Afrika uluslararası politikanın her ne kadar çeperinde yer alıyor olarak görülse de durum gerçekte böyle değildir. Afrika ulusları geçmişte olduğu gibi günümüz dünya meselelerinde önemli bir tarihsel rol oynamaktadır. Afrika Kıtası'nın sahip olduğu toprak, ormanlar, su ve mineraller gibi somut kaynaklara kadar uzanan doğal çevresi, devlet düzeyinde ve uluslararası düzeyde ekonomik ve siyasi girişimlerin belirlenmesinin merkezinde yer almıştır. Afrika’daki sömürge öncesinden sömürge dönemlerine kadar yerel ekonomik girişimlerin, bütünleşmiş bir küresel ekonomide kıtanın çevresel kaynaklarıyla bağlantılı olduğunu da ortaya çıkaracaktır.
Son zamanlarda Afrika; kendini, küreselleşme tartışmalarının merkez sahneyi işgal ettiği bir dünyada konumlanmış bulmuştur, öyle ki kıtadaki kalkınma arayışı da bir “dünya sistemleri” analizi ile kavramsallaştırılmıştır.
Birçok farklı kültür ve topluma ev sahipliği yapan geniş bir kara parçası olan Afrika’da devlet yapıları ve politik sistemleri birbirinden farklı özellikler göstermektedir. Bir başka deyişle tipik bir Afrika yönetim şekli diye bir şey yoktur. Afrika Kıtası'nda yer alan 54 devletin neredeyse her birinin kendine özgü benzersiz (unique) politik sistemi bulunmaktadır. Bu durumun oluşmasında her ülkenin kendi özgü etnik, dinî ve toplumsal yapısının yanında kıtanın yakın geçmişine damga vuran kolonyal yönetim geçmişinin de büyük bir etkisinin bulunduğunu söylemek mümkündür. Aslında yerel talepler zorunlu olarak farklı ve bireysel politikalar ürettiğinden, tek bir siyasi sistemin tüm bu devletlere uymasını beklemek rasyonel görünmemektedir.
Afrika Kıtası'nın geçmişte uluslararası politikadaki önemi sahip olduğu yer altı ve yer üstü kaynakları, jeopolitik ve stratejik konumu itibarıyla başta Batılı güçler olmak üzere tüm dünyanın ilgisini çekerek emperyal güçler arasında bir paylaşım mücadelesine neden olmuştur. Afrika’nın Süveyş Kanalı, Cebelitarık Boğazı, Ümit Burnu, Aden Körfezi gibi önemli su yollarına ve bağlantı noktalarına sahip olması bir taraftan kıtanın stratejik önemini artırırken petrol bakımından zengin körfez ülkelerin yakınında olması ve önemli ticaret yollarına ev sahipliği yapması kara kıtayı dünya sahnesinde önemli bir bölge hâline getirmiştir.
Kavram olarak sömürge Avrupa’da koloni anlamında kullanılıyor olsa da esas itibarıyla bu kavramlar birbirinden farklıdırlar. Çünkü sömürge bir toprak parçasını ifade ederken koloni ise o toprak parçasına yerleştirilmiş göçmen topluluklarından oluşan halk kitlesini ifade etmektedir. Bir başka deyişle kolonileşme, bir ülkenin vatandaşlarının kendi ana vatanları dışında başka bir bölgeye yerleşmeleri ve bu yerde bir idari teşkilat kurmaları anlamına gelmektedir. Bu bağlamda sömürge, sömürgeci devlete ait olmak üzere başka bir devlette yerleşilen yer veya bölge demektir. Sömürgeciliğin ise bilindiği üzere yeni bölgeler veya topraklar elde etmek amacıyla yapılan sömürgeci yayılma faaliyeti anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Bir başka deyişle bir ülkenin sınırları dışında uzak veya yakın bir bölgede egemenlik tesis ettiği, o bölgede kendi kurallarını uygulatmaya çalıştığı, ekonomik olarak o bölgeden yararlandığı ve siyasi olarak da etkinliğini oluşturmaya çalıştığı alan sömürge bölgesine karşılık gelmektedir. Bu noktada sömürgecilik güç kullanarak büyük devletlerin kendi ana vatanları dışındaki uzak bölgelerde egemenlik tesis ederek bu bölgeleri kendi sınırlarının bir uzantısı olarak görmesi ve bu yerlerde bir idari teşkilat kurmalarıdır.
Emperyalizm, basit olarak ele alacak olursak sınır aşırı ve tarih üstü bir imparatorluk kurma çabasını ifade etmektedir. Buna karşılık kolonyalizm ise bu amacın sadece bir bölümünü oluşturmaktadır. Ancak emperyalizmin geçmişi çok daha eskiye yani uygarlığın gelişmesi ile başlayan imparatorluklara dayanmaktadır. Yani emperyalizm, siyasal ve ekonomik tahakküm biçimlerinin bütününe işaret ederken kolonyalizm doğrudan topraksal egemenlik ve nüfus yerleşim ile ilişkilidir. Çıkarcı kapitalizm ile kolonyalizm arasında ise bir araç-amaç ilişkisi mevcuttur. Kolonyalizm, emperyalizmin oluşumunda bir süreç olduğu gibi kapitalizmin daha küresel bir forma taşınmasını sağlamak açısından bir araç olduğu da söylenebilir.
Çıkarcı kapitalizmin yayılması ve 3. dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelere ulaşmasını sağlamak için kullanılmış en büyük araç olarak kolonyalizm gösterilmektedir. Bu ülkeler, daha önce kapitalizm ile hiç tanışmamış topraklar iken bu yeni gelen ekonomik modeli bir bakıma zoraki olarak benimsemek durumunda kalmışlardır. Kolonici ülkeler, kolonize olan ülkelerden çekilirken oluşturmaya çalıştıkları demokratik ve modern siyasal düzenler ile çıkarcı kapitalizmin bu ülkelerde üstünlüğünü koruyabilmesini sağlamak ve 2. Dünya Savaşı sonrası giderek
büyüyen Batılı güçler tarafından büyük bir tehdit olarak görülen sosyalist düzenin bu ülkelere etki etmesini engellemek amacı ile yeni kurumsal yapılanmalar oluşturmuşlardır. Bu kurumsal yapılanmalar ile geçmişteki sömürgeci düzen sayesinde sahip oldukları gücü kullanarak modern bir kolonyal düzenle beraber bu ülkelerin küresel kapital sistem içerisinde ekonomik, kültürel, teknolojik, askerî ve siyasal açısından yine kendilerine bağımlı olacakları şekilde sistemi oturtmayı amaçlamışlardır. Burada bilinmesi gereken önemli bir diğer ayrım ise kolonyalizm ile
sömürgecilik kavramları arasındaki farktır. Kolonyalizm, sömürgecilik kavramından çok daha geniş içeriklidir. “Sömürgecilik, bir milletin ve devletin başka bir milleti ve ülkeyi kendi devlet ve milletinin çıkarları doğrultusunda işletmesi, tekeline ve boyunduruğuna almasıdır veya elde ettiği o ülkenin her türlü imkânlarıyla insanların emeğinden yararlanarak kendine maddi ve manevi çıkarlar sağlamasıdır şeklinde tanımlamak mümkündür”. Bir başka deyişle sömürgecilikte bölgenin kaynak ve iş gücü sömürülürken halk kendi kimliği ve yaşam tarzları ile yaşamaya devam edebilmektedir. Ancak kolonyalizm bir bölgeyi kendi amacı dâhilinde kullanmanın yanı sıra aynı zamanda o bölgeyi yönetmek anlamına gelmektedir. Bunun sonucu olarak kolonici ülkeler, bu bölgenin halkının kimliğine etki etmeye hatta onu değiştirmeye çalışmaktadırlar. Bunu yaparken de birçok araç üzerinden kültür asimilasyonu yaparak toplumun öz kimliğini değiştirme çabası sarf ederler. Kolonyalizm daha çok kolonici siyaset olarak tanımlanırken, sömürgecilik sömürgeci siyaset olarak tanımlanmaktadır.
Coğrafi keşifler sonrasında Avrupalı devletlerin keşfettikleri yeni su yolları bir taraftan dünya ticaret yollarının değişmesine neden olurken büyük bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolü altında bulunan İpek ve Baharat yollarının önemini azaltmış ve bu durum Osmanlı ekonomisi üzerinde ciddi kayıplara neden olmuştur. Bu durumun siyasi bir yansıması olarak Osmanlı içinde artan siyasi karışıklıklara neden olarak imparatorluğun işleyişine ciddi zararlar vermiştir. Bunun yanında zaman içinde Osmanlı ordusunun Batı’daki ilerleyişinin Viyana önlerinde durdurulması, devletin fetihler üzerine kurulu politik ve askerî yapısını bozarak imparatorluğun 1699 yılından itibaren duraklama dönemine girmesine ve yaklaşık 80 yıl sonra da gerilemesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya siyasetinde gerilemeye başlaması ve toprak kayıpları sadece Avrupa topraklarıyla sınırlı kalmamış, zaman içinde Afrika Kıtası'ndan da çekilmeye başlamasına neden olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması Afrika üzerinde bir güç boşluğu meydana getirirken bu güç boşluğu kısa sürede Avrupalı yükselen güçler tarafından kısa sürede doldurulmaya başlanmıştır. Portekiz’in öncülük ettiği bu süreç zamanla İspanyol, Hollanda, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika ve Almanya gibi devletlerin bu sürece katılmasıyla neredeyse kara kıtanın geneline yayılmıştır. Bunun sonucunda kıtaya yerleşmeye başlayan Avrupalı sömürgeci güçler Afrika Kıtası üzerinde etkileri günümüze kadar devam eden ekonomik, siyasi, etnik, dinsel ve sosyokültürel değişimlere neden olmuştur.
Doğal kaynaklar bakımından esasında zengin bir kıta olan Afrika, Batılı devletlerin kolonisi hâline geldikten sonra tıpkı diğer sömürgeleştirilen Amerika Kıtası ve Asya’daki Hindistan ve Çin gibi ülkelerin zenginlikleri âdeta sömürülerek soyulmuştur. Bu kapsamda başta altın, gümüş, bakır ve elmas gibi madenleri olmak üzere petrol, tarımsal ürünleri ve iş gücü zor kullanılarak ele geçirilmiştir. Koloni döneminde Afrika Kıtası ve diğer kolonileştirilen bölgelerin kaynakları bu bölgeleri kontrol eden Avrupalı devletler tarafından kendi ülkelerine aktarılarak âdeta sömürge ülkelerin üzerinde yükselen bir refah seviyesine ulaşılmıştır. Afrika Kıtası'ndaki sömürge yönetimleri döneminde kıtanın büyük bir kesimi ekonomik ve siyasi olarak gelişememiş
dünyanın diğer bölgelerine göre her açıdan geri kalmıştır.
Sömürgecilik döneminde kolonyal güçlerin uyguladıkları politikalar ve oluşturdukları
idari mekanizmalar bağımsızlık sonrasında Afrika Kıtası'ndaki devletlerin âdeta günümüzdeki kaderlerini de belirmektedir. Öyle ki Avrupalı kolonyal güçler tarafından etnik ve dinsel dinamikler dikkate alınmadan oluşturulan politik ve sosyal sistemler bağımsızlıklarını elde eden devletlerin hem kendi içlerinde iç çatışmalara hem de komşu ülkelerle savaşlara neden olmaktadır. Böl ve yönet (divide and rule) politikası gereğince cetvelle suni olarak çizilen sınırlar nedeniyle kıta genelinde süregelen silahlı çatışmalara kötü yönetimler eklenince başka gezegenlerde koloni kurmayı planlayan dünyada bugün Afrika denilince insanların ilk aklına gelen şeyler; açlık, yoksulluk, çatışma, soykırım, hastalık ve göç gibi olumsuz görüntüler ve olaylardır.
Bu durumun en büyük nedenlerinden biri kuşkusuz Afrika Kıtası'nın yaşadığı kolonyal geçmiş sonrasında yine sömürgeci devletler tarafından miras bırakılan devlet yapılarıdır.