(Folk Beliefs and Practices in a Middle Anatolian Village Following the Sunni Tradition. In this study, it is examined folk beliefs and practices in a middle Anatolian village. In first part of the paper, there has been main information on research design, problem, methods, and sampling. In second part, it is classified folk beliefs and practices into four chapters: 1. Beliefs and Practices on Significant Life Cycles, 2. Beliefs and Practices on Collective Prayers, 3. Beliefs and Practices on Living-Lifeless Beings, Events, and Phenomenons, 4. Beliefs and Practices on Traditional Folk Medicine. Every chapter is divided into some subheads and determined main beliefs and practices, such as birth, marriage, death, collective prayers, animals, fire, human body, gender, objects, plants, trees, fortune, stone and water cults, darkness, special days, months, and seasons, atmosphere events, house, fertility, and traditional folk medicine. In final part, it is presented results of the study by comparisons with studies completed before.)
Musa Carullah is a religion and thought Pioneer who lived the period that coincide with the late Ottoman Empire which is observed that the Islamic World is sociaL politica~ economic and militaıycruis. Carullah, who all his life dedicated to science, maintained sensitivity to social and polincal problems and is closely interested in educanon. He is also interested in staying behind that experience in the Islamic World, with knowledge and experience which are taken from his journeyand investiganons, tried to develop solunons for rescuing from the staying behind and western hegemony. In this context, he suggested an educanonal reform. To evaluate Musa Carullah as a religion and thought Pioneer might be correct. Because Carullah probably desired to produce solunons only to Kazan Turks, but alsa allOtoman Empire. In the same wqy, Musa Carullah studiedfor interreligious dialogue and said that to understand Quran must be understood other holy books. Another approach in Carullah's thought is his emphasizing common points in the studies of interreligious dialogue.()
(A Literature Scanning on the Terror Typologies. The literature on religion and violence, or terror was already substantial before the September 11 attacks, and it has swelled at an increased pace since then. I have not seen abundant evidence, however, that the serious reflections on violence expressed in these books has made a noticeable impact on the shape of higher education, on news media reporting, or on the thinking of government officials around the world. This bibliography provides information sources about terrorism, terrorist groups and the terror typologies. It is not comprehensive and only a starting point, since the situation is changing daily. Many of the books could have legitimately been listed in more than one of the subsections below, which highlights the somewhat articificial nature of the categories I have set up. I appended to each subsection below subject headings that will enable the reader to explore the topic further as well.)
Bribe is an important kind of malpractice which is in connection with public. It has psychological, socio-terapsyshic, cultural•and economic comprehçmsion. It is possib!e to find bribe nearly all society but it is more wide spread in developing and undevelopiccial societies. It may be sad that public employer sells public authority to someone who bribes for his stoke. There is bribe potential nearly all establishment and social organisation. Social tissue has a serious part in running !evel and taking shape Of bribe.()
Globilizatin, National State and Religion: Globalization is a socio-cultural, economic, political process which has roots in European illumination French revolution and reformation. Although it has been Secular in its'historical roots globalization, is advantageous for Christian Missionary in social, political and economic aspects. In social, political, economic and cultural processes national state, on one hand has been constrained by locality on the other weakened by global impact. Globalization process also has a content which may cause cultural characteristics and national identity to be damaged. In this process national and local cultures, which constitute national state structure have an important competidve role with their dynamic qualities. ()
İslam reddiye geleneğinin zirvede olduğu Orta Çağ'da kaleme alınan önemli reddiyelerden birisi Yahudi kökenli mühtedî bilgin Samuel el-Mağribî'nin (ö. 1175) İfhâmu'l-Yehûd isimli eseridir. Reddiye geleneğinde önemli bir yer tutan ve Kur’ân'dan temellenen tahrif, tebdil, nesih ve beşâirü'n-nübüvve gibi konuları çeşitli örneklerle dile getiren eserde diğer reddiyelerde görülmeyen özgün meseleler de bulunmaktadır. Yahudi dinî ve sosyal hayatı hakkında verilen tafsilatlı malumat ve kullanılan orijinal İbranice metinlerle dikkat çeken reddiye geniş bir bölgeye yayılma imkanı bulmuştur. Bu çerçevede kendinden sonra yaşayan Müslüman ve Yahudi müellifleri önemli ölçüde etkileyen Mağribî'nin Karaî görüşlerinden etkilendiğini gösteren söylemleri de göze çarpmaktadır. Bu makalede İfhâmu'l-Yehûd’un Yahudilik eleştirisi incelenecek ve reddiye geleneğindeki yeri değerlendirilecektir.
Kitaplar, bir fikrin ve düşüncenin veya zihniyetin
taşıyıcıları olduğu kadar, üretildikleri bağlama dair de bilgiler sunan
kalıntılardır. Bir eserin yazma versiyonları söz konusu olduğunda, her bir
nüshanın ayrı bir özgünlük değeri bulunmaktadır. Yazıma konu olan metin belki
ortaktır ama yazma nüshalar; çoğaltan kişi, çoğaltılan yer ve zaman, çoğaltmada
kullanılan yazı şekli, kâğıt türü gibi unsurlar bakımından kendilerine özgü
nitelikler taşımaktadır. Eserin yazıldığı bağlam hakkında ilk elden bilgilerin
sunulduğu bu kısımlara yansıyan içerik, bazen eserin tüm muhtevasından bile
daha önemli olabilmektedir. Bu yüzden de bazen her biri ayrı bir tarih
vesikasına dönüşebilmektedir. ʿAlī b. Ötemiş b. Süleymān isimli fakat ʿAlā-i Aḫlāṭī
olarak maruf bir Hanefî âlim tarafından istinsah edilen mecmūʿa bu
bakımdan oldukça dikkat çekicidir. Mecmūʿa içerisinde Hanefî geleneğe
dair çeşitli eserler yer almaktadır; ancak bunlardan daha önemli olan bu
eserlerin nasıl ve nerede istinsah edildiğine dair müstensihin ferağ
kayıtlarında verdiği bilgilerdir. Bu bilgilere bakıldığında, müstensihin
muhtemelen Buhara kökenli olduğu ve Anadolu’ya gelip Ahlat’ı vatan edindiği
görülmektedir. Artık Anadolu’da yaşamasına karşın, bir sebeple büyük Moğol
istilasına maruz kalmasından on bir yıl önce Buhara’ya tekrar gitmiş, buradaki
ilim meclislerinde bulunmuş ve önemsediği bazı eserleri istinsah edip yanında
Ahlat’a getirmiştir. Bu mecmūʿa ise zamanla Kastamonu’ya kadar
gelmiştir. Bu yazıda, söz konusu mecmūʿanın ferağ kayıtlarında geçen
bilgilerden hareketle ʿAlā-i Aḫlāṭī’nin hayat hikayesi ortaya çıkarılmaya
çalışılmıştır.
İhlâs sûresi, Allah’ın varlığını ve birliğini konu edinen yegâne sûre olma niteliğini taşımaktadır. Kısa ancak anlam acısından çok derin manaları içeren bu sûreye dair farklı türden birçok tefsir yazılmıştır. Yazılan bu farklı türdeki tefsirlerden biri de İbn Sînâ’ya aittir. O, yazdığı bu kısa tefsiriyle din ile felsefeyi uzlaştırma çabasının somut bir örneğini sunmakla beraber kendisinden sonra İhlâs sûresinin felsefi olarak yorumlanması geleneğinin de başlatıcısı olmuştur. İbn Sînâ’nın varlık ve birlik anlayışını yansıtan bu tefsirine tarihi süreç içerisinde farklı kişiler tarafından birçok şerh ve hâşiye yazılmıştır. Bu makalede Ebû Saîd Hâdimî’nin (ö. 1762) İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsirine yazdığı hâşiye incelenecektir. Hâdimî, aynı zamanda Osmanlı'da selefi düşünceye yakın olan isimlerden Birgivî'nin şârihidir. Hâdimî'nin bu hâşiyesi temel alınarak aynı zamanda İbn Sînâ’nın varlık, yaratma ve birlik anlayışlarına da değinilecektir. Hâdimî bu hâşiyesini felsefî düşüncenin göz ardı edildiği bir dönemde yazmıştır. Bu aynı zamanda Hâdimî’nin felsefi düşünceye verdiği önemi göstermektedir. Bu hâşiye ile Hâdimî’nin varlık, birlik ve yaratma meselesinde İbn Sînâ merkezli felsefî bir düşünceye sahip olduğu görülmektedir.
Son dönem Osmanlı âlimlerinden olan 1860/70 Kastamonu doğumlu Ahmed Mâhir Efendi “Ballıklızâde” lakabıyla tanınmaktadır. O, 19. yüzyılda, Batı’nın pek çok yönde ilerleme gösterdiği ve Osmanlı’nın ise yaptığı ıslahatların yanında toprak kaybetmeye başladığı Meşrutiyet döneminde yaşamıştır. Âlim Ahmed Hicâbî’den dersler almasının ardından kendisi de dersler vererek pek çok öğrenci yetiştirmiş, Dâru’l-Fünûn İlahiyât Fakültesi ve Medresetü’l-Vâizîn’de on üç yıl tefsir ve kelam dersleri okutmuştur. Bunun yanı sıra Yargıtay üyeliği, hâkimlik ve milletvekilliği yapmış olan âlim, siyasi bir kişilik olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yayınlanan dört eseri bulunan Mâhir Efendi, Kastamonu’nun dini, siyasi, edebi alanlarda yetiştirdiği önemli şahsiyetlerdendir. Bu çalışmada öncelikle Meşrutiyet Dönemi ve bu dönemde tefsir ilminin konumu ele alınmıştır. İkinci olarak Ahmed Mâhir’in hayatına dair bilgiler aktarıldıktan sonra “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” ve “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” eserleri özelinde tefsirciliği incelenmiştir. Ahmed Mâhir’in hem siyasi hem de dini bir yönünün olması ve bugün elimizde ona dair dört eserin bulunuşu onun araştırılmasını önemli kılmaktadır. Onunla ilgili tasavvufi yönünün vurgulandığı bir doktora tezi ile aynı kişi tarafından hazırlanmış bir makale yine tasavvuf sahasında yazdığı eser ile alakalı iki yüksek lisans tezi yapılmıştır. Onun dışında hayatına ve eserlerine dair özlü bilgiler veren kaynaklar olsa da bazı biyografik ya da literatüre yönelik çalışmalarda verilen kısa bilgiler dışında “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” ve “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” isimli eserlerinin akademik bir çalışmanın konusu olduğuna rastlamadık. Bu durum da bu çalışmayı önemli hale getirmiştir. İncelememiz neticesinde Ahmed Mâhir’in özellikle “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” eserine, dönemindeki siyasi ya da dini olumsuz durumları taşıdığını tespit ettik. Kur’an’ın mükemmelliği ve her şeyi içerdiği düşüncesinden hareketle ayetleri, bu durumları düzeltmek için kullanmıştır. “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” eseri ise bize hem o dönem Osmanlı tefsir birikimin izlerini göstermede hem de bu âlimin tefsir, hadis, edebiyata dair ilmi geleneğe sahip olduğunu göstermektedir.
Tanıtımı yapılan bu kitap, vakıf sahibi iki hekimin sosyal statüsünü ele almaktadır. Kitabın yazarı Doris Behrens-Abouseif’in bu çalışmada daha önce yayınlanmamış vakfiyelerden yararlanmış olması, çalışmanın ayırt edici özelliklerinden birini teşkil etmektedir. Kitabın diğer bir özelliği, ele alınan dönemde hekimlerle ilgili kaleme alınan az sayıdaki çalışmadan biri olmasıdır. Hiç şüphesiz hekimleri konu edinen çalışmaların sayıca az olmasının en önemli nedeni, kaynaklarda hekimlerle ilgili bilgilerin kıt olmasıdır.
Diyanet
İşleri Başkanlığı tarafından basılan takvim, yıllık 3 milyonu aşan tirajı ve 10
milyondan daha fazla okuyucusu ile dikkate değer bir din algısı oluşturma,
değiştirme ve devam ettirme aracıdır. Takvimlerin bu yönünün akademik açıdan
fazla incelenmemiş olmaması bizi bu konuyu çalışmaya yöneltti. Bu çalışmada
2002, 2007 ve 2011 yılı Diyanet İşleri Başkanlığı takvimlerindeki metinler,
metin analizi yöntemleriyle incelenip takvimlerdeki din algısı değişimi ortaya
konulmuştur. Kurumsal devamlılıktan beklenenin
aksine üç dönem kıyaslandığında çok ciddi bir algı değişimi gözlenmiştir, çoğu
konu ilgi dışı bırakılırken, çoğu konu da takvimlere dahil edilmiştir.
Since it is one of the holy books, the Qur'an is an essential book on which many studies have been carried out by both Muslims and non-Muslims. In terms of its religious and historical origins, Turkey is one of the countries where the most research on the Qur'an is made. However, because Turkish is not a well-known language in today's World, the studies prepared in Turkey do not have much space in the international arena. So the contributions of the articles written in Turkey remain at the local level. In this context, in our study, the articles written on the Qur'an in Turkey have been tried to be discussed in various aspects. With the help of the classification of the articles according to the subjects -specifically, the Qur'an-based articles- the subjects on which much research was done and the untouched areas where the study was done less were determined. It has also been determined how many of the articles written on the Qur'an are the subject of interdisciplinary studies. The numerical changes shown by these articles were also examined yearly. In addition, the number of articles on the Qur'an in Turkey written in a language except for Turkish was determined. Based on that, some evaluations were made about these articles and their authors. Finally, some mistakes and ethical violations made in the articles written on the Qur'an were mentioned. On this basis, various suggestions were made to eliminate the deficiencies.
IV. (X.) yy. İslâm dünyasında önemli olayların meydana geldiği bir âsır olmuştur. Şiî/İsmâîlî mezhebine mensup Fâtımîler’in Sunnî Ağlebîler’i ortadan kaldırarak Mağrib’de devletlerini kurması ve akabinde bölgesinde güçlü bir figür haline gelmesi o dönemdeki Sunnî devletleri güç duruma düşüren önemli olaylardan bir tanesi olarak dikkat çekmektedir. Batı’da Endülüs Emevî Devleti ile başarılı bir mücadele yürüten Fâtımîler, asıl hedefleri olan doğu bölgelerini ele geçirmek adına önemli teşebbüslerde bulunmuşlardır. İlk iki halife döneminde Mısır’ı almaya çalışan Fâtımîler, Abbâsîler’e bağlı olarak kurulan Türk hânedanlığı İhşîdîler karşısında başarısızlığa uğramışlardır. Mevcut savaşçı politikasını değiştirerek İhşîdîler’i siyasî manevralar ile yanına çekmeye çalışan Fâtımîler bu teşebbüslerinde de başarısız olmuşlardır. Halife Mu‘izz-Lidînillâh dönemine gelindiğinde gücünün zirvesinde bulunan Fâtımîler, İhşîdî emiri Kâfûr’un vefatının ardından Mısır’da oluşan sosyopolitik ve ekonomik boşluğu iyi değerlendirerek Mısır’ı ele geçirmişlerdir. Fâtımîler daha sonra Sûriye bölgesinin büyük bir kısmını ele geçirerek İhşîdîler’e son vermiş, böylece Abbâsîler’in batı bölgesindeki önemli gücü ve desteğini kırarak Bağdat’ı tehdit eder hale gelmiştir. Bu makalede Fâtımîler’in İhşîdîler ile olan ilişkileri ele alınmıştır. İslâm dünyasının doğusunda Fâtımîler batısında ise İhşîdîler’in siyasî olarak güçlerini artırdığı bir vasatta iki taraf arasındaki ilişkiler dikkat çekici olayları muhtevi olmuştur. Söz konusu gelişmelerin o dönemin İslâm dünyasını yakından ilgilendirmesi araştırma konusunun önemini artırmaktadır. Dolayısıyla ilgili döneme ışık tutan kaynakların incelenerek yaklaşık otuz beş yıllık sürecin panoramasının ortaya konulması faydalı olacaktır. Fâtımî-İhşîdî ilişkilerini ele alan çalışmamız üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Fâtımî-İhşîdî ilişkilerinin başlangıcı incelenecektir. İkinci bölümde ise Fâtımîler’in Mısır’ı İhşîdîler’den almaları konusu işlenecektir. Son olarak üçüncü bölümde Fâtımîler’in Sûriye’yi ele geçirerek İhşîdîler’e son vermeleri bahsi ele alınacaktır. Söz konusu çalışmanın öncelikli hedefi Fâtımî-İhşîdî ilişkilerinin İslâm dünyasındaki yansımaları ve etkilerini ele alarak konu hakkında net bir fikir vermeye çalışmak olacaktır.
Kur’an’î Kristoloji’nin delilleri; Mekke, Necrân ve ‘Ukâz ekseninde oluşturulmaktadır. Makalede, Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesinde ve Mekke döneminde Hıristiyanlarla münasebetleri, bunun Kur’an’a yansımaları ve Kur’an’ın dogmaları ele alınmaktadır. Kur’an’î Kristoloji’nin ilk merkezi Mekke’dir. Çünkü Mekke’nin de dahil olduğu Arap Yarımadası’nın batısı, altıncı yüzyılda bir taraftan Etiyopyalılar, diğer taraftan Ortodoks Bizans tarafından reddedilen Ariusçuların, Monofizitlerin ve Nesturîlerin akınına uğradı. Mekke’deki Hıristiyanlık, Araplar ve Mekke’ye yerleşen Etiyopyalılar tarafından temsil edildi. Bu süreçte Îsa, Havâriyyûn, Nasârâ gibi birçok Etiyopyaca kelime Arapçaya geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Kur’anî Kristoloji’nin ikinci büyük menşei Necrân’dı. Hz. Muhammed, Mekke’nin yakınındaki ʻUkâz Fuarı’nda Necrân’ın Hıristiyan Piskoposu Kuss b. Sâide elİyâdî’yle karşılaştı ve onu Monoteizm’i vaaz ederken dinledi. Ayrıca Kur’an, Necrân şehitlerinden söz etti. Arap dilinin şiiri, düz yazı üslubu ve hitabet tarzı hem Necrân Hıristiyan misyonerleri hem de Hz. Muhammed tarafından kullanıldı. Bunların yanı sıra Kur’an hem dil hem de îcâz olma bakımından eşsiz bir kitaptır.
Yahudi asıllı mühtedî bir bilgin olan Ebu Muhammed Abdülhak el-İslâmî el-Mağribî, XIV. ve XV. yüzyıllar arasında Fas’ın Sebte şehrinde yaşamıştır. El-İslâmî Müslüman olduktan 16 yıl sonra el-Husâmu’l-Memdû fi’r-Redd ale’l-Yehûd adlı Yahudilik hakkındaki reddiyesini kaleme almıştır. Beş bölümden oluşan bu eserde, beşâiru’n-nübüvve, nesih, tahrif ve tecsim gibi Yahudilik hakkındaki temel reddiye konularının hemen hepsine sistematik bir şekilde yer verilmektedir. Yahudi dinî ve sosyal hayatı hakkında ayrıntılı bilgilerin de yer aldığı reddiyede, diğer reddiyelerde görülmeyen özgün deliller bulunmaktadır. Bu bağlamda el-Husâmu’l-Memdûd, kapsamı geniş bir reddiyedir. Bu makalede, Türkçe akademik bir çalışmaya konu olmayan Yahudi kökenli Müslüman bir âlim ve Yahudilik eleştirisi incelenerek Türkiye'deki akademik çevrelere tanıtılmış olacaktır.
The Commentary of Muhammed el-Kırîmî to Bursevi's Hymn
"Benem" and its Evaluation from a Sufi Perspective
Abstract
Crimea is a fructiferous Ottoman land that nurtured many important
individuals. There are some Sufis among these people. Sufis have written
books and treatises in many fields. Crimean Sufis mostly belong to Halvetîyye,
Nakşbendiyye and Kadiriyye orders. Halvetî, which was widespread in the
Ottoman Empire, is also the most common sect in Crimea. Halvetism has
brought important personalities up in Crimea. Muhammed Kırîmî is an
important person in terms of Crimean Khalifa. In his work titled, Mirâ'tü’ssâlikîn, he has written a treatise under the title "Annotation to the Hymn of
Hakkı Efendi". There are many people known by the name of Hakkı. Hakkı
Efendi's identity is the most important problem of our work. In addition,
the author, lyrics and composer of the hymn that is the subject of our article
had been unknown and anonymous until today. It is one of the lost poems of
Bursevi, known to have more than ten thousand couplets. According to the
data by Bursevi experts, up to three thousand couplets of Bursevi's poems are
identified. We hope to make a huge contribution to the field by determining the
hymn's belonging to him and the composer.
In our study, we will endeavor to put forward his Sufi views within
the framework of the principles of the Halvetî order in the context of this
commentary on the hymn "Benem", which is known an anonymous work
but belongs to Bursevî and which we have determined as the composer of
Muallim İsmail Hakkı Bey
İlk insandan itibaren insanoğlu, evrenin ve hayatın merkezinde yer almıştır.İnsanın sahip olduğu özelliklerden ve tarih boyunca içinde bulunduğu durumlardanbahseden kaynaklar mevcuttur. Bu kaynaklardan birisi olan din, insan hayatındaçok önemli bir yere sahiptir çünkü insan, varoluş nedeni ve amacının cevabını dindebulmuştur. İnsanlık tarihi kadar eski ve köklü geçmişi olan ve tarihi değeri bulunanbütün dinlerin mesajlarında insana üstün bir değer verilmektedir. Nitekim bu dinlerde,bu değerin göstergesi olarak günümüzde de büyük önem atfedilen temel insan haklarınınköklerini bulmak mümkündür. Çünkü bütün dinler, insanın hem dünyada hemde ölümden sonra mutluluğa ulaşmasını hedefl emekte ve bunu temel kaynaklarındaaçıkça ifade etmektedir. Bu amaç doğrultusunda dinler, insanın canını, aklını, malını,namusunu ve dinini koruma altına almış ve bunları korumayı temel esasları halinegetirmişlerdir. Bu nedenle insanların tarih boyunca elde etmek için çabaladıkları temelhaklar, dinlerin koruma altına aldığı beş temel esas olarak özetlenebilir. Böyleliklesöz konusu beş temel esas üzerine temellendirilen temel hakların günümüzde İnsanHakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtilen haklar haline geldiği ifade edilebilir.Bu durumda dinler, insana verdikleri değer ekseninde insani birtakım gayretlerle eldeedilmeye çalışılan temel hakların garantörü olarak kabul edilebilir. Bu makalede, Yahudilik,Hıristiyanlık ve İslam dışında Hint, Çin, Japon ve Eski İran dinleri ile Sabiilikgibi bazı dinlerin insana bakışının ve insana verdikleri değerin genel bir çerçevesiçizilmeye gayret edilmektedir.
İngiltere, Avrupa’da en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkelerden biridir ve ülkede Müslümanlara yönelik olumsuz tutumlar giderek artmaktadır. Yabancılara yönelik bu olumsuz tutumların birçok farklı psikolojik nedeni bulunmaktadır. Dehşet Yönetimi Kuramı kapsamında yapılan çeşitli araştırmalar, bu nedenlerden birisinin bireylere ölümün hatırlatılması olduğunu iddia etmektedir. Bu kurama göre, hayatta kalmak gibi güçlü bir motivasyona sahip olan insan aynı zamanda bu çabalarının bir gün başarısız olacağını bilir ve ölüm kaygısı yaşar. Ölümün hatırlatıldığı bireyler, ölüm kaygısının üstesinden gelmek için kendi kültürlerine yöneldiklerinde, diğer kültürlere yani dış gruplara veya onların üyelerine karşı önyargı geliştirirler veya onlara karşı olumsuz tutumlar edinirler. Bu iddianın test edilmesi için 2018 yılı içerisinde İngiltere’de 50 kişinin katılımıyla bir deney gerçekleştirilmiştir. Deney grubuna ölümü hatırlatıcı video izlettirilmiş; daha sonra deney ve kontrol gruplarına Müslümanlara yönelik tutumları ölçen sorular yöneltilmiştir. Elde edilen veriler analiz edildiğinde, ölümün hatırlatıldığı bireylerin (deney grubu), Müslümanlara yönelik tutumlarının, diğer bireylerden (kontrol grubu) daha olumsuz olduğu tespit edilmiştir.
Halk inanışları ve bu inanışlara bağlı yansımalar bir toplumun kimliği açısından önemlidir. Halk inancı, toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından benimsenen ve insanların günlük hayatı üzerinde etkili olan kabullenmelerdir. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Toplum içerisinde yaşamak zorundadır ve toplumun genel inanış ve uygulamalarından uzak değildir. Gök cisimleri ve tabiat olayları ile ilgili halk inanışlarının Türk toplumunda önemli yansımaları bulunmaktadır. Makalemizde Muğla-Yatağan çevresinde ay ve yıldız ile ilgili halk inanışlarının yanı sıra ay ve güneş tutulmasına bağlı inanışlar ve yansımalarına yer verdik. Yöre halkının yıldırım, şimşek, nisan yağmuru, hortum ve ebem kuşağı (gök kuşağı) gibi tabiat olaylarıyla ilgili inanışları ve toplumdaki yansımalarını aktardık. Son olarak, dinler tarihi bilimi çerçevesinde söz konusu inanışlar ve uygulamaları hakkında kısa bir değerlendirme yaptık
Geçmişten günümüze Müslüman
toplumlara bakıldığında İslam dininin kadına verdiği önemin somut örneklerini
görmek rahatlıkla mümkündür. Ancak bu önemin gösterilmediği tersi örnekler
bulmak da mümkündür. Olumsuz örnekleri azaltmak hatta yok edebilmek için,
kadına yönelik olumsuz tutum ve davranışlara neden olan etkenleri tespit etmek
önemlidir. Sahip olduğumuz kültür, din anlayışı, geleneklerimiz vb. pek çok şey
toplumdaki kadın algısının oluşmasına olumlu ya da olumsuz katkıda
bulunabilir. Bu konuda toplumun kültürü,
gelenekleri ve din anlayışı bir özeleştiri süzgecinden geçirilir ise nelerin
olumsuz kadın algısına neden olabileceği tespit edilebilir. Örneğin toplumun
sahip olduğu dinen doğru sanılan yanlışlarla şekillenmiş bir din anlayışı,
olumsuz kadın algısının oluşmasının nedenlerinden biri olabilir. Diyanet İşleri
Başkanlığı (DİB), Türkiye’de Müslümanları din hakkında doğru bir şekilde
bilgilendirmek ve varsa dini konulardaki yanlış bilgilerini düzeltmekle
görevlidir. DİB’in en yaygın
faaliyetlerinden biri, Kur’an Kursları’dır. Bu kurslara katılan kursiyerlerin
neredeyse tamamını kadınlar oluşturmaktadır. Dolayısıyla DİB toplumdaki
kadınlara ulaşmak konusunda önemli bir imkâna sahiptir. Bu sebepten bu çalışmada DİB’in Kur’an
kurslarında uygulamakta olduğu İhtiyaç Odaklı Öğretim Programları esas alınmış;
toplumdaki kadın algısına katkısı açısından bu programın amaçları ve içeriği
incelenmiş ve programa yönelik tespit ve öneriler sunulmuştur. Programın genel
amaçlarında, doğru bir kadın algısı oluşturmaya yönelik bir amaca yer verilmediği
görülmüştür. Bu sebeple, programda, toplumdaki kadın algısına olumlu katkı sağlama
amacına yönelik bazı özel amaçların gözetilmesi önerilmiştir. İçerik açısından
programdaki itikat, ibadet, siyer, ahlak ana konuları altında yer alan her bir
konu, Dinim İslam kitabı esas alınarak incelenmiştir. Kitabın konuları ele alış biçimi açısından
kadın algısına doğrudan veya dolaylı olarak sağladığı katkı tespit edilmiş,
bazı konularda eksik görülen hususların eklenmesi önerilmiştir. Bu öneriler
arasında, programa İslam ve Kadın adlı bir ünitenin eklenmesi de vardır. Çünkü
bu ünite aracılığıyla kursiyerlerin;1.
İslam dinine göre kadının konumu, hak ve
sorumlulukları hakkındaki bilgileri öğrenme ihtiyaçları karşılanabilir,2.
Kadınlarla ilgili toplumda yaygın, dinen doğru
olduğu sanılan yanlış bilgileri düzeltmelerine rehberlik edilebilir.
Söz konusu ünitenin
konu başlıkları yanında kursiyerlerin açık, kesin ve başarabilecekleri
kazanımlar da önerilmiştir. Bu çalışmada yer verilen ünite önerisinin, bu
alanda tartışılması, geliştirilmesi, içeriğinin genişliği göz önüne alınarak
ayrı bir program olarak hazırlanmasına öncülük edebilmesi umulur.
Çalışmada, Adana’daki ilköğretim okullarında görev yapan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenlerinin İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (4. 5. 6. 7 ve 8. sınıflar) Öğretim Programının benimsediği eğitim anlayışının programda ne ölçüde dikkate alındığı ile ilgili görüşleri tespit edilerek değerlendirilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre; öğretmenlerin cinsiyetleri, yaşları, çalışma yılları, mezun oldukları program türü ve programı inceleme durumları programın eğitim anlayışının programa yansımasına yönelik bazı görüşlerini farklılaştırmıştır. Sadece lisansüstü öğrenim görme durumu değişkenine göre öğretmenlerin programın eğitim anlayışı hakkındaki görüşleri farklılaşmamıştır
Çalışmada Adana ilinde ilköğretim okullarında görev yapan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenlerinin yürürlükte olan din öğretimi programının programın din anlayışını yansıtıp yansıtmadığına yönelik görüşleri analiz edilmektedir. Araştırma sonuçlarına göre; öğretmenlerin yaşları, çalışma yılları ve programı inceleme durumları programın din anlayışının programa yansımasına yönelik görüşlerini farklılaştır-mıştır. Ancak öğretmenlerin cinsiyetleri, mezun oldukları program türü ve lisansüstü öğrenim görme durumları, programın din anlayışının programa yansıması ile ilgili düşüncelerini farklılaştırmamıştır
Bu araştırmanın amacı, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Lisans Programında yer alan derslerin işlevselliği, içeriği (konu, kapsam), derslerde kullanılan materyaller (kitap, makale vb.) ve dersi veren öğretim elemanı (bilgi, sunum vb.) açısından yeterliğini öğretmen adaylarının görüşleri çerçevesinde değerlendirmektir. Bu amaç doğrultusunda 2012-2013 eğitim-öğretim yılı bahar döneminde, 9 üniversitede İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümünün 4. sınıfında öğrenim görmekte olan öğretmen adaylarına “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Adaylarının Alan, Genel Kültür ve Meslek Bilgisi Derslerine Yönelik Tutumları Ölçeği” uygulanmış ve öğretmen adaylarının ‘Alan Bilgisi Dersleri’, “Genel Kültür Dersleri” ve ‘Meslek Bilgisi Dersleri’ne ilişkin görüşleri belirlenmeye çalışılmıştır. Araştırmaya 320 öğretmen adayı katılmıştır. Araştırma, lisans derslerinin içerik düzenlemesi aşamasında öğretmen adaylarının sürece dâhil edilmiş olması açısından önemlidir. Söz konusu anket örneklem grubuna uygulanmış ve araştırmadan elde edilen veriler SPSS istatistik programıyla analiz edilmiştir
Summary
As of April 2011, Syrian asylum seeker have immigrated to neighbouring
countries and many countries around the world, starting from these neighbouring
countries. The most affected regions in the migration process, therefore were
the environment or neighbouring countries. The Open Door Policy from the
beginning of the migration process followed by Turkey at the beginning of this
country, in a small border with Turkey comes in Kilis province. Kilis has been
faced with intense migration waves since the beginning of the forced migration
process and has been evaluated in a different position from other border
provinces in terms of sheltering asylum seeker above its population.
Migration has the potential to influence all areas of a society. It is a fact that
especially cultural harmony (integration) and structural harmony (integration)
areas are important for asylum seekers. In this context, the concept of structural
and actor-centred adaptation becomes important. It is also defined as the
processes of being a part of that society by harmony with the society in which
asylum seeker are foreigners. Each society exists with its own social structure
or structural institutions. Religious groups as a sociological structure, as well
as religious groups called religious groups, exist in different ways in every
society. In the study, firstly, as a religious socialization institution, the Syrian
asylum seeker were asked questions about religious groups in their countries in
the context of participation in religious groups and structural adjustment, and
then their structural activities after migration were examined. In this context,
asylum seekers gathered around a charismatic leader or scholar before and after
immigration. In addition, while the asylum seeker were in Syria before migration,
they stated that there were no large-scale congregational structures, but mostly
government controlled sect centres. Under the umbrella of the association
have been identified in this sect continued to be around those leaders who
have immigrated to Turkey. While allowing participation in religious groups of
asylum-seekers in Turkey where they live and it was observed that a contribution
to help provide experience-based Turkmen participation in general.
It is known that Syrian asylum seekers' association activities took place
after a certain time after migration. In this context, it was evaluated that there is
a structural association and solidarity area in the form of asylum seeker buffer
institutions in particular for asylum seekers.
In structural areas, the way of 'asylum seekers urbanism' has been opened
and the arrivals have undertaken a guiding function for the incoming ones. In
addition, after the immigration, religious group representatives in Syria tended
to gather their social groups through association activities. Syrian Arab Republic
available in the social and religious coexistence in the same manner acceptable
in the case of the social structure is an indispensable part of a legal basis has
been understood that continued after migration to Turkey.
Language education is one of the main problems in the process of structural
adjustment in asylum seeker. In the study, it is determined that the individuals
who are young and childhood in sociological sense can evaluate Arabic
languages in speaking and verbal sense, but they do not improve at the level
of writing. This situation brings the phenomenon of alienation to the mother
tongue into the agenda. In addition, it has been observed that some asylum
seeker families who are aware of this social problem are aiming not to forget the
Arabic language by sending their children to Syrian legal associations.
In the structural adjustment process, it is determined that the mosques,
the Quran course and places of worship, which are religious institutions, are
important for the asylum seeker. For example, before the migration of asylum
seekers has been observed in various interviews that the general sense of a life
centred in the mosque in Syria, after this case has shown itself to participation
migration to places of worship in Turkey. In addition, as the structural institution
to be applied after the migration, it is believed that mosques originate from the
religious and cultural codes in the minds of the asylum seeker and that there is
a sense of structural trust in these places. It is known that the Qur'an courses are
important in terms of expressing that they contribute to the integration process
by reducing the social crises experienced by the social segments moving from
the periphery to the centre in the structural adjustment processes resulting from
social mobility. Asylum seeker women who are not keen demand for courses
in Kilis were observed as asylum seeker Turkmen women but they are willing
participation in establishing courses in Turkey.
As a result, the structural harmony of Syrian asylum seeker through
religious socialization is investigated and it is concluded that associations,
masjids and religious groups are influential in this process. It is observed that
the Syrian-based associations are founded by the Syrians and they operated
as religious education institutions. It has been observed that religious groups,
'asylum seekers urbanism associations, language learning and masjids, which
are religious socialization institutions, are an important factor in the structural
adjustment process of Syrian asylum seeker, and also associations and masjids
come to the fore as a structure with the aim of a perpetrator-centred harmony.
It has been observed that religious groups, citizenship association, language
learning and masjids, which are religious socialization institutions, are an
important factor in the structural adjustment process of Syrian asylum seeker,
and also associations and masjids come to the fore as a structure with the aim
of a perpetrator-centred harmony. After the forced migration of individuals who
participated in the survey (the perpetrators) in Turkey with the immigration,
before the forced migration, it is observed that the religious groups in 'Syria'
continue their activities under the umbrella of legal associations as 'buffer
institutions'. Whether asylum seekers at Turkish schools or not, sending their
children to learn Arabic under the umbrella of legal associations also points to
an introverted structural harmony.
Molla Gürânî, ilmî tahsilini bugünkü Irâk, Türkiye, Suriye ve Mısır bölgelerindearalarında İbn Hacer ve Makrîzî gibi devrinin önde gelen hocalarından ders alarak tamamlamıştır.Mısır’da dönemin sır kâtiplerinden Kemaleddin İbnü’l-Bârizî’nin yanındaönemli bir mevki elde etmiş ve Memlük sultanlarından Zâhir Çakmak’ın nedîmleriarasına girmiştir. Daha sonrasında Anadolu’ya gelen Molla Gürânî, Fatih SultanMehmed’e hocalık yapmış ve Fatih döneminde kazaskerlikten şeyhülislamlığa kadaryükselerek sekiz yıl devam ettiği bu görevi sırasında vefat etmiştir. Osmanlı ilmî hayatındave devlet ricâli arasında önemli bir yere sahip olan Molla Gürânî; kıraat, tefsir,fıkıh usûlü ve hadis alanındaki çalışmaları ile temâyüz etmiş bir alimdir. Müellifi n el-Kevseru’l-cârî ilâ Riyâdı ehâdîsi’l-Buhârî isimli şerhi, Anadolu’da kaleme alınan ilkBuhârî şerhidir. XV. asrın ikinci yarısında kaleme alınan el-Kevseru’l-cârî, yazıldığıdönem itibarı ile İstanbul ve civarındaki ilmî muhîtte yaygın olan hadis kaynaklarınakısmî de olsa ışık tutması açısından önem arz etmektedir.
Amerika kıtasına Yahudilerin ulaşması, Kolomb dönemine kadar götürülmektedir. Güney Amerika’da, akabinde de İngiliz kolonilerinde Yahudiler varlık göstermiştir. Hali hazırda dünya üzerindeki Yahudilerin büyük bir kısmı da ABD’de yaşamaktadır. ABD’deki Yahudi oluşumları içinde özel bir yere sahip olan Siyahi Yahudiler, bu makale çerçevesinde ele alınmıştır. Makalede ilk olarak Amerika’da Yahudilik hakkında kısa bir bilgi verilmiş, akabinde ise Siyahiler ile Yahudiler arasındaki münasebetler ele alınmıştır. Daha sonra, Afrika kökenli ve kendilerini İsariloğullarının torunları kabul eden bu oluşumların temel özellikleri üzerinde durulmuştur. Son olarak Siyahi Yahudiler tarafından kurulan Yahudi gruplara temas edilmiş ve diğerlerinden farklı uygulama ve inançları var ise bunlara yer verilmiştir. Araştırma literatür taramasına dayalı olarak gerçekleştirilmiş ve ön plana çıkan siyahi Yahudi grupları hakkında bilgiler verilmiştir.
Kötülük probleminin, genellikle, ateizmin bir delili olduğu kabul edilir. Ancak bu varsayımın zorunlu olmadığının kanıtı olarak bazı düşünürler örnek gösterilebilir. Örneğin, literatüre kazandırdığı eserlerine baktığımızda kötülük problemininin kendisi için büyük bir problem olduğunu söyleyebileceğimiz günümüz din felsefesinin önde gelen düşünürlerinden Paul Draper, kendini agnostik olarak tanımlar. Draper, kötülüğün doğrudan agnostisizmi desteklediğini savunmaz, daha ziyade, ateizmi tek başına kanıtlayacak gücü olmadığını savunur. Açıktır ki, kötülük probleminin Draper için yeterince kanıtlama gücü olsaydı, kendisinin agnostik değil ateist olması beklenirdi. Kötülük probleminin, genel olarak, ateizmle ilişkilendirildiği bir ortamda, Draper’in, agnostisizmi nasıl temellendirdiği ve kötülük probleminin neden zorunlu olarak ateizmin bir gerekçesi olamayacağı bu makalenin ana konusudur.
Klasik Amerikan pragmatistlerinden George Herbert Mead’a göre benlik, ne
salt zihinden ibarettir, ne de ontolojik çatallaşmayı içerir. O, bunun yerine
sadece analitik bir ayrım olarak benliği (self) özne benlik (I) ve nesne benlik
(me) olarak ifade eder. Ancak ne özne benliği nesne benlik olmaksızın, ne de
nesne benliği özne benlik olmaksızın düşünebiliriz. Özne benlik, doğrudan
deneyimlerimizde kendisini göstermez, eylemin gerçekleşmesinden sonra biliş alanına
girer. O, hafızamızda ve geçmişimiz olarak görülür. Nesne benlik ise dış
dünyadan edindiğimiz kabulleri, davranışları ve normları içselleştirmek
suretiyle deneyimde görülen benliktir. Ahlak bu benlikler arasındaki
bağlantıların ve bir bütün olarak benlikle “öteki” arasındaki bağlantıların
farkındalığına dayalı olarak açıklanmalıdır. Bu açıdan hem benlik hem de ahlak
kökeni itibarıyla toplumsaldır. Yazımız Mead’da ahlakın temelinin ne salt
birey, ne de salt toplum olduğunu ancak herhangi bir üst akıl ya da
metafiziksel referans olmaksızın bu iki unsurun da içinde bulunduğu bir ağlar
sistemi olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.