Synthetic cannabinoids can affect the immune system and can cause some changes in immune response. The immune response to the Hepatit B vaccine is complex. Studies on hepatitis B vaccine antibody response and JWH-018 are extremely limited. The main aim of this study was to investigate the effect of JWH-018 on anti-HBs Ag changes before or after Hepatitis B vaccination. The study was performed on C57BL6 mice (n=25). Mice were divided into 3 groups. Control Group; it was immunized Engerix B at 3 times 3-week intervals. Group 1; JWH-018 (1 mg/kg) was administered once a week for 4 weeks. At the end of this period, Engerix B was immunized 3 times at 3-week intervals. Group 2; it was immunized 3 times at 3-weeks intervals with Engerix B. At the end of this period JWH-018 (1 mg/kg) was treated once a week for 4 weeks. Blood samples (3 times with an interval of 2 weeks) were collected at the end of drug and vaccine administration. It was calculated that the means obtained from the control group were lower than the other groups. The final measurement of the within-group was higher than other measures and was statistically significant (p=0,017). Statistical difference was measured in the first (p=0,018) and third measurements (p=0,005) of the between groups. A total of 5 mice from the experimental groups died at different stages of the study. In this study, the use of JWH-018 has been shown to be effective on the anti-HBs parameter. We think that our study is very valuable in terms of proving the relationship between JWH-018 and Anti-Hbs parameter. However, more data are needed to understand causation.
Many countries implemented lockdowns to prevent the spread of novel coronavirus disease 2019 (COVID-19). Turkey is one of these countries where people were obliged to experience altered daily routines in May 2020. We aimed to identify physical activity level and well-being of people during COVID-19 outbreak and investigate the relationship among them. An on-line questionnaire was used to obtain data regarding descriptive characteristics and exercise habits. Individuals volunteered to participate in the study filled the questionnaire published in an on-line survey platform (Google Forms) in May 2020. Physical activity level was questioned and well-being of the individuals was measured by WHO-5 Well Being Index. Spearman and Kendall analyses were used. The survey was completed by 378 adults. Approximately three quarters (75.1%) of participants self-reported that they did not do any vigorous physical activity and nearly half of them (48.1%) self-reported not to do any moderate physical activity. Well Being Score was positively correlated with vigorous physical activity (days per week) (p=0.039, r=0.106). Our results showed that increased physical activity level is associated with improved well-being in adults. Effective strategies such as doing regular physical exercise should be used to decrease negative effects of pandemic on well-being and physical activity level.
Abomazum ülseri, abomazum mukozasının derin katlarına kadar uzanan doku
kayıplı patolojik bir durumdur. Abomazum ülserlerine hemen her yaştaki
sığırlarda rastlanmakta birlikte özellikle buzağılarda görülür. Oluşumuna göre
primer ve sekunder abozum ülseri olmak üzere ikiye ayrılır. Patolojik olarak;
Perfore Olmayan Ülserler, Ciddi Kanamalı Fakat Perfore Olmayan Ülserler, Lokal
Peritonitis İle Karakterize Perfore Ülserler ve Diffuz Peritonitis İle
Karakterize Perfore Ülser formları vardır.
Abomazum ülseri olan sığırlarda; sindirim problemleri, melena, ağrılı lokal
peritonit, akut yaygın peritonit ilişkili hızlı ölüm veya sadece minimal
abomazum kanaması ile birlikte kronik bir sindirim problemi görülür. Subklinik
olarak görülen abomazum ülserleri ise genellikle otopsi ya da hayvanın
kesiminde ortaya çıkmaktadır. Abomazum ülseri olan buzağılarda prognoz; kanama
ve perforasyonun şekillenmesiyle kötüye gidebilir.
Bu derlemede, buzağılarda abomazum ülserlerinin epidemiyolojisi,
etiyolojisi, patogenezisi, klinik bulguları, tanı ve ayırıcı tanısı, tedavi,
koruma ve prognozu ele alınmıştır.
Ruminant
işletmelerinde öncelikli hedef yüksek et ve süt veriminin yanı sıra sağlıklı
yavru elde edilmesi ve bu şekilde karlılık oranının arttırılmasıdır.
Sığırlarda erken embriyonik ölümler, abortlar, fötal mumifikasyon ve anomalili
yavru doğumları sonucunda önemli ekonomik kayıplarla karşılaşılmaktadır. Bu
olgulara neden olan etkenler arasında viruslar önemli bir paya sahiptir. Viral
enfeksiyonlarda tedavi şansının az olması, hastalığın kısa sürede birçok
hayvana yayılmasından dolayı primer olarak aborta neden olan viral etkenlerin
belirlenmesi oldukça önemlidir. Viruslar
uterusa kan-plasenta yoluyla, tohumlama-çiftleşme esnasında enfekte semen
yoluyla geçebilir. Bu etkenlerin en yaygın görülenleri ve sığırlarda
primer abort etkenleri Bovine herpes virus-1 (BoHV-1), Bovine viral Diarrhea
Virus (BVDV), Bovine herpes virus-4 (BoHV-4), Mavidil, Akabane ve son yıllarda
ülkemizde de tespit edilen Schmallenberg virus (SBV) enfeksiyonlarıdır. Bu
virusların yanı sıra sığırlarda abort etkeni olarak Rift
Valley Fever (RVFV), Epizootic hemorajik disease virus (EHDV), Aino Virus,
Wesselborn Virus, Lumpy skin disease (LSD), Bovine parvovirus da
sayılabilmektedir. Bu derlemede,
sığırlarda primer olarak aborta neden olan viruslar ve abort olgularının
oluşumundaki rolleri ile söz konusu viruslara karşı kontrol/eradikasyon
yöntemleri irdelenmiştir.
Chlamydophila abortus, tüm dünyada koyun ve keçilerde ciddi ekonomik kayıplara yol açan, koyunların enzootik abortusunun (OEA) etkenidir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin Burdur ilinde keçi sürülerinde C. abortus enfeksiyonunun seroprevalansını ortaya koymaktı. 384 kan serum örneği, rastgele seçilen 22 keçi sürüsünde, 2 ve daha büyük yaşlardaki keçilerden toplandı. C. abortus enfeksiyonunun bireysel, sürü içi ve sürüler arası seroprevalansı, ticari bir enzyme linked immunosorbent assay (ELISA) kiti ile belirlendi. C. abortus’un görünen ve gerçek bireysel, sürü içi ve sürüler arası seroprevalansı sırasıyla 19.27%, 22.77%, 86.36% ve 19.44%, 23.16%, 90.81% olarak hesaplandı. Sürü büyüklüğüne göre C. abortus enfeksiyonunun seropozitifliği bazı sürüler arasında istatistiki olarak önemli (p˂0.05) bulundu. Keçi ırkları ile C. abortus enfeksiyonu arasındaki ilişki önemli bulunmadı (p˃0.05).
Sonuç olarak, C. abortus enfeksiyonunun Burdur ilinde bulunan keçi sürülerinde yüksek oranda bulunduğu, C. abortus enfeksiyonunun yayılımını önlemek için kontrol ve eradikasyon çalışmalarına hemen başlanması gerektiği kanaatine varıldı.
Sığla tree (Liquidambar orientalis Miller) is an endemic species in Turkey. Styrax liquidus obtained from Sığla tree and it has antiparasitic and antibacterial properties. Staphylococcus aureus is an important agent of mastitis. This pathogen can be found in milk and on the milk collection tank surfaces and it can produce some types of toxins. Staphylococcal enterotoxins may cause food poisoning. In this study; it was aimed to investigate the effects of the styrax liquidus solution on the bacterial culture applied to the stainless-steel surface, on different periods, experimentally. As a result of the study, it was determined that styrax liquidus was effective on S. aureus on the surface of the bulk tank milk at 5%, 10%, 15% and 20% concentrations. It was determined that styrax liquidus was reduced population of S. aureus level of 7.94 log cfu/ml. Styrax liquidus could be used as a natural antimicrobial agent in industrial surface cleaning. This is the first study to determine the disinfection properties of styrax liquidus.
Bu çalışmanın amacı, 65 yaş ve üstü bireylerin ilaç kullanımına ilişkin davranışlarını
incelemek ve sosyo-demografik özelliklerin ilaç kullanım davranışları üzerinde
etkili olup olmadığını ortaya koymaktır. Araştırmanın evrenini Burdur il
merkezinde yaşayan 65 yaş ve üzeri bireyler oluşturmaktadır (N=12.378).
Çalışmada toplam 479 kişiye anket uygulanmıştır. Veriler anket tekniğiyle
araştırmacılar tarafından 12-25 Şubat 2018 tarihleri arasında toplanmıştır. Verilerin
analizinde tanımlayıcı istatistikler, iki ortalama arasındaki farkın önemlilik
testi ve tek yönlü varyans analizi (Anova) kullanılmıştır. Çalışmadan elde
edilen sonuçlara göre, katılımcıların ilaç kullanım
davranışlarının orta düzeyde olduğu belirlenmiştir. Ayrıca katılımcıların gelirlerine göre ilaç
kullanım davranışları arasında anlamlı fark bulunmuştur. Buna göre geliri 2000
TL ve üstü olan katılımcıların ilaç kullanım davranışlarının daha yüksek olduğu
tespit edilmiştir.
Despite progress in conventional treatment methods for colon cancer, it remains the fourth leading cause of cancer-related deaths in the world. Therefore, more effective new treatment strategies for colon cancer are needed. Silver nanoparticles (AgNPs) synthesized using plant extracts have shown therapeutic applications and make it to be a good anti-cancer candidates. The aim of this study was to evaluate the anti-metastatic and anti-cancer activity of biosynthesized silver nanoparticles from Rosa canina extract on the human colon adenocarcinoma cell line HT29. The biosynthesis of AgNPs was carried out using Rosa canina extract. R-AgNPs were characterized by techniques such as UV-vis spectrophotometer and scaining electron microscopy (SEM). HT29 cells were incubated with different concentrations of AgNPs (0-20 g/mL) for 48 h. The cytotoxic activity of the synthesized R-AgNPs against human colon adenocarcinoma cells HT29 was investigated by MTT assay and the IC50 value were found to be 7,89 g/mL at 48 h incubation. Anti-metastatic potential of R-AgNPs were determined on HT29 cells using scratch assay. R- AgNPs induced a significant decrease of cell motility in dose-dependent manner. In conlusion, these findings suggest that the biosynthesized AgNPs may be promising new therapeutic agents for the treatment of human colon cancer.
Adipose Tissue and Some Proteins Released from Adipose Tissue
Abstract: Obesity is very common in developed and developing countries as a result of inactivity and a diet with excess fat foods due to changes in the conditions of life. Studies have shown that obesity is actually a low-level chronic inflammation of adipose tissue and it has been revealed that this condition of adipose tissue contributes to obesity-related systemic metabolic dysfunctions.
Adipokines secreted from adipose tissue are bioactive substances which have metabolic and/or pro/anti-inflammatory effects. The disorder of the production or secretion of these adipokines due to adipose tissue dysfunction in obesity causes complications of many diseases, decreasing the quality of living conditions and increasing the mortality rate. In this review, it is aimed to give information about different adipose tissue structures, functions varying according to structures, and some adipokines secreted from the adipose tissue which has the pro / anti-inflammatory and energy-balanced effects.
Fumonisinler başlıca Fusarium türü
mantarlar tarafından üretilen özellikle mısır ve mısır bazlı ürünlerde sıklıkla
bulunan bir grup mikotoksindir. Fumonisinler A, B, C ve P şeklinde 4 formda
olmakla birlikte bunlar içerisinde toksikolojik açıdan en önemlisi fumonisin B
(B1, B2 ve B3)'dir. Fumonisinler
yapısal olarak sfingolipidlere önemli derecede benzerlik taşımaktadır.
Sfingolipidler bütün ökaryotik hücrelerde özellikle de membranlarda bulunan,
hücre membran biyolojisinde önemli rol oynayan ve hücre işlevini düzenleyen
birçok biyoaktif metabolitleri içeren geniş bir lipid ailesidir. Bunlar hücre
büyümesinin regülasyonunda, hücreler arası iletişimde, apoptozisde, hücre
farklılaşmasında ve sitosikletal proteinler, immunglobinler ve bazı bakteriyel
toksinler için hücre yüzeyi reseptörü olarak bilinmektedir. Fumonisinler toksik
etkilerini, sfinganin, sfingozin ve diğer sfingoid bazların N-asilasyonunu
katalize eden seramid sentaz enzimini (Sfinganin N-asiltransferaz) inhibisyonu
sonucu sfingolipid metabolizmasını bozarak gösterir. Fumonisinler hayvan türlerine özgü
farklı toksik etkiler göstermekle birlikte benzer etkiler de gösterebilir. Atlarda
lökoensefalomalazi, domuzlarda pulmoner ödem ve nefrotoksisite, rat, fare ve
tavşanlarda karaciğer toksisitesi ve nefrotoksisiteye yol açtığı bilinmektedir.
İnsanlarda Güney Afrika’nın bazı bölgelerinde Fusarium türleri ile kontamine mısır ve mısır ürünlerini yüksek
oranda tüketen yerel halkta özofagus kanseri görülme sıklığında artış tespit
edilmiştir. Fumonisinlerin insanlardaki toksik etkileri özellikle karsinojenik
etkileri tam olarak kanıtlanmasa da toplum sağlığı açısından bu konuda daha
detaylı çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Fumonisinler insan ve hayvan sağlığı
açısından günümüzde potansiyel bir tehlike olarak görülmektedir. Bununla
birlikte fumonisinler ile kontaminasyon doğada kaçınılmaz görülmemektedir. Dolasıyla
hayvan yemlerinde ve insan tüketimine sunulan gıdalarda otoritelerce belirlenen
güvenli limitlerin sağlanması insan ve hayvan sağlığı açısından önem arz
etmektedir.
One of the major viral pathogens of respiratory system disease complex in cattle, BPIV 3 is a viral agent generally appearing during autumn and winter months in Northern Hemisphere and causing upper respiratory tract infections. Even though the isolates of this virus are in close antigenic relations, it is classified within three different genotypes as BPIV3 Genotype A, BPIV3 Genotype B and BPIV3 Genotype C. In this research, we aimed to compare the strains of BPIV 3 strain circulating around Western Mediterranean region of Turkey and isolated from different regions of this country and the reference strain of BPIV 3, Shipping Fever (SF-4) with amino acid and nucleotide positions. In the study, previously detected BUR/BPIV 3 isolate with M gene region partially analyzed was used. Phylogenetic researches carried out partially on M gene region in Turkey, different BPIV 3 isolates recorded in gene bank and amino acid and nucleotide positions of BPIV 3 strain detected by ourselves were compared. The changes in Turkey strains of BPIV 3 and nucleotide and amino acid positions of the reference strain were revealed. As a result, detecting base and codon differentiations caused by point mutations among BPIV 3 isolates and correspondingly the appearing amino acid changes was considered crucial in terms of revealing the immunization power of the strain to be used in vaccine production and providing the standardization of BPIV 3 molecular detection.
This research was intended to determine the fattening performance and
carcass characteristics of Akkaraman male lambs fattened under traditional
system and intensive fattening system.
Each treatment groups (traditional system I, control, traditional system
II) contained 20 Akkaraman male lambs and experiment lasted 70 days. Initial
and final body weights of lambs were 32.47, 38.07, 37.73; 46.08,
53.26, 46.87 kg for traditional system I, control, traditional system
II, respectively. Daily weight gains were 0.190, 0.220, 0.200 kg, and
amounts of forage and concentrate feed consumed per 1 kg weight gain
were 4.995, 5.045, 3.715 kg; and
4.165, 4.436, 5.710 kg for traditional system I, control, traditional
system II, respectively. Amounts of daily concentrate and forage consumption
were 0.999, 1.110, 0.743 kg; and 0.833, 0.976, 1.142 kg for
traditional system I, control, traditional system II, respectively. Hot
carcass, cold carcass weights and dressing percentages were 22.18,
24.68, 22.77 kg (P<0.05); 21.72, 24.18, 22.32 kg (P<0.05);
and 0.48, 0.50, 0.50 % (P<0.05) for traditional system I, control,
traditional system II, respectively. Some carcass characteristics obtained from
experiment were as follows; 51.34, 52.44, 52.56 % for meat in carcass, 14.19,
13.85, 13.26 % for fat in whole carcass, 19.74, 18.26, 18.69 % for bone in
carcass, 8.03, 8.49, 8.62 % for fat in tail, 0.63, 0.37, 0.35 % (P<0.01) for
fat on kidney, 0.52, 0.41, 0.59 for internal fat, 27.00, 26.84, 27,41 % for
leg, 15.99, 15.69, 15.92 % for foreleg, 4.91, 4.88, 5.09 % for back, 4.85,
5.37, 4.87 % for loin, 24.68, 24.66, 24.21 for others, respectively. In
conclusion, even though traditional sheep raisers claimed that they fatten very
well, it was observed that nutrient requirement of animal was not met under
traditional fattening system. Fattening period lasted long because adaptation
period to concentrate feed was very long. Control group performed better
compared with other groups.
İnterlöykin- 6 (IL-6) hücre
sağ kalımı, çoğalması, farklılaşması, bağışıklık ve apoptosis gibi birçok
hücresel olayda önemli rol oynar. Il-6 hem konakçı
bağışıklık savunma mekanizması hem de büyüme ve farklılaşma gibi çeşitli
malignitelerin düzenlenmesinde yer almaktadır.Daha önce yapılan
çalışmalar, artmış serum IL- 6
düzeylerinin birçok kanser türünde ilerlemiş tümör evreleri ve hastalarda kısa
hayatta kalım süreleri ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Sunulan
çalışmada IL-6 ‘nın HepG2 hücrelerinde kaspaz 3, kaspaz,9 ve kaspaz 1 aktiviteleriüzerine
etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.Çalışma materyali olarak hepatoselüler
karsinoma hücre hatta olan HepG2 hücreleri kullanılmıştır. IL-6 uygulanan ve
uygulanmayan (kontrol) hücreler 24 saat boyunca kültüre edilmiş. IL-6 ‘nın
HepG2 hücrelerinde kaspaz 3, kaspaz,9 ve kaspaz 1 düzeyleri üzerine etkileri
ticari kit ile kolorimetrik olarak ölçülmüştür. IL-6 uygulanan HepG2
hücrelerinde kaspaz 1 ve kaspaz 3 düzeyleri kontrol hücrelerine göre artmış
kaspaz 9 düzeyleri ise azalmıştır.Daha önce yapılan çalışma
sonuçları IL-6’nın tümör hücrelerinde hücre çoğalmasını ve anti-apoptotik etki
arttırmak gibi, önemli tümör gelişimini destekleyici özelliklerinin bulunduğunu
göstermiştir. Bilinenin aksine, kaspaz 3 aktivitesinin artışı ile, IL-6 ilavesi
HepG2 hücrelerinde apoptotik yolak üzerinde etkili olduğu görülmüştür.
In this research, the sustainability of the field of activity has been examined through conducting an economic analysis of data obtained from the business administration activities of an establishment operating in provincial borders of Burdur which were performed between 2015-2016. In the study, production cost, cost factors and the economic ratios of the establishment has been presented. When the cost factors of warm manure production is analyzed, it is determined that the primary cost factors for the year 2015 in a 100 square meters of production area ranges as; 46.1% for cost of worm, 33.1% for labor force, 7% for animal manure, 2.5% for electricity and water bills and 1.2% for packaging. It is established that there has not been any worm cost in 2016 and that the distribution has been sorted as 20.3% for animal manure, 56.9% for labor force, 4.8% for electricity and water bills and 5.6% for packaging costs. As a result of the analyses, the economic ratios of the establishment are calculated as respectively; the return on equity of 62.36% in 2016 while -2.22% in 2015, economic rentability of 58.11% in 2016 while -2.22% in 2015, rentability factor of %72.04 in 2016 while -4.26% in 2015. It has been conferred that the worm manure production is a field with continuous manufacturing and market opportunity in livestock farming industry and its profitability is at a point where it will satisfy the manufacturer as of the periods examined.
Power is defined as the ability to realize the maximal force in a minimum time against an increasing resistance. The aim of this study was to compare anaerobic power characteristics of active female and male persons at the intermediate level according to gender.
Healthy 45 females (average age, weight, and height values were in 21.13±2.04 years, 56.78±8.35 kg and 164.71±5.91 cm) and 48 males (average age, weight, and height values were in 21.35±1.72 years, 69.27±6.51 kg and 175.98±5.87 cm) participated voluntarily in this study. Participants' peak power, average power, minimum power and power drop characteristics were measured via Wingate Anaerobic Power Test. In addition, relative power properties of participants were calculated by means of "Peak power features/body weight".
In order to compare differences between groups Independent Sample t-Test in SPSS (Ver.14) program were used and α set as 0.05.
As a result, the values of the male group in each of the absolute and relative anaerobic power features except "% fatigue index" value were significantly higher than female group.
Anaplasmosis in dog is caused by Anaplasma phagocytophilum, a gram-negative, mandatory intracellular bacteria. Although this bacterium is not contagious, it is transmitted through vector tick. Clinically, the acute bacterial phase is the most common in dogs. Animals with clinical disease due to acute infection often have vague symptoms of the disease, including fever, drowsiness, weakness, loss of appetite, and muscle pain. Hepcidin, on the other hand, is a peptide hormone and also plays a role as a type II acute phase reactant and regulator of iron metabolism. The aim of the study was to evaluate the relationship between hepcidin and some anemia parameters in Anaplasma phagocytophilum seropositive dogs and to learn about the use of hepcidin as a biomarker. Our study group was composed of 20 positive Anaplasma phagocytophilum dogs, and our control group consisted of 10 healthy dogs. In both groups, complete blood counts were performed. Hepcidin, iron, ALT, AST and ALP values were also measured in serum samples collected. As a result, hepcidin values between the two groups were statistically significant (p<0.05) and it was concluded that hepcidin could be used as a biomarker in the diagnosis of anaplasma infection in dogs with other parameters.
Bu çalışmanın amacı, köpeklerde
Midazolam- Ketamin-İzofloran (MKİ) ve Midazolam-Propofol-İzofloran (MPİ) anestezisinin
koagülasyon parametreleri, vital parametreler, hemogram parametreleri, kan gazı
parametreleri, biyokimyasal parametreler üzerindeki etkisinin araştırılmasıdır.
Çalışmada,
Afyon Kocatepe Üniversitesi Veteriner Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezine
çeşitli operasyonlar yapılması amacıyla getirilen, farklı ırktan, farklı
cinsiyetten ve yaşları 4 ay ile 6 yaş arası değişen 20 adet köpek kullanıldı.
Köpekler rastgele (MKİ n=10) ve (MPİ
n=10) iki gruba ayrıldı. MKİ protokolü
uygulanan köpeklerde 12 saat açlığı takiben preanestezik olarak midazolam
0,2-0,4 mg/kg dozda intravenöz yolla
uygulandı. Anestezi indüksiyonu Ketamin
HCl'ün 15 mg/kg dozda intravenöz uygulanmasıyla sağlandı.
MPİ protokolü uygulanan köpeklerde 12 saat açlığı
takiben Preanestezik olarak midazolam 0,2-0,4 mg/kg dozda intravenöz
kullanıldı. Anestezi indüksiyonu; propofol solüsyonunun 6-7 mg/kg dozda
intravenöz yolla yavaş şekilde enjekte edilmesiyle sağlandı. Hemen ardından iki
gruptaki köpeklere uygun çaptaki endotrakeal tüplerle entübasyon
gerçekleştirildi ve genel anestezi %2 Izofluran ile sağlandı.
Gruplar karşılaştırıldığında preoperatif 0. dakika ölçümlerine göre tüm ölçüm
zamanlarında PT, TT, Fibrinojen ve APTT değerlerinde istatistiksel önemi
olmayan (p>0.05) değişim kaydedildi
ve tüm ölçüm zamanlarındaki bulgular referans aralıktaydı.
Yapılan
ölçümler sonucunda her iki anestezi protokolününde; koagülasyon parametreleri,
vital parametreler, kan gazı parametreleri, hemogram parametreleri ve
biyokimyasal parametreler göz önüne alınarak köpeklerde güvenle
kullanılabileceği sonucuna varıldı.
Bu çalışma mercanköşk (Origanum onites L.) bitkisinin çeşitli gıda patojenleri üzerindeki antibakteriyel etkinliğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. 5 değişik çözgende (aseton, etanol, metanol, kloroform, kaynatılmış su) ekstrakte edilen bitkinin 5 farklı bakteriye (Escherichia coli, Staphylococcus aureus, Campylobacter jejuni, Salmonella enteritidis ve Brucella spp.) karşı etkisi disk-diffüzyon tekniği kullanılarak incelendi. Bu ekstraktların 4 bakteri türüne (Escherichia coli, Staphylococcus aureus, Campylobacter jejuni ve Salmonella enteritidis) karşı farklı düzeylerde etki gösterdiği, Brucella spp.’ye karşı ise antibakteriyel bir etki ortaya koymadığı saptanmıştır. Oluşan zon çapları itibariyle Etanol ile hazırlanmış ekstraktın Staphylococcus aureus üzerine gösterdiği etkinin en yüksek düzey (18 mm), kloroform ekstraktının Campylobacter jejuni’ye gösterdiği etkinin en düşük düzey (9 mm) olduğu tespit edilmiştir. Sonuç olarak mercanköşk ekstraktlarının antibakteriyel etkiye sahip olduğu ve gıda koruma alanında kullanılabileceği ortaya koyulmuştur.
Abstract: Caper plant belonging to the genus Capparis (family Capparaceae) is a plant used in traditional medicine to cure various illnesses since ancient times. Studies have shown significant medicinal properties of various Capparis species. This study was designed to examine in vitro antifungal and antioxidant activity of methanolic extracts of Capparis ovata buds. It was determined that C. ovata inhibited the NO radical in a dose-dependent manner and exhibited reducing power activity. According to the standard pyrocatechol graph, 1 mg of C. ovata contains 19.64 μg of phenolic equivalent of pyrocatechol. In vitro antifungal susceptibility testing of C. ovata methanolic extract against eight different fungal strains was determined by broth macrodilution method. According to MIC values of in vitro antifungal activity testing C. ovata has moderate antifungal activity. In conclusion, C. ovata was found to have a significant antifungal and antioxidant potential. Hence, this plant could have the potential to be used against fungal and oxidative stress related many disease conditions.
Keywords: Capparis ovata, Antifungal, Antioxidant, In vitro
The aim of the present study was to identify the
haplotypes of the Varroa destructor mite which infects
honeybees (Apis mellifera) in the province of Aydın in Turkey,
using two different modified techniques for the mitochondrial
Cox1 gene of the mite. In order to confirm the haplotype, two
different primer pairs were selected. 376 bp DNA in size was
amplified using the first primer pair. SacI restriction enzyme
was applied to the amplified products; however, this restriction
enzyme did not cut the DNA. 570 bp DNA in size was
amplified using the second primer pair. XhoI and SacI
restriction enzymes were used for the amplified products.
Although, the SacI restriction enzyme did not cut the DNA, the
XhoI restriction enzyme cut the amplified DNA into two
fragments (bands), with the sizes of 270 and 300 bp two bands
270 and 300 bp. While comparing the results, these bands were
found specific for Korean haplotype of V. destructor. In
conclusion, all of the 200 samples of V. destructor examined in
this study were identified to be the Korean haplotype.
The mite Varroa destructor is an ectoparasite that is
considered a major pest of the Turkey honeybee for beekeeping.
The aim of the present study was to identify the haplotypes of the
V. destructor mite which infest honeybees in the province of Van in
Turkey. In this study, Polymerase Chain Reaction (PCR) and
Restriction Part Length Polymorphism (RFLP) modified method
were used to analyze mitochondrial Cox1 gene region of the mites.
Also, bidirectional sequence analysis of 10% (28) of the samples
(286) was performed. Afterwards, 570 bp in size amplified DNA
was obtained. Thereafter, for the RFLP the XhoI and SacI
restriction enzymes were applied to the amplified products.
Although the SacI restriction enzyme did not cut the DNA, the
XhoI restriction enzyme cut the amplified DNA into two fragments
(bands), 270 and 300 bp in size. The banding pattern of the RFLP
reaction and sequence analysis of the mitochondrial DNA revealed
that all mite samples were of V. destructor Korean haplotype.
Aim: There have been many invasive interventions on the patients in intensive care units. The applied invasive intervention, the medication used and the duration of staying affect the liability to cross (nosocomial) infection. It was aimed in this study to present the current situation of Burdur State Hospital by comparing the surveillance data related to invasive device from the patients monitored at intensive care units of the hospital to the national data and other studies.
Material and Method: In the study, infections related to invasive device usage and invasive device usage rate were evaluated. The data was obtained from the Cross (Nosocomial) Infection Surveillance Network of Ministry of Health (INFLINE). The evaluation of data was carried out separately for surgical, internal and coronary intensive care units.
Results: Rates of medical service related infection determined in the internal, surgical and coronary intensive care units of the hospital were 5.26, 4.89 and 0.00 respectively. The most frequent used invasive device in these units was determined as urinary catheter. The rates for the internal, surgical and coronary units were 0.95, 0.93 and 0.32 respectively. The infection rate related to the usage of invasive device in surgical and internal intensive care units was detected as VIP (6.44 and 13.9).
Conclusion: The activity reports of infection control committee should be prepared with objective criteria. The pursuit of these reports is crucial to reduce cross (nosocomial) infections.
Netrins are important signaling proteins that guide both neural and vascular development. Netrin-1 regulates many physiological processes such as cell proliferation, adhesion and migration. The aim of this study was to determine the association between serum netrin-1 level and biochemical parameters in obese subjects. Serum samples were collected from obese (n=15) and control (n=30) subjects. The serum netrin-1 levels were evaluated by ELISA. Variable data were compared by Mann Whitney U test and correlation was estimated by Spearman correlation analyses. The level of circulating netrin-1 protein was determined to be significantly lower in obese group compared to controls. The median value was 844.0 pg/mL in the control group and 338 pg/mL in the obese group (p
Bu
çalışma Isparta İli ve çevresinde sığırcılık işletmelerinde Bovine Viral Diyare
Virus (BVDV) enfeksiyonunun seroprevalansının araştırılması amacıyla yapıldı.
Çalışmada 24 işletmede bulunan 6 ay -12 yaşlı 460 adet dişi sığır kan serumu
kullanıldı. Hayvanlara ait kan örnekleri V. Jugularis’ten 10 ml’lik steril
vakumlu tüplere alındı. Tüpler 2000 devirde 10 dk. santrifüj edildi. Serumlar
test yapılasıya kadar -25 ̊C’de derin dondurucuda saklandı. Serumlarda BVDV’una
karşı antikor (Ab) varlığını belirlemek için BVDV (Ab)-ELISA, BVDV antijen (Ag)
varlığını belirlemek amacıyla BVDV (Ag)-ELISA test kitleri kullanıldı. Alınan kan örneklerinden 346’sı (%75.22)
seropozitif, 114’ü (%24.78) seronegatif ve 5 tanesi de (%1.09) persiste enfekte
(PI) olarak belirlendi. Holştayn ırkı %76.22, Simental %72.22, Montofon %46.15
oranında ırklar arasında seropozitiflik tespit edildi. Irklar ve yaş grupları
arasındaki seropozitifliğin istatistiksel açıdan anlamlı olduğu belirlendi
(p<0.05). Ayrıca yaş arttıkça seronegatifliğin azaldığı saptandı. Bu çalışma
Isparta İli ve çevresinde BVD enfeksiyonunun seroprevalansını tespiti amacıyla
yapılan ilk çalışma özelliği taşımaktadır. Sonuç olarak; BVDV enfeksiyonu
seropozitiflik ve PI oranı değerlendirildiğinde, enfeksiyonun Isparta İli ve
çevresinde yaygın olduğu görülmektedir.
Bu nedenle hastalığa karşı gerekli kontrol ve koruma önlemlerinin
alınması bölge ve ülke ekonomisi için önem arz etmektedir.
Öz: Çalışmanın amacı sepsisli
neonatal buzağılarda hematolojik ve biyokimyasal değişimlerin araştırılmasıdır.
Çalışmada, 20 adet sepsisli ve klinik olarak sağlıklı 10 adet neonatal buzağı
kullanıldı. Bütün buzağıların rutin klinik muayenesi yapıldı ve monitörize
edilerek sistolik kan basıncı (SKB), diyastolik kan basıncı (DKB) ve ortalama
arteriyel kan basıncı (MAP) belirlendi. Ayrıca tüm hayvanların pulse oksimetre
ile oksijen satürasyonları (SpO2) ölçüldü. Çalışmada yer alan tüm
buzağıların hematolojik ve biyokimyasal analizleri yapıldı. Çalışmada sepsisli buzağıların
vücut ısısı (p<0.001) ve SpO2 (p<0.01) değerleri düşük,
solunum sayılarının (p<0.01) ise kontrol grubuna göre yüksek olduğu
belirlendi. Hematolojik analizlerde sepsisli buzağıların total lökosit (WBC,
p<0.001), monosit (MID, p<0.001), granülosit (GRA, p<0.01), ortalama
korpuskuler volüm (MCV, p<0.01), ortalama korpuskuler hemoglobin (MCH,
p<0.001) ve ortalama korpuskuler hemoglobin konsantrasyonu (MCHC, p<0.01)
düzeyleri kontrol grubu değerlerine göre yüksek bulundu. Çalışmada yapılan
biyokimyasal analizlerde ise sepsisli buzağıların total bilirubin (T.BİL,
p<0.01), direkt bilirubin (D.BİL, p<0.001), üre (ÜRE, p<0.001),
kreatinin (KREA, p<0.001), aspartat aminotrasferaz (AST, p<0.01) ve
laktat dehidrojenaz, p<0.001) değerlerinde kontrol grubuna göre anlamlı
artışlar saptanırken total protein (TP, p<0.01), albümin (ALB, p<0.001)
ve immunoglobulin (Ig, p<0.001) düzeylerinde ise önemli düzeyde düşüşler
belirlendi. Yatar pozisyonda olan sepsisli (şiddetli) grupta ayakta olan (orta
derecede) sepsisli buzağılara göre daha çok sayıda buzağıda hematolojik ve
biyokimyasal parametrelerde değişimler belirlendi. Elde edilen TP ve Ig
sonuçları sepsisli buzağılarda yetersiz kolostrum alındığını ve pasif immun
transfer yetmezliğinin geliştiğini göstermektedir. Sonuç olarak sepsis neonatal
buzağılarda önemli hematolojik ve biyokimyasal değişimlere neden olmakta ve kalp,
karaciğer ve böbrekler gibi organların fonksiyonlarını negatif yönde etkilemektedir.
Elde edilen bu sonuçların sepsisli buzağıların tanısı, tedavisinin
yönlendirilmesi ve prognozunun belirlenmesinde yararlı olacağı kanısındayız.
Anahtar Kelimeler: Biyokimya,
Buzağı, Hematoloji, Monitörizasyon, Sepsis.
Arıcılık doğa koşullarına
bağlı olarak gerçekleştirilen ve doğa koşullarından en çok etkilenen
hayvancılık alt sektörlerinin başında gelmektedir. Gerek iklime, gerek doğal
afetlere gerekse diğer faktörlere bağlı olarak yaşanabilecek olumsuzluklar
arıcılık işletmelerinin kârını azaltmakta hatta bazı durumlarda işletmeler
zarar edebilmekte ve gelecek yıllar için işletmenin ekonomik durumunun uzun
süre normale dönmesini imkânsız kılmaktadır. Bahsi geçen risklerin bir kısmının
ya da tamamının sigorta ile güvence altına alınması mümkündür. Bu çalışma ile
2014-2015 üretim döneminde, arıcılık faaliyetlerinin yoğun olarak yapıldığı
Muğla, Aydın ve Denizli illerini kapsayan TR32 Bölgesinde tabakalı örnekleme yöntemiyle
belirlenen 73 adet arıcılık işletmesinin TARSİM uygulamalarına ilişkin bilgi ve
görüşlerinin araştırılması amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Arıcılık işletmelerinin 59 tanesi (%80) iller-bölgeler arası gezginci arıcılık
faaliyeti yapmakta olup 14 tanesi (%20) il içi gezginci arıcılık faaliyeti
gerçekleştirmektedir. İşletmelerin 28 tanesi (%38) arılı kovan sigortası
yaptırdığını, 45 tanesi (%62) çeşitli nedenlerden dolayı sigorta yaptırmadığını
bildirmiştir. Arıcılık işletmelerinin 20 tanesi (%27,4) TARSİM hakkında bilgi
sahibi olduklarını, 53 tanesi (%72,6) bilgi sahibi olmadıklarını
belirtmişlerdir. Sigorta yaptıran işletmelerin %32,1’i kovan başına ödedikleri
sigorta prim bedelini bildiği, %67,9’unun bilmediği tespit edilmiştir. Sigorta
yaptıran arıcılık işletmelerinin arılı kovan sigorta maliyeti 123 TL ile 738 TL
arasında değiştiği ve ortalama sigorta masrafının işletme başına 328 TL olduğu
saptanmıştır. Arılı kovan sigortası yaptırmayan işletmelerin sigorta yaptırmama
nedenleri; sigorta teminatının dar kapsamlı olması, işletme giderlerine
fazladan mali yük getirmesi, kendi ihmalinden dolayı, sigorta kapsamında
yapılan ödemelerde mağduriyet yaşanması veya mağduriyet yaşayacağına inanması şeklinde
tespit edilmiştir. Arıcılık işletmeleri, tarımsal ilaçlamaya bağlı
zehirlenmeler, bir takım arı hastalıklarına bağlı oluşan ekonomik kayıplar,
hırsızlık ve meydana gelebilecek bir takım ürün kayıplarının da teminat
kapsamına alınması gerektiğini belirtmişlerdir.
Sonuç olarak, sigorta yaptırma oranlarının
ileriye dönük olarak artırılması, TARSİM’in tanınırlık ve bilinirlilik oranının
arıcılık işletmeleri nazarında artırılması ve bu konularda mutlak bir başarı
sağlanması durumunda, arıcılık işletmelerinin beklentileri arasında olan
teminatların bir kısmının ya da tamamının güvence altına alınarak, kovan başına
yapılan ödeme primlerinin azaltılması mümkün görülmektedir.
Plant extracts have the potential to be safe alternatives to antibiotics that disrupt the gut flora. The aim of the present study was to assess the susceptibility of some gut bacteria to the extract from needles of Turkish pine (Pinus brutia Ten.) using microdilution method in an anaerobic chamber. Turkish pine needle extract promoted the growth of Bifidobacterium bifidum, Bifidobacterium infantis, and Lactobacillus acidophilus from gut commensals at 0.2-6.25 mg/mL, 0.4-6.25 mg/mL, and 0.4-1.6 mg/mL dose ranges, respectively (P
Bacteriocins synthesized by various bacteria are natural antimicrobials in protein structure. They are more effective on Gram (+) microorganisms. Although they are produced by many microorganisms such as Lactococcus, Lactobacillus, Pediococcus, Leuconostoc, Staphylococcus and Enterococcus, bacteriocins produced by lactic acid bacteria are mostly used in foods. There is a great deal of information on the structure, functions, heir mechanisms of action and use of bacteriocins in food. However, studies on genetically modified and hybrid bacteriocins have allowed the discovery of new and potent bacteriocins specifically for different strains of pathogenic bacteria. With this respect bacteriocin experiments have been generally in meat and dairy products where can become spoilage easily. Bacteriocins and their use in food products were reviewed in this paper.
Son yıllardaki perinatal ve
neonatal bakım alanındaki gelişmeler, prematüre bebeklerin yaşama oranlarını
artırmış ve prematürelerin postneonatal dönemde yakın izlem ve destek
tedavisini gündeme getirmiştir. Prematüre bebekler pek çok komplikasyona karşı
savunmasız durumdadır. Prematüre bebeklere taburculuk sonrası evde bakım
hizmeti sunulması ile prematüre ve ailesine günlük gereksinimlerine yönelik, ev
ortamında, bütüncül bakım anlayışı ile teknik, psikolojik ve terapötik destek
sunulması sağlanabilir. Prematüre bebeklerin hastaneden ayrıldıktan sonra
yeniden hastaneye yatışlarının azaltılmasında, komplikasyon belirtilerinin
erken dönemde tespit edilmesinde, prematürenin aile ortamının
değerlendirilmesinde, ebeveynlerin evdeki prematüre bakımına yönelik kaygı
durumlarının ve yeterliliklerinin değerlendirilmesinde, ebeveynlerin bakıma
katılmalarının sağlanmasında, becerilerinin arttırılması ve
cesaretlendirilmelerinde, ebeveynlerin eksik oldukları konularda eğitim
alabilecekleri bir fırsat oluşturulmasında, prematüre ve ailesinin günlük
hayata adaptasyonlarının sağlanmasında, sağlıklarının korunması ve
geliştirilmesinde evde bakım uygulamaları oldukça değerlidir. Bu derleme,
preterm bebeklerin taburculuk sonrası evde bakımında hemşirelerin rollerinin
önemine dikkat çekmek amacıyla yazılmıştır.
Organofosfatlı ve karbamatlı insektisitlere alternatif olarak geliştirilen neonikotinoidler, günümüzde dünya çapında en yaygın kullanılan insektisit sınıfı olup polen ve nektar dâhil bitkilerin tüm kısımlarına geçerek bu bitkiler tarafından üretilen ürünlere ve hatta arı ürünlerine aktarılabilmektedir. Bu sistemik özellikleriyle neonikotinoidler, bal arıları ve yabani arılar gibi canlıların yanı sıra, insanlar dahil diğer omurgalılar üzerinde de olumsuz etkilere yol açmaktadır. Bu nedenle hangi türevlerinin ne oranda etki oluşturduğuna ilişkin araştırmalar son yıllarda hızla artmakta ve bu çalışma sonuçlarına göre farklı ülkelerde neonikotinoid kullanımlarına yasaklar ve kısıtlamalar getirilmektedir. Bu çalışmanın amacı Türkiye’de üretilen ballarda neonikotinoid varlığının ve dolayısıyla çevredeki kirlilik seviyesinin ölçülmesidir. Bu amaçla, hasat sonrası Türkiye’nin farklı illerindeki arı yetiştiricilerinden direkt temin edilen 44 bal örneği materyal olarak kullanılmıştır. Örneklerde acetamiprid, clothianidin, dinotefuran, imidacloprid, nitenpyram, thiacloripid ve thiamethoxam varlığı Sıvı Kromatografi Kuadrupol Uçuş Zamanlı Kütle Spektrometresi (LC-MS Q-TOF) kullanılarak araştırılmıştır. Analiz edilen örneklerin hiçbirinde neonikotinoid grubu insektisitlere rastlanmamıştır. Analiz edilen örneklerde neonikotinoidlere rastlanmaması Türkiye açısından umut verici bir bulgudur. Neonikotinoidlerin kullanım şekilleri ve canlı organizmalara etkileri üzerine artan araştırmalar yanında, çevresel varlığının da düzenli olarak takip edilmesi ve limitlerin belirlenmesinin, halk sağlığının korunması açısından önemli olduğu düşünülmektedir.