Content uploaded by Okan Bolukbasi
Author content
All content in this area was uploaded by Okan Bolukbasi on Jun 18, 2014
Content may be subject to copyright.
DİL ve EDEBİYAT AYIN DOSYASI
18
Büyük Tıp kuramcılarından Osler’e göre Kanun, XX. yüzyıl da dâhil olmak üzere tıbbın
gelmiş geçmiş en büyük kitabıdır. XVIII. yüzyıla dek dünyadaki tıp okullarında temel
kitap olarak okunmuştur. Etkisi öylesine güçlüdür ki, doktor olmadan önce adayların
dekan huzurunda yapılan son sınavları İbni Sînâ’nın Kanun’undan yapılmıştır. Orta
Çağ’da İbni Sînâ’ya atıf yapmadan neredeyse tek paragraf yazılamazdı.
DİL ve EDEBİYAT 19
AYIN DOSYASI
Kendi tarih ve kimliğini bilmeyen,
bunun şuurunda olmayan hiçbir
kültürün anlamı yoktur. L.N. Gumilyof
İbni Sînâ’yı anlatmadan önce içinde yaşadığı
dönemin çevresel, tarihî ve kültürel özellikle-
rinden bahsetmek gerekiyor. Bugün yaşadığı-
mız dünyanın temelleri XI. yüzyılda atıldı di-
yebiliriz. Toplumları bir araya getiren, yeni ulusla-
rın şekillenmesi ya da doğmasını sağlayan büyük bir
enerji birikmişti. Buna “Passionerlik” deniyor. Mer-
kezi Asya’da Abbasi’lerin etkisindeki Turani Devlet-
ler ve onların doğusunda gevşek bir devlet örgüt-
lenmesi olan dev bir Çin vardı. Asya’da bir vaha im-
paratorluğu olan Çin’in Batı’ya yayılmasını bu dev-
letler önlüyordu. Harzemşahlar Devleti dev bir ki-
meradan ibaretti. Tarihçi Gumilyof, kimerayı iki ya
da daha çok milletli devletin (Topluluğun) aynı eko-
lojik bölgede yan yana yaşaması olarak adlandırı-
yor. Dünyanın en büyük süper güçlerinden Altı-
norda Hanlığı-Hazar Devleti zayıflarken, Hazar ci-
varı Harzemliler tarafından zaptedildi. 1001’den
itibaren Gazne güçlenmeye başladı. Selçuklular
da 1031’den itibaren Horasan’a yayıldılar, meşhur
Dandanakan Savaşı, bu dönemde oldu. Türkçe ko-
nuşan, Turani devletler, Abbasi Devleti’nin zayıfla-
masıyla büyümeye ve giderek güçlenmeye başla-
mışlardı. Artık bu bölgede (Bugünkü Afganistan, Pa-
kistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, İran,
Kazakistan ve çevre ülkeler) birbirleriyle savaşıyor-
lardı. 1071’de Malazgirt, 1091’de ise Birinci Haçlı
Seferi başladı. İbni Sînâ’nın yaşadığı dönem, bu za-
manlara karşılık geliyordu. Entrikalarla dolu saraylar,
bilim adamlarını koruyan ve kollayan sultanlar ya da
felsefeden ve felsefecilerden nefret eden Gazne-
li Mahmut gibi devlet adamları. VIII. yüzyıldan itiba-
ren İslam uygarlığının hangi sebeple böyle bir ge-
lişme gösterebildiğini anlamak için İbni Haldun ve
ünlü tarihçi Gumilyof’un yukarıda bahsedilen passi-
onerlik tezini okuyarak bir fikir edinebilirler (Ekono-
miçeskaya i sotsialnaya geografiya; problemı i pros-
pektivı. L. 1984, s. 42-57). Ayrıca bu dönemde dev-
let katında etkili dinî görüşünün akılcı bir İslam yoru-
mu olan Mu’tezile’ye yakın olduğu da dikkate alın-
malıdır.
Halife Me’mun, ( 813-933) Bağdat’ta büyük bir
bilim merkezi (Beyt-ül Hikma) kurdu. Dönemin-
de muhtemelen dünyanın en zengin kütüphanesi-
ne sahipti. Antikçağ Grek, Hint ve Pers bilimi ile
edebiyatı burada Arapçaya çevrildi. Akademi olarak
nitelediğimiz bu kurum; öncüleri olan Merv (İran),
Cundişapur (İran), Pumbadita ( Irak) ve Suna’daki
kimi Musevi kökenli bilim adamlarının akademileri
izliyordu. Doğudan gelen Budizm etkisi de olduk-
ça güçlüydü. Arapça bilimin Helenistik temeli, bu-
rada atıldı. Ancak Bağdat, 955’ten itibaren bilimsel
ve kültürel önemini kaybetmeye başladı. Egemenlik,
Sasaniler, Bayatlar ve Samanoğulları gibi Turani dev-
letler arasında gidip geldi.1 Harran (Urfa-Türkiye),
Endülüs’ten gelenlerin eksik olmadığı bir kitap de-
ğişimi ve entelektüel tartışmaların yaşandığı “Mah-
fel” niteliğine sahipti. Asker kökenli bir Türk aile-
nin soyundan gelen Farabi’nin burada, Endülüslü bi-
lim insanları ile buluştuğunu biliyoruz. Dedesi Ha-
zar İmparatorluğu’nda yüksek bir askerî rütbe olan
“Tarkan”dı. Bir Kıpçak prensesi ile (Knez Oleg) ev-
lenmişti. Felsefenin Grekler’den alındığı suçlamasına
bizzat Farabi şöyle cevap verir: “Felsefe, kadim çağ-
Doç. Dr. PhD. Okan Bölükbaşı
DİL ve EDEBİYAT
20 AYIN DOSYASI
larda, eski Irak halkı Kaldeliler’de gelişmiş ve oradan
Mısır’a geçmiştir. Grekler felsefeyi Mısır’dan öğrenmiş-
lerdir. Felsefe aynı yolu izleyerek Mısır ve Süryaniler
aracılığı ile Müslümanlara dönmüştür.” Diğer büyük
kitap ve bilim merkezi İstanbul’du. Bağdat’taki Sa-
haflar Çarşısı da, Aristoteles Seminerleri’nin yapıldı-
ğı gayri resmî bir kongre merkeziydi. İşte İbni Sînâ
böyle bir ortamda yaşadı ve yazdı. En büyük şansı,
başından geçenleri oldukça ayrıntılı bir biçimde ya-
zan ve günümüze ulaştıran Cürcânî gibi bir öğren-
cisinin olmasıdır. Örneğin Farabi’nin böyle bir şan-
sı olmamıştı.
İslam egemenliği altındaki ulusların dili, kültürü
ve geçmişi ne olursa olsun bilim dilinde ortak lisan
olarak Arapçanın kullanımı benimsenmişti. Batı’da
Latince olan bilim dilinin karşılığı Doğu’da Arap-
çaydı. Türk, İranlı, Rum2 Yahudi ve Arap bilimci-
ler; eserlerini kısmen Arapça yazmaları ve kısmen
de İslam devletlerinin hükümranlığında yaşadıkların-
dan, kendilerine büyük bir hayranlık ve (Haçlı se-
ferlerinin etkisiyle) saygıyla karışık bir korkuyla ba-
kan Batı dünyasında Arabist (Ya da “Arabik”) is-
miyle anılmışlardır. Farabi, Biruni, Razi, El Cebr, İbn
Sînâ, Harezmi, El Kufl, İbn Nafis ve eserleri Latin-
ceye çeviren Maimonides, Hunayn İbn İshak, Bah-
tu Yeşu bu grup içinde ilk akla gelenlerdir. VII. yüz-
yılda ortaya çıkan İslam dini, antik çağ bilim mirasına
sahip çıkarak onu korudu ve geliştirdi. Bu dönem-
de Avrupa, koyu bir dinî baskı altındaydı. İncil’deki
İsa’nın iyileştirici gücü (Praeter naturam) kilisenin
tıbba sahip çıkarak onu dinsel dogmatizm sınırların-
da uygulamaSînâ yol açtı. İsa’nın doğal temsilcisi ki-
lise dışında kimse şifa dağıtamazdı. Greko-Romen
bilimi, kiliseye göre putperestlikti ve dolayısıyla İbn
Sînâ da putperestti.3 (!) Ancak bu “Kâfir” Sarasenle-
rin (Avrupalılar Müslümanlar için bu aşağılayıcı tanı-
mı kullanıyorlardı) nasıl olup da her alanda kendile-
rinden bu kadar ileride olduklarına bir türlü akıl er-
diremiyorlardı. Haçlı Seferleri’ni hazırlayan sebeple-
rin arasında bu ve benzeri psikososyal güdülerin ol-
madığını da kimse iddia edemez.
Batılıların ifadesiyle Arabistler, özellikle farmako-
loji ve kimyada ilerleyerek distilasyon, kristalizasyon,
sublimasyon, redüksiyon, kalSînâsyon olaylarını ta-
nımladılar. Alkali, alkol, eliksir, alembik, şurup kim-
yasallarını buldular. Matematiksel ve felsefi düşün-
ceyi geliştirdiler. El Cabir, algebra ve algoritmayı ta-
nımladı. Tıp biliminin aktarımında, hasta başı eğitimi
vurgulandı. Greklerin anlayamadığı scabies (Uyuz),
mediastinal abse ve tüberkülozu tanımladılar. Kılcal
dolaşım ve akciğerlerin çalışma ilkelerini açıkladılar.
Bu dönemde mükemmel akademik hastaneler ku-
ruldu. Buralarda hem tıp eğitimi yapılıyor hem de
Greko-Romen eserler Arapça ve Farsçaya çevrili-
yordu. En ünlü akademiler; Edessa (Urfa), Cundişa-
pur, Nizip ve İskenderiye’ydi. Sonraki dönemlerde
kurulan Sivas Divriği’deki Hastane (Darüşşifa), Cun-
dişapur akademisinin bir kopyasıydı. Muhteşem bir
hastane olan bu kurumda seriyyiyat (hasta başı eği-
tim) uygulanıyordu. Bergama doğumlu hekim Ga-
len ve İstanköy doğumlu Hipokrat, Arabistlerin pi-
riydi. İslam inanışı, Arabistlere teşrihi yasaklamıştı.
Aslında bu yönde bir kesin dinî hüküm yoktu, an-
cak dönemin egemen güçleri bu yasağın olmama-
Ebu Ali el Hüseyin İbni Abdullah İbni
Sînâ, Buhara yakınlarındaki Afsana’da
MS. 980’de (Hicri 370, Sefer), doğdu.
Babası, Samanoğulları Emiri Nuh İbni
Mansur döneminde Harmaysen adlı
bir köyde görevli idari memurdu. İbni
Sînâ’nın annesi, yakındaki komşu köy
olan Afsana’dandı.
DİL ve EDEBİYAT 21
AYIN DOSYASI
sı gerektiğini düşünüyorlardı. Arabistlerin anatomo-
patolojik bilgileri, hatalarla dolu olan Galenik öğre-
tiye bağımlı kaldı. Ve ne yazık ki, neredeyse tümüy-
le doğru kabul edilerek benimsendi. Bu hataların
çoğu ancak XVII. yüzyıldan sonra düzeltilmeye baş-
lanmıştır.
Buhara yakınlarındaki Afsana’da doğdu.
Arabist hekimler, Galen (Bergama) ve Hipok-
rat (İstanköy) dışında; Erasistratos (Keos, İskende-
riye), Arkigenus (Apamea, Dinar), Rufus (Efes, Sel-
çuk), Aleksander (Tralles, Aydın), Pavlos (Aegina,
Kapadokya)’un eserlerini Arapçaya çevirdiler. Bu
eserler Süryaniler, Endülüs Yahudileri (Maimoni-
des), Gerard de Cremona (Tuleytula, Toledo) ve
Contantinus Africanus (Salerno) tarafından Latince-
ye çevrildi. Montpellier, Padua ve Salerno gibi “Öz-
gür” üniversiteler doğmaya ve Arabistlerin eserle-
ri ders kitabı olarak okunmaya başlandı. Bu özgür
üniversiteler, Papalığın doğrudan yetki alanı dışın-
daydı. Ancak tercümelerin kalitesi bazen çok kötü
olabiliyordu. Bu nedenle İbni Sînâ’ya yönelik eleşti-
rilerin bir kısmı, tamamen bu bozuk ve yanlış tercü-
melerden kaynaklanmıştır. Bu durum bazı Avrupa
üniversitelerinde XVIII. yüzyıla dek sürdü. Arapların
İspanya’daki egemenliklerinin sona ermesinden iti-
baren (Reconquista), Hristiyan İspanya’da bazı ter-
cüme okulları ve bunlara bağlı üniversiteler kurul-
du. Arabistlerde çok daha iyi tercümeler yapılma-
ya başlandı. Kur’an da bu dönemde tercüme edildi.
Ebu Ali el Hüseyin İbni Abdullah İbni Sînâ, Buha-
ra yakınlarındaki Afsana’da MS. 980’de (Hicri 370,
Sefer), doğdu. Babası, Samanoğulları Emiri Nuh İbni
Mansur döneminde Harmaysen adlı bir köyde gö-
revli idari memurdu. İbni Sînâ’nın annesi, yakında-
ki komşu köy olan Afsana’dandı. Çocukluğunda ba-
bası İbni Sînâ’nın öğretiminde önemli rol oynadı. El
Mahmud’dan Hint matematiği ve cebir, Natili’den
Platon felsefesini öğrendi. Başka hocalardan da ders
aldığını biliyoruz. Bir İskit Türk’ü olan büyük bilgin
Razi’nin el- Havi (Continens) isimli, Kanundan hiç
de aşağı kalmayan müthiş eserini de okumuştu.
Özellikle çiçek ve kuduz hakkında tıp tarihinde ilk
ve en önemli bilgiler bu kitapta vardı. XIII. yüzyıldan
itibaren Montpellier Tıp Fakültesi, Arabist Tıp eko-
lünün kalesi olduğunda öğrenciler Kanun ile birlikte
El-Havi’yi de okurlardı. Velhasıl, iyi bir aileye men-
suptu ve çok iyi bir eğitim almıştı. Gerçi Sînâ, Na-
tili dışındaki hocalarından pek bahsetmemişti. Bu-
nun nedenini bilmiyoruz. Tıp bilimlerindeki hoca-
sı meşhur Curcani’ydi. Yaşam öyküsünde matema-
tik, mantık ve felsefede çok başarılı olduğunu, muh-
temelen kötü tercümeler nedeniyle anlayamadığı
Aristo metafiziğini Farabi’nin bir şerhini (Al-İbana)
okuyunca anladığını ve o günden sonra Farabi’ye
olan hayranlığının daha da arttığını söylemişti. Müt-
hiş bir hafızaya sahipti, küçük yaşta Kur’an’ı ezberle-
di. Tüm Grek filozoflarının (Bulabildiği tercümeleri)
kitaplarını hocaları ile çalışıyor, Hint ve İslam uygar-
lığının mevcut tüm eserlerini inceliyor. Biraz daha
büyüyüp 18 yaşına geldiğinde, zamanının tüm bilim-
lerine vakıf olduğunu belirtiyor. Sînâ’ya göre tıp, ba-
sit bir bilim dalı. Halife Nuh bin Mansur’u tedavi için
saraya davet edildiğinde henüz 17 yaşında olması-
na rağmen ünü ülke sınırlarını aşmıştı. Tedavi başa-
rılı olunca, saray kütüphanesinin başına getiriliyor.
Bu Sînâ gibi bir beyin için eşsiz bir fırsat. Böylece,
tüm dünyanın bilim hazinesine sahip oluyor. “Öm-
rümde görmediğim hatta adını bile duymadığım ki-
tapların varlığından haberdar oldum” diyor. Bu fırsatı
DİL ve EDEBİYAT
22 AYIN DOSYASI
iyi kullanıyor ve anlaşılan gelecekte yazacağı eserle-
rin alt yapısını, en azından zihinsel hazırlığını, burada
yapıyor. Henüz 21 yaşındayken bir bölgenin valiliği-
ne atandı. Harmaysen olabilir. Babası ölünce yerine
geçmesi o devirde tabii bir uygulama idi. Emir ölün-
ce Buhara’dan ayrılmaya karar verip Harzem’e git-
ti. Burada Biruni ve devrin diğer önemli bilginleriy-
le dostluk kurdu. Gürgenç’e geçerek Memuni Emiri
Ali bin Memun’un hizmetine girdi (1012). Bir süre
sonra Horasan üzerinden Batı’ya giderek Nesa,
Tus, Semerkand, Cacerm, üzerinden Cürcan’a ulaş-
tı. Burada fazla kalmadan Rey’e geçti.
İbni Sînâ’nın babası ve ağabeyinin İsmaili tarikatı-
na mensup olduğuna dair rivayetler var. Bu tarikat,
yeni Platonculuğa yakındı. İbni Sînâ’nın eserleri dik-
katle incelendiğinde ise onun Hanefi olduğu tartış-
masız bir biçimde ortaya çıkıyordu (D. Gutas). Onu
İsmaili ya da Batıni göstermek isteyen ciddi çaba-
lar olsa da (H. Corbin başta olmak üzere) bu giri-
şimlerin altında siyasi nedenler yatmaktaydı.4 Ra-
hat edeceğini ve ilmine saygı gösterileceğini uma-
rak Rey’e gitti. Emir Mecd’ud-Devle’yi iyileştirince
vezirliğe getirildi. Bir süre sonra iç siyaset kavgala-
rı nedeniyle hapsedildi. Emir yeniden hastalanınca
hapisten çıkartıldı. Emiri bir defa daha tedavi etti.
Bu süre Hemedan’da çalışmış ve rahat etmişti. Emir
ölünce dostu İsfehan emirinin (Kakuyi hükümdarı
Alâü’d-Devle) yanına gitmek istedi ama Büveyhi sa-
ray veziri Tacülmülk tarafından yakalanıp Ferdecan
Kalesi’ne hapsedildi. İsfehan Emiri, Hemedan’ı ku-
şatıp Sînâ’yı kurtararak danışmanlığa getirdi. Bun-
dan sonra ölene dek rahat bir hayat yaşadı. Sultana
askerî bir harekâtta eşlik ederken, dizanteriye ben-
zer bir hastalığa yakalandı. Kendini tedavi edecek
ilaçları hazırlatıyor, söylentilere göre hırsızlık yapan
hizmetkârları durum efendileri tarafından anlaşılma-
sın diye, ilaç karışımındaki afyonu tarifin gerektirdi-
ğinden çok daha fazlası miktarda koymuşlar böyle-
ce Şeyh-ül Reis’i zehirlemişlerdi. Öleceğini anlayınca
tüm tedavileri kestirip, yardım taleplerini reddetti.
Yeterince yaşadığını ve artık “dinlenmek” istediğini
söyleyerek hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde he-
nüz 57 yaşındaydı.
Ölümünden sonra Halife El Müstencid kamu ve
özel kütüphanelerdeki tüm İbni Sînâ eserlerini top-
latıp yaktırdı.
Türkçe şiir yazmıştı…
Hemedan’daki mezarından çıkan kemikleri yeni
anıtmezara taşınırken, Sovyet kriminal antropolog-
larınca incelenmiştir. Kafatası 57 yaşında sağlam ya-
pılı, eksiksiz dişleri olan, güçlü burunlu bir kişiye ait-
tir. Diğer ayrıntılı antropolojik özellikler kafatasının
Turani bir ırka mensup olduğunu göstermiştir. Ay-
rıca Sînâ’nın eserlerinde Türk halklarının geleneksel,
sosyal özelliklerini çok iyi bildiğine dair sayısız işa-
ret ve bölüm vardır. Kımız ve kısrak sütünü bilme-
si (Çiçek hastalığı bahsi), sık sık Türk halk tababe-
ti ilaçlarından bahsetmesi, tutmaç gibi bugün de bi-
linen Türkmen yemeklerini zikretmesi bazı örnek-
lerdir. Türkçe yazdığı bir şiir bulunmuştur (Ali Emiri
Kütüphanesi, 685 numaralı yazma eser, varak 219).
Arkadaşı Birunî (Ya da Beyrunî, Ebu Reyhan el; ünlü
bir gökbilimci idi) ile düzenli olarak görüştüklerini,
mektuplaştıklarını, ilmî münazaralarda bulundukları-
nı biliyoruz. Birunî, Orta Asya topografyası ve coğ-
rafyası üzerinde bugün için bile mükemmel deni-
lebilecek gözlemler yapan ilk Türk bilim insanıdır.
Hatta, “Türkmen” kelimesinin etimolojisini açıkla-
yan ilk Müslüman yazardır ( Sakali MA: Obraz kon-
DİL ve EDEBİYAT 23
AYIN DOSYASI
ya v turkmenskih ruskih narodnıh skazkıh, ITFAN
SSSR, 1945; n3-4: s86). İlaç bilim üzerine yazdığı
meşhur eseri Kitab-al Saydala’nın girişinde “lisan-ül
ilim” Arapça olduğu için Türkçe yazmadığını / yaza-
madığını belirtmiştir.
Abbasiler, siyasi bir güç olarak Arapçayı kul-
landılar. Şüphesiz Atlantik Okyanusu’ndan Çin
Denizi’ne kadar uzanan topraklarda ticaret, bilim
ve diplomasi dili olmanın sınırsız avantajları var-
dı. İslam ülkelerinde yaşayan bir âlim, korkusuz-
ca Endülüs’ten Afrika’ya, Anadolu’ya, Hazarya’ya,
Bağdat’a, Cundişapur’a, Harran’a gidebilir. Münaza-
ralara katılabilir, mesleki faaliyette (Gerekli ruhsat-
ları haiz ise ki bu şimdikinden daha fazla ciddiye alı-
nırdı!) bulunabilirdi. Tabii ki yerel emir ya da bek-
lerle takışmamak koşulu ile. Ancak İbni Sînâ’nın ilk
kuşak öğrencisi Yusuf Has Hacib “Görevi” yerine
getirecek ve dünyaya Türkçenin bilim dili olduğu-
nu ispatlayan Kutadgu Bilig’i yazacaktır (bk. A. Ter-
zioğlu). Onu Kâşgarlı Mahmud izledi, 1074’te, Di-
vanü Lugati’t-Türk’ü yazdı. Dikkat edilirse zamanla-
ma, yerler (Coğrafya), isimler, kimlikler, bilimsel so-
nuçlar, dünya tarihinde oynadıkları rol; hiçbiri tesa-
düf değildir. Bu dönemde İslam dünyasının Batı’dan
aldığı hiçbir şey yoktur. Batı her bakımdan çok geri
kalmıştır.
En ünlü eseri Tıp Kanunu (Kitab al Kanun Fil
Tıbb) dört ana bölüm ve bir ek ile birlikte beş bö-
lümden oluşur. Batı’da 35 ila 53 kez (Kesin sayı-
yı tam olarak bilinmiyor basılmış ve XVIII. yüzyıla
dek tıp okullarında temel kitap olarak okunmuş-
tur. Eski Latince baskılarından birindeki bir gravürde
İbni Sînâ, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in arasında resme-
dilmiştir. Etkisi öylesine güçlüdür ki, doktor olma-
dan önce adayların dekan huzurunda yapılan son
sınavları İbni Sînâ’nın Kanun’undan yapılmıştır (Mü-
nih ve Ingolstadt Tıp Fakülteleri yönetmelikleri).
Brüksel Tıp Fakültesi’ndeki İbni Sînâ seminerlerine
ise ancak 1902’de son verilebilmiştir. Orta Çağ’da
İbni Sînâ’ya atıf yapmadan neredeyse tek paragraf
yazılamazdı. Bunun bir sonucu olarak Sînâ ve di-
ğer Arabistlerin Latince tıbba soktukları Arapça te-
rimleri ayıklamak için XIX. yüzyılda özel bir komis-
yon kurulmuştur. Buna rağmen Tam olarak ayıkla-
mak mümkün olamamıştır. Bugün çağdaş iç hasta-
lıkları kitabı Harrison’un son baskısı 6 editör liderli-
ğinde 260 civarında dünyaca ünlü uzman tarafından
yazılmıştır. İçinde 2.6 milyon kelime olduğu hesap-
lanmıştır. Sînâ’nın Kanunu 1 milyondan fazla kelime
içerir, çoğu zaman kale zindanlarında, mum ışığın-
da ve herhangi bir başvuru kaynağına bakma imkânı
bulamadan (İrticalen) yazılmıştır. Büyük Tıp kuram-
cılarından Osler’e göre Kanun, XX. yüzyıl da dâhil
olmak üzere tıbbın gelmiş geçmiş en büyük kitabı-
dır. Tıp, ilk kez bu kitapta temel ve klinik bilimler
olarak ayrılmış, çocuk psikiyatrisi bölümleri, bugün
için bile kullanılır durumdaki ilaç terkiplerinin yer al-
dığı bir farmakoloji-toksikoloji eki, yer almıştır. Ka-
raciğer, sinir, cilt, kan hastalıkları konuları verdiği bil-
giler ve işleniş biçimi olarak hayranlık uyandırıcıdır.
Kalp hastalıkları, ağrı ve nabız konularında bilgiler
veren kitapları da vardır. 22 nabız türü ve bunların
hangi durumlara işaret ettiğini çok ayrıntılı ve doğru
biçimde anlatmıştır. On beşe yakın ağrı türü tarif et-
miş (Kesici, delici, batıcı, ezici gibi) bunların anlam-
larını kaydetmiştir. İbni Heysem gibi göz fizyolojisin-
de doğru tespitlerde bulunmuş, optik ilkeleri doğ-
ru olarak açıklamıştır. Bu bilgileri doğru yorumlama-
yı başaran Bacon’un, göz merceği ile ilgili eserine il-
ham vermiştir. Bilindiği kadarıyla tıpta ilk kez “Göz-
le görülmeyen, hava ve su yoluyla bulaşan hasta-
lık yapıcı küçük canlılar” diyerek mikropların varlı-
ğından bahsetmiş, o güne dek karıştırılan çiçek ile
vebayı, cüzzam ile fil hastalığını, akciğer iltihabı ile
akciğer zarı iltihabını birbirlerinden ayırarak farkla-
rını göstermiştir. Humma nedenlerini ve çeşitlerini
anlatmış, çevresel, kişisel, besinsel, irsî vb. etmenle-
rin hastalıklar ve seyirleri üzerindeki rollerini ayrıntılı
olarak anlatmıştır. Nörolojik hastalıklarla psikiyatrik
hastalıkları birbirinden ayırmış, psikosomatik hasta-
lıkların nedenleri üzerinde durmuştur. Menenjiti öz-
gül bir hastalık olarak tarif ederek “Uttaş” şeklinde
isimlendirmiştir. Hastalığı tarifi tamamıyla doğrudur.
Henüz 21 yaşındayken bir bölgenin
valiliğine atandı. Harmaysen olabilir.
Babası ölünce yerine geçmesi o
devirde tabii bir uygulama idi. Emir
ölünce Buhara’dan ayrılmaya karar
verip Harzem’e gitti. Burada Biruni ve
devrin diğer önemli bilginleriyle dostluk
kurdu.
DİL ve EDEBİYAT
24 AYIN DOSYASI
Birçok tıbbi cihaz ve uygulama geliştirmiş, çoğunun
önemi anlaşılamamış, kimisi kaybolup gitmiştir. Gü-
nümüz tıbbının gündelik uygulamaları arasında en
çok kullanılan malzeme olan kateterler onun bu-
luşudur. “El- kassıtır” olarak kullandığı tabir (Soku-
lup ilerletilen), Latinceye “Catheter” olarak geçmiş-
tir. Meşhur “Ayıklama” komisyonunun değiştirmeyi
unuttuğu on binlerce terimden biridir.
Kanun’undaki tıbbı anlayabilmek için önce İbni
Sînâ’nın manevi üstatları Hipokrat ve Galen’i bil-
mek gerekir. Birçok diğer Grek tıp yazarları arasın-
da önde gelenler bunlardır. Antikçağın en ünlü he-
kimlerinden biri Hipokrat, kendi adıyla anılan tıp
okulunun kurucusuydu. “Tıbbın Babası” adıyla anı-
lır. Olasılıkla, MÖ. 460-361 yılları arasında yaşadı.
Larissa’da ( Teselya ) öldüğünde 100 yaşını geç-
miş olduğuna dair rivayetler vardır. Ardında, kendi-
sine atfedilen 70 eser bırakmıştır. Tarihçiler, böyle
bir kişinin gerçekten yaşayıp yaşamadığı konusun-
da şüpheli. Hipokratik bilgilere göre tıp mesleğini
icra eden hekimlere “Hipokratik” sıfatı verilmekte-
dir. Platon ve Aristoteles ondan saygı ile bahseder-
ler (bk. Platon, Phaidron). Bazı Eski Çağ yazarları,
sadece kendi öğretisinin tanınması için Hipokrat’ın
İstanköy Kütüphanesi’ni yaktığını yazarlar. Bu eser-
lerin bir kısmının öğrencileri tarafından, Hipokrat’ın
ölümünden çok sonra yazıldığı ve içlerinde birbirle-
riyle çelişen görüşler olduğu belirtilmektedir. Ancak
Hipokrat, başta Platon ve Aristoteles olmak üze-
re büyük düşünürleri daha antikçağda bile etkile-
miş, Arapça bilimin doğmaSînâ büyük katkıları ol-
muş, Arapça bilimin Latinceye çevrilmesi ile röne-
sans hareketini de etkilemiştir. Tıp ahlakı ve tıbbi
olaylarda gözlem yöntemine verdiği önem bugün
bile dikkat çekicidir. Tıpta Hipokratik yemin gele-
neği (Hipokrat Yemini) hemen hemen bütün dün-
ya tarafından benimsenmiş ve kullanılagelmiştir. Hi-
pokrat ya da Hipokratik tıp geleneğini bu derece
önemli yapan ve etkisinin yüzyıllar boyu sürmesini
sağlayan şey nedir? Bunun birkaç nedeni var; birin-
cisi, tıp mesleğinin ahlaki kurallara bağlı olduğu vur-
gulaması ve mesleği “Ulvi” bir idealizme büründür-
mesidir. Hipokrat bunu boş inançlar, gizemcilik üze-
rine değil tamamıyla doğal sebeplere dayalı (Natu-
ralist) bir tıp düşüncesi üzerine oturtarak yapmış-
tır. Tıbbın, zor öğrenilen ve öğrenimin tüm yaşam
boyu sürdüğünü vurgulayan ünlü bir aforizmasında
(O Vios Makris i Tehni Trakhis)
Hayat kısa,
Sanat uzun
Fırsat anlık
Tecrübe riskli
Karar vermek zor demektedir. Tedavide beslen-
menin niteliği üzerinde son derece ayrıntılı biçimde
durmuştur. Hastalıklarla beslenme özellikleri arasın-
da doğrudan ilişki kurmuş; dinlenme, egzersiz, se-
çilmiş bazı vakalar için hacamat, lavman, terletme
uygulamaları önermiştir. Diyetetik (Doğru beslen-
me), iyileştirme sanatının temelidir. Hipokrat’a göre
insanlar, hayvanların aksine, işlenmemiş gıdaları tü-
ketemez. Bu yüzden ilk “Aşçı”, aynı zamanda “İlk
hekim”dir. Cerrahi uygulamalar da Hipokratik gele-
nekte önerilmekle beraber bu karar ancak çok ay-
rıntılı bir inceleme ve karar mekanizması uygulan-
dıktan sonra verilebilir. Hipokratik tıp invazif (Giri-
şimsel) uygulamaları son çare olarak görse ve ka-
çınsa bile oldukça iddialı cerrahi tedavi yöntemlerini
de tanımlamıştır. Dağlama yöntemi bunlardan biri-
dir. Özellikle Araplar tarafından benimsenen bu uy-
DİL ve EDEBİYAT 25
AYINDOSYASI
gulama Avrupalılar tarafından Haçlı Seferleri sırasın-
da öğrenilmiş ve kullanımı Batı dünyasında yaygın-
laşmıştır. Hipokrat’ın eserleri Batı Tıbbı’nın temel-
lerini oluşturmuş, hastalıktan ziyade “hasta”ya ön-
celik vermiş, kuramdan ziyade “gözlem” üzerinde
durmuş, felsefi görüşlerden ziyade tecrübe ve ger-
çeğe saygı esası düşüncesinin temellerini oluştur-
muştur. Doğrudan girişim ya da köklü değişimlere
yol açacak (Radikal cerrahi gibi) tedavi uygulamala-
rı yerine ağırbaşlı/sağduyulu yaklaşımı sağlık vermiş-
tir. Bu görüşü, günümüz tıp eğitiminin temel düs-
turlarındandır ve doktorlara tedavi konusunda ka-
rar verme aşamasında bir uyarı olan “Öncelikle; Za-
rar Verme” (Latince; primum nihil nocere) aforizma-
sında özetlenir.
Galen, (Claudius Galenos). MS 130-203. On
sekizinci yüzyıla kadar Doğu ve Batı tıbbını etki-
lemiş çok ünlü bir hekimdir. Bergamalıdır. Stoa-
cı bir filozof, mantık ve doğa bilginidir. Doğu tıb-
bında Calinos (Ya da Calinus Hekim) olarak anıl-
mıştır. Bergama’da doğmuştur. Bergama’da tıp eği-
timine başlayan Galen, daha 16 yaşındayken üç ki-
tap yazmıştır bile. Tıp eğitimini Korintos, İzmir ve
İskenderiye’de sürdürerek, 28 yaşında doktor olur
ve mesleğe Bergama’da, gladyatörler okulunda cer-
rahlık yaparak başlar. Bu sayede, anatomi öğreni-
minin kısıtlamalar yüzünden (İnsan cesetleri üze-
rinde çalışmak yasaktır) son derece sınırlı olduğu
bir devirde, yaralı gladyatörler üzerinde canlı ana-
tomi öğrenme olanağı bulmuştur. Asklepius tapı-
nağında da çalışmış ve iyi bir hasta çevresi elde et-
miş, Batı Anadolu’da büyük üne kavuşarak, 32 ya-
şında Roma’ya gidebilmiştir. Roma, dönemin en bü-
yük cazibe merkezidir. Ancak Roma’da tıbbın ile-
ri olduğu söylenemez. Açığı M.Ö. 219’dan itibaren
Roma’ya gelen Grek hekimler kapatmaya çalışmış-
tır. Galen burada da çok başarılı olur. Ünü, impara-
tora kadar ulaşır. Roma imparatorları Marcus Aure-
lius, Commodus ve Septimus Severus’un şahsi he-
kimliğine kadar yükselir. Sonraki imparatorlara da
hizmet etmeyi sürdürerek kitaplarını yazar. Haya-
tı boyunca tek amacı, tüm hipokratik kuramları tek
bir çatı altında dikkatli klinik gözlem ve hayvan de-
neylerinde edindiği bilgilerin süzgecinden geçirerek
toplamaktır. Sicilya‘da öldüğünde arkasında 80 ta-
nesi günümüze kadar ulaşan 500 den fazla eser bı-
rakır.
Hekim, aynı zamanda bir filozoftur
Galen, tıbba katkıları konusunda çok da alçak
gönüllü değildir. Bir eserinde kendinden şu şekil-
de bahsetmektedir, “Trajanus Roma İmparatorluğu
için her ne yaptı ise, ben de aynı şeyi, en az onun ka-
dar, tıp için yaptım (…) hastalıkların tedavisinde iz-
lenecek doğru yöntemi tek başıma gösterdim.” Mes-
lektaşları konusunda da keskin bir hiciv sergiler, “Hay-
dutlarla hekimler arasındaki yegane fark, mesleklerini
icra ettikleri işyerleridir. Haydutlar dağlarda çalışırken,
hekimler Capitol’ü kullanır” Meslektaşlarının tümü,
onun gözünde aptallar sürüsüdür.
Galen’e göre hekim, aynı zamanda bir filozoftur.
Bu yüzden gerçek hekim, felsefenin üç dalında yet-
kinlik sahibi olmalıdır. Mantık, fizik ve ahlak. Ancak
böyle bir bilgi ile hekim hastasının (Dolayısıyla tan-
rıların) hayranlık ve saygısını kazanır. İdeal hekimlik
maddi beklentiler için değil, insan sevgisi için yapıl-
malıdır. Galen, kendisini, gerçeğin peşinde yılmadan
süren araştırmada, ne kadar çaba harcanırsa har-
cansın istediği her şeyi keşfedemeyeceğini anlayan
bir akademisyen olarak görmüştür. Kendisi hakkın-
daki bu yorumu akla Goethe’nin ölümsüz bir eser
hâline getirdiği, Dr. Faust’u getirir. Ortaçağ’da ge-
çen bu Alman halk masalında, tipik bir simyacı olan
Faust, her şeyi kavrayabilmesi karşılığında ruhunu
şeytana satmıştı. Bu istek (Bir lanet gibi) günümüz
doktorunun da bilinçaltında sürmektedir. Günü-
müzde de tıbbi olayların ardındaki sırların tümüne
vakıf olma isteği ve aşırı heyecanı içindeki doktor-
DİL ve EDEBİYAT
26 AYIN DOSYASI
lar için “Faustus Sendromu” tanımı yapılmaktadır.
Galen’e göre, doğanın amaçları ve bunları yeri-
ne getirecek donanımı vardır. Dört nitelik ve dört
sıvı arasındaki dengelilik ilkesi doğa için elzemdir.
Anatomi, parçaların anlamını gösterir ve bu neden-
le “Mükemmel İlahiyat” için anatomi araştırmaları
eşsiz birer kaynaktır. Anatomist, bu araştırmalarla
Yaratıcı’nın güç, hikmet ve tanrısallığını görür. Ma-
demki doğa amaçlanmıştır, hiçbir şey gereksiz de-
ğildir ve mükemmel bir hikmetle davranır, o hâlde,
her yapı uygun görevi yapmak için düzenlenmiştir.
Galen, anatomi çalışmalarını domuz, öküz ve may-
mun gibi hayvanlar üzerinde yaptığını saklamamış-
tır. Ancak olasılıkla insan anatomisine dair doğru-
dan gözlemleri de olmuştur. Ancak insan ve hay-
van anatomisinin tıpatıp aynı olduğu ilkesini benim-
seyerek gözlemlerini insanlardaki de aynıymış gibi
yazmıştır. Kas ve iskelet sistemini genel olarak doğ-
ru tanımlarken, dolaşım sisteminde de kan dolaşı-
mını bulmaya yaklaşmış, sinir sistemini “motor” ve
“duyusal” olarak doğru bir biçimde ikiye ayırmayı
da başarmıştır ancak iç organlarda bu kadar başarı-
lı değildir. Kalbin sağ karıncığında kanın akciğerden
gelen hava ile karıştığını zannediyordu. Beyin kan
dolaşımını da hatalı olarak sığırlardaki gibi tanımla-
dı. Böylece, büyük otoritesinin gölgesindeki birçok
hekim-bilgin, “Galen yanılmış olamaz!” diyerek, bul-
gularını kayıtsız şartsız kabul etti. Bu durum, Para-
celcus un XVI. yüzyılda bu duruma karşı çıkıp tüm
dogmatik bilgileri şiddetle reddetmesi; Galen, Hi-
pokrat ve İbni Sînâ’nın eserlerini halkın önünde ya-
karak dogmatizmi lanetlemesiyle değişmeye baş-
lamış ancak bilimde deneysel yöntem ancak XVI-
II. yüzyıldan sonra yaygınlaşabilmiştir.
Galen, Hipokrat gibi, hastalıkların doğal ne-
denleri olduğuna inanmıştır. Tedavi konusunda ise
Hipokrat’tan ayrılır. Onun gibi “Zarar Vermeme”
ilkesini uygulamak yerine derhal harekete geçme-
yi önerir. Kan alma (Hacamat), hemen hemen (Ka-
nama dahil) her tıbbi sorun için önerdiği bir teda-
vi yöntemidir. Lavman, kupa çekme, açlık diyetleri
de sıklıkla önerdikleri arasındadır. Bu tedaviler tüm
Orta Çağ ve Rönesans boyunca uygulandığı gibi et-
kileri günümüzde de (Anadolu Halk Tababeti) sür-
mektedir.
Kanun, ancak, yukarıda özeti verilen Galen ve
Hipokrat’ın kuramları bilinir, hastalıklara ilişkin fizyo-
patolojik tahlilleri çözümlenebilirse anlaşılabilir. İbni
Sînâ genel olarak “Humoral Teori” denilen bu te-
mel görüşe bağlı kalmıştır.
Sînâ’ya göre hekim, asla hastasından ümidi kes-
tiğini belli etmemeli, tüm gücü ve bilgisiyle sonuna
kadar hastalıkla mücadele etmelidir. Bu durum, hi-
pokratik geleneğe terstir. Bu nedenle Hipokrat Ye-
mini metninde bulunmaz. Çağdaş tıbba en uygun
olan, İbni Sînâ’nın yaklaşımıdır.
Avrupa da ilk nöroloji kitabı 1549’da basılmıştır.
Yazarı Hollandalı doktor J. Pratensis’in yazdığı “De
cerebri anatome” adlı bu kitapta Arabistlerin etkileri
hemen dikkati çeker. Dolayısıyla Galenik hatalar ay-
nen tekrarlanmıştır. Kanun’daki bazı anatomik hatalar
(Galenik), XIII. yüzyılda Kanun’a bir şerh yazan Endü-
lüslü İbn-ül Nafis tarafından düzeltilmiştir. Nafis, kü-
çük kan dolaşımını da bulmuştur. Ama kimse bu bu-
luşun önemini anlamaz. Önce 1553’te Miguel Ser-
veto (Ki daha sonra Cenevre’de engizisyon tarafın-
dan yakılarak cezalandırılmıştır), sonra 1559’da Real-
do Colombo bu bulguları yeniden yayımlar. Harvey
muhtemelen bu eserleri okumuştur. İngiliz Kilisesi’nin
ülkeden kovduğu William Harvey, Padua’ya giderek
orada ders verir. Harvey’ in kan dolaşımını tanım-
ladığı ünlü kitabı “De Cerebri anatome; cui acces-
sit descriptio et usis” 1664’te Londra’da basılmıştır.
Hâlâ, kan dolaşımını ilk kez onun tarif ettiğine inanı-
lır. Ancak aydınlanma başlamıştır ve Avrupalı bilim-
ciler; çoğu kez canları pahasına, Arabistleri okuma-
ya, tartışmaya ve onların hatalarını serbest deney ve
gözlemle aşmaya başlar. Değeri epey sonra anlaşı-
labilen anatomi kitabı De Corporis Humani Fabrici
Lipri Septem (Andreas Vesalius, 1543) Batı Tıbbının
aydınlanmasını müjdeler. Gerçek insan teşrihlerine
Hemedan’daki mezarından çıkan
kemikleri yeni anıtmezara taşınırken,
Sovyet kriminal antropologlarınca
incelenmiştir. Kafatası 57 yaşında
sağlam yapılı, eksiksiz dişleri olan,
güçlü burunlu bir kişiye aittir. Diğer
ayrıntılı antropolojik özellikler
kafatasının Turani bir ırka mensup
olduğunu göstermiştir.
DİL ve EDEBİYAT 27
AYIN DOSYASI
(Dissections) dayanan ve oldukça bağımsız anato-
mik gözlem ve işlevsel açıklamalardan oluşan bu kita-
bın etkisi neredeyse bir devrim niteliğinde olmuştur.
Hâlbuki Vesalius bir İbni Sînâ hayranıdır. “Kanun”un
kötü tercümelerinden bıkmış, daha iyi anlamak için
Arapça öğrenmiştir.
Sînâ, vücutta üç ruh (Güç) olduğunu söyler
İki ünlü Hollandalı doktorun kitabından bah-
setmekte yarar vardır; ilki bir Sînâ hayranı olan
Forestus’un Observationum et Curationum Medi-
cinalium ad Chirurgicorum Opera Omnia (1654)
adlı eseri ile Rembrandt’ın ünlü tablosu Dr. Tulp’un
Anatomi Dersi’nde resmedilmiş Dr. Nicholaas
Tulp’un Observationes Medica (1641) isimli eser-
leridir. Her iki kitapta Sînâ’nın tartışılmaz, mutlak
otoritesini her sayfasında hissettirir. Kitaplarda tak-
dim edilen hastalardaki klinik sorunlara ilişkin açık-
lamalar, tamamiyle Kanun’daki fiyopatolojik tahliller
ışığında yapılmıştır. Sonuçta da aslında hiçbir tıbbi
yenilik getirmemiş, Kanunu’un daha geniş bir çeviri-
si, şerhi olmanın ötesine geçememiştir. Nörolojinin
kurucuları arasında gösterilen Sylvius’un Opera Me-
dica adlı yapıtındaki Hareket Bozuklukları bahsi satır
satır Kanun’dan alınmıştır.
İbni Sînâ’ya göre vücudu yöneten güçler vardır.
Bu düşünce önce Aristo sonra Galen’den geliştiri-
lerek alınmıştır. Sînâ, vücutta üç ruh (Güç) olduğu-
nu söyler, Nefsani (Animae), Tabiyyei (Naturae) ve
Hayvani (Vitae). Kanun’da organlar nemli ve kuru
olarak ikiye ayrılmıştır. Beyin ve omurilik nemli or-
ganlar arasında sayılır. Hareket ve duyu sinirleri ise
kuru organlar ararsında sayılır. Periferik sinirler basit
organ, beyin temel organ olarak adlandırılır. Tarih-
te ilk kez beyincik vermis kısmı ile beyinsapı cnuc-
leus caudatus, bölümlerini tanımlamıştır. Anatomik
kafa çiftlerini kısmen Galen’e benzer biçimde tarif
etmiş, optik kiyazma ve pupillayı ve bunların görme
fizyolojisindeki rolü dönemin Tabiyyei Güç kuramı
ile açıklanmaya çalışılmıştır. Tarihte ilk kez İbni Sînâ
periferik sinir yaralanmalarının cerrahi olarak ona-
rılabileceğini anlatmış ancak bunu uygulamak XVI.
yüzyılda mümkün olmuştur. Ferrara’nın Milano’da
1594’de basılan kitabında İbni Sînâ’ya ait bu yön-
temin uygulaması anlatılır (Observationum Chirur-
gicarum, Observatio XVII: De Modo Consuendi
Nervos Magnos İncisos).
Leonarda Da Vinci’nin notlarındaki birçok fikri
de (Bir kısmını uygulamaya sokmuştur), İbni Sînâ’da
görüyoruz. Özellikle Da Vinci’nin anatomisi Sînâ’ya
çok benzemektedir. Sînâ’nın bulduğu ve ayrıntıla-
rı ile şekillerini çizdiği çıkrık, kaldıraç, kama, palan-
ga sistemlerini buna ekleyebiliriz. Yazılarında İbni
Sînâ’dan alınmış Arapça terimlere rastlanır. Ama o
da, aynen Descartes ve diğerleri gibi tepe tepe kul-
landığı fikirlere asla atıf yapmamıştır. Descartes’ın
meşhur “Dualite”’si ve “Uçan Adam-L’homme Vo-
lant” örnekleri, tamamıyla Sînâ’dan aşırılmıştır (Re-
natus Descartes, L’Homme, 1664). Düşün hayatı
üzerinde yarattıkları zincirleme etkilerle Avrupa’da
“Renaissence”ın fikri mimarisini, zihinsel vasatını
hazırlayan Arabistler, kendi ülkelerinde bu etkileri
uyandıramadılar. Bu durumun nedenleri bu maka-
lenin amacını bir hayli aşmaktadır.
İbni Sînâ’nın iki yüzün üzerinde olduğu sanı-
lan eserleri genel olarak değerlendirildiğinde; fel-
sefi düşüncesini bütünlük içinde sistematik olarak
ifade edemediği ancak ilgilendiği konularda ansik-
lopedik tanımlamalar yaptığı şeklinde eleştirilmiştir.
Ancak bu durum, en azından, tıp için geçerli değil-
dir. Kanun, tüm eleştirilerin ötesindedir. Kanun’un
ilk Latince baskılarından biri muhtemelen 1187’de
Tuleytula’da Cremona’lı Gerard tarafından çevrildi.
İbni Sînâ’nın Latincede Avicenna olarak tanımasının
nedeni, tercümanların daha çok Yahudi olmaları ve
İbranice İbn- in karşılığı olarak “Aven”in konulma-
sıdır. İbni Sînâ’nın en kapsamlı yapıtı, tüm öğretile-
rini kapsayan Şifa’dır. Nacat (Şifa’nın özeti), Al İşa-
rat v’al Tanbihat, Al- Hidaya (Mantık, doğa ve tanrı
DİL ve EDEBİYAT
28 AYIN DOSYASI
bilim), Hikma-i Alai, Al-Hikmat al-Maşrikiyya, Kitab
al Kanun Fi’l Tıbb, Tis Rasa’il f’il-Hikma va’l- Tabiiyat
ve ruh bilimi üzerine Kitab al-Nefs; en önde gelen
eserleridir. Musiki hakkında yazdığı eserde ses per-
deleri, duraklar, dizgeler, rtimler hakkında makale-
ler kaleme almıştır. Çok seslilikle ilgili tamamen yeni
açıklamalar yapmış, stenografi benzeri harf ve işa-
retlerle ilk kez noktalama düzeni geliştirmiştir. Öğ-
rencisi İbni Zeyla ise bu bilgileri geliştirerek daha
mükemmel bir nota düzeneği yapmayı başarmış-
tır. Buna rağmen Osmanlılar bu bilgilerden bihaber
görünmüşlerdir. Osmanlı musiki eserlerini kaybol-
maktan, bir nota kayıt düzeneği geliştiren Dimitri
Kantemir (Kantemiroğlu, 1673-1723) kurtarmıştır.
Romanyalı olup devşirilmiş ve devlet adamı olarak
yetiştirilmişti. Saray çevrelerinde iyi bir eğitim aldı.
Osmanlı musikisine hem eser hem de nazari an-
lamda büyük katkıları oldu. Boğdan Voyvodası iken
Osmanlı’ya isyan etti. Çok kültürlü, büyük bir mü-
nevverdi. Ama İbni Sînâ’nın kitapları incelenseydi,
bunlar 550 yıl önce yapılabilirdi. İbni Sînâ, müzik-
le matematik arasındaki ilişkiyi oldukça ayrıntılı ele
alarak muazzam bir “Musiki Nazariyesi” geliştirmiş;
ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanımını önermiş-
tir ki her nasılsa Selçuklu ve Osmanlı Tıbbı bu öğü-
de uymuştur. Jeoloji, jeodezi, coğrafya, mineroloji,
meteoroloji, litolojiyi ayrı ayrı ele almış; sayısız kat-
kıları olmuştur. Astroloji ve simyayı tümüyle red-
detmiştir ki bazılarına göre en büyük başarılarından
biri, budur. Bitki histolojisi, anatomisi ve fizyolojisine
dair gözlemleri eşsizdir ve sahasında ilktir. Botanik
terminolojisinin gelişimi için sağlam bir temel oluş-
turabilecek yapıtı (Liber Plantis), unutulup gitmiştir.
İbni Sînâ felsefesi, Orta Çağ felsefesinin temel
özelliklerini yansıtır. Deneyci ve akılcıdır. Batı’da Sa-
int Thomas Doğu’da İbni Sînâ, skolastiğin en büyük
temsilcisi sayılır. Ona göre ruh manevi bir cevher-
dir. Ruh beden olmadan kendini bilebilir mi? Eğer
bu mümkünse o gerçekten bedenden ayrı ve bun-
dan dolayı da manevi bir cevher demektir. Bunu
anlamak için boşlukta asılı duran ve organları birbiri
ile hiçbir şekilde irtibatlı olmayan bir adam düşüne-
lim. Bu adam, dış çevreden hiçbir uyaran da alama-
sın. Böyle bir adam, kendisinin var olduğunu kabul
edecek, fakat organlarının, duyusal ruhunun varlığını
bilmeyecektir. Öyle ise üç boyutu olmayan bir var-
lığı tasarlayacaktır. Bu sırada onun herhangi bir elini
gördüğünü varsayalım. Onun kendisine ait olduğu-
nu ve bu gördüğünün kendi doğaSînâ ait olduğunu
düşünmeyecektir. Bunun için bu adam kendi ken-
disini organlarını bilmeksizin, doğrudan doğruya bi-
lebilir. Ruhunun bedeninden farklı olduğunu görür.
Ruhunu kavramak, onun varlığını bilebilmek için be-
dene ihtiyacı yoktur. Öyleyse ruh manevidir. İbni
Sînâ’nın bu benzetmesi, “İnsan-i Tair” (Uçan İnsan),
Bonaventura, Albertus Magnus başta olmak üzere
birçoklarınca kullanılmıştır (L’homme-Volant).
Dünyanın ebedîliğini açıklayan ve ölümden son-
ra insanların tekrar “Cismani” olarak dirileceğini red-
deden öğretileri, gerçekte, insanların bilgisizlikten ve
manevi olarak da “Şekli” dinden kurtulmasını vade-
debilir. Bu görüşleri, dönemin ağırlık kazanmaya baş-
layan Eş’ari görüşüne ciddi bir itiraz sayılabilirdi. Üs-
telik İbni Sînâ, Doğu’dan gelen bir Türk’tü (Mevâli).
Her ne kadar Büyük feylesof, El-Şeyh-ül Reis İbni
Sînâ, sıradan insanlara bunlardan bahsetmemeye;
halka yönelik kitaplarında, hâkim Sünni yorumlara
uygun tespitler yapmaya çalışmış olsa da ömrü ha-
pislerde ya da düşmanlarının gazabından kaçıp sığına-
bileceği başka yerler aradığı yolculuklarda geçti. Bazı
eserlerinde düşmanlarını eleştirmekten çekinmedi.
Cahilce tepkiler veren kimseleri bir eserinde hadis
yazarları arasındaki Hanbelilere benzetiyordu (El Ha-
nabile min Ketebet el Hadis; Mantik-ul Meşrıkuyyun).
Birçok çağdaşı ve ardılları olan bilimci; özellikle bir di-
ğer büyük İslam mütefekkiri olan Gazali ( Doğumu
1111) tarafından şiddetle eleştirildi.4 Sînâ’ya göre va-
hiy denilen olay, Cebrail’le konuşmak değil, akılla sez-
mektir. Peygamberler, başkasının akılla kavrayamaya-
cağı şeyleri sezme ve algılamadaki üstün güçleri ile
bütün insanlardan üstündürler. Vahiy, ilham, rüya,
tanrısal bilginin parçalarıdır (Hikmeti ilahiyenin cüz-
leridir). Bu gerçeklere ancak ittisal (Tanrı ile birleş-
me) yoluyla varılabilir. Bu ifadeler, Sînâ’nın yeni Pla-
toncu meşşailikten, işrakiliğe geçtiğini göstermektey-
di. Ona göre atomlar sonsuz sayıda bölünebilirdi. Ev-
ren, bir anda ortaya çıkmamıştı, cansız doğadan can-
lı doğaya derece derece geçiş ( Bitki-hayvan-insan)
söz konusuydu.
Hodgson’a göre İbni Sînâ’nın en büyük başarı-
sı, Aristo dizgesini anlamak ve bir şekle sokmak için
onu çok daha anlaşılır ve kullanışlı bir hâle getirme-
sidir. Açıkça görüldüğü gibi çağının çok ötesinde-
ki bu fikirlerin anlaşılamamaSînâ ve “Zındıklık” suç-
lamaları ile karşılaşmasına şaşmamak gerek. Bu sal-
dırılara karşı Sînâ’yı savunmak için yine büyük dü-
şünürlerden İbni Tufeyl (Abubacer, Abentofal), İş-
rakiy görüşün alegorik biçimde işlendiği Hayy ibn
DİL ve EDEBİYAT 29
AYIN DOSYASI
Yakzan’ı kaleme aldı. İbni Sînâ’nın da aynı isimli bir
kitabı vardır. İbni Tufeyl (?-ölm. 1186) Endülüslü bir
filozof ve hekimdi. İşrakiydi. Tanrının oğlu Hay ya da
Tanrının oğlu Can (Canlı) ismindeki bu kitap ki sez-
giyle tanrısal gerçekliğe ulaşılabileceği işlenir, Batı’da
büyük ilgi uyandırdı. Daniel DeFoe’ya ilham vererek
Robinson Crusoe’yi yazmasını sağladı. İbni Sînâ’ya
yönelik en cahilce suçlamalar ki daha çok Batılılar-
dan gelmektedir; Sînâ’nın fikirlerinin Grek düşünce-
sine yeni bir şey katmadığı şeklindeki eleştirilerdir.
Buna en iyi cevap, bu derece körlüğün art niyetli ol-
duğu ve eğer bilgisizlikten kaynaklanıyor ise bu bü-
yüklükteki cehaletin de ancak eğitimle olabileceğini
söylemekten ibaret olur.
DİPNOTLAR
1 - Türk devletleri bazen yönetici zümrenin ismiyle bilinmişlerdir. Bu onların Türk olmadığını göstermez. Selçuklular, Osmanlılar, Harzemşahlar gibi. Yönetici
sınıfın değişmesi ile devletin ismi bazen değişebilmiştir. Önemli olan devletin devamlılığıdır ki günümüze kadar bu hep böyle olmuştur. On altı büyük Türk devleti,
Cumhurbaşkanlığı forsunda birer yıldız olarak temsil edilmektedirler.
2 - Eski Roma Devleti sınırlarında yaşayan ve Grekçe konuşan halklar. Türkler tarafından çok doğru olarak “Rum; Romanum-Romalı” olarak isimlendirilmiştir
Bizans, Osmanlı sultanlarının “Roma İmparatoru” unvanını (bk. Fatih Sultan Mehmet’in yazışmalarında kullanılan ünvanlar) yok saymak için Batılı tarihçilerin
uydurduğu sahte bir isimlendirmedir. Doğu Roma Devleti kendisini hiçbir zaman böyle isimlendirmemişti. (Bu yüzden Eski bir Roma kenti olan Konya (Iconium)
yaşayan Mevlânâ Celaleddin, “Rumi” olarak bilinir. Bugünkü Yunanistan’ın halkı olan Yunanlıların, her ne kadar müsteşriklerin iddiası bu olsa da, Grek uygarlığı ve
halkları ile bir ilgisi yoktur.
3 - Konusu Orta Çağ’da geçen gerçek bir olaya dayanan bu romanda manastır hayatına dair ince ayrıntılara yer verilmektedir (Umberto Eco: Gülün Adı. Can
Yayınları. 1986 İstanbul.) Görevleri elyazmalarını çoğaltmak ve tercüme etmek olan keşişler için İbni Sînâ’nın kitabı çok değerlidir. Ancak tutucu bazı manastır
yetkililerinden de çekinilmektedir çünkü meşhur Papalık, yasak kitap listesine göre (Codex) Grek felsefecilerinin etkisinde olduğu düşünülen İbni Sînâ dâhil
Arabistlerin hemen tümü yasaktır. Yasağa uymayanın sonu Kutsal Engizisyon mahkemesi olur. Gerçek bir olayın elyazmasına dayanılarak hazırlanan kitaptaki
bilgiler, dönemin Hristiyan Avrupa’sındaki aşağılık kompleksini, değer yargılarını, gelenekçilerle akılcılar arasındaki mücadeleleri de yansıtması bakımından ilginç
gözlemler verir. Benzer şekilde Müslümanlara hakarette çekingen davranmayan Dante, konu İbni Sînâ olunca, onu cehenneminde iyi bir mekâna yerleştirir. Vaftiz
olmayanlar için, cehennem göz önüne alındığında en iyi yer sayılabilecek bir bölümde İbni Sînâ, Platon, Sokrates, Aristo, Batlamyos ve Selahaddin Eyyubi’yi bir
araya getirir.
4 - Ayrıca bk. Es sekafetul akliye vel halül ictimaiyye fi’asrir Reis Ebi Ali bin Sînâ; Le Livre du millenaire d’Avicenne- Kitab-ul Mihrican li- İbn Sînâ- Societe Iraniene
pour la Concervation des Monuments Nationaux, Collection du Millenaire d’Avicenna, no:32, Tahran; imprime de l’Universite de Teheran; 1376 / 1335.
5 - Gazali’nin bizim için önemi, Osmanlı medreseleri tarafından yegâne akademik kılavuz olarak alınması ve eğitim ilkelerinin, müfredatın bu çerçevede benimsenmiş
olmasıdır. Eğer Osmanlı, Gazali’yi değil de; İbni Sînâ, Biruni, İbni Haldun, Farabi, Razi, İbni Heysem, El Cebr, gibi Mutezile’nin devamı sayılabilecek “Akılcı” ların
açtığı yolu benimsemiş olsaydı; Gazali’nin önerilerine uyup özgür düşünceyi medreseden kovmasa, diyalektik düşünceye (Cedel) hiç olmazsa bu kurumlarda
tahammül edilebilseydi, bugün Dünya siyâsası, sınırları daha da önemlisi, Batı’nın sömürgesi durumundaki İslam ülkelerinin durumları ne olurdu acaba? İngilizler
Hindistan ve Çin’i, Afrika ve Avustralya’yı sömürge yapabilirler, İspanyollar Amerikan, Maya, Aztek,İnka uygarlıklarını yok edip kurtulabilenleri köleleştirebilir miydi?
Kızılderili soykırımı olabilir miydi. ABD ve Kanada devletleri kurulabilir miydi? İspanyol ve Portekiz milliyetçileri ile karşılaşanlar bilir, Türklere garip bir kin duyarlar.
Bizim hiç bilmediğimiz (Hatırlamadığımız) deniz savaşlarından bahsederler. Onların donanmalarının mağlup olduğu eski Osmanlı deniz savaşları; bir de Pîrî Reis’i
unutamazlar. Osmanlı nasıl olur da Hint Okyanusu’na donanma gönderir, o adalara asker çıkarır, halkı Müslüman yapar. Pîrî Reis’in, bu uzak seferi bir okyanus ötesi
“Huruç” harekâtıdır. Bütün “Colonialist”leri fena hâlde korkutmuştur. Asla ve kata tekrarlanmaması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamıştır. Daha sonra “Jesuit”
misyonerleri buraları Hristiyanlaştırmak için çok uğraştılar. Ama Osmanlı Devlet yönetimi, dalkavukların etkisi ve yönetim biçimindeki akıl almaz zaaflar nedeniyle
Pîrî Reis’in kafasını vurdurdu. Bu, Osmanlı’nın büyük denizlere ilk ve son çıkışı oldu.
KAYNAKLAR
* AS Lyons, RJ Petrucelli: Medicine under Islam.; Arabic Medicine. In; Medicine, an Illustrated History. Abradale, New York 1987.
* Bölükbaşı O, Gürpınar S, Özoran Y: Neden otopsi yap mıyoruz ? Sendrom (Excerpta Medica) 9,2 :1997; 90-92.
* Bölükbaşı O, Özmenoğlu M: Arabik bilimciler ve erken dönem İslam kaynaklarının nörolojik sorunlara bakışı. 33. Ulusal Nöroloji Kongresi, 1997; p 5.42.
* Bölükbaşı O: İbni Sînâ’nın eserlerinde nörolojik bilimlerin yeri. Türk Nöroloji Dergisi Özel Sayısı, 4; 1998: 47.
* Bölükbaşı O: 15.-17. Yüzyıla ait iki Türk tıp kitabında nörolojik bilgiler, İtaki’nin Anatomisi Teşrihi Ebdan ve Hızır’ın Müntehabı Şifa’sı. 37. Ulusal Nöroloji Kongresi. 2001;
s. 120.
* Bölükbaşı O: İbni Sînâ’nın nöroloji ve periferik sinir cerrahisine katkıları. Sendrom (Excerpta Medica), 12, 3; 2000: 60-63.
* Bölükbaşı O: Ortaçağ ve Üniversite’nin Misyonu. Cumhuriyet Bilim ve Teknik, 9 Kasım 2002: s 5.
* Bölükbaşı O, Turgut M: Neurology in the Writings of Avicenna and the Early Islamic Beliefs. Journal of Neurology, 246, supp. 1, 1999: 1/109.
* B. Brentjes, S. Brentjes : Ibn-i Sînâ, Avicenna. Pencere Yayınları, İstanbul ( Tarihsiz )
* D. Gutas, İbni Sînâ’nın Mirası. Klasik. 2004, İstanbul
* H. Ellis: History of Surgery. Greenwich Medical, 2001, London.
* K. Walker. Histoire de la Medicine, Des pratiques anciennes aux decouvertes les plus modernes. Editions Gerard, 1962, Verviers.
* L Garcia-Ballester: A marginal learned medical world, Jewish, Muslim and Christian medical practitioners, and the use of Arabic medical sources in the late medieval
Spain. Practical Medicine from Salerno to the Black Death. Cambridge, 1984, London.
* L Magner: A History of Medicine. Marcel Decker, 1992, New York.
* LN Gumilyof : Hazar Çevresinde Bin Yıl. Selenge. 2003, İstanbul.
* Lyons AS, Petrucelli RJ: Medicine under Islam; Arabic Medicine. In; Medicine, an Illustrated History. Abradale, New York 1987.
* MT Multanofskiyı. İstoriya Meditsinı. Gasudartsvennoye Izdatelstvo Meditsinskoy Literaturıy. 1961. Moskva.
* H.Z. Ülken. İbni Sînâ maddesi. İslam Ansiklopedisi. cV/II.. Millî Eğitim Bakanlığı Basımevi, 1988, İstanbul.
* M. Aminrazawi. Article on İbni Sînâ. Great Thinkers of the Eastern World (Ed. Ian P. Mc Greal) Harper Collins, 1995, New York.
* M.G.S. Hodson. Felsefe ve Manevi Tecrübe Meselesi, İbni Sînâ. İslamın Serüveni. C II., s. 185, İz Yayıncılık, 1993, İstanbul.
* O. Hançerlioğlu. İbni Sînâ maddesi. Felsefe Ansiklopedisi. C 1, s. 264-267.
* Pestronk A: First neurology book written in English (1650) by Robert Pemell De Morbis Capitis. Archives of Neurology 46, 2: 1989; 216-220 .
* Terzioğlu A. İbni Sînâ’nın Tababeti ve Avrupa’ya Tesirleri. İbni Sînâ, Doğumunun Bininci Yılı Armağanı. Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, Ankara.
* S.G. Agacanof: Oğuzlar. Selenge. 2002. İstanbul.