erişmek istedikleri yetişkin rollerinin “dışında kalabilir”. Çeyrek yaşam krizi, yetişkinliğe geçiş sürecinin zorlu doğası ve sonuçlarının anlaşılmasında önem kazanan bir kavram olarak görülmektedir. Bu çalışmada çeyrek yaşam krizine ilişkin literatür, yetişkinliğe geçiş sürecindeki yaşantılara ışık tutmak amacı ile psikolojik ve sosyolojik bağlamlarda gözden geçirilmektedir.
... Bazı araştırmalar prekarya kavramsallaştırmasının farklı meslek gruplarını ve kimlikleri yan yana getirerek bütünlüklü bir direniş hattı oluşturabilmesi bağlamında yararlı bulurken onun yeni bir sınıf olarak tanımlanmasının sakıncalarının olacağını belirtirken (Oğuz, 2011;Oran, 2015) bazıları ise prekarya kavramının sınıf-ötesi yapısını kabul ederken onun mücadele potansiyelinin dikkate alınması gereken tarihsel bir özne olabilme kapasitesini vurgulamaktadır (Vatansever, 2013;Vatansever, 2016). Prekaryalaşmanın göçmen emeği bağlamında incelendiği araştırmalar ise göçmenlerin kırılgan konumları nedeniyle çoklu güvencesizlik biçimlerine aynı anda maruz kaldıklarını, yedek işgücü olarak kullanıldıklarını (Odabaş, 2020) büyük oranın Türkiye'ye iç savaşla birlikte göç etmeye başlamış olan Suriyeli göçmenlerin çalışma pozisyonlarının güvencesizliğinin de derinleştiğini ve her işi yapmak zorunda bırakılmalarının mevcut çalışma niteliklerini olumsuz biçimde etkilediğini (Adar, 2018) göstermektedir. ...
Article
Çalışma koşullarında yaşanan güvencesizliğin derinleşmesi prekarya kavramına dönük çalışmaların artmasına neden olmuştur. Neoliberal politikaların etkisiyle risk faktörü dışında birçok olgunun geçicilik ve belirsizlik içermesi, çalışanların başta çalışma koşulları olmak üzere tüm yaşam alanlarını derin biçimde etkilemektedir. Meslek, yaş, cinsiyet ve coğrafya ayırt etmeksizin birçok alanda çalışanları etkileyen bu görece yeni koşullar, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de medya çalışanlarını da güvencesizliğe tabi kılmaktadır. Bu araştırma, önemli bir toplumsal kurum olarak yerel demokrasileri güçlendirme potansiyeline sahip olan yerel medyada çalışan gazetecilerin çalışma koşullarını prekarya tartışmaları bağlamında analiz etmeyi amaçlamaktadır. Nitel araştırma yöntemine başvurulan çalışmada, toplamda on yerel gazeteci ile yarı yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Yapılan görüşmelerin sonucunda, gazetecilerin her an işten çıkarılma endişesi yaşadıkları, kadın gazetecilerin evlenmek ve çocuk doğurmak gibi kararları bu belirsizlik süreci içerisinde ertelemek zorunda kaldıkları görülmüştür. Herkesin birbirini tanıdığı bir yerel medya ortamında dayanışma ağları geliştiremeyecek ölçüde az sayıda oldukları belirtilen yerel gazetecilerin birbirleri ile girdikleri rekabet de güvencesizliğin daha yoğun biçimde deneyimlenmesine yol açmaktadır. Bununla birlikte istihdam güvencesinden yoksun olan gazetecilerin bu rekabet ve belirsizlik ortamında işlerinden atılmamak için işverenlerin talep ettiği her işi üstlenmek zorunda hissettikleri tespit edilmiştir. Yoğun biçimde hissettikleri bu güvencesizlik biçimlerine bakıldığında yerel gazetecilerin az sayıda yerel medya kuruluşu arasında yapmak zorunda hissettikleri seçim nedeniyle de güvencesiz çalışma koşullarının yeniden üretildiği sonucuna ulaşılmıştır.
... The concept of precariat, which Standing (2020) defines as the "child of globalization", can be briefly described as a new class that does not have even a minimum level of security in the labour market, has to work in the most flexible market possible, regularly works in temporary/irregular jobs, and has only vague social protection (Standing, 2017;Aygül, 2018;Standing, 2020). It can be noted that this new or antisocial class, now defined as precariat (Aygül, 2018), includes not only temporary and seasonal workers, known for their flexible employment and working conditions, and workers working in the service sector, but also women, children, migrants, asylum seekers, and refugees (Bora et al., 2011;Vatansever, 2013). ...
Article
Full-text available
In the 21st century, conflicts all over the world still cause people to leave their homes and/or countries and seek refuge in other countries. Due to Türkiye’s geographical location and history as a former empire, it has faced numerous requests for asylum since its founding. This research was conducted using the principles of the phenomenological approach and by interviewing 15 asylum seekers (6 of Afghanistan and 9 of Iraqi nationality) and 17 non-governmental organization (NGO) professionals working with asylum seekers in Ankara in order to delve into the challenges asylum seekers face in accessing employment and the problems in employment. Data was analysed using thematic analysis. The findings of this study are categorized into three themes: (1) Challenges faced by asylum seekers in the labour market; (2) Problems in assessing employment from a professional perspective; and (3) Common misconceptions and priority issues in the employment of asylum seekers. A total of 16 sub-themes were included under these themes. It has been determined that asylum seekers in Türkiye are forced to work in unregistered and temporary jobs, under severe conditions such as long working hours, with a salary lower than the minimum wage. It is also concluded that asylum seekers are inadequate in terms of language skills and lack of professional skills that facilitate access to the labour market; some asylum seekers cannot receive their wages from employers and they do not know any legal mechanisms that they can apply and claim their rights in such cases.
... Statüsü ve akıbeti belli olmayan şeyleri tanımlamak için "precarious" kavramı kullanılmıştır. Prekarya da sistem içerisindeki konumu ve akıbeti, kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşümden dolayı belirsiz hâle gelmiş olan grupları tanımlamakta kullanılır (Vatansever, 2013). Prekarya terimi ilk defa 1980'li yıllarda geçici ve mevsimlik işçileri tanımlamak için Fransız sosyologlar tarafından kullanılmıştır (Standing, 2019, s.24). ...
Chapter
Full-text available
Teknoloji toplumu olarak da adlandırılan yeni dönemde özellikle küresel finans merkezleri haline gelen büyük kentler/metropollerde teknoloji ve hizmet sektörü odaklı işlerin yaygınlık kazanması, öncekilerden daha farklı özelliklere sahip çalışanların istihdam edilmesi gereğini de beraberinde getirmiştir. Dönemin koşullarına göre yapısal bir değişim geçiren işçi sınıfı, güvencesiz ve istikrarsız olma kavramı ile tanımlanan “prekarya” olma durumu ile karşı karşıya kalmıştır. Prekarite ya da prekarya’yı sınırlı-kontratlı, yarı zamanlı veya proje bazlı sözleşmeler ile esnek çalışma modellerinin herhangi birinde çalışma imkânı bulabilen postmodern toplumun ucuz işgücü rezervleri olarak nitelendirmek oldukça uygun bir tanımla olacaktır. Küresel sermayenin talepleri doğrultusunda gittikçe artan bir düzeyde prekaryalleşen işgücü, günümüzde ulusal ve uluslararası boyutta belirlenecek sosyal politikalarla, koruyucu yasal düzenlemelerle daha güvenceli bir çalışma hayatına kavuşturulmalıdır.
Chapter
Full-text available
Bu çalışma Lucy Kirkwood’un dramatik evrenindeki karakterlerin sınıfsal konumlarını ve bu konumların tarihsel bağlamda hangi ideolojik çelişkilerle ilişki içerisinde olduğunu prekarya kavramı üzerinden tartışır. Çalışma, Kirkwood’un Tinderbox, It Felt Empty When the Heart Went at First But It Is Alright Now, NSWF, Chimerica ve The Children adlı oyunlarını tarihsel bağlamlarına yerleştirerek, oyunların günümüz siyaset biliminin en çok tartışılan kavramlarından olan Prekarya kavramıyla çokça ilintili olduğunu ileri sürer. İngilizce’de güvencesiz anlamına gelen ‘precarious’ ile işçi sınıfının betimleyici kelimesi olan ‘proleteriat’ kelimelerinin birleşiminden doğan Prekarya (Precariat) kavramı, güvenceli bir gelecek sahibi olmayan, piyasa koşulları gereği sürekli olarak geçici işlerde çalışan yoksul insanları tanımlar. Kavramın en önemli kuramcılarından olan Guy Standing’in “küreselleşmenin çocuğu” olarak tanımladığı Prekarya, tarihsel olarak neoliberal çağda yazılmış olan Kirkwood oyunlarında yerini bulur. Bu bağlamda mevcut çalışma, prekarya mensubu karakterleri aracılığıyla Kirkwood’un egemen sınıfın politik tahakküm kurma mekanizmalarından olan küreselleşme ve neoliberalizm gibi ideolojik savların eleştirisini yaptığını ileri sürer. 2014 yılında Chimerica adlı oyunu ile Olivier Ödüllerinde en iyi yeni oyun ödülünü almış olan Lucy Kirkwood, Britanya’nın önde gelen ve çoğunlukla günümüzün politik konularını merkezine alan oyunlar üreten genç oyun yazarlarındandır. Oyunlarında toplumsal çelişkilere, toplumun ezilenlerinin ve ötekilerinin bakış açısıyla değinen Kirkwood’un karakter seçimleri, bir sosyalist olduğunu gizlemeyen yazarın ideolojik tercihleri ile uygun olarak çoğunlukla toplumun emekçi kesimlerinden kaynaklıdır. Ancak, Kirkwood’un bu karakterleri sınıfsal olarak, üretim araçlarına sahip olmadıkları için emeklerini kapitalist sınıfa kiralamak durumunda olan geleneksel işçi sınıfından farklılıklar taşır. Örneğin, Kirkwood, Tinderbox adlı çevre felaketlerinin yarattığı distopik bir gelecekte geçen oyununda, Perchik isimli, Balkanlar kökenli bir İskoç’u ana karakterlerden biri olarak resmeder. Kirkwood tarafından; eski suçlu, göçmen, mülksüz ve geleceksiz bir kaçak olarak betimlenen Perchik, Standing’in, ‘elitler, maaşlılar, profisyenler, geleneksel işçi sınıfı, prekarya, işsizler ve mülksüzler’ olarak yedi katmanda açıkladığı prekarya sınıfı taksonomisinin en dip katmanındaki mülksüzler grubuna dâhildir. Perchik’in oyundaki diyalogları, sınıfsal varlığı ve gündelik çelişkiler karşısındaki tavırları, Kirkwood’un eleştirisinin motor gücünü oluşturmaktadır. Geleneksel işçi sınıfı ile Prekarya sınıfı arasındaki farklılıklara işaret eden bir başka örnek de, It Felt Empty When the Heart Went at First But It is Alright Now adlı oyundur. İki göçmen seks işçisinin Britanya’daki güvencesiz ve insanlık onuruna aykırı yaşamlarını merkezine alan oyunun, Dijana ve Gloria isimli her iki karakteri de kadın vücudunun metalaştırılması ve göçmenlik halinin sömürüsü bakımlarından Prekarya’ya dâhildir. Ayrıca, bu iki prekarya mensubu karakter, davranışsal teşvikler veya cezalar yoluyla yapılan politik denetim olarak adlandırılan “Şengenizm” adlı neoliberal denetim mekanizmasının da baskısı altındadır. Çünkü bu iki karaktere müşteri bağlantıları sağlayan Babac adlı karakter, kadınları devamlı olarak Britanya’dan sınırdışı ettirmekle tehdit etmekte ve onlara istediğini yaptırmaktadır. Dijana ve Gloria’nın gündelik yaşantısı güvencesizlik üzerine kuruludur. Örneklerde de görülebileceği gibi, geleneksel işçi sınıfı ile prekarya arasındaki farklılıkların temel belirleyicisi, kuramsal çerçevesini Guy Standing’in yapmış olduğu prekarya kavramının da altyapısını oluşturan güvencesizliktir. Prekarya unsurlarının oyunlardaki varlığı, Lucy Kirkwood’un oyunlarına işlediği toplumsal çelişkilerin eleştirisinin göstergelerinden biridir. Kadın emeğinin sömürüsü, eğitimin metalaştırılması, emekliliğin ölümü, kısmi vatandaşlık, mevsimlik işçiliğin yaygınlaşması ve göçmen emeğinin sömürüsü gibi Guy Standing’in emeğin prekaryalaşması başlığı altında ele aldığı politik çelişkiler, Kirkwood’un prekarya karakterleri marifetiyle oyunlarda da gözlenebilir olmuştur. Bu çalışma söz konusu saptamayı temel alarak, prekarya mensubu karakterlerin, Lucy Kirkwood’un politik konumlanışının bir parçası olduğunu öne sürer. Anahtar Kelimeler: Lucy Kirkwood, Prekarya, Sınıf, Guy Standing, İngiliz Tiyatrosu, Güvencesizlik
Article
Bu çalışmada, antropolog Anna Lowenhaupt Tsing’in Dünyanın Sonundaki Mantar: Kapitalizmin Enkazlarında Yaşam İmkânı Üzerine isimli kitabı değerlendirilmektedir. 2015 yılında Princeton University Press tarafından Amerika’da İngilizce olarak yayınlanan kitap, antropoloji dünyasında büyük ses getirmiş Victor Turner Etnografik Yazma Ödülü (2016) ile Gregory Bateson Kitap Ödülü’nün (2016) yanı sıra daha birçok ödülün sahibi olmuştur. 2023 yılında da kitap, Erdem Gökyaran’ın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlamıştır. Dünyanın Sonundaki Mantar, günümüz küresel kapitalizmin bir sonucu olan güvencesizlik ve belirsizlik koşullarındaki yaşamları anlatır. Ancak bu anlatıyı, sadece insanı değil, aynı zamanda insan olmayan bir varlık türünü; matsutake mantarını da odağa alarak kurmaktadır. Bu çerçevede kitap, yaygın etnografik yaklaşımlardan iki önemli açıdan farklılaşır. İlk olarak kitap, yerleşik insan-merkezli düşüncenin sınırlarının ötesine geçen bir kavrayışla toplumsala, tarihe, ekonomi ve ekolojiye yaklaşmaktadır. İkinci olarak ise kitapta, insan ile insan olmayan varlık türleri arasındaki birbirini etkileyen, şekillendiren ilişki ve işbirlikleri merkeze alınmaktadır. Kitap bu iki yönüyle çoktürlü etnografi yaklaşımına örnek teşkil eder. Çoktürlü etnografiyi ortaya çıkaran dönüşümlere değinerek başlayan bu değerlendirme, Dünyanın Sonundaki Mantar’ı içerdiği temel tartışmalarla tanıtmayı amaçlamaktadır.
Article
Full-text available
Kapitalist üretim yapısının körüklediği rekabet, hayatın anlamını kariyer başarısı ve bunun sağladığı maddi doyumlara bağlamaktadır. Başarının zenginlik ile ölçüldüğü, başarısızlığın ise değersizlik ile eşitlendiği kapitalist sistem, tüm toplumsal kesimleri olumsuz etkilemektedir. Kişisel çıkara dayanan kazanımların kaybedilmemesi adına insani değerlerin ikinci plana atılmasına zemin hazırlayan kapitalist sistem, insanları acımasız bir rekabetin içine itmektedir. Çalışmanın anlamının değiştiği modern kapitalist toplumlarda başarının sahip olunan metalarla ölçülmesi, işsizliğin bir kimlik bunalımı olarak da algılanmasına yol açmaktadır. İşsiz kitlesinin giderek büyümesine yol açan mevcut üretim örgütlenmesi, kol, zihin ya da emek gücü ile çalışan mavi ya da beyaz yakalı çalışan herkesi tehdit etmektedir. Bu çalışmada, Costa-Gavras’ın Ölümcül Çözüm (2005) adlı filmi kapitalizm, rekabet ve beyaz yakalı işsizliği kavramları bağlamında analiz edilmiştir. Beyaz yakalı bir yöneticinin işsiz kalması sonrasında uğradığı maddi ve manevi yıkım ile içine düştüğü çaresizlikle rakiplerini öldürmeye başlamasını anlatan film, kapitalist rekabet koşullarının acımasızlığını da ortaya sermektedir. Çalışmada çözümleme için betimsel analiz ve göstergebilim yöntemleri birlikte kullanılmıştır. Kapitalist sistemin yetiştirdiği örnek bir beyaz yakalı çalışanın bile bir seri katile dönüşmesinin hikâyesini anlatan Ölümcül Çözüm filminin analizi, çalışan kesimlerin içinde bulunduğu iktisadi sistemin arka planını, mevcut ekonomik yapının neden olduğu psikolojik hezeyanları ve insanın kendi yarattığı sistem içerisinde geldiği acımasız ve parazitvari konumu tartışmaya açmaktadır.
Thesis
Full-text available
En geniş anlamıyla üretimin bilgisi şeklinde tanımlayabileceğimiz teknoloji, günümüzde toplumsal yaşamın önemli bir bileşeni durumundadır. Teknoloji ile toplum arasında yakın ve karmaşık bir bağ bulunmaktadır. Ancak toplumun her kesiminin teknolojiye erişim olanakları eşit düzeyde değildir, bu anlamda teknolojinin tarafsızlığından söz edilemez. Gücü elinde bulunduran egemen toplumsal sınıflar, teknolojiyi diğer toplumsal sınıflar üzerinde tahakküm aracı olarak kullanılabilmektedir. Nitekim kapitalist toplumda da benzeri bir durum söz konusudur. Kapitalist sınıf, sermaye birikimini sağlamak ve güvence altına almak için teknolojiyi endüstriyel devrimler örneğinde görüldüğü gibi etkin biçimde kullanmıştır. 1970'li yıllardan itibaren özellikle enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler de bu eksende değerlendirilmelidir. Bu dönemde yaşanan sermaye birikim krizinin çözümü olarak devreye sokulan esnek birikim modelinin kilit unsurlarından birini enformasyon ve iletişim teknolojileri oluşturmuştur. Enformasyon ve iletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklarla üretim dijitalleşmeye başlamış, sermaye üretim alanında mekân ve zamanın sınırlılıklarını aşma olanağı elde etmiştir. Kapitalizm dijitalleşmeye ve bunun sonucunda yeni bir emek formu olan dijital emek ortaya çıkmaya başlamıştır. Henüz oluş aşamasındaki Endüstri 4.0 ile bu dijitalleşme sürecinin daha da hız kazanacağı, bunun sonucunda dijital emek formunda yer alan emekçilerin sayısının daha da artacağı öngörülmektedir. Benzer bir tahmin Türkiye'deki dijital emek için de yapılabilir. Çalışmamız dijital emeği, teknoloji, toplum ve sermaye ilişkileri açısından analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Book
Every economics textbook says the same thing: Money was invented to replace onerous and complicated barter systems—to relieve ancient people from having to haul their goods to market. The problem with this version of history? There’s not a shred of evidence to support it. Here anthropologist David Graeber presents a stunning reversal of conventional wisdom. He shows that 5,000 years ago, during the beginning of the agrarian empires, humans have used elaborate credit systems. It is in this era, Graeber shows, that we also first encounter a society divided into debtors and creditors. With the passage of time, however, virtual credit money was replaced by gold and silver coins—and the system as a whole began to decline. Interest rates spiked and the indebted became slaves. And the system perpetuated itself with tremendously violent consequences, with only the rare intervention of kings and churches keeping the system from spiraling out of control. Debt: The First 5,000 Years is a fascinating chronicle of this little known history—as well as how it has defined human history, and what it means for the credit crisis of the present day and the future of our economy.
Article
Immanuel Wallerstein's highly influential, multi-volume opus, The Modern World-System, is one of this century's greatest works of social science. An innovative, panoramic reinterpretation of global history, it traces the emergence and development of the modern world from the sixteenth to the twentieth century. This new volume encompasses the nineteenth century from the revolutionary era of 1789 to the First World War. In this crucial period, three great ideologies-conservatism, liberalism, and radicalism-emerged in response to the worldwide cultural transformation that came about when the French Revolution legitimized the sovereignty of the people. Wallerstein tells how capitalists, and Great Britain, brought relative order to the world and how liberalism triumphed as the dominant ideology.
Conference Paper
Neoliberalism, stemming from the musings of the Mont Pelerin Society after the Second World War, meant a model of liberalization, commodification, individualism, the privatization of social policy as well as production, and – least appreciated – the systematic dismantling of institutions and mechanisms of social solidarity. From the late 1970s onwards, it meant the painful construction of a global market system, in which the globalization era was the disembedded phase of the Global Transformation, analogous to a similar phase in Karl Polanyi’s Great Transformation. In both cases, the disembedded phase was dominated by financial capital, generating chronic insecurities and inequalities. But whereas Polanyi was analysing the construction of national markets, the Global Transformation is about the painful construction of a global market system. One consequence has been the emergence of a global class structure superimposed on national structures. In order to move towards a re-embedded phase, it is essential to understand the character of the class fragmentation, and to conceptualize the emerging mass class-in-the-making, the precariat. This is a controversial concept, largely because traditional Marxists dispute its class character. However, it is analytically valuable to differentiate it, since it has distinctive relations of production, relations of distribution and relations to the state. It is still a class-in-the-making rather than a class-for-itself. But it is the new dangerous class because it is a force for transformation, rejecting both labourist social democracy and neoliberalism. It has a distinctive consciousness, although it is this that holds it back from being sufficiently a class-for-itself. It is still divided, being at war with itself. However, it has moved out of its primitive rebel phase, and in the city squares around the world is setting a new progressive agenda based on its insecurities and aspirations.
Article
This article presents the findings of a collaborative research project involving seven field teams across Europe investigating a range of new political phenomena termed ‘subterranean politics’. The article argues that the social mobilizations and collective activities in 2011 and 2012 were probably less joined up, more heterogeneous, and, perhaps, even, smaller, than similar phenomena during the last decade, but what was striking was their ‘resonance’ among mainstream public opinion—the ‘bubbling up’ of subterranean politics. The main findings included: • • Subterranean political actors perceive the crisis as a political crisis rather than a reaction to austerity. Subterranean politics is just as much a characteristic of Germany, where there are no austerity policies, as other countries. • • Subterranean political actors are concerned about democracy but not as it is currently practised. They experiment with new democratic practises, in the squares, on the Internet, and elsewhere. • • This new political generation not only uses social networking to organize but the Internet has profoundly affected the culture of political activism. • • In contrast to mainstream public debates, Europe is ‘invisible’ even though many subterranean political actors feel themselves to be European. The research concludes that the term ‘subterranean politics’ is a useful concept that needs further investigation and that Europe needs to be problematized to seek a way out of the crisis.
Book
Fiscal crises have cascaded across much of the developing world with devastating results, from Mexico to Indonesia, Russia and Argentina. The extreme volatility in contemporary political economic fortunes seems to mock our best efforts to understand the forces that drive development in the world economy.David Harvey is the single most important geographer writing today and a leading social theorist of our age, offering a comprehensive critique of contemporary capitalism. In this fascinating book, he shows the way forward for just such an understanding, enlarging upon the key themes in his recent work: the development of neoliberalism, the spread of inequalities across the globe, and 'space' as a key theoretical concept.Both a major declaration of a new research programme and a concise introduction to David Harvey's central concerns, this book will be essential reading for scholars and students across the humanities and social sciences.