Bu çalışma, 2013 yılında imzaya açılan ve 2018 yılında yürürlüğe giren İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne (İHAS) ek 16 Nolu Protokol’ün uygulanmasına ilişkin öğretideki boşluğu doldurmayı hedeflemektedir. Mezkûr Protokol hükümlerince İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) taraf devlet yüksek mahkemeleri tarafından yapılan danışma görüşü başvuruları çalışmamız dâhilinde incelenmektedir. Mevzubahis Protokol’ün ana amaçları arasında yer alan ulusal yüksek mahkemeler ile İHAM arasındaki etkileşimi artırma hedefini başarmak için işlevsel kılınabilecek bir mekanizma, Türk hukukundaki çeşitli uygulama örneklerinden istifade edilerek çalışmamızda ayrıca önerilmektedir. Söz konusu mekanizma, İHAM’ın tavsiye niteliğindeki danışma görüşüne kısmen veya tamamen uymayan taraf devlet yüksek mahkemesine, görüşe uymama gerekçesini açıklama yükümlülüğü getirmektedir.
Son zamanlarda dava şartı (zorunlu) arabuluculuk uygulamasının gelişmesi ile birlikte, tahkime ve arabuluculuğa ilişkin mevzuat hükümlerinin uygulanması noktasında sorunlar ortaya çıkmıştır. Özellikle aynı somut olayda tahkime ve arabuluculuğa ilişkin HUAK, HMK ve özel kanunlarda dava şartına ilişkin (TTK m. 5/A; İK m. 3; TKHK m. 73/A) hükümlerin hangilerinin öncelikle uygulanması gerektiği cevaplandırılması gereken bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu sorunun çözümü HUAK m. 18/A,18 hükmü ile düzenlenmiş olmasına rağmen, hükmün yorumlanması bakımından uygulamada bazı tartışmaların yaşandığı görülmektedir. Çalışmamız, HUAK m. 18/A,18 hükmünün değerlendirilmesi üzerinedir. Başka bir deyişle tahkim sözleşmesi karşısında, dava şartı arabuluculuk hükümlerinin HUAK m. 18/A,18 karşısında nasıl bir uygulamasının olması gerektiğinin değerlendirilmesi yapılmıştır.
The Ottoman Empire entered a rapid change process with the Tanzimat Era. In particular, radical changes were made to the judicial organization. The Nizamiye courts established during this period were based on a different source from the sharia law. For a long time, these courts did not adopt a law on criminal or civil procedure. For this reason, there were difficulties in hearing legal and criminal cases. Until the adoption of the procedural laws, these courts handled with the cases in accordance with the provisions of various regulations. Divân-ı Ahkâm-ı Adliye prepared a provisional ordinance to be used in criminal cases in 1869. This ordinance regulated the procedures to be carried out during the investigation and prosecution stages. In particular, issues such as crime scene investigation, obtaining and preserving evidence and dead and body examination were discussed in an elaborate manner. Usul-i Muhakemat-ı Cezaiye Kanunu (the Code of Criminal Procedure) was entered into force ten years after this ordinance. For this reason, this ordinance, which filled a large gap for criminal cases, is of prime importance. The aim of this study is to present this ordinance, which has not yet come to light.
Demokratik seçimlerle iktidara gelen hükümetin yine demokratik seçimler yoluyla seçmenin iradesi kapsamında görevinden ayrılması, demokratik hukuk devletinin bir gereğidir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu da bu gerekliliğin bir sonucu olarak hükümete karşı suçu anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlardan biri olarak düzenlemeyi tercih etmiştir. Bu çalışma ile 2017 Anayasa değişikliği kapsamında Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde TCK m. 312’de düzenlenen hükümete karşı suçun arz ettiği değişikliklerin incelenmesi amaçlanmıştır. Bu kapsamda öncelikle tahlilci metotla bu suç, unsurları bağlamında inceleme konusu yapılmıştır. Hükümet sistemi değişikliği ile beraber anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçu, Cumhurbaşkanına karşı suikast ve fiili saldırı suçu ile hükümete karşı suç birbirine oldukça benzediği için bu suçlar arası içtima ilişkisinin ortaya konması önem arz etmektedir. Son olarak bu suçun bir unsuru olan cebir ve şiddet kavramı ile bu kavramın kapsamı ve manevi cebri de kapsayıp kapsamadığı hususu ortaya konularak sonuca ulaşmaya çalışılmıştır.
İcra ve İflâs Kanunu’nun 362/a maddesiyle özel okullar ile özel öğrenci yurt ve benzeri kurumların taşınır ve taşınmaz mallarının eğitim ve öğretim yılı içinde haczedilmesi yasaklanmıştır. Madde ile eğitim ve öğretim faaliyetinde yaşanacak aksaklıkların önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Bu çalışmada, İİK m. 362/a hükmü değerlendirilmiş; ilgili hüküm hakkında genel bilgilerin verilmesinin ardından
madde ile ortaya çıkabilecek sorunlar tespit edilmiş ve bunlara yönelik çözüm önerileri sunulmuştur. Haczin eğitim ve öğretim döneminde yasaklanması, alacaklıların haciz ile elde edebilecekleri menfaati tamamen ortadan kaldırdığı için uygun değildir. Dolayısıyla bu malların eğitim ve öğretim döneminde haczedilebileceği; fakat haczedilen mal hakkında muhafaza tedbiri alınmasının yasaklanmasına ilişkin yeni bir düzenlemenin menfaatler dengesine daha uygun olacağı tespit edilmiştir. Ayrıca hükümde kamu alacaklılarının bu düzenlemeden
muaf oldukları düzenlenmiştir. Adî alacaklar için haciz uygulanması mümkün değilken, kamu alacakları için haciz yapılabilmesi alacaklılar arasındaki eşitlik ilkesine uygun değildir. Bu durum aynı zamanda hacze iştirak bakımından da önemli problemler doğurmaktadır.
In this study, item 370 added to Law No. 6728 and Law No. 213 of Tax Procedure Code will be tried to be considered within the scope of explanations Tax Procedure Code's General Notifications No. 482 for the artificial transaction. The limits of this study consist of answers to questions about what sort of arrangements item 370 has in terms of taxpayer and administration.
Anonim ortaklıkta pay sahiplerinin asli borcu, sermaye taahhüdünü yerine getirmektir. Nitekim TTK 329/2’de pay sahiplerinin sadece taahhüt ettikleri sermaye paylarıyla şirkete karşı sorumlu oldukları belirtilmiştir. Bu açıdan pay sahiplerinin şirket alacaklılarına karşı herhangi bir sorumluluğu bulunmadığı gibi, sermaye koyma borcu dışında şirkete karşı kural olarak herhangi bir yükümlülük altında olduğu da söylenemez. Bu durum, anonim ortaklıklar hukukunda tek borç ilkesi olarak anılmaktadır. Tek borç ilkesi, mutlak nitelikte değildir; ancak hangi durumların bu ilkenin istisnası olduğu tartışmalıdır. Bu çalışmada öncelikle tek borç ilkesi ve istisnaları karşılaştırmalı hukuk da dikkate alınarak incelenmiştir. TTK 421/2-a bendinde ise, esas sözleşme değişikliğiyle bilanço zararlarının kapatılması amacıyla pay sahiplerine yükümlülük ve ikincil yükümlülük getirilebileceği hükme bağlanmıştır. Çalışmamızın devamında tek borç ilkesi çerçevesinde TTK 421/2-a bendi değerlendirilmiş, söz konusu düzenlemenin bu ilkenin bir istisnası olup olmadığı tartışılmıştır. Daha sonra ise TTK 421/2-a bendinin uygulama şartları ele alınarak, pay sahiplerine sermaye koyma borcu dışında getirilecek ek yükümlülüklerin şartları ve kapsamı belirlenmeye çalışılmıştır.
Çalışmamızda, öncelikle TTK m. 421.6’nın uygulanmasını gerektiren genel kurul kararları ve bu kararların kapsamı ele alınacaktır. Bu bağlamda, pay devri sınırlaması getiren, mevcut imtiyazların kapsamını değiştiren, mevcut imtiyazları kaldıran kararlar ile tasfiyeden dönme kararının hükmün uygulama alanına dahil olup olmadığı ve işletme konusunun tamamen değiştirilmesi ifadesi ile hangi durumlarının kastedildiği hususları inceleme konusu yapılacaktır. Daha sonra, nama yazılı pay sahiplerinin TTK m. 421.6’de öngörülen imkândan faydalanabilmeleri için ilgili karara olumlu oy vermemelerinin yeterli olup olmayacağı ve karara olumsuz oy veren pay sahiplerinin ayrıca muhalefetlerini toplantı tutanağına geçirtmiş olmaları şartının aranıp aranmayacağı sorunları mercek altına alınacaktır. Nihayet, TTK m. 421.6’deki kararlara olumsuz oy vermiş nama yazılı pay sahipleri bakımından altı aylık süre boyunca kanuni bağlamın etkisiz hâle gelip gelmeyeceği, şirketin alım teklifinde bulunarak pay devrine onay vermeyi reddedebilmesinin mümkün olup olmadığı, bu hususta nama yazılı payların borsaya kote edilmiş olup olmasının farklı bir sonuca varılmasını gerektirip gerektirmeyeceği meseleleri ele alınacaktır.
5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun (5651 sayılı Kanun), Türk hukukunda internete erişimin engellenmesi usullerini belirleyen temel kanundur. Söz konusu Kanun’un 9. Maddesi, kişilik hakkı ihlallerinde erişim engeli usulünü düzenlemektedir. Madde ifade özgürlüğüne bir müdahale oluşturduğu için, sürekli olarak Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru konusu yapılmaktadır. AYM şimdiye kadar olan içtihatlarında maddenin ne şekilde anlaşılması gerektiği konusunda zengin bir içtihat oluşturmuştur. Ancak hem uygulamada hem de kanun metninde ifade özgürlüğünün yeterince koruma altına alınmamış olması sonucunda Mahkeme, söz konusu içtihadında değişikliğe gitmiş ve pilot karar usulünü uygulayarak ihlalin kanundan kaynaklandığına hükmetmiştir. AYM bu kararla söz konusu maddeyi tartışmaya açmış ve yasama organını bu konuda yasal düzenleme yapmaya davet etmiştir. Makalede, AYM kararı, sonrasında ortaya çıkabilecek olası durumlar ve internete erişim engeli usulünün nasıl olması gerektiği ele alınacaktır.